31 Temmuz 2020 Cuma

Yazar Sâmiha Ayverdi, ”Ne idik ne olduk” ismiyle neşrolunan hâtıralarında, ”Füreyya Hanım ve Ahmed Emin Yalman” başlığı ile, Ahmed Emin ve dönmelerle alâkalı olarak şunları yazmaktadır:

”Şâkir Paşa’nın kızı Hakkıye Hanımefendi ile âileler arasında oldukça eski bir hukuk vardı. Hakkıye Hanım’ın kocası Emin Paşa ise, vatansever, şerefli bir askerdi. Hakkıye Hanımefendi ile Emin Paşa’nın, Füreyya isminde bir kızları ve Şakir isminde de bir oğulları vardı. Bir zamanlar, Atatürk’ün muhâfızlarından olan Kılıç Ali ile evli olan Füreyya Hanım, seramikçiliğe heves ederek bu işe başlamış ve hayli de muvaffak olmuştu. Ancak, san‘atında en küçük bir Türk havası sezilmez, renk âhengindeki başarısına rağmen, abstre (mücerred) ve bir anlayışa göre de, bakana sıkıntı ve darlık veren ültra modern (aşırı derecede modern) desenlerde ısrar ederdi.

Füreyya Hanım, Kılıç Ali ile aralarında talak vâki olduktan sonra, mesleğine daha da sarılarak, devamlı sergiler açmaya başlamıştı. Bu sergiler her ne kadar iç karartıcı ise de, hatır kollayarak, dâvetlerine gitmeğe gayret ediyordum. Bir defasında da sergisini evinde açmıştı. Gene dâvetli idim ve gittim. İçeri girer girmez annesi karşıladı. Antreyi ikiye bölen paravananın bir tarafı tenha, diğer tarafı ise kalabalıktı. Bu kaynaşan insan yığınına şöyle bir bakmakla dahi, içeride hayli tanıdık sîmâlar bulunduğunu görmüştüm. Bu izdihâmın arasına girmek istemedim ve paravananın öteki tarafına geçtim.

Hakkıye Hanımefendi ne beni bırakabiliyor, ne de diğer dâvetlilerden uzak kalmak istiyordu. Beni de öte tarafa geçirmek için bir orta yol bulduğunu zan ederek:
— Cicim, gelin sizi Ahmed Emin Bey’le tanıştırayım, dedi.
— Hayır hanımefendi, bu adam, din düşmanı, neticede de vatan hâini sayılır. Tanışıp elini sıkmak istemem, dedim. Kadıncağız şaşırdı. Sadece:
— Ya! dedi.
Biraz oyalandıktan sonra da sergiden ayrıldım. Amma bu ayrılış, yalnız Füreyya Hanım’ın sergisinden değil, asıl kendisinden oldu.     
...Geçen gün bu sevimsiz hâtırayı, Ressam Ahmed Yâkupoğlu’nun yanında konuşurken, o da bana, Neyzen Tevfik’in Ahmed Emin’in iç yüzünü çizen şu kıt‘asını okudu:
 

Şu bizim dönme dolap Ahmed Emin
Dîn ü îmânımıza çatmadadır
Başımız ağrımaz etsek de yemin
Vatanı on kuruşa satmadadır.
 (*) (S. 81-82)

(*)  Bir Selanik dönmesi olan Ahmed Emin Yalman’ın o tarihlerde çıkarmakta bulunduğu Vatan isimli günlük gazetesinin fiatı 10 kuruş idi.
 

 
Eski Hariciye Vekili

 

”Elhamdülİllâh Müslüman olduM”                                                                                                 Ahmed Emin Yalman

Yazar Sâmiha Ayverdi hâtıralarında, bir hanımın dâvetinden bahisle şunları anlatmaktadır:

”... Beni evine dâvet eden Mediha Gezgin Hanım’ın babası, Sultan Abdülaziz (rh.)’i Osmanlı tahtından indirmek yolunda Hüseyin Avni Paşa gibi, kendini devlete değil, devleti kendine kul köle edecek tıynetteki bir adamın oyununa gelmiş kimse idi.  İşte Mediha Hanım da bu meş’um işde vazife almış o Mekteb-i Harbiye Nâzırı Süleyman Paşa’nın kızıydı.

Saf olduğu kadar da basîretsiz ve gâfil bir asker olan Süleyman Paşa, Dolmabahçe Sarayı’nı Harbiye Mektebi talebeleri ile kuşattırarak Pâdişah’ın hal‘i işine yardımcı olup da, sonunda Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın desîse ve mel‘anetine âlet olduğunu anlayınca, bir vükelâ hey’eti toplantısında şiddetle salonun kapısını açıp içeri girerek, Serasker’e en ağır hakaretleri sayıp sıralayan da gene bu adamdı.

Ne yazık ki Süleyman Paşa’nın kızını, bir Hüseyin Avni Paşa kandıramamış idiyse de, o, bu eski devirlerin hatalı tortu ve birikintileri ile zehirlenmiş olmaktan da kurtulamamıştı.      

”... Dâvette, sesleri üst perdeden çıkan kadınlar kalabalığı arasında, onlara tek cümle ile olsun iştirak etmeyen bir hanım vardı. Dikkat çekecek kadar sesi soluğu çıkmayan bu kadın, ertesi gün bize geldi ve:

— Affedersiniz. Mediha Hanım ne diye sizi arkadaşları arasına dâvet etti? Bir türlü akıl erdiremedim, diyerek söze başladıktan sonra, Ben Selânik dönmesiyim. Elhamdülillâh Müslüman oldum. Bir Türk’le de evlendim... İsmim Zâhide, mezhebim de Şâfiî’dir, dedi.

Canı yanık bir kadın olduğu her hâli ile belli oluyordu. Hayat hikâyesini anlatmak ihtiyacı içinde bulunduğu da âşikâr gibiydi. Amma buraya kendi mâcerâsını söylemekten ziyâde, bir iyilik yapmış olmak için gelmişe benziyordu. Nitekim anlattıkları, bence meçhul gerçeklerden olmamakla beraber mühim olan, bu hakîkatleri bir sâbık dönmenin ağzından dinlemekti.

— Siz, dedi, dönmelerin bu memlekete ne derece zararlı olduğunu bilemezsiniz. Hiçbir düşman, dönmeler kadar Türkler’e kötülük edemez. İktisâdî, ictimâî ve bilhassa kültür sâhalarında öyle planlı düşmanlıkları vardır ki, bunları ancak benim gibi o soydan gelmiş ve aralarında yetişmiş bir kimse bilebilir. Benim bir Müslüman-Türk’le evlenmiş olmam, hepsini deli etti. Âilem ve hatta anam, aleyhime öyle işler yaptılar ki, çevirdikleri oyunlarla beni kuru tahta üzerinde bıraktılar. Buraya gelişimin sebebi, dönmeler hakkında kulağınızı bükmek ve onlardan uzak durmanızı tavsiyedir, dedi ve çıkıp gitti. O zaman bu zaman kendisini bir daha hiç görmedim.” (Ne idik, ne olduk? s. 76-78)

SÂMİHÂ AYVERDİ

lllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll   TIKLAYINIZ

                                                 TARİH ŞUURU
"Tarih Şuuru", milletlerin hâfızasıdır. Hâfıza nasıl, fert olarak insanların en küçükleriyle ihtiyarlarında bulunmazsa, milletlerin de henüz çocuk sayılabilecek kadar genç yani "kurulmamış" olanlarıyla ihtiyarlarında yani inkıraza mahkûm olacak kadar çürüyenlerinde bulunmaz.

Millet haline gelmemiş olan insan topluluğu fertlerin bebeklik haline benzer. Yaşamak kabiliyeti varsa, bir takım buhranlar geçirmekle beraber büyüyüp gelişecek, "millet" olacaktır. Bebekte bir hâfıza ve şuur olmadığı gibi henüz millet haline gelmemiş toplulukta da bir tarih şuuru bulunmaz. Bir bebek, annesinden çalınabilir. Kendisine süt ve yiyecek verildikçe bebek için bunun ehemmiyeti yoktur. Henüz millet haline gelmemiş bir topluluğun başına da yabancı ve düşman bir kuvvet geçebilir. Eski hayatı devam edip yiyecek buldukça o topluluk için de bunun değeri ve manası olamaz.

Fakat yedi yaşına gelmiş bir çocuğu annesinden ayırmak kolay değildir. Kendisine daha iyi şartlar hazırlansa bile o çocuk, öz annesini arar. Onu geçici bir zaman için avundurmak belki kabildir. Hattâ kendisine iyi oyuncaklar verildiği müddetçe bu çalınmış çocuk, asıl annesini hakikaten de unutmuş olabilir. Fakat, annesini ilk gördüğü, bulduğu anda bütün oyuncakları ve nimetleri teperek annesine döneceği tabiîdir.

Millet haline geldikten sonra da milletlerin başına yabancı kuvvetlerin geçmesi güçleşir. Vaatlere veya cebirle buna razı olan milletler bile ilk fırsatta, tıpkı anasına dönen çocuk gibi, istiklâline, millî benliğine dönecektir. Çünkü onda artık millî hâfıza, yani tarih şuuru teşekkül etmiştir.

Tarih şuuru, milletlerin hareket hatlarını tâyine yarayan bir millî savunma silahıdır. Hangi milletten düşmanlık gelmiştir? Hangi rejim faydalı veya tehlikelidir? Ne türlü şahıslar iyilik ve kötülük edebilir? İşte bütün bunların cevabını tarih şuuru verir.

Olgun bir insana bir takım zehirlerle muvakkaten hafızası kaybettirildiği gibi, milletlere de, milletlerin zehiri olan propaganda, telkin ve iftira ile tarih şuurunu bir müddet kaybettirmek kabildir. Fakat olgun millet kendisini çabuk toplar. Yalan propagandanın tesiri giderilir. Hakikat meydana çıkar.

Türk milleti, aşağı yukarı 3.000 yıllık mazisine rağmen çok denecek kadar genç milletlerdendir. Büyük medeniyetler kurmuş olmasına rağmen genç millet olmanın iki mühim vasfını taşımaktadır:

1- Dili henüz kesin şeklini almış değildir.
2- Birinci sınıf insanlar yetiştirmiş olmasına rağmen halkının bir kısmı henüz göçebedir.

Çok genç olan, bu yüzden tarih şuuru olgunlaşamayan Türk milletine, bu şuuru tamimiyle kaybettirmek için düşmanları tarafından yapılan telkinler, yani zehir sunmalar pek çoktur. Millî şuurunu tam mânası ile hâkim bir Türk milletinin, kendi varlığı içinde o varlığı, düşman ve yabancı unsurları asla yaşatmayacağını bilen "yabancı zümreler", millî şuuruna afyon içirmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Ecdadı ve kanı ile bu toprağa bağlı olan normal bir insan, şahsî düşünceleri ne olursa olsun, topluluktan ne derece ayrı düşünürse düşünsün nihayet fedakârlık edemeyeceği bazı sınırlara, mukaddes bildiği değerlere maliktir. Böyle bir insan yurt topraklarından en küçük parçayı bile yabancılara bırakmayı düşünmez. Bir takım dolambaçlı yollarda, harpsiz milletin mukaddes tanıdığı şeylerin aleyhinde bulunamaz. Tarihi düşmanımız olan milletlerle, hele o milletlerin aleyhimizdeki ihtirasları malûmken, dost olmaktan bahsedemez. Her ne sebeple olursa olsun, milletimiz üzerinde yabancı bir devletin hâkimiyetini aklına bile getirmez. Getirirse ta anormal bir çılgındır, ya satılmış bir haindir veya bizden olmayan bir yabancıdır. Bunların üçü de bir kapıya çıkar.

İstanbul'da "Vatan" gibi mukaddes bir ad taşıyan gündelik bir gazete çıkmakta ve bu gazetenin baş yazılarını "Ahmet Emin Yalman" diye Türk ve Müslüman ismi taşıyan bir adam yazmaktadır. Bir çok saf Türk okuyucular bu adamı Türk sanmakta ve bazan makûl ve doğru yazılar yazdığı için ona inanmaktadır.

Esefle söyleyelim ki Ahmet Emin Yalman, Türk ve Müslüman değildir. Bu vatan ve milletle ilgisi yalnız Türk pasaportu taşımaktan ve Türk tebaası olmaktan ibarettir. Ahmet Emin Yalman "Yahudi Dönmesi" yahut "Selanik Dönmesi" denilen ve on yedinci asrın sonlarına doğru Sabatay Sevi adında maceraperest ve serseri bir Yahudi tarafından kurulan gizli bir ırkî-dinî cemaate mensuptur. Mesihlik iddia eden ve mucize göstermek davasında bulunan bu çılgın Yahudi, Türk Padişahı Dördüncü Avcı Sultan Mehmed tarafından huzuruna çağrılmış ve: "Seni kurşuna dizdireceğim. Ölmemek mucizesini göster de hepimiz birden sana inanalım" hitabını alınca bütün Yahudilere has korkaklıkla padişahın ayaklarına kapanarak Müslüman olmuştur.

Canını kurtarmak için yalandan Müslüman olup Mehmet adını alan bu münafık Yahudi, güya bütün Yahudileri de Müslüman etmek gibi yüksek ve dini bir vazifeyi üzerine alarak Türkiye'nin türlü bölgelerinde dolaşmış ve son yüzyılların bütün sahte peygamberleri gibi rasputinizm ahlâksızlığına da saplanarak bugün kısaca "Dönme" dediğimiz cemaatin temellerini atmıştır.

Sabatay Sevi öldüğü zaman Selânik'te 200 Yahudi ailesi onun bu gizli dinine girmiş bulunuyordu. Dışarıya karşı gayet kapalı olan bu cemaat sıkı bir dayanışma ile günümüze kadar gelmiştir.

Bunlar yalnız kendi aralarında evlenirler. Zahirî Müslüman isimlerinden başka gizli Yahudi adları taşırlar. Müslümanlarınkinden farklı olarak Yahudiler tarzında sünnet edilirler. Ölülerini ayrı mezarlara gömer ve mezar başında gizli Yahudi âyini yaparlar.

Dönmeler kendi aralarında "Hadibeyler", "Karakaşlar", "Kapancılar" adında üç kola ve âdeta üç oymağa ayrılırlar ki bu, onların hiyerarşisidir. Kendilerine mahsus bayramları vardır. Bu bayramlardan 22 Martta yapılan "Kuzu Bayramı" yahut (Dört Gönül Bayramı) en korkuncudur. Dönmeliğin iç yüzünü anlatan ve İbrahim Alâettin tarafından yazılan "Sabatay Sevi" adlı kitapta (s. 64-65) bu bayram şöyle anlatılıyor:

Bu kuzu bayramı hakkında Sabatay zümresi mensuplarından Karakaşzade Rüştü, 1924 tarihinde "Vakit" gazetesi muharririne şu izahatı vermişti:

Kuzu bayramı 22 adar (Mart)da yapılır. Bu bayram geceye mahsustur. Ve her sene kuzu eti ilk defa bu bayram münasebetiyle ve hususi merasimle yenir. Bu merasimde en aşağı ikisi erkek, ikisi kadın olmak şartıyla evli dört kişinin bulunması lazımdır. Kuzu ziyafetinde bulunacakların sayısı iki cinse mensup evli çiftlerin arttırılması şartı ile istenildiği kadar çoğaltılabilir. Kadınlar iyi giyinmiş ve elmaslarıyla süslenmiş oldukları halde sofra hizmetinde bulunurlar. Yemekten sonra biraz eğlenilir ve muayyen zamanda ışıklar söndürülerek karanlıkta kalınır... Bu bayram vesilesiyle doğacak çocuklar bir nevi kutsiyeti haiz tanılırlar. Ona "Dört Gönül Bayramı" adı verilir.

İşte bugün Türk basının kodamanlarından olan ve bütün millî meseleler hakkında fikirler beyan eden, Türklük-Müslümanlık dâvasının her safhasına karışan, Başbakan Adnan Menderes gibi aşağı yukarı müttefikan sevilen bir devlet adamını, irticai korumakla suçlandıran adam bu cemaate mensuptur.

Deniz Binbaşısı İstanbullu merhum Mehmet Nail Beğin oğlu, Deniz Kolağası (Önyüzbaşısı) Dorullu Merhum Hüseyin Efendinin torunu olan beni ve kardeşim Nejdet Sançarı, yani bu toprağa ve ırka atalar, dedeler kanı ve hâtırasıyla bağlı insanları, "millî varlığımızın temellerini kundaklamak"la suçlandıran adam budur: Selânikli Ahmet Emin Yalman!

Millî menfaati o yolda gördükleri için "devletin başında halis Türkler bulunmalıdır" diyen milliyetçileri "ırkçılar, nazistler" diye gözden düşürmeğe, onları âdeta vatan haini gibi göstermeğe yeltenen adam bu gizli Yahudi ırkçısı Ahmet Emin'dir.

Millî meseleleri konuşuyormuş gibi gözükerek memlekette tahrikat yapan ve nihayet bu yüzden aleyhinde takibata başlanan, başbakana: "Allah onunla dost olmaktan beni korusun" dedirten bu Ahmet Emin'i, Yahudiliğine bağışlayarak mazur görebilirdik.

Fakat biz onun mazisini de biliyoruz. Bir zamanlar Türkiye'nin Amerikan mandasına girmesini istediğini, doğu illerimizden bazılarını Ermenilere vermek teklifinde bulunduğunu, Türkiye'deki azınlıkları gücendirir diye "Türk" adını taşımayıp "Osmanlı" kelimesini kullanmamız gerektiğini, Ruslara teminat vererek onlarla anlaşmamızın büyük bir siyasi şart olduğunu hiç sıkılmadan, utanmadan yazdığını da biliyoruz. Daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte komünist Nâzım Hikmet'in büyük bir vatanperver olduğunu yazması gibi vicdan hâilelerini bir tarafa bırakarak eski yazılarından parçalar alalım:

"Umumi surette istiklâl istemekten ibaret bir kanaati, biz, canlı ve müspet addetmeyeceğiz" (27.Ağustos.1919)

"Bir çokları bizimle insanî noktai nazardan iştigal edecek ve sonra kendi kendine çekilecek bir devlet bulunamaz, bu bir hayaldir diyorlar. Biz iddia ediyoruz ki böyle bir devlet vardır ve Amerika'dır. Bir kısmımız istiklâl diyerek natıkaperdazlık ve avamperestlik ediyoruz". (15.Eylül.1919)

"Bizim de, Ermeni meselesi hakkında bütün alâkadarlar için şayanı kabul ve devamlı bir tarzı tesviye aramaya başlamamız muvafık olur... Arazi meselesindeki ifrat kârlıklar bize şimdiye kadar pek pahalıya mal olmuştur. Unutmamalıyız ki Girit adasının bir noktasına bir Osmanlı bayrağı rekzedilmesinde ısrar etmemiz yüzünden Balkan İttifakı ve Balkan Harbi vücuda geldi. Ermeni meselesinde iki tarafın noktai nazarını telif ederek devamlı bir tarz-ı tesviye aramalıyız. Bulduğumuz tarz-ı tesviye parlak mahiyetini haiz olmamalıdır. Pazarlık şeklinde işe girişerek azdan başlayacak ve adım adım geri çekilecek olursak mutlaka biz ziyan ederiz. Evvelâ şurasını itiraf etmek lâzımdır ki, Ermeni Cumhuriyeti bizim memleketimizdeki Ermenileri istiab edemez. Ermenileri millî bir yurt sahibi etmek ve Ermeni meselesiyle buna merbut entrika ve gürültülerden ilelebet kurtulmak için mutlaka Ermeni Cumhuriyetine biraz arazi ilâve etmek lâzımdır". (4.Ağustos.1919)

"Tâbiiyet ifade için "Osmanlı" yerine "Türk" kelimesini kullanmanın pek çok mahzurları vardır. Bu gibi kelimelerin ezhân-ı umumiye de teessüs etmiş olan mânâlar, birden bire değiştirilemez. "Türk" kelimesine biz şu mânâyı veriyoruz demek maksadı temin etmez. Türk kelimesinin manası ne kadar tevsi edilse bunun için "Türkçe" söyleyen Müslüman mefhumundan başka bir şey sıkıştırılamaz. Devlet, bir Türk devleti olursa milyonlarca Kürdün her tarafta ayrı bir uzviyet teşkil etmesi lâzım gelir ki, buna gerek Türklerin ve gerek Kürtlerin ekseriyeti muarızdır. Bundan başka harbden sonra vâsî miktarda muhaceret vuku bulacak. İktisadi sebepler muhtelif Avrupa memleketlerinden milyonlarca insanın harice muhaceretini intaç edecektir. Bundan başka bir takım siyasî buhranların da önüne geçmek mümkün olamayacak, siyasî esbâb tesiriyle kendi kendilerine ikinci bir vatan aramaya mecbur kalanlar pek çok olacaktır. Anadolu gibi nüfusu az, zengin bir memleketin bunlardan mühim bir kısmını cezbetmesine ihtimal yoktur. Bu ecnebileri Amerika'da yapıldığı gibi, Osmanlılık kapısından siyasî hayatımıza sokmaktan ve sonra harsî Türk tesirlerine mâruz bırakmaktan başka, bizim için hiçbir çare-i necet yoktur. Hariçten geleceği muhakkak olan büyük miktarda ecnebileri temsile imkân tehiye edilmemesi Türklerin Anadolu'daki mevcudiyetine halel verebilir". (29.Ekim.1919)

"Ruslar kimseyi tehdit etmek istemiyorlar. Fakat kendi emniyetleri hakkında son derece hassas, âdeta vehhan bulunuyorlar. Memleketlerini yeniden tamir etmeğe, teçhiz etmeğe ve henüz gelişmemiş kaynakları işletmeğe koyulmazdan evvel kendi muhitlerinde emniyet ve asayiş hüküm sürdüğüne kani olmak istiyorlar.

Kendi hesabımıza Ruslara bu kanaati, bu emniyeti vermek ve çok iyi imtihanlardan geçen Rus-Türk dostluğunun güzel ananelerini yeniden canlandırmağa çalışmak, millî siyasetimizin ihmal edemeyeceği bir hedeftir.

Çok şükür ki Moskova'da bu gayeyi tamimiyle kavrayan, yeni Rusya'yı tanıyan, seven, dilini bilen, çok anlayışlı bir elçimiz vardır. Gazetelerimiz ve hepimiz ona destek olacak surette hareket edersek; iyi komşu, güvenilecek dost ve hariçte kendi hesabına emniyetten başka bir şey aramayan bir millet olduğumuzu Ruslara inandırmak güç olmaz, karşılıklı vehimlerin hakikatı boğacak bir sis tabakası yaratmasını böylece önlemiş oluruz.

Rus insanı da, Türk insanı da iyi insanlardır. Çok bela görmüşlerdir. İyiliğe susamışlardır. Anlaşma ve iş işbirliği yolundaki tecrübeleri, kendi hesaplarına da, insanlık hesabına da mükemmel neticeler vermiştir. Tarihi hataları tekrar etmemek ve iyi tecrübelerden lâzım gelen dersleri almak; iki taraf için de tabiî bir vazifedir". (27.Nisan.1944)

Bütün bunlar kendisine gösterildikten sonra bile, Ahmet Emin'in, hiçbir şey olmamış gibi, yurtseverlik dersi vermekte devam edeceğine eminim. Fakat acaba, bunları gördükten sonra, Ahmet Emin'in şahsında doğru görüşlü bir memleket evladı (!) bulduklarını sanan bazı Türk gençleri ne yapacaklardır? Ahmet Emin'le ağız birliği ederek ötede beride bana sövdükleri için pişmanlık duymak faziletini gösterecekler mi, yoksa Türk vatanını ve istiklâlini peşkeş çeken o "Dönek Dönme" ile aynı safta kalmakta devam mı edecekler?

Ben vaktiyle resmî ağızlardan bile vatan hainliği iftirasına uğrarken perdenin arkasında veya önünde yine aynı devşirme ruhu ile cemaatlerinin karakterini yukarda kısaca anlattığım aynı dönmelik vardı. Dönmeliğin basındaki mümessili bugün Ahmet Emin'dir. Onun maksadı: Aşağı yukarı yirmi bin kişilik gizli Yahudi dönmesi cemaatinin Türkiye'ye manen, iktisaden ve belki de maddeten hakim olmasıdır. Bu gayeye doğru plânlı bir şekilde ilerlemektedirler. Bugün hepsi refah içindedir. Aralarından bir çoğu profesör, öğretmen, gazeteci, doktor ve avukattır. Çoğu zengin tüccardır ve ticarethanelerinde yalnız kendi ırkından insanlar çalışmaktadır. 1943'te aralarında verdikleri karar gereğince Türkiye'nin şimdilik yüksek kültür mevkilerini işgale uğraşmaktadırlar. İçlerinde askerî doktor vardır, fakat harp sınıfından subay yoktur.

Ahmet Emin'in mütemadiyen dönmesi, menfaat rüzgârlarına uymak içindir. Daima daha zengin, daha yüksek mevkide olmak için cemaat kanunları gereğince bunlar mubahtır. Benim aleyhimde yazması, sırf millî tarih şuurunu uyandıracak bir iki yazı yazdığım içindir. Kandırdıkları ve kendilerine uydurdukları bazı gafillerle birlikte Türkçülüğe ve mukaddesata karşı dönmelerin açtığı savaş, onlar için Türklük arasında erimemek, Yahudi dönmesi cemaatini korumak davasıdır. Bunu açıkça söylemek imkanına mâlik olmadıklarından dolayı daima dolambaçlı yollardan gidiyorlar ve devrin geçer akçası ne ise onu kullanmaktan geri kalmıyorlar.

Türk vatanında Ahmet Emin gibi bir "Yahudi dönmesi" benim gibi bir "TÜRK"ü millî varlığın temellerini kundaklamakla suçlandırıyor. Baht utansın!

Hüseyin Nihâl Atsız - Orkun, 20 Nisan 1951, Sayı: 29 llllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll

Komplo mu, aman benden uzak dursun
...
Genelkurmay terfi eden komutanların biyografilerini internet sitesine koydu. Org. Tahir Aytaç Yalman'ın 1940 İstanbul doğumlu olduğunu, 1960'ta Kara Harp Okulu'ndan, 1961'de de Piyade Okulu'ndan mezun olduğunu oradan öğreniyoruz. Tuğgeneralliğe 1986'da, Tümgeneralliğe 1990'da, Korgeneralliğe 1994'te, Orgeneralliğe ise 1998'de terfi etmiş... Org. Edip Başer'in başında bulunduğu İkinci Ordu'ya o da komutanlık etmiş... Eşinin adı Belma Yalman... Benim bu işlerden pek anlamayan gözlerim, yeni komutanın getirildiği göreve lâyık olduğunu söylüyor.

Hülya Hanım, "Basın kocamın niye emekliye sevkedildiğini araştırsın" diyor, ama bu çok zor... Savunma muhabirliği 'akreditasyon' olmayı gerektiriyor; karargâhın verdiği bilgilerden ötesini gazetelerde bulmak bu yüzden imkânsız... Geçen gün de yazmıştım; bir-iki izinsiz haberi gazetelerine aktardıkları için, Hürriyet, Milliyet ve Sabah'ın savunma muhabirlerinin akreditasyonları kaldırıldı...

TSK'yı çok yakından izleyen M. Ali Kışlalı, konuyu işlediği Radikal'deki yazısında, sürpriz atamanın siyasi değil askeri gerekler göz önünde tutularak yapıldığını açıkladı. Belli ki, Kışlalı Usta da, "Ne oldu?" diye merak etmiş, karargâhtaki tanıdıkları, ona, "Önümüzdeki günlerde meydana gelecek gelişmeleri düşünün, atamanın sebebini anlarsınız" demişler... Hülya Başer'in araştırmaya dâvet ettiği basın, görevini, böylece tamamlamış oluyor. Bundan sonrası çıkmaz sokak...

Bundan sonrası sadece 'çıkmaz sokak' değil, aynı zamanda 'komplo teorileri' alanına da giriyor... İnternetin sınırsız girdaplarında, onlarca bazen yüzlerce teori üretiliyor, ciddi ciddi tartışılıyor... Bu işlere 'zihin cimnastiği' açısından meraklı olanların kafaları karışıyor...

İki yıl kadar önce, çok satan gazetesi için benimle röportaj yapan genç hanım, ertesi gün, "Size yöneltmem gerektiği söylenen bir-iki sorum daha var" deyip ilkini şöyle formüle etmişti: "Bazen dönmelik ve dönmeler hakkında da yazıyorsunuz, neden?" O hafta sonu gazetede çıkan röportajda, "Bu tür konular benim merakımı gıdıklar" anlamı taşıyan kısa bir cevabım vardır...

Sürpriz atama bazılarının da merakını gıdıklıyor olmalı ki, akıl almaz teoriler internette dolaşıyor. 'Dönmelik' konusunun ülkemizdeki neredeyse 'tek' uzmanı Ilgaz Zorlu, 20 Mayıs 2002 tarihinde, bir internet sitesi yöneticisine gönderdiği mesajda şu öngörüde bulunmuş: "Türkiye Sabetaycılarının kurmuş olduğu 'Yeni Liberal Sol Hareket', 30 Ağustos'ta büyük bir hesaplaşmanın planlarını yapmaktadır. (..) 30 Ağustos'ta hiç beklenmeyen bir komutan terfi alacaktır ve Sabetayist kökenli bir genel kurmay başkanı seçilecektir. (..) Türkiye ne yazık ki bitmiştir ve bu lobinin önünde hiçbir kuvvet bulunmamaktadır."

Bu satırların 'liberal-sosyal çoğunluk' arayışıyla bir siyasi hareket başlamasından çok önce yazılmış olması ilgi çekici. "30 Ağustos'ta hiç beklenmeyen bir komutan terfi alacaktır" cümlesi ise, 'komplo teorileri' ile meşgul olanlar için, "Hah, gördün mü, Ilgaz Zorlu'nun dediği çıktı" hükmüne varmak için yeterli... Bu cümlelerin de içinde yer aldığı mesaj, üç gündür, binlere dönüştü, milyona dönüşmesi yakındır... Nitekim, mesajı alanlar arasından etkilenip, "Aytaç Yalman, eski gazetecilerden Ahmet Emin Yalman'ın nesi oluyor?" diye soranlar da çıktı...

Hülya Başer'in internet merakı olduğunu bilsem, onun da bundan etkilendiğini söyleyeceğim... Etkilenmemek mümkün değil çünkü...
Bu tartışmaların yapıldığı yazışma grubundan Cengiz Turan, askerliği sırasında tanıştığı bir danışmanının, o zamanlar İkinci Ordu Komutanı olan Org. Yalman'dan övgüyle söz ettiğini bildirdi de rahatladım. Turan, "Olası bir Irak operasyonu sırasında 'güneyi iyi bilen' bir paşanın görevine devam etmesinin istenmesi akla yatkın görünüyor" diyor... M. Ali Kışlalı'nın söylediği de bu değil miydi?
Bereket, zihnim komplo teorilerine sımsıkı kapalı da, bu tür akıl-dışı iddialar üzerimde hiç etki bırakmıyor...
 

Taha Kıvanç /8.8.2002/ Yeni Şafak 

COŞKUN ALİ KIRCA VE AİLESİ


 


"Hepimiz kendi kaderimizden çok bir başkasının kaderi üstünde etkili oluyoruz, ne garip değil mi, bazen düşünüyorum da, başkalarının müdahale edemediği bir hayatı ve kaderi yaşayabilseydik herhalde hepimizin hayat hikayesi çok değişik olurdu ama ne yazık ki bu mümkün değil, Yaradan sanki hepimizi birbirimize bağlamış, birimiz kıpırdayınca hepimiz kıpırdıyoruz."

"Hepimiz kendi kaderimizden çok bir başkasının kaderi üstünde etkili oluyoruz, ne garip değil mi, bazen düşünüyorum da, başkalarının müdahale edemediği bir hayatı ve kaderi yaşayabilseydik herhalde hepimizin hayat hikayesi çok değişik olurdu ama ne yazık ki bu mümkün değil, Yaradan sanki hepimizi birbirimize bağlamış, birimiz kıpırdayınca hepimiz kıpırdıyoruz."

Yazar Ahmet Altan'ın çok satan romanı İsyan Günlerinde Aşk'tan bir bölüm. Cümlenin sahibi, Reşit Paşa, Abdülhamid'in doktoru. Gerçekten de böyle mi? Darağacına gönderilen Adnan Menderes, Deniz Gezmiş, Fatin Rüştü Zorlu ve daha nicelerinin kaderlerinde kimler rol almıştı? İdam kaderleri miydi?

Geride kalan ağır savaşların ülkenin üzerindeki ağır koku ve izlerini belki yeni terk etmeye hazırlandığı yıllarda, 1927'de İstanbul Şişli'de, bir taraftan Orta Asyalı, diğer taraftan Selanikli bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelecek bir çocuk, Reşit Paşa'nın söylediği gibi başkalarının kaderinde nasıl etkili olacaktı? İlerleyen yıllarda hariciyede görev yapacak, büyükelçi ve milletvekilli olacak Coşkun Ali Kırca, doğduğunda bu soru doğal olarak kimsenin aklına gelmemişti bile.

Filibe'nin tanınmış tüccarlarından ve Kırca aşiretinden Ali Efendi'nin torunu olan Coşkun Ali Kırca'nın babaannesi Mesrure Hanım da Rumelilidir. Ali Efendi ile Mesrure Hanım'ın biri kız (Servet Hanım) beş çocuğu gelir dünyaya. İkisi Bulgarlar tarafından katledilir. Fikret ve ailenin üçüncü çocuğu Mehmet Ali Haşmet Kırca, hayatta kalan diğer çocuklardır. Coşkun Kırca'nın da babası olan Mehmet Ali Haşmet Kırca, Filibe'de rüştiyeyi bitirdikten sonra meşrutiyetten önce Galatasaray Sultanisi'nde okumak için İstanbul'a gelir. Okuldan sonra Maarif Nezareti'ne bağlı birimlerde göreve başlar. Sonra Almanya'da, Türkiye'ye gelecek Alman ve Avusturya subaylarına Türkiye ve Türkçe dersleri veren bir kürsüde görev alır, lektör olur. Bu arada Almanya'da felsefe doktorasını tamamlayıp mütareke yıllarında da Türkiye'ye döner. Bir gün tramvayın Galatasaray durağında, bir İngiliz subayının Türk kadınını yerinden kaldırması ile başlayan tartışma sonucu tevkif edilir, hapse atılır, oğlu Coşkun Kırca'nın anlattığına göre gözleri kapalı olarak bir İtalyan şilebine bindirilip yurtdışına gönderilir. Bir daha İstanbul'a gelişi 1922 veya 23'leri bulacaktır. Döndükten sonra Şişli Terakki Lisesi'nin kurucu müdürü olur. Çok uzun yıllar bu görevi ifa eder. Buradan ayrıldıktan sonra bu sefer Yeni Kolej'in kurucu müdürlüğünü üstlenir. 1889'da doğan, İstanbul Erkek Lisesi'nde de Fransızca dersleri veren Kırca, Şişli Halkevi'nin de uzun yıllar başkanlığını yapar. Mehmet Ali Haşmet Kırca, 1926'da hayatını Celile Hanım'la birleştirir: "Benim annem Selanikli. Annem bu Selanikli laflarını duyduğu zaman fevkalade sinirlenirdi. Bu lafları duyduğu insanlarla da görüşmezdi. Anneannem Atabey diye bir zatla evlenmiş. Çok uçarı bir adammış, iki kız çocuğu olduktan sonra anneannemi terk etmiş. Nereye gittiği belli değil. Uzun seneler sonra Hatay'da ortaya çıkmış. Bu zatın Hatay'ın Türkiye'ye ilhakında büyük hizmetleri geçmiş. O sırada anneannemle tekrar barışmak istedi ama anneannem reddetti onu." Aile İstanbul'a, Selanik'in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi ile önce İzmir'e yerleştikten sonra gelir.
                                                                                                               
Bu Site İçinde Arama Yap'
Niçin hep bana soruyorlar?'
Türk Masonları Büyük Üstadı ve Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği Ankara Şubesi idarecilerinden Nafız Zeki Ekemen'in yeğeni (Nafız Zeki, annesinin dayısıdır) olan Coşkun Kırca'nın aynı isimli kuzeni Zeki Ekemen de, ünlü Bezmen ailesinden Ali Refik Bezmen'in kızı Vedia Hanım'la evlenmiş birisidir. Birinci evliliğini Demokrat Parti'nin kurucularından Fuat Köprülü'nün kızı Beyhan Hanım'la yapan (1964'te ayrılırlar. Bugün Jeran Baile ile evli olan Gönül Hanım, bu evlilikten doğar) Coşkun Ali Kırca, ikinci evliliğini de Bige (Ergüder) Hanım'la gerçekleştirir. Çiftin, bu evlilikten de Selcan (bir Amerikalı ile evlenir) ve Gülcan (o da Ankaralı bir işadamı Ferit Bey'le birleştirir hayatını) adında iki kızı daha olur. Bige Hanım, İzmir eski Belediye Başkanı Osman Kibar'ın yeğeni Sevil (Dilber) Hanım'la evlenen Özcan Ergüder'in kardeşidir. O Sevil Hanım'ın kızkardeşi Ayla Hanım ise İpekçi ailesinden Abdi ve Sibel İpekçi'nin yengesidir. Bunu niye anlattım? Coşkun Kırca, 'Selanikli' olmanın taşıdığı bir anlamdan rahatsız olmaktadır hep: "Anası babası Selanikli, kimse İsmail Cem'e bunu sormuyor, Nüzhet Kandemir'e sormuyor. Bana geldiği zaman Hadi Uluengin Bey ki büyük bir fikir adamı olarak görülüyor bazı kişiler tarafından, 'Coşkun Kırca'nın annesi Yahudi'dir' diyebiliyor. Benim annem ne Yahudi ne Sabeyat Sevi'ci. Benim annem Müslüman mezarlığında yatıyor, babamın yanında. Aile içinde, yahut babamın arkadaşlarının, şunların bunların, bir tek gün bu konuların açıldığını ve bana böyle telkinler yapıldığını bilmiyorum."

- Niye onlara sorulmuyor da size soruluyor peki?
"İsmail Cem herhalde, meslek itibariyle olmamakla beraber benden daha diplomat. Münasebetlerini iyi idare ediyor ki ona söylemiyorlar. Belki ters düşüyorum onlarla, beni tehlikeli görüyorlar."

-'Sabetaycı gelenekler Cumhuriyet'e kadar yoğundu ama artık uygulanmıyor. 1920'lerde belgeler yok edildi' deniyor.
"Belgelerin yok edildiğine kani değilim. Bunların çoğu sinagoglarda duruyor. Bunların sinagogu yok ama bu belgeler hep şeylerin elinde. Bunun gizlenecek bir tarafı da yok. Ama benim bildiğim... Ben size söyleyeyim, bugün üç tane ailede gizli gizli bunun devam ettiği söyleniyor."

- Bilinen üç aile mi? Dilberler, Atabekler, Bezmen'ler..
"Atabekler'in Selanik'ten geldikleri muhakkak ama Atabekler'de böyle şeyler yok. Tamamen Türkleşmiş, Yahudilik, Sabetay Sevi'cilik kalmamış onlarda. Bezmen denilen adam da... Halil Bezmen ilk defa anasının babasının Selanikli olduğunu hatırladı, ne zaman? Amerika'dan iltica talep ettiği zaman. Şimdi üç aile dediğim zaman bu isimleri kimse bilmez. Ben de söylemeyeceğim.

- Bilinenlerin dışında üç aile mi?
"Siz bilmiyorsunuz. Bunu da söylemiyorum. Bu söylentiyi biliyorum."

- Nereden öğrendiniz?
"Bilemem."

- Siz nereden öğrendiniz?
"Söylenir mi bu böyle dedikodu halinde? 'Bunlar kendi aralarında ayin yaparlar, bilmem ne yaparlar' derler. Derler de derler yani. Ben bu üç aileye mensup birtakım insanlar da tanıdım. Hiç böyle şey görmedim. Hiç bir şey görmedim. Onun için söylemiyorum, yoksa söylerdim üç ailenin isimlerini. Yok böyle bir şey, bu bitmiş, bunlar tamamen entegre olmuş insanlar."

Neyse, biz yine hikayemize dönelim. Celile-Mehmet Ali Haşmet Kırca'nın iki çocuğundan biri olarak 1927'de (diğeri Gönül Güvenç-1930) İstanbul'da doğan Coşkun Ali Kırca'nın çocukluğu Teşvikiye ve o muhitte geçer. O yıllardan hatırladığı, babasının onlara hissettirdiği otoriter yapısıdır: "Ben evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, milletvekili seçilmişim, babam daha yaşıyordu. (Babası 1969'da vefat eder). İçeriden Coşkun dediği zaman ben toplanarak giderdim. Babam çok otoriter bir adamdı. Ondan bana geçmiş şeyler var, meslek hayatımda çok otoriter olduğumu söylerler." O kadar ki, babasının müdür olduğu Şişli Terakki Lisesi'nin bahçesinde oynarken, babası da teftiş yapmaktadır. "Baba baba" diye koşan Coşkun'u babası kolundan çeker ve ona "Burada müdür var, baban yok" der. Sonrasında Şişli Terakki'den daha önemli bir okula kaydı yapılır Coşkun'un. Yedinci sınıfta Coşkun Kırca, "Beni aydınlanma felsefesine yaklaştırdı" dediği Galatasaray Lisesi'ne girer (1939). İyi bir öğrencilik dönemi geçirir. Galatasaray'da, Larroumets adlı felsefe hocası onun üzerinde iz bırakır. Fen bölümünde okuyacakken, 11. sınıfta edebiyat bölümünü tercih etmesinin sebebi belki de bu hocasıdır. Larroumets ile bir tiyatro ekibi kurup Fransızca tiyatrolar sergileyen Kırca, babasının isteği ile Galatasaray'da yatılı okuduğu için farklı yerlerden gelen halk çocukları ile de kaynaşma imkanı bulur. Paris Büyükelçisi iken ölen Adnan Bulak, emekli Büyükelçi İlter Türkmen, Fahir Alaca, Prof. Hüsamettin Gökalp gibi sınıf arkadaşları ile 1945'te Galatasaray'dan mezun olan 'solucan' lakaplı Coşkun Kırca'nın amacı hariciyeye girmektir: "Benim neslim daima devlette görev alma hevesiyle yetişmiştir." Ancak Kırca, mülkiye değil de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okumayı tercih eder. Ebul'ula Mardin, Ali Fuat Başgil, idare hukukunda Sıddık Sami Onar, anayasa hukukunda Nail Kubalı ve yabancı kaliteli hocalardan da ders alarak, gazeteci Altemur Kılıç, yazar Şiar Yalçın, Prof. İsmet Giritli gibi sınıf arkadaşları ile birlikte 1949'da mezun olduktan sonra, masterini de Paris Hukuk Fakültesi'nde milletlerarası hukuk alanında yapar ve bir yılın sonunda Türkiye'ye geri döner. Girdiği imtihanda ikinci olarak Hariciye'ye adımını atar: "Beni İkinci Siyasi Daire 4. Şube Müdür Vekili yaptılar girer girmez. Çok olan bir şey değildi." Bu daire, daha çok İran, Afganistan, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerle ilgili siyasi işlere bakan Yakındoğu Siyasi Şubesi'dir. Hariciye'nin mühim isimlerinden Muharrem Nuri Birgi de o sırada burada daire başkanıdır. 1951 sonunda askere gidene kadar bu şubede kalan Kırca, 6 ay yedek subay okulu 6 ay da subaylık eğitimi alır, Erzurum kurası çekmesine rağmen, dil bildiğinden Genelkurmay Başkanlığı'nda yapar askerliğini. Dönüşte bu sefer Milletlerarası Güvenlik Dairesi Planlama ve Yardım Şubesi Müdürlüğü'ne getirilir. 1954'e kadar, NATO ile olan münasebetleri icra eden bu şubede bulunan Coşkun Kırca, daha sonra Paris'te NATO nezdinde Daimi Temsilcilik Altyapı Komiteleri Temsilcisi olarak görevli bulunur: "Nejdet Üruğ Paşa, o sırada Lojistik Başkanlığında Kurmay Binbaşı idi. O vesile ile daha sonra Türkiye'nin devlet hayatında adı çok geçecek birtakım askerlerle de çok yakın münasebetler kurdum. Güven Erkaya'yı Cenevre'de Daimi Temsilci iken tanıdım."

'Ukalasın'
Coşkun Kırca, burada görevli olduğu dönemde, altyapı yatırımları için NATO'nun fonlarından yapılan ihaleler konusunda, devlet bakanı, başbakan yardımcısı olan Fatin Rüştü Zorlu ile ihtilafa düşer: "Telgraflar geliyor gidiyor. 'Şunu şöyle yap' diyor, olmaz diyorum. Hadise böyle çıktı. Ondan sonra geldi bana dedi ki 'Sen en iyi memurlarımdan birisin ama senin büyük bir kusurun var.' Nedir kusurum dedim. 'Ukalasın' dedi. Çok teşekkür ederim dedim. 'Niye teşekkür ediyorsun?' dedi. Ukala, Arapçada en akıllı demektir, bana en akıllı dediniz, teşekkür ederim. Aramızda o da geçti." Daha sonra bu ikili bir kez daha karşı karşıya gelecektir.

Sonunda Kırca istifa eder ve bir yandan Mülkiye'de asistan olur, bir yandan da Forum dergisinde yazı yazarak basında yer almaya başlar. O zamanlar üniversite hocalarının tayinleri bizzat hükümet tarafından yapıldığından, bir Turan Feyzioğlu hadisesi çıkar. Feyzioğlu azledilir. Bunun üzerine o da istifa eder. 1957 senesinde Kırca, önce Vatan gazetesinin Ankara mümessili olur. Dış politika yazıları yazar, o yıllarda DP'li ünlü politikacı Fuat Köprülü'nün damadı olmasına rağmen DP iktidarının da aleyhinde bir duruş sergiler: "Adnan Menderes o zaman beni Fuat Köprülü üzerinde büyük bir etki sahibi sanmış. Fuat Köprülü ve diğer kurucu arkadaşları istifa ettiğinde de bunu benim yaptırdığım kanaatine varmış."

6-7 Eylül hadiseleri olduğunda Dışişleri Bakanı olan Fuat Köprülü de, 27 Mayıs 1960'tan sonra hapse atılır. Olaylarda suçu olduğu için değil, olaylar hakkında bilgi sahibi olduğu fakat konuşmadığı için bu yola başvurulmuştur: "Tabii bu ailevi bir mesele oldu. Evde hanım ağlar durur. Kurtarmayı ben bir görev bildim. Avukatı ile birlikte çalıştık ve bu münasebetle bir mesele çıktı." 6-7 Eylül Olayları ile ilgili olarak Coşkun Kırca'nın şahitliğine başvurulur. Suçlanan kişi, daha önce kendisine 'ukala' diyen DP'nin önde gelenlerinden Fatin Rüştü Zorlu'dur: "Fatin Rüştü'nün telgraf çektiği söyleniyor. Ve telgrafta 'İngilizler eninde sonunda Kıbrıs'ı Yunanlılar'a verecek. Bunu yapmamaları için çok kuvvetli bir gösteriye ihtiyaç var' diye Adnan Menderes'e, Paris'te NATO'dan bir telgraf çekmiş. Fakat Fatin Rüştü bu telgrafı hatırlamadı, yahut hatırlamak istemedi. Hatırlamayışı da mümkündür. Ben şehadetimle telgrafın var olduğunu söyledim. Nitekim telgraf sonra bulundu. Fakat o telgrafın anlamının 6-7 Eylül hadiselerinin bu adamlar tarafından düzenlendiği manasına gelmeyeceğini de ifade ettim. Bunu söyleyince benim görevimi yapmadığım ve tevkifim istendi. Neyse Salim Başol 'Ne demek görevini yapmıyor? Telgrafta bu yazıyor, bunun manası budur' dedi."

Fatin Rüştü, 27 Mayıs 1960 darbesinin yol açtığı infial sonunda asılan üç kişiden biri olur: "Faks olayından dolayı öyle bir söylenti yayıyorlar. Hâlâ buna inananlar var. Fatin Rüştü anayasayı ihlalden asıldı. Aşırı Demokratlardaki genel kanı bu." "Hepimiz kendi kaderimizden çok bir başkasının kaderi üstünde etkili oluyoruz"diyen II. Abdülhamid'in doktoru Reşit Paşa haksız mıydı acaba?

"Fatin Rüştü'yü astırdı bizi de astırır"
Kırca o dönemde, siyasete atılmaktan başka çare kalmadığını düşünerek daha sonra CHP ile birleşecek Hürriyet Partisi'ne girer. Birleşme gerçekleşince o da CHP Araştırma Bürosu'nda bulur kendisini. Doğan Avcıoğlu da, Kırca ile birlikte bürodaki iki uzmandan birisidir: "Ben Doğan Avcıoğlu'na Keynesci Marksist derdim. Modern iktisat teorisini çok iyi bilen bir adamdı. Ama siyasi planda Marksizm geçerli değildi. Yollarımız bu yüzden ayrıldı."

Coşkun Kırca, 1960 İhtilalinin ardından CHP kontenjanından Kurucu Meclis'e seçilir, Anayasa Komisyonu'nda katip üye olarak görev alır. Anayasa Mahkemesi, Siyasi Partiler, TRT, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri ve Grev Kanunu gibi kanunlara bu komisyon imza atar: "Rahatça ben yazdım diyebilirim. Komisyon yazdı ama büyük ölçüde bunları yazan bendim. "Darbeden sonraki ilk seçimler olan 1961 seçimlerinde Kırca CHP İstanbul Milletvekili olarak Meclis'te sandalye sahibi olur. İki dönem, 1969'a kadar Meclis'te kalan Kırca, CHP Yönetim Kurulu Katip Üyesi seçilir. Danışma Meclisi Üyeliği, Avrupa Konseyi, NATO Parlamenterler Birliği, Türkiye Ortaklık Parlamento Karma Komisyonu Üyeliği yapar. 1967'de ise Bülent Ecevit'le aralarında çıkan anlaşmazlık zirveye ulaştığı için partiden kopar: "Ben İnönü CHP'sinde kaldım, isterseniz dinozor deyin." Kırca, Ecevit'le yollarını ayırıp Güven Partisi'nin kurucu üyesi olur. 1970 Mart ayında eski mesleğine dönüş yaparak Süleyman Demirel'in inisiyatifi ile üçüncü derecede bir rütbe ile (ikinci sınıf elçi demektir) Cenevre'ye Daimi Temsilci tayin edilir. Kırca'nın Cenevre'ye gitmeden önce yaşadığı bir anısı daha vardır. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Türkiye'nin OECD ülkelerine olan borçlarının tasfiyesi ile ilgili bir görev verir ona. Borç tasfiye işlemleri tamamlanır ama bir pürüz çıkar: "Sakarya civarında ilk büyük barajı inşa eden Fransız Rar Şirketi'nin Türkiye temsilcisi İsmail Bey, Fatin Rüştü Zorlu'nun çok yakın arkadaşı idi. Bu zat Rar şirketi adına 'konsolidasyon anlaşmasında bu zararın tazminini istiyorum' diyor. Fakat tüm bu meseleler kapandı, borçlar tasfiye edildi. Bunun hakemliği yok artık. Buna rağmen adam 'vardır' diyor ve taraflardan hakem tayini istiyor. DSİ ne yapacağını şaşırıyor. Bu meseleyi bana havale ettiler, çöz diye. Hakem kararının geçerli olması için Ankara Ticaret Mahkemesi'nin tasdik etmesi lazım. Mahkeme reddediyor. Yargıtay'a gidiyor, Yargıtay kabul ediyor. Bu korkunç bir hadise. Türkiye o devirde tam bir iflasa gidecek. Neyse o kanunla bunu hallettik. Onun üzerine bu İsmail Bey, Çağlayangil'e gidiyor 'Siz' diyor 'Fatin Rüştü Bey'in muhalifi olan bir kişiyi bu komisyonun başına getirdiniz. Bu adam ki Fatin Rüştü'yü astırmıştır. Çağlayangil'in cevabı çok ilginç. 'İsmailciğim' diyor, 'Coşkun Kırca Fatin Rüştü'yü astırmışsa bizi de astırır. Kapatalım bu işi.'

Kırca, Kıbrıs görüşmeleri sırasında Dışişleri Bakanı olan Turan Güneş'in istifadan nasıl vazgeçtiğinin de birinci derecede tanığıdır. Kırca'ya göre, genel kanının aksine İngilizler, çıkarlarına öyle elverdiği için Kıbrıs konusunda Türkiye'ye destek vermektedir. Bunun için, bir öneri getirecekse önce Türk tarafına bildirmekte, Türk tarafı kabul ederse ondan sonra Yunan tarafına konudan bahsetmektedir. Dışişleri Bakanı Turan Güneş, 'hassas' gelişmeleri vakit geçirmeden zamanın başbakanı Bülent Ecevit'e rapor eder, ancak gizli kalması gereken bilgiler, belki de gazeteci kökenli olduğundan Ecevit tarafından Başbakanlık'ın kapısında açıklanınca işler de zora girer. Bunun üzerine Turan Güneş, henüz müzakereler devam ederken istifa kararını Ankara'ya faksla bildirmek ister: "Turan Güneş dayanamadı, ben anladım istifa edeceğini. Bir kaide vardır, Numan Menemencioğlu koymuştur bunu. Bir telgraf çekerken misyon başının parafı şarttır. Oraya cumhurbaşkanı gelse, misyon şefinin parafı olmadan çekemez mesajı. Bir Burhan Bey vardı şifre müdürü. Ona 'Sayın bakan sana bir şey getirebilir çek diye, ama benim parafım olmadan çekme' dedim. Bir süre sonra getirdi. Olacak şey değil, hem Türkiye'de hem dışarıda görülmemiş bir kriz çıkacak. Çekmedik telgrafı. Sayın Bakan 'Seni azlediyorum' dedi. Ben de beni azletmek kolay değil, Ankara'ya gider, bakanlar kurulu kararı çıkarıp öyle alırsınız beni görevden dedim. Neticede istifadan vazgeçti."

Orgenerallikten tümgeneralliğe
1976'da Nato'da görev alan Kırca, 1978'de geri döner ve Hariciye'de Yüksek Müşavir olur: "Gündüz Ökçün, Ecevit'le geçinemiyor diye beni kadrodan silmek istedi." Danıştay kararı ile görevine iade edilen Coşkun Kırca, Süleyman Demirel'in yeniden başbakan olmasından sonra 1980 Temmuz'unda Birleşmiş Milletler nezdinde Büyükelçi, Daimi Temsilci atanır. New York'ta beş yıl görev yapar. 1985'te Ottawa Büyükelçiliği'ne getirilir: "Askerlikle kıyaslarsanız beni orgenerallikten alıp tümgeneralliğe tayin ettiler. Kenan Evren'i ziyaret ettim. Kızlarımın eğitiminden dolayı bir sene sonunda istifa edeceğim dedim." Ottawa'da Ermeniler'in suikastine maruz kalır. Ottawa'nın ilk binası olan bu elçilik binasında, Kırca çifti yatak odasının yerini değiştirdikleri için suikastçıları da şaşırtmış olurlar. Kanada gizli servisi, aslında suikasti haber almıştır: "Ne yapmışlar biliyor musunuz? Belçika'daki NATO Komutanlığı'na bildirmişler, onlar bizim Genelkurmay'a, Genelkurmay hariciyeye, hariciye de bana bildiriyor."

1986'da emekli olan, Forum, Vatan, Akis, Kim, Yeni Vatan, Yeni Forum, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Sabah ve Akşam'da yazılarını devam ettiren Kırca, 1991'de DYP'den milletvekili seçilerek yeniden Meclis'e girer. 1995'te Tansu Çiller'le anlaşamadığı için yollarını ayırır. Büyük Kulüp üyesi olan, Klasik Batı müziği dinlemeyi seven, Galatasaray Üniversitesi'nde siyasi düşünceler konusunda ders veren Coşkun Ali Kırca, darbelerden fayda uman birisidir. Ecevit'e ve Özal'a kızan, Demirel'e yakın duran Kırca'nın kendi görüşlerine yakın düşmeyenler arasında çok daha sevmedikleri vardır, tıpkı...

CEMAL A. KALYONCU

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yalçın'lar duymasın!...
Geçen hafta içinde, AKŞAM Gazetesi mensupları olarak Türk Musevi Cemaati merkezinde, Hahambaşı'lık müşavirleri ile öğle yemeğinde bir araya geldik. Tavana işlenmiş Yahudi yıldızı altında nefis Sefarad yemekleri yedik.

Sefarad İbranice'de 'İspanya' anlamına geliyor ve 15. Yüzyıl'ın sonlarında İspanya'dan topluca sürülerek çeşitli ülkelere, bu arada Osmanlı Devleti'ne de yerleşen Yahudiler'i simgeliyor. Fazla ciddiye alınmasın ama kolay iş değildi: Yalçın Küçük ve Soner Yalçın duymasın diye bol bol dua ettik.Zira Türkiye'de yaşayıp da 'Tekelliyet'e mensubiyeti kesinleşmeyen galiba bir biz kalmıştık.

Farkında olmayan azınlık için biraz bilgi vereyim: 'Tekelliyet' Yalçın Küçük'ün fantezilerinden doğmuş bir kitap dizisi. Şu sıralarda Soner Yalçın'ın 'Efendi'si ile birlikte en çok satanlar listesinde başı çekiyor.

Devamla: Yemekte bizim gazeteden Nurcan Akad, Oya Berberoğlu, Murat Kılıçarı, Deniz Gökçe ve ben vardık. Ben adımdan dolayı durumu kurtarıyorum; hem Yalçın Küçük hem de Soner Yalçın'la ad benzerliğim olduğu için, 'Yalçın Efendi' demeleri halinde, kendilerinin de okkanın altına gitme olasılıkları var. Deniz Gökçe, Nurcan Akad, Oya Berberoğlu ve Murat Kılıçarı ise kaderlerine küssünler.

Bütün bunların anlamı şu: Yalçın Küçük üstadımız, profesörümüz, çok satan yazarımız ve Abdullah Öcalan hayranımız ile her taşın altından bir Yahudi çıktığından kuşkulanan Soner Yalçın arkadaşımız, okumakla başa çıkılamaz tuğla görünümlü kitaplarında şunu demeye getiriyorlar; 'Ülkede gerçek Türk varsa bu bir rastlantıdır. Kural herkesin Sabetaycı olması ve İsrail hesabına çalışmasıdır.'

Her iki kitabın çok satarlığından anlaşılıyor ki, ülkemizde aynı kafada çok kişi vardır ve millet birbirinin adından, soyadından, olmadı göbek adından, veya tipinden, burnundan, saçından, sakalından, bakışından 'yahuda' yolunda olduğundan kuşkulanmaktadır.

Bu nedenle bizim Yahudi yıldızı altında Musevi cemaati üyeleriyle yemek yerken çekilmiş fotoğraflarımız büyük olasılıkla, söz konusu kitapların son baskılarında yeni ele geçirilmiş kanıtlar (!) olarak yer alacaktır. İşin gerçeğine gelince: Türkiye'de yaşayan Museviler 'Türk' sözcüğü üzerinde, neredeyse bizim bile durmadığımız ölçüde duruyorlar. Dinin milliyetle ilişkisi olmadığının altını çizerken kendilerini 'Türk oğlu Türk' diye tanımlıyorlar.

Biraz bunları konuştuk; sonra sinagoglara yapılan El-Kaide bağlantılı saldırıların içinde Türk teröristlerin bulunmasına hep birlikte üzüldük. Musevi vatandaşlarımız Türk gazetelerinde çıkan ve Musevilik ile İsrail asıllı olmayı karıştıran yazıların çokluğuna 'esefle' değindiler.
AKŞAM Gazetesi'ni ise bu açıdan 'tenzih'ederek, Nurcan Akad'ı 'ziyadesiyle' memnun ettiler.
 

Yalçın Pekşen Akşam 13-6-2004

30 Temmuz 2020 Perşembe

http://hocaenes.blogspot.com/2016_07_01_archive.html?view=classic

Sen benim her şeyimsin, Canımsın candan yakın

"Sen benim her şeyimsin,
Canımsın candan yakın.  

 Elhamdülillah, bir meşâyihe gidip nefsini teslim edersen, o senin nefsini zulmetten kurtarır. Tarîkatte bütün azalara zikir yaptırmak lâzımdır.

 Geniş zamanlarımızda onunla beraber olalım ki, dar hâlimizde o bizi bilsin. Her hâlimizde Allah Azimüşşan'la beraber olalım. "Her hâlinizde bana sığının" diyor. İnsanların iyi günleri olur, dar günleri, hasta günleri olur. Her hâlimizde biz Allah Azimüşşan'a sığınalım. İyi günlerde de sığınalım, dar günlerde de... Sığınmak da zikirle oluyor. Geniş günde sığınınca, dar günümüzde de O bizi bilir.

Bir genç ile yaşlının hikâyesi :

Bir kimse uçurumlu bir yerden gidiyormuş. Bir tanesi önceden şarkı söyleyerek geçmiş. İkincisi geçerken çok zikretmiş, salavat getirmiş, tevhit getirmiş, şükretmiş, ama uçuruma yuvarlanmış. Ehlûllah'ın bir tanesi sormuş:

- Ya Rab! Herşeye kâdirsin. Önce geçen kabadayı bir şekilde geçti, onu düşürmedin. İkincisini düşürdün" demiş. Evvel giden seni hiç zikretmedi, ama sonraki sana çok yalvardı.

Cenâb-ı Hakk'tan nidâ geliyor:

- "Ey benim kulum! Evvel geçen her ne kadar sana hâkir göründüyse  de Ben onun daima kalbindeydim. Geniş zamanlarında o Beni hiç unutmuyor. Ama diğeri dar yere gelinceye kadar beni hiç hatırlamadı. Onun için onu düşürdüm." diyor.

İşte bundan dolayı geniş günlerimizde Allah'a sığınalım, yani safâlı günlerimizde de Allah'ı unutmayalım. O gün gelmeden o güne hazırlanalım. Safâlı ve iyi günlerimizde Allah'ı unutmayalım. Ölümü düşünelim. Ölümü düşünmek dar günlerimizi düşünmektir. İnsanlara en büyük nasihat ölümü düşünmektir. Cenâb-ı Allah buyuruyor:

"Kulum iste vereyim."

Ama her isteyene vermez. Hepimizin böyle günü var. Her zaman Rabbimizi hatırlayalım. Ölümü düşünelim. Kendimiz için, müslümanlar için, ihvanlar için her şeyi veriyor. Ama biz yine de maddî şeyleri istemeyelim. Maddiyatı her isteyene vermez. Veren yine Allah. O vermezse hiç kimse mal sahibi olamaz. Ama biz maddî şeyleri istemeyelim. Biz dünyada her şeyi istiyoruz. Maddî isteklerle avlanmayalım.

Biz kulluğumuzu yapalım, emir ve yasaklara uyalım. Veren Allah ne verirse ona uyalım (şükredelim). Tecelli neyse ona rıza gösterelim. Bizi müslüman halk etmiş. Maddî istekler istemeyelim.

Hak tecelli etmeyince nutka gelmez bir ahad
İzn-i Bâri olmayınca nutka gelmez bir ahad

Hayır ve şer fermanı var. İnanmak müslümanlığın bir parçasıdır. O zaman inancımızı hayra yoralım. Hayır ve şer Allah'tan gelir. Cüz'î irâdemizle şerre yönelmeyelim. Şer istemeyelim. Hayrı isteyelim. Bize şer görünenler hayırlıdır, biz bilmeyiz. Cenâb-ı Hakk'ın şerre rızası yoktur.

Hadis-i Şerif:

"Sizin için güzel görünen şeyler, sizin için çirkin olabilir."

Onun için biz hayırlısını isteyelim. Ne gelirse Allah'tan, hayır da şer de Allah'tan.

 Hayır ne? Bizi her yönden mesut eden, varlık, sağlık, itibar, insanlardan görmüş olduğumuz kıymet, sıhhat, âfiyet, zenginlik. Ticaret sevaptır. Allah'ın emridir. Bütün ticaret yapanlar zengin olmaz, kimisi az kazanır, kimisi çok kazanır. Kimisi zarar eder. Evet bunun bir say'ı var. Niçin böyle oluyor. Bir beklediği var. 5 kuruşa aldığını 6 kuruşa satarsa 1 kuruş kâr eder. Ama 100 lirada 100 lira kâr etse kanaat etmez, yüzde100 kazanca bile kanaat etmiyor.

İnsanlar kanaat etmiyor. Bir şey haddini geçince haram oluyor. Tahmin ettiği bir şey var, 10 liraya satacağı bir şeyi 15 liraya sattı. İsteyerek değil, pahalı olduğunu bilerek değil, piyasa değişmiş. Burada veren kim? Cenâb-ı Hakk. Alan kim? Cenâb-ı Hakk. İnsanlar zarar ederse zarar ettiren kim? Cenâb-ı Hakk. "Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanında kâr, zarar, hepsi var. Hastalık, sağlık hepsi var.

Bizim için büyük zarar, manevî zarardır. Büyük kârımız amelle olur. Büyük zararımız da isyanla olur. Manevî kârımız, büyük kârımız Allah'a itaatle olur. Allah'a itaatta ölçü yoktur. Zâhirde bizim bildiğimiz beş vakit namazdır. Namazdan başka ibadetler de vardır. Cenâb-ı Hakk:

"Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır."

Nafile ibadetlerin de çeşitleri vardır. Herkesin görüşü bir değildir. Çeşitli mezhepler vardır. Şafî mezhebi, Hanefi mezhebi, Hanbeli mezhebi, Maliki mezhepleri var. Bunlarda başka ameller eftal olmuş. Biz de başka ameller eftal olmuş.

Şafilerle, hocaları, meşâyihleri hepsi orada iken toplu yatsı namazı kıldık. Kaamet okuyorlar, sünneti kılmıyorlar, hemen farzı kılıyorlar. İmam olan hoca efendi de ayağından çorapları çıkarıyor. Halbuki bizde çorapsız namaz kılmak eftal değil. Namaz kıldıktan sonra duayı da yaptılar. Fakat Horasan Müftüsü Muhammed Sıddık Efendi:

- "Her zaman biz size tâbi oluyoruz. Bu sefer de siz bize tâbi oldunuz. Duanın evvelinde fazilet var, âhirinde de fazilet var "dedi.

Biz önce sünnet; farz, son sünnet, vitri vâcib kılarız. Onlar ne yaptı? Farzı kılıp dua ettiler sonra da tekrar iki rekat sünnet kıldılar. Ama sünneti herkes kendi kendine kıldı. Başka da dua etmediler. Vitri hiç kılmıyorlar. Yatsıdan ayrı olarak, gece namazı olarak vitr kılıyorlar. Şimdi burada farklılıklar var. Bütün ameller seçildikten sonra bir fazilet aranmış. Edille-i Şeriyye ile aranmış. "Kulum bana nâfile ibadetle yaklaşır" buyuruyor ya Cenâb-ı Hakk. Büyüklerden birisi buyuruyor:

Savm,  salat, hac ile sanma biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş

Bu da bir  ilimdir. Kalb ilmini bilenler meşâyihlerdir. Çünkü onlar kalb ilmi okurlar. Cenâb-ı Hakk bizi inanmış olarak göndermişse bize kâr ve zarar bildirmiş. Manevî kârımız itaat, zarar ise Allah'a isyan etmektir. Fakat isyan edenler müsavi değiller, itaat edenler de müsavi değiller. İtaat edenler müsavi olsalar bile, birisi daha makbul olur. Diğerinin ki o kadar olmaz.

İlim, amel, ihlas ile itaatlar tamam oluyor. İlim: Allah'ı bilmektir. Amel: Bildiğini işlemektir. İhlas: İlmini de, amelini de Allah'tan bilmektir.

Bu ilmi, Allah verdi, bu ameli Allah verdi. Cenâb-ı Hakk fırsat verdi, kuvvet ve gayret verdi. Onun verdiği güçle ben bu ameli işledim. İşte ihlas budur. Esas ihlasın anlamı: Ben yapamadım, işlemedim, bilemedim.

Onun için, itaatı makbul olan kimse yaptığıyla övünmeyendir. Yapamadım zannedendir. Diğeri de itaat işlemiştir. Ama makbul olanı yapamadım diye düşünüyor. Onun için Cenâb-ı Hakk amelinizi, ibadetinizi rızası dahilinde istiyor. Benim ilmim yok diye üzülmeyin, ilim Allah'ı bilmektir. Herkes bildiğinin âlimidir. İlmimiz inancımızdan

"Herkes bildiği ile amel ederse, biz bilmediklerini ona öğretiriz."

Burada "bilmediklerini biz ona öğretiriz" diyen Cenâb-ı Hakk, insanlara ilhâmı kalbinden doğduruyor. Hoca ilmi, medrese ilmi de inkâr edilmez. Hoca ve medrese ilmi ile de tasavvuf bulunmuştur. Fazîlet var. Amellerin makbulleri, amellerin kıymetlileri bunlarla bilinmiştir. Bir zâhir ulema kendi bildiği ile kalırsa, ilminden, amelinden dolayı bir kâmile kendini teslim etmezse, bir kâmil insan bulamazsa onun ilminden, amelinden ledünnî doğmaz. İlmi olsa bile. Eğer bir kâmile teslim olmazsa, ilmi yüksek de olsa ondan ledünnî doğmaz. Çünkü:

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni
Bütün azaları dil olmayınca

Her kalbe ledünni doğmaz, bütün azaları dil olmayınca. Evet, bütün azaları yasaklardan korumalıdır zâhirde. Ama mâneviyatta, tarîkatta anlamı bu değildir. Bütün azalara zikir yaptıracaksın. Bütün azalar denilince vücudunda kılların dahi zikir yapacak. "Çok zikredin" diye Cenâb-ı Allah'ın bir emri var. Rakam vermiyor. Çok zikredin diyor. Bunu tasavvuf alimi nasıl izah ediyor? Diyor ki:

"Zikren kesîrâ"

Bunun manası ancak müntehide olana tecelli eder. Bir de kesîrin manası tecelli etmez. Kesîr demek, rakam yok demek. Sabahtan akşama kadar zikretmek demek. Müptedi irâde sahibi. Bunda rakam var. Kelâm-ı kibârda buyurulmuş:

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında
Meşâyihten murad şâhım mürebbî kâmil olmaktır

Mürebbî kâmil: 

Hem mürebbîdir, O'nu bir yetiştiren var ama kendiliğinden yetişmemiş. Mevlânâ'yı o kadar ilmi ile bir yetiştiren var. Eğer kendiliğinden yetişmiş olsaydı Abdurrahman Câmi Hazretleri, o kadar ilmi ile yetiştirdi. Nice âbidler amelleri ile kendilerini yetiştirirlerdi. Yetiştirememiş bunlar. Yarıda kalmış. "Mûtû kable en temûtû" sırrına mazhar olamamışlardır.

Mürebbi olmak kimdedir ?"Mûtû kable en temûtû"sırrına mazhar olmaktır. "Mûtû kable en temûtû"sırrına ermemişse bir insan, yetişmemiştir. Yetiştirici değildir.

"Mûtû kable en temûtû"sırrına kimler mazhar olur ? Ancak râbıta sahipleri mazhar olur.. Yani kâmil mükemmil mürşidi kendisine hakikat aynası yaparsa.. Evliyaullah hakikat aynasıdır. Hak aynasıdır. Orda kendisini bilir, aynada kendi eksiklerini görür ve tamamlar. Başka yerde tamamlayamaz.

Bu denli ilme mâlik iken iblis,
Senin ilmin bilmedi o telbis.

Bu kadar ilmi ile imansız gitmiş. Öyle ise insan bir hakikat aynasının karşısına geçecek ki noksanını bilsin. Zaten Cenâb-ı Hakk bizi noksan yaratmış ama biz noksanımızı bilemiyoruz. "Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz" Ama sen ârif olmak için noksanını bileceksin. Noksanını bilemiyorsan, sen kendini çok mahâretli, hünerli, marifetli biliyorsun. Noksanını nasıl bileceksin? Hakikat aynasının karşısına geçersen, yani bir râbıta sahibi olursan.

Bakın, kelâmlara bakın:

Men aref sırrına vakıf olmadın
Çok muhbire vardım haber almadım

Çok habercilere gittim de onlardan kıymetli bir söz alamadım. Nereden geldiğimi onlar bana bildiremediler. Nereye gideceğimizi de söyleyemediler. Nereden gelip nereye gideceğimizi bilememek ise, benim için bundan daha büyük dert bundan daha büyük ihtilaf olamaz.

Bak ne diyor:

Râbıtamda Hazreti Pîre dedim Ey Sâmi'yâ
Geldiğim bilmem ne içindir bu dünyadan garaz

Râbıta yapmış, hakikat aynasının karşısına geçmiş. Bu dünyaya niye geldiğini bilmiş ama nasıl bilmiş? Bak:

Hep zuhûrat pîrimindir yazdığım aklamiye
Dedi ikmâl-i meratibdir bu süflâdan garaz

Aklamiye :

Anasır-ı zıddıyet var sende. Çok muhalif olan dört madde var. Sen bu dört muhalif maddeyi çevirdin, tebdil ettinse işte o zaman sen nerden geldiğini de bildin, nereye gideceğini de bilirsin.

Bu gelmek gitmek, sadece doğmak, ölmek değil efendiler. Zaten herkes doğuyor, ölüyor. Bu herkesin gördüğü bildiği bir şey. Bu gelmek, gitmek bizim bürhânımız (Bürhân: Kurtuluş).

Nerden gelmiş, niye gelmiş, nereye gidecek bilmektir.

Bunu herkes bilmez. Ancak bunu bildiren meşâyihtir. Bildirmekten maksat, seni ulaştırıyor. Senin ruhun çok yüksek, ulvî bir makamdan geldi. Fakat, o yüksek, o ulvî makama sen çıkamıyorsun. Gidemiyorsun, ancak seni götüren kim oluyor?  Meşâyihin oluyor.

Canım kurban olsun Resulullah'a
Bizi kabul etti âli dergâha

Bâlâ nedir ?

Nasıl kurtaracaksın ?

Bütün nebatâtın büyümesi gibi, onların hepsi bir vücut gösteriyorlar. Onlar harekete geliyorlar, canlanıyorlar. Onlar canlanınca bu sefer... Bir nefeste bütün kâinatın nefesi kadar zikreder bir evliyaullah. Ne ile ? Manevî büyüklük ile. Kalbinin açılması ile. Bir insanın kalbi açılırsa büyük varlık oluyor bu insan. Cenâb-ı Hakk:

"Arşa kürse hiç bir yere sığmam Ben. Mü'min kulumun kalbine sığarım."
Onun için kalp Beyt-i Celîl'dir.

-Bütün insanların mı?

"Gönlünüzde neyi beslerseniz ma'budunuz odur."

Mabut puttur. Bir insan putperest olursa bundan daha pis bir şey olur mu? Ondan daha habis bir kimse olur mu? Ama kelâmda:

Ey tahâretten habersiz râbıta bilmez habîs

Tahâreti olmayanın cesedi temiz olmadığı gibi, râbıtası olmayanın da kalbi temiz olmaz. Çünkü râbıta kalpten herşeyi atar, çıkartır. Râbıta olmazsa o kalpte çok şeyler var. Onlar mâsivâ ile kirlenmiştir, paslanmıştır, mülevves olmuştur. 

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion