26 Şubat 2016 Cuma

YAKLAŞAN SAAT DR.HALİL BAYRAKTAR

YAKLAŞAN SAAT DR.HALİL BAYRAKTAR








 ESKİ KAVİMLER
MU VE ATLANTİSNUH KAVMİ VE "TUFAN"AD KAVMİSEMUD KAVMİ
İBRAHİM KAVMİLUT KAVMİMEDYEN KAVMİİSRAİLOĞULLARI
YAKLAŞAN SAAT


İNSANLIK TARİHİ
İnsanlık tarihi, bilindiği gibi Adem'in yeryüzüne gönderilmesiyle başlamıştır. İlk insan ve ilk peygamber Adem, kendisine saygı gösterilmesi emrini tereddütle karşılayan Azazel'in tuzağına düşmüş ve cennetten çıkarılmıştır. Böylece Adem ve Havva, tek yeşil gezegen olan Dünya'da; cinlerle ve Sonsuz Yüce'nin lanetiyle iblisleşen Azazel'le birlikte yaşamaya başlamıştır.

Dünya'da çok uzun zamandan beri İblis'in de mensubu bulunduğu cinler yaşamaktaydı.Cinlerin ne zaman yaratıldığını ve Dünya'dan önce nerelerde; hangi gezegenlerde yaşadıklarını bilmiyoruz. Ancak çağın gelişen ilmi verilerine ve İslam kaynaklarına dayanarak bazı tahminlerde bulunabiliriz. Cin toplumlarının da insan toplumları gibi imtihan edildiklerini, İslam'dan saparak zalimleştikleri vakit uyarıcı gönderildiğini; uyarıcı Hak Elçilerini öldürmeye kalkışarak, aynen müşrik-zalim insan kavimleri gibi helak olduklarını biliyoruz.

Bu nedenledir ki içlerinden iman edenlerin kurtarılarak; Güneş sisteminde başka bir gezegene yerleştirildiklerini söyleyebiliriz. Bu şekilde "Güneş sistemi"ndeki birçok gezegenin yaşanmaz hale geldiğini; sonunda muhtemelen Mars'tan, Dünya gezegenine geçtikleri konusunda yeterli olmasa da işaretler bulunduğunu söyleyebiliriz.

İşte Güneş sisteminin bu son ve adeta yaşam için hazırlanmış Dünya gezegeninde, bir taraftan Ademoğulları çoğalıp-yayılırken; diğer taraftan cinler ve İblisoğulları ve yandaşları olan cin-şeytanlar çoğalmıştır. Dünya, tüm canlı yaşamı, bitki örtüsü, yiyecek- içecek su kaynaklarıyla; tüm yer altı-yer üstü kaynaklarıyla cin ve insanoğlu için yaşam-ölüm yeri ve yurt olarak hazırlanmış olup; eceline kadar yaşamını sürdürecektir.

KUR'AN'A GÖRE "İNSANLIK TARİHİ"
İnsanlık tarihini; yahut kavimler tarihini genel olarak iki döneme(periyoda) ayırabiliriz. Birincisi Adem'den, Nuh'a kadar; ikincisi Nuh'tan, Dünya'nın sonuna yahut fiili kıyamete kadar olan dönem. Kur'an'a baktığımızda insanoğlunun, Nuh'a kadar devam eden serüveninden adeta söz edilmediğini görürüz. Nuh'tan sonraki insanoğlunun; yaniNuhoğullarının kavimleri, peygamberlerin bu kavimlerle mücadeleleri ve kavimlerin helakları; açıkça ve ibretli bir şekilde anlatılmıştır. Ancak Adem- Nuh arası Ademoğlu'nun, kavimleri, elçileri ve mücadelelerinden söz edilmemiştir. Ayrıca Nuh tufanının, Dünya ölçeğinde Ademoğullarını yok etmesi oldukça anlamlıdır ve bize bazı ipuçları sunmaktadır. Nuh tufanının evrensel bir tufan olduğunu, Kur'an'dan ve Peygamber sünnetinden biliyoruz ve bunun delillerini inşallah "Küresel Yok Oluş: Nuh Tufanı" konulu çalışmamızda ortaya koyacağız.

Sonsuz Yüce'nin insanoğluna indirdiği son kitap Kur'an'da; sadece Adem'in iki oğlu Habil veKabil'in mücadelesinden ve peygamber olarak da İdris'ten bahsedilmektedir. Adem'in diğer bir oğlu Şit'in peygamberliğini ise hadis kaynaklarından ve Tevrat'tan bilmekteyiz. Bu gerçeği, evrensel Nuh tufanıyla birlikte göz önüne aldığımızda vardığımız sonuç; Sonsuz Yüce Rabb'imizin insanoğlunun bu dönemini "sessiz karanlığa" mahkum etmiş olmasıdır. Ayrıca, Tevrat'ın Tekvin bölümü de bizim bu hükmümüzü teyit etmektedir.

Demek ki; bu birinci insanlık periyodu içinde ademoğulları öyle yoldan çıkmış; o derece sapkın hale gelmişler ki; ya peygamberlerini öldürmüşler ya da peygamber gönderilemeyecek derecede Yüce Rabb'imizin gazabını üzerlerine çekmişler ve böyleceYüce Rabb'imiz de bu dönemi "sessiz karanlığa" mahkum etmiştir. Bu sebepledir ki Kur'an'ın bu konudaki sessizliği, bizce oldukça anlamlıdır ve bu periyodu değerlendirirken bazı sonuçlar tahsil etmemize imkan vermektedir.
Bu çağrışımlar, insanlığın "birinci periyodu"nda ortaya çıkan ve insanoğlunun "şirk"e; oradan da şeytanlaşma sürecine girişini bize hatırlatmaktadır. Bu insanlık tarihinin "birinci periyodu"nda ortaya çıkan sapkınlık, öyle bir sapkınlıktır ki; Sonsuz Yüce Rabb'imizin gazabını üzerine çekmiş ve bu dönem "karanlığa" mahkum edilmiştir.

Sünnetullah şudur: İnsanoğlu önce Sonsuz Yüce Allah'a teslim olur; sonra kısa bir zaman periyodunda "şirk"e kayar; gönderilmiş uyarıcı-elçileri dinlemez, öldürmeye kalkar ve giderek adeta şeytanlaşır ve helak çukuruna yuvarlanır.
Dr. Halil Bayraktar


"TEVHİD", PUTPERESTLİĞE NASIL DÖNÜŞÜYOR?

Nasıl oluyor da insanlık; tarihinin "Tevhid"(İslam) dönemlerini, kısa sürede şirke dönüştürmekle kalmıyor, hızla “akıl-dışı putperestliğe” kayıyor? Bu sebepleri şöyle özetleyebiliriz:

  1. İnsanoğlu, gerçekte kutsal olan varlıkları ve şahısları, müşahhaslaştırmak; tasvir ederek nesnelleştirmek ve ona dokunma-yakın olma gibi bir zaaf taşıyor. Bu nedenledir ki, sevdiği şeyleri cisimleştirmekten hoşlanıyor. Böylece kendisiyle, sevdiği şey arasında, ‘nesnel-maddi bir bağ’ oluşturmaya meyilli görünüyor.
  2. Bireysel veya toplumsal olarak yaşanan acılar, hastalıklar, çaresizlikler, doğal felaketler ve korkular sebebiyle; insanoğlu sığınacak bir şey arar. Son derece mantıksız ve duygusal bir sarılışla nesnelere yönelir. Bu yöneliş, zamanla ‘değişip-dönüşerek’; insanlar için inanç veya kutsallık içeren ‘kült’ haline gelebilir. Buna sayısız örnekler verebiliriz. Bir kısım manevi anlam yüklenerek, yarar umulan ‘kabirler-yatırlar’ ve yine bu tarz anlam yüklenen ağaçlara bağlanan çaputlar ve dilekler v.s. gibi.
  3. İnsanla, Allah arasında bulunan ve amacı, insanlığı “Allaha teslim olmaya ve O’na ortak koşmaksızın iman etmeye çağırmak olan” Peygamberler ve onlara tabi olanlarıilahlaştırmak; Allah’a ait sıfatları veya bir kısmını, bu Hakka çağıranönderlere, atfetmek-taksim etmek. İnsanlık tarihi, sürekli bu tarzda Hak’tan, Batıl’akayışlara şahit olmaktadır. Bu hastalık, bugün, bilim ve teknoloji çağında da, maalesef insanlığın içinde bulunduğu trajik bir durumdur. İnsanın, insanı en yaygın bir şekilde ilah edindiği, bir çağda yaşamaktayız.
  4. İnsanoğlunun, “nefsi arzuları”, “kendisini sevme-beğenme zaafı” ve bu nedenle de “dünyevi-ticari menfaat” sağlayarak; “güçlü-hükmedici” olma hevesi. Ki, bu oldukça güçlü bir hevestir. İnsan sürekli bu dürtüyle hareket ederek, iktidar ve güç peşinde koşmuştur. Bu amacı gerçekleştirmek içinde, özellikle toplumu kolayca etkileyebilecek olan “dini ve kutsal değerleri kullanmak”, en etkili bir yol olmuştur.

    Dinlerin tarihsel bozulma süreci ve bu çağın gözlemi, bu yöntemin, sık sık kullanıldığının en açık şahitleridir. Güç ve iktidar sahipleri, bu amacı gerçekleştirmek ve gücü elde tutmak için, dini kendi emellerine hizmet ettirerek; ruhbanları,tarikatları ve mabetleri kullanmaktadırlar. Bu ise dini, gerçek din(Hak) olmaktan çıkararak; ruhbanların ve özelliklede kralların yahut hâkimlerin dini haline getirmiştir.

    İSLAM'DAN PUTPERESTLİĞE KAYIŞTA: "CİN-ŞEYTANLAR FAKTÖRÜ" 
  5. Allah’ın tek ilahlığına dayanan ve Âdemle başlayan Tevhid(İslam) dininin, kısa bir zaman periyodun da bozularak şirke ve giderek çok ilahlı putperestliğedönüşmesinde; en etkili faktör, cin-şeytanlardır. İnsandan önce yaratılmış, insan gibi sorumlu ve nefis sahibi bu varlıkların temel amacı, insanları saptırmaktır. Adeta var oluş amaçları budur.

    Liderleri ise, fiili kıyamete kadar yaşama iznine sahip; yani bu anlamda ölümsüz olancin-İblistir. Kendisi melek boyutuna çıkarılmış-ödüllendirilmiş olan bu şahıs,meleklerin saflığı karşısında, kendi aklını beğenerek, kibirlenmiş ve böylece “Âdem’e saygı emri”ne muhalefet ederek; insanoğlunun ve Allah’ın düşmanıolmuştur. Cennetten kovulmuş, yeryüzünde icra-i faaliyete başlamıştır.

    Âdem’in zürriyeti yeryüzünde çoğalıp yayılırken; o da her bir âdemin peşine birşeytan takmak için, çoğalmış ve cin-şeytan toplumunu(ordusunu) kurmuştur.Şeytan'ın nüfusu ve ordusu, üç yolla artmaktadır: Birincisi, kendi zürriyeti. İkincisi,cinlerden saptırdığı kimselerdir. Şeytan'a(İblise) köle olan her cin de şeytandır. Üçüncüsü de, insanlardan saptırdığı-yular taktığı; yani “kendilerine vahyederek yönettiği” şeytanlaşmış insanlardır.

    İblisin ve bugün “ruhsal hiyerarşi” dediği ordusunun, insanlık tarihi kadar eski “kutsal planı!”; insanlığı Hak’tan saptırmak; böylece kendi yönetimi altına almaktır. Bu planı nasıl gerçekleştireceğini, Kur’an’dan biliyoruz.
    İblis şöyle diyor: “Tuzak kuracağım”, “Sağlarından, sollarından, önlerinden ve arkalarından geleceğim”, “Yular takacağım”, “Senin(Allah'a hitap ediyor) muhlis kölelerin hariç, onların hepsini saptıracağım”. 
     Allah(c.c.), şöyle buyuruyor: “Şeytan insanın düşmanıdır”, "Şeytan insanların kalplerine vesvese verir, “Şeytan dostlarını korkutur”, “Şeytan fakirlikle korkutur”, “Şeytan, hayâsızlığı emreder”, “Şeytan isyanı emreder”, “Şeytanlar aldatmak için yaldızlı laflar ederler”, “İnsanların bir kısmı cinlere sığınırlar”.
    Bu temel bilgi ve bakıştan sonra, insanlık tarihine putperestliğin nasıl damgasını vurduğunu anlamaya çalışabiliriz. Neden AtlantisMu, Nuh Kavmi, Mısır, Babil,  Ad, Semud, Eski Yunan, Roma, Pers, Hint dinleri; o toplumların bilimsel-teknolojik birikimleriyle ters orantılı bir şekilde, bu kadar akıldışı, mantık dışı ve traji-komiktir?Bunu maddeler halinde şöyle analiz etmekteyiz:

    a) Cin-şeytanlar, bizden bir üst boyutta yaşamaktadırlar. İnsanoğlu 4- boyutlu ise onlar 5-boyutludur. Dolayısıyla, Kur’an diliyle; “onlar bizi görüp-gözetir, biz onları göremeyiz.” Bu boyut farkından dolayı, bazı üstün yeteneklere sahiptirler: Işık hızına yakın hızları ve buna bağlı zaman ve olay farkları söz konusudur. Sizin için bilinmeyenler, onlar için bilinenler veya olanlardır. Sizin bilemediğinizi, cin-şeytan dostları(medyumlar-kâhinler) bilebilirler. İşte size ruhbanların avantajı!

    b) Bu boyut farkından dolayı, yerçekiminden etkilenmezler. Yine Kur’an diliyle,“dumansız ateşten yaratıldıkları”; yani elektron gibi hareket edebildikleri için, birmanyetik güçleri vardır. İblisin büyüklenmesine sebep olan da bu değil miydi? İblis,“Ben ateşten yaratıldım, topraktan üstünüm!” dememiş miydi? İnsanları etkileyecek bir takım olağanüstü; sesışıkgörüntü(vizyon) v.s. gösterme yetenekleri vardır. İnsanları etkilemek için bunları çokça kullanırlar ve insanlar da, bu gösterilerden tarih boyunca etkilenmişlerdir.

    c) Yine bu boyut farkının kendilerine sağladığı önemli bir yetenek de; bir alt boyuta inebilmeleri; yani insan veya başka bir canlının formuna girebilmeleridir. İnsanları, tarih boyunca, bu yeteneklerini kullanarak etkilemişler ve korkutmuşlardır. İşte insanların tanrıcılık oyununda, bu korkunun büyük rolü vardır.

    d) Cin-şeytanlarla aynı gezegeni paylaşıyoruz. Gerçi cinler, diğer gezegenleri; özellikle Mars’ı yaşanmaz hale getirince, biz insanoğlundan önce Dünya’da yaşamaya başlamışlardır. Bugünün bilim çağında bile insanları, uzaylıbaşka gezegen veya yıldızlı diye kandırmaya çalışıyorlar. Maalesef başarılıda oluyorlar. İnsanların bir kısmına da, kendilerini, ruh ya da melek diye pazarlıyorlar. Yahut da insanların, kendilerinin de tanrı olduğu yalanıyla beyin yıkıyorlar.

    e) Tarihe dönüp baktığınız zaman, o kaba, akıldışı putperestliğin, her çeşidinin arkasında, cin-şeytanlarının, aldatıcı ve yalancı oyunlarının yattığını artık açıkça görebilirsiniz. Gök cisimlerinin; Güneş, Ay, gezegenler, yıldızlar, sayısız nesne-obje putlar, mabetler ve türlü türlü büyücülük oyunları. Hepsinin arkasında saklanan aynı “varlıklar”! Bu oyun o derece komik ki; "put maskeli tanrılar", kendilerine ve hizmetkarları olan ruhbanlara, kurbanlar boğazlatıyor ve yemekler ikram ettiriyorlar.Babil putları, yemek yerse, Hint putları, niçin süt içmesin! Tıpkı İsa ve Meryemheykellerinin ağlaması gibi!

    Sonuç olarak diyebiliriz ki; insanoğlu, Allah’tan gelen gerçek vahyi(uyarıyı-bilgiyi), arkasına atarsa, olacağı budur. Tarih boyunca da böyle olagelmiştir.

    İnsanoğlu, hep şu iki hatayı yapıyor: Ya kibirlenerekAllah’ı ve vahyini reddediyor. Bunun sonucunda, cin- şeytanların varlığına inanmıyor. Dolayısıyla onların, boyut farkıyla ortaya koyduğu olağanüstü şarlatanlıkları karşısında şaşırıyor ve etkileniyor. Ya da yine gerçek vahyi bozuyor.Gerçek dinin içine felsefi-tasavvufi kavramlarkarıştırarak, kendini yüceltme yolunu seçiyor. Böylece cin-şeytanlar, melek postuna bürünerek kolayca kendisini aldatıyor. Uyanıkken ve uykudaki " yaldızlı şeytani övgüler"i, kendi kerameti ve fazileti sanıyor. İki durumda da sonuç aynıdır: Aldanma!

    Bugün, aynı “varlıklar”,tarih boyunca kendi "sahte tanrılıkları" veya arkasına saklandıkları putlar yerine; bu çağ insanının "kendisinin tanrı olduğu yalanı"nı pompalıyorlar. Bugünün rahipleri ise, yine medyumlar yahut sözde “ruhsal varlıklarla” iletişim kuran çağdaş elitlerdir. Oyun aynı oyun! Cehalet ise bilim çağına ve bunca gelişmişliğe rağmen aynı cehalet! Tarih, sanki hiç durmadan tekerrür ediyor!
    Dr. Halil Bayraktar
    Kaynak: Kur'an-ı Kerim

ys@yaklasansaat.com
ana sayfa| evren| gezegenler| dünyamiz| dinler| eski kavimler| cin-şeytanlar| haberler| yorum-analiz| seslendirmeler|videolar| site haritası| iletişim| forum| ys kitapları
Bu sitedeki yazı, resim ve dökümanlar, kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.

KOMPLO TEORİLERİ : Tevrat’ta Yazılı Korkunç Kehanet !


KOMPLO TEORİLERİ : Tevrat’ta Yazılı Korkunç Kehanet !

2.000 yıllık plan…

Büyük Peygamber Yeşaya’nın Kehanetleri
İsrailoğullarının antik tarihinde önemli mihenk taşları vardır, bunların başında da Mısır yer alır. Bu tarihi bilenler için pek de şaşırtıcı değildir, çünkü dört yüz yıldan fazla bir süre Mısır egemenliği altında sözde köle gibi yaşamışlardır, yani esaret altında. Sonra Musa çıkmış ve Tanrı’nın güç ve yardımıyla İsrailoğulları’nı kurtarmıştır.
Bilinen budur, ancak doğru değildir, çünkü İbrahim Mısır’a fakir olarak gitmiş ama zengin olarak dönmüştür:
“…Avram Mısır’a varır. Karısı Saray’ı gören firavunun adamları, güzelliğini firavuna överler. Kadın saraya alınır ve onun hatırı için firavun Avram’a iyi davranır. Ona davar, sığır, erkek ve dişi eşek, erkek ve kadın köle, deve verir. Bunu gören Tanrı Avram’ın karısı Saray’a yapılanlar yüzünden firavunla ev halkının başına korkunç felaketler getirir.
Firavun durumu anlar ve Avram’ı çağırtarak, sorar ve ‘Nedir bana bu yaptığın? Neden Saray’ın karın olduğunu söylemedin? Niçin ‘Saray kızkardeşimdir’ diyerek onunla evlenmeme izin verdin? Al karını, git!’ der. Böylece Avram’la karısını sahip olduğu her şeyle birlikte gönderir. Avram, Mısır’dan ayrılıp yeniden Negev’e gelir, artık çok zengindir; sürüleri, altınları, gümüşleri vardır. [1].”
Öte yandan Yusuf Mısır’a satılmış ancak orada köle değil yönetici olmuştur. Kaldı ki İsrailoğulları Mısır’dan ayrılırken, Mısırlıların altın, gümüş gibi yükse hafif pahada ağır, neyi var neyi yoksa alıp gitmişlerdir.
Sözlerimiz İsrailoğullarına bir iftira değil, kutsal kitap Tevrat’ın ayetleridir:
“… Aynı gece firavun Musa’yla Harun’u çağırttı ve ’Kalkın!’ dedi, ‘Siz ve İsrailliler halkımın arasından çıkıp gidin, istediğiniz gibi Tanrı’ya tapın. Dediğiniz gibi davarlarınızı, sığırlarınızı da alın götürün. Beni de kutsayın!’
İsrailliler’in ülkeyi hemen terk etmesi için Mısırlılar diretti. ‘Yoksa hepimiz öleceğiz!’ diyorlardı. Böylece halk mayası henüz katılmamış hamurunu aldı, giysilere sarılı hamur teknelerini omuzlarında taşıdı. İsrailliler Musa’nın dediğini yapmış, Mısırlılar’dan altın, gümüş eşya ve giysi istemişlerdi.
Tanrı İsrailliler’in Mısırlılar’ın gözünde lütuf bulmasını sağladı. Mısırlılar onlara istediklerini verdiler.
Böylece İsrailliler onları soydular. İsrailliler kadın ve çocukların dışında altı yüz bin kadar erkekle yaya olarak Ramses’ten Sukkot’a doğru yola çıktılar. Daha pek çok kişi de onlarla birlikte gitti. Yanlarında çok sayıda davar ve sığır vardı.
Mısır’dan getirdikleri hamurla mayasız pide pişirdiler. Çünkü Mısır’dan kovulmuşlar, kendilerine azık hazırlayacak zaman bulamamışlardı. İsrailliler Mısır’da dört yüz otuz yıl yaşadı. Dört yüz otuz yılın sonuncu günü Tanrı’nın halkı ordular halinde Mısır’ı terk etti[2]…”
Burada diyeceğimiz odur ki İsrailoğulları Mısır’da, belki de dört yüz yıl yaşamıştır, ama çoğu yönetici olarak yaşamıştır, fakir gelmiş ama zengin olarak çıkmışlardır.
Buna karşın büyük Büyük Peygamber Yeşaya’nın Mısır üzerine bir kehaneti vardır ki hiç de hayırlı değildir Mısır için:
“ İşte Tanrı hızla yol alan buluta binmiş Mısır’a geliyor! Mısır putları O’nun önünde titriyor, Mısırlılar’ın yüreği hopluyor. Tanrı diyor ki, Mısırlılar’ı Mısırlılar’a karşı ayaklandıracağım;Kardeş kardeşe, komşu komşuya, kent kente, Ülke ülkeye karşı savaşacak. Mısırlılar’ın cesareti tükenecek, Tasarılarını boşa çıkaracağım. Yardım için putlara, ölülerin ruhlarına, Medyumlarla ruh çağıranlara danışacaklar. Mısırlılar’ı acımasız bir efendiye teslim edeceğim, Katı yürekli bir kral onlara egemen olacak[3].”
Yeşaya’nın kehanetinde Mısırlılar’ın kendini içten vurması olayı vardır ki, bugünkü Mısır’ın kendi kendini içten vurduğu ve kardeşin kardeşi öldürdüğü akla geldiğinde, insan ister istemez ‘acaba’ diyor. Hatırlayınız, Kaddafi’yi düşürmek için iç savaş çıkardılar, akraba aşiretleri birbirlerine düşürdüler, savaştırdılar, öldürdüler ve hala huzur bulmuş değiller.
Yeşaya’nın Mısır için kehaneti bu kadarla da kalmıyor; bu öngörüsüyle Mısır’ın aslında bir başka İsrail kutsalı olacağını haber veriyor:
“… O gün Mısırlılar kadın gibi olacaklar; Tanrı’nın kendilerine karşı kalkan elinin önünde titreyip dehşete kapılacaklar. Yahuda Mısır’ı dehşete düşürecek. Yahuda dendi mi, Tanrı’nın Mısır’a karşı tasarladıklarını anımsayan herkes dehşete kapılacak.
O gün Mısır’da Kenan dilini konuşan beş kent olacak. Bu kentler Tanrı’ya bağlılık andı içecekler; içlerinden biri ‘Yıkım Kenti’ diye adlandırılacak. O gün Mısır’ın ortasında Tanrı için bir sunak, sınırında da bir sütun dikilecek. Mısır’da bir belirti ve tanık olacak bu. Halk kendine baskı yapanlardan ötürü yakarınca, Tanrı onları savunacak bir kurtarıcı gönderip özgür kılacak.
Tanrı kendini Mısırlılar’a tanıtacak, onlar da o gün Tanrı’yı tanıyacak, kurbanlarla, sunularla O’na tapınacaklar, adak adayacak ve adaklarını yerine getirecekler.
O gün Mısır’la Asur arasında bir yol olacak. Asurlu Mısır’a, Mısırlı Asur’a gidip gelecek. Mısırlılar’la Asurlular birlikte tapınacaklar. O gün Mısır ve Asur’un yanı sıra İsrail üçüncü ülke olacak. Dünya bu üçü sayesinde kutsanacak. Tanrı, ‘Halkım Mısır, ellerimin işi Asur ve mirasım İsrail kutsansın’ diyerek dünyayı kutsayacak[4]…”
Peygamber Yeşaya bu öngörüsüyle aslında İsrail’in merkezde olduğu, sağında Irak, solunda Mısır’ın yer aldığı büyük bir kutsal devletin tanımı yapılmaktadır. Öyle ya bakınız Nil-Fırat coğrafyasına, İsrail ortada, batısında Mısır, kuzey doğusunda da Irak vardır. Irak ve Mısır bir İsrailoğlu kutsalına dönüştürülecek olursa, doğal olarak İsrail merkezli büyük bir devlet ortaya çıkmış olacaktır.
Bu kehanet, Nil’den Fırat’a düşüncesine de bir kutsallık kazandırmaktır, hem de Tanrı’nın sözleriyle. Bu öngörüden yola çıkarak, Mısır’da yeni bir yönetimin iş başına getirileceği ve bunun da İsrail yanlısı bir yönetim olacağını şimdiden söylemiş olmak, sanırım, bizim bir kehanetimiz olmayacaktır.
Çünkü gidişat, tıpkı İsrail’in yeni stratejik planlarında olduğu gibi, bu yöndedir, yaşananlar bu istikameti işaret etmektedir.
Ancak Yeşaya’nın kehanetlerinde en çarpıcı olanı, Tanrı’nın da bu kutsal savaşta yer alacağı öngörüsüdür:
– “…Avının başında homurdanan aslan, bir araya çağrılan çobanlar topluluğunun bağırıp çağırmasından yılmadığı, gürültüsüne aldırmadığı gibi, Tanrı da Siyon Dağı’nın doruğuna inip savaşacak. Kanat açmış kuşlar gibi koruyacak Yeruşalim’i. Koruyup özgür kılacak, esirgeyip kurtaracak onu.
– Ey İsrailoğulları, Siyon’da ateşi, Yeruşalim’de ocağı bulunan Tanrı söylüyor bunları[5].
İsrailoğullarının Mısır’a bu öfkesinin altında, kendi ifadelerine göre dört yüz yıllık kölelik ya da esaretin bulunduğu açıktır. Bu kutsal öfke kehanete dönüştürülerek, İsrailoğulları sanki tarihi tersine çevirmeye çalışmaktadır.
Peygamber Yeşaya, öngörü de olsa, Mısır’dan vazgeçmemekte ve günün birinde Mısır’ı mutlaka İsrailoğulları’nın yöneteceğini, orayı İkinci bir İsrail yapacaklarını söylemektedir.
Ayrıca, ‘O gün Mısır’la Asur arasında bir yol olacak. Asurlu Mısır’a, Mısırlı Asur’a gidip gelecek. Mısırlılar’la Asurlular birlikte tapınacaklar. O gün Mısır ve Asur’un yanı sıra İsrail üçüncü ülke olacak. Dünya bu üçü sayesinde kutsanacak’, kehanetinden de, Büyük İsrail hayalinin ancak Bağdat’tan Nil’e bir köprü kurulduğu ve bu köprünün de başında İsrail yer aldığı zaman gerçekleşeceği anlaşılmaktadır, yani Nil’den Fırat’a kutsal krallık kurulduğu zaman.
Bugün için, ABD güçleriyle bu kehanetin belki de yarısı gerçekleşmiş durumdadır, Mısır’da ve Irak’da yönetimler değiştirilmiş, şu an her iki ülke de bu doğrultuda şekillendirilmektedir.
Asur olarak geçen Irak’a gelince, Irak yani Babil, kelimenin gerçek anlamıyla günümüzde yok olmuştur. Kehanette geçen İsrail yönetimi aşağı yukarı tamamlanmıştır; Irak kuzeyinde (Yahudi) Barzani yönetimi kurulmuş ve Babil’in enerji kaynaklarının yarısı alınmıştır, kalan yarısı için de savaşlar sürmektedir.
İsrailoğullarının Irak/Babil’e öfkesi büyüktür, bu öfke de Yahudi tarihinde yer alan Babil işgali ve sürgününden kaynaklandığı açıktır. O süreçte Kudüs işgal edilmiş, Yahuda Krallığı yıkılmış, Süleyman Mabedi/ Tanrı’nın Konutu yok edilmiş ve en on bin Yahudi asilzadesi ile sekiz bin kişi Babil’e sürgün edilmiştir[6].
Anlaşılan o ki İsrailoğulları’nın tarihin bu sayfasına duyduğu öfke, Büyük Yahudi Peygamberi Peygamber Yeşaya’nın kehanetlerine de yansımıştır:
“…Amots oğlu Yeşaya’nın Babil’le ilgili bildirisi: Çıplak dağın tepesine sancak dikin!
Dağlardaki kalabalığın gürültüsünü dinleyin!.. Tanrı bir orduyu savaşa hazırlıyor. Öfkesinin araçlarıyla uzak bir ülkeden, dünyanın öbür ucundan bütün ülkeyi yerle bir etmek üzere geliyor.

Feryat edin! Tanrı diyor ki, Kötülüğünden ötürü dünyayı, suçlarından ötürü kötüleri cezalandıracağım. Kibirlilerin küstahlığını sona erdirecek, Zalimlerin gururunu kıracağım. İnsanı saf altından, ofir altınından daha ender kılacağım. Gazaba geldiğim, öfkemin alevlendiği gün gökleri titreteceğim, yer yerinden oynayacak.
Herkes kovalanan ceylan gibi, çobansız koyunlar gibi halkına dönecek, ülkesine kaçacak. Yakalananın bedeni delik deşik edilecek, ele geçen kılıçtan geçirilecek. Yavruları gözleri önünde parçalanacak, Evleri yağmalanacak, Kadınlarının ırzına geçilecek…
Gümüşe değer vermeyen, altını sevmeyen Medler’i onlara karşı harekete geçireceğim.Oklarıyla gençleri parçalayacak, bebeklere acımayacak, çocukları esirgemeyecekler[7].”
Kehanette geçen ‘Tanrı bir orduyu savaşa hazırlıyor. Öfkesinin araçlarıyla uzak bir ülkeden, dünyanın öbür ucundan bütün ülkeyi yerle bir etmek üzere geliyor’, ifadesi de adeta okyanus ötesinden gelen ABD’nin nasıl Irak/Babil’i nasıl parça parça etmiş olduğunu düşündürmektedir.
Hele ki ‘Yakalananın bedeni delik deşik edilecek, ele geçen kılıçtan geçirilecek. Yavruları gözleri önünde parçalanacak, Evleri yağmalanacak, Kadınlarının ırzına geçilecek’ ifadesiyle ABD’li askerlerin Iraklıları, sanki atari oyunu oynar gibi, üstün harp ve silah araçlarıyla nasıl vurması, çocukların öldürlmesi ve de kadınların ırzına geçilmesi olayları yan yana getirildiğinde, nasıl bir kurgu ile karşı kaldığımız apaçık görülmektedir: ABD İsrailoğulları’nın kutsallarını oynamaktadır.
İsrailoğullarının Babil’e öfkesinin nedeni anlamak kolaydır, çünkü Babil Süleyman Mabedi’ni ilk yıkan güçtür. Yıkmakla kalmamış Kudüs’ü el geçirmiş ve Yahudileri Babil’e sürgüne göndermiştir. İlk sürgündür bu Yahudiler için.
Yakın tarihimizin son elli yılına bakıldığında, ya bu kehanetlerin doğru olduğu ya da küresel bir gücün bu kehanetleri dikkate alarak Orta Doğu’da savaş planları yaptığı ve uyguladığı düşünülebilir. Çünkü kehanette geçen, ‘Gümüşe değer vermeyen, altını sevmeyen Medler’i onlara karşı harekete geçireceğim. Oklarıyla gençleri parçalayacak, bebeklere acımayacak, çocukları esirgemeyecekler’ifadesine baktığımızda, 1980-90 arası süren Irak-İran savaşı bu çerçevede masaya yatırılabilir.
Irak; Asur-Babil’in devamı, İran; Med-Pers’in devamıdır. ABD ve İsrail, kimi Irak’ı kimi İran’ı destekleyerek, İran-Irak savaşını başlatmıştır. On yıl süren bu savaş sonuçsuz kalmış ancak her iki ülke de kaynaklarını tüketmiştir, hem insan hem ekonomi açısından.
Büyük Peygamber Yeşaya’nın Babil için kehaneti bugün yaşadıklarımızla yan yana getirildiğinde, ‘ya kehanet doğru ya da ABD kutsalı oynuyor’ demek geliyor insanın içinden:
– “Ben Tanrı, Sodom ve Gomora’yı nasıl yerle bir ettimse, Kildaniler’in yüce gururu, Krallıkların en güzeli olan Babil’i de yerle bir edeceğim. Orada bir daha kimse yaşamayacak, kuşaklar boyu kimse oturmayacak, Bedeviler çadır kurmayacak, çobanlar sürülerini dinlendirmeyecek. Evler çakallarla dolacak, baykuşlar yuva yapacak, tekeler oynaşacak orada. Kalelerinde sırtlanlar, Görkemli saraylarında çakallar uluyacak. Babil’in sonu yaklaştı, günleri uzatılmayacak. Babil’i baykuş yuvasına, bataklığa çevirecek, yıkım süpürgesiyle süpüreceğim.[8]
Bununla beraber Babil’e duyulan öfke, diğerlerinden çok farklıdır. Babil, bu kehanette bir kıza benzetilerek cinselliği ile alay edilmekte ve aşağılanmaktadır:
– “…Ey Babil, erden kız, in aşağı, toprağa otur. Ey Kildani kızı, tahtın yok artık, yere otur. Bundan böyle, ‘Nazik, narin’ demeyecekler sana. Bir çift değirmen taşı al da un öğüt, çıkar peçeni, kaldır eteğini.
– Baldırını aç, ırmaklardan geç. Çıplaklığın sergilenecek, mahrem yerlerin görünecek. Öç alacağım, kimseyi esirgemeyeceğim. Bizim kurtarıcımız İsrail’in Kutsalı’dır. Tanrı diyor ki, Ey Kildani kızı, Karanlığa çekilip sessizce otur. Çünkü bundan böyle ‘Ülkeler kraliçesi’ demeyecekler sana. Halkıma öfkelenmiş, mirasım olduğu halde onu bayağılaştırıp eline teslim etmiştim. Ama sen onlara acımadın, yaşlılara bile çok ağır bir boyunduruk yükledin…
– Ne var ki, felakete uğrayacaksın. Onu durduracak büyü yok elinde, başına gelecek belayı önleyemeyeceksin. Üzerine ansızın hiç beklemediğin bir yıkım gelecek… Gençliğinden beri alışveriş ettiğin herkes kendi yoluna gidecek, seni kurtaran olmayacak.[9]
Ne yazık ki, tıpkı Peygamber Yeşaya’nın öngördüğü gibi, Babil/ Irak vuruldu, kimse yardımına gitmedi, kimse de kurtarmadı, aksine Türkiye bu savaşta İsrailoğulları yanında yer aldı, tıpkı Libya ve Suriye savaşlarında yer almış olduğu gibi.
Bu tavrıyla Türkiye, Yahudi Peygamber Yeşaya’ın kehanetinin doğrulanmasına da bir ölçüde yardım etmiş oldu. İncil’de de Babil’e duyulan öfke dile getirilmektedir.
Ancak İncil, İsrailoğulları’nın bir adım daha ötesine geçerek Babil’i ‘fahişe, fuhuş, hatta dünya fahişelerinin kraliçesi’ gibi tanımlamalarla yan yana getirerek Yeşaya’nın çok ötesinde yerden yere vurmaktadır:
“…Yedi tası alan yedi melekten biri gelip benimle konuştu: ‘Gel!’ dedi, ‘Sana engin suların kenarında oturan büyük fahişenin çarptırılacağı cezayı göstereyim’. Dünya kralları onunla fuhuş yaptılar. Yeryüzünde yaşayanlar onun fuhşunun şarabıyla sarhoş oldular. Bundan sonra melek beni Ruh’un yönetiminde çöle götürdü.
Orada yedi başlı, on boynuzlu, üzeri küfür niteliğinde adlarla kaplı kırmızı bir canavarın üstüne oturmuş bir kadın gördüm. Kadın, mor ve kırmızı giysilere bürünmüş, altınlar, değerli taşlar, incilerle süslenmişti. Elinde iğrenç şeylerle, fuhşunun çirkeflikleriyle dolu altın bir kâse vardı.
Alnına şu gizemli ad yazılmıştı: ‘Büyük Babil, Dünya Fahişelerinin Ve İğrençliklerinin Anası’…
Bundan sonra melek bana, ‘Şu gördüğün sular -fahişenin kenarında oturduğu sular- halklar, toplumlar, uluslar ve dillerdir’ dedi. Gördüğün canavarla on boynuz fahişeden nefret edecek, onu perişan edip çıplak bırakacaklar. Etini yiyip kendisini ateşte yakacaklar. Çünkü Tanrı, amacını gerçekleştirme isteğini onların yüreğine koymuştur. Öyle ki, Tanrı’nın sözleri yerine gelinceye dek krallıklarını canavara devretmekte sözbirliği edecekler[10].”
İsraioğullarının üçüncü büyük öfkesi Şam üzerinedir yani Suriye. Kehanete göre Şam’ın Babil ve Mısır’dan öte kalır yanı olmayacaktır; yıkılacaktır, onuru kırılacaktır, çok insan öldürülecektir, nerdeyse taş üstünde taş kalmayacaktır.
Bunu biz değil, Büyük Yahudi Peygamberi Yeşaya söylemektedir:
– “…Şam’la ilgili bildiri: İşte Şam kent olmaktan çıkacak, Enkaz yığınına dönecek. Aroer kentleri terk edilecek, hayvan sürüleri orada yatacak, onları ürküten olmayacak. Efrayim’de surlu kent kalmayacak, Şam’ın egemenliği yok olacak. Sağ kalan Aramlılar’ın onuru İsrail’in onuru gibi kırılacak…
– Eyvah, çok sayıda ulus kükrüyor, azgın deniz gibi gürlüyorlar. Halklar güçlü sular gibi çağlıyor. Halklar kabaran sular gibi çağlayabilir, Ama Tanrı onları azarlayınca uzaklara kaçacaklar. Rüzgarın önünde dağdaki saman ufağı gibi, Kasırganın önünde diken yumağı gibi savrulacaklar. Akşam dehşet saçıyorlardı, sabah olmadan yok olup gittiler. Bizi yağmalayanların, bizi soyanların sonu budur[11].
Bugün 03 Ocak 2016…
Suriye’nin Halep kenti yanıyor, ülke iç savaşta, kardeş kardeşi öldürüyor.
Suriye yanıyor, Halep yanıyor, yüzyıllardır birlikte yaşamış olan insanlar birbirlerini öldürüyor.
Ne yazık ki Suriye’nin düşürüldüğü bu duruma en fazla katkı sağlayan, muhalif unsurları kışkırtıp doğrudan destek veren tek Müslüman ülke de Türkiye oluyor, tıpkı Libya ve Mısır’da, tıpkı Irak’ta yaptığı gibi. Yine bugün, Türkiye bu yanlışlarından dönmek yerine, Suriye’ye bir askeri müdahaleyi gündeme taşıyarak ‘güvenli bölge kurmak’tan bahsediyor.
Bu duyunca aklımıza 1991’de Irak’ta kurulan güvenli bölge geliyor, bu güvenli bölgede kurulan bir Kürt devleti geliyor ve yine bu bölgede silahlı güce dönüştürülen PKK geliyor, elinde olmadan insan soruyor; ülkemize yönetenler kime hizmet ediyor?
Ancak unutulmamalıdır ki böylesi bir siyasetinin yanlışlığı Türkiye’ye gelecekte ağır bedellere yol açacaktır ve yine, ne yazık ki, bu bedelleri çocuklarımız ödemek zorunda kalacaktır.
Gönül ister ki tarih bizi yanıltsın!
Erdal Sarızeybek

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion