28 Şubat 2021 Pazar

HER ŞEY SU İÇİN...

 

HER ŞEY SU İÇİN

Her gezegende su olma gerekli olup, yaşamın çok özüdür. 'Flow' belgeseli bizim çok önemli kaynak olan suyun giderek azaldığını ve açgözlülük eden insanın rahatsız olacağı gerçeği ve nedenleriyle yüzleştiriyor. 

TÜRKÇE ALT YAZISI 
 "Binlerce kişi sevgisiz yaşayabildi, ama hiç biri susuz yaşayamazdı." W.H.Auden Her yıl iki milyondan fazla insan suyla bulaşan hastalıklardan ölmektedir. Bunların çoğu beş yaşın altındaki çocuklar. ABD' de milyonlar, her sabah uyanıp musluklarını açıyor. Ama bilmiyorlar ki su kaynaklarına roket yakıtı karışıyor. Karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi görmeyelim diye büyük çabalar harcıyorlar. 

Dünya'da, petrol fiyatları nedeniyle süregelen bir savaş var, Aynı yolu izlersek, aynı şeyleri su için de yaşarız, her şey bugün petrolde yaşadıklarımız gibi olur. Dünyanın temiz suyu tükeniyor, Gelecekte insanlar temiz su uğruna her şeyi yapacaklar. Her şeylerini, tüm birikimlerini, evlerini verecekler. Su olmadan, hiç bir şeyimiz olmaz, su olmadan hiç bir hayat, hiç bir kültür, hiç bir toplum, hiç bir ekonomi var olamaz. Su olmadan yeryüzü var olamaz. 

Gezegenimizi düşünürsek, her yanından sular akan kocaman, yaşayan bir kütle olduğunu görebiliriz, kıtalarda suların aktığı kanalları görebiliriz. Bu sular akarak okyanuslarımıza ulaşır. Okyanuslar, dünyamızın kalbidir ve nefes alıp verir. Suyu buharlaştırır ve hidrolojik döngüye geri koyar, dağların tepelerinden aşırır, tekrar aşağı indirir, tıpkı dolaşım sistemimiz gibi. Yani, gezegenimiz üzerinde sürekli su dolaşan dev bir vücuttur. Su, gezegenimize hayat verir. Bizler de, tıpkı gezegenimiz gibi; % 70 su ve % 30 katı maddeden oluşuruz. 

Bizim de bir kalbimiz var, 90.000 km uzunluğunda damarlarımız var, dünyada nasıl bir su döngüsü varsa, bizde de var. ABD'de su kaynakları yüzünden hastalananların kayıtları tutulmamaktadır. Tahminler, her yıl 500 bin ile 7 milyon arasında kişinin musluk suyu kullanımından dolayı hastalandığıdır. Sorunlardan biri de su şebekelerinde virüsler, patojenler ve bakteriler gibi hastalık yaratıcıların varlığıdır. Hastalıkların çoğunun yediklerinizle veya havadan bulaştığını düşünebilirsiniz, ama % 40'ı içme suyundan bulaşmaktadır. 

Fabrikalar ve arıtma tesislerinden gelen kimyasallar, roket yakıtı, pestisidler (böcek zehirleri) ve tıbbi ilaçlar yok edilememektedir. İnsanların çoğu su kaynakları için endişe duymamaktadır. Çünkü çoğu şişelenmiş su almaktadır. Onlar için bir haberimiz var, Basit bir duş almayla bile kimyasallara maruz kalınmaktadır. Böylece, zararlı maddeler deri yoluyla alınmaktadır. 116.000'inden fazla insan yapımı kimyasal madde var. Bunların nasıl etkileştiği konusunda en ufak bir fikrimiz yok. Bu kimyasallar için kobay olmaya başladık. Karaciğer bunları bedenimizden attığında ne oluyor? Dışkı ile tuvalete ve kanalizasyona, oradan yeraltı sularına, sonra nehirlere gidiyor, suyu nehirlerden alıyoruz ve su şebekesine karışıyor, ve yine içiyoruz. 

Bu ilaç ve kozmetikler, sorun bunlarda, Vücudumuzun kimyasını değiştiriyorlar ve bize zarar veriyorlar... Yeşil devrimin Hindistan'a kimyasal tarımı getirdiği son 30 yıldır, su sistemlerimizde iki sorun ortaya çıkmıştır. Birincisi, ekinler için fazla su kullanılmıştır, kimyasalların çözülmesi için daha çok suya ihtiyaç duyulmuştur. bu aynı miktarda ürün için 5-10 kat daha fazla su kullanımı demek . Dünya suyunun % 70'i tarım, % 20'si endüstri, % 10'u ise bizim tüketimimizdedir. Tarım ve endüstri kullanıcıları, kendilerinin daha fazla suya ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar ve tabii ki ekinlerin büyümesi için daha çok pestisid ve kimyasala da ihtiyaç var. 

Bu kimyasalların toprakta suyla buluşması, iyi bir birliktelik değil... Meksika'da tarım arazileri yakınında yaşayanlarda doğum kusurları arttı. Avrupa'da pestisidlerin kullanıldığı alanlarda üretkenlik düşüşe geçti. Tazmanya'da yoğun pestisid kullanımı sonrasında kanser vakaları % 200 arttı. Laboratuvar çalışmalarında, son 5 yılda Seine Nehri'ndeki balıkların cinsiyet değiştirdiğini belirledik. 

ARTIK SADECE DİŞİ BALIKLAR VAR, ERKEK BALIKLAR YOK.
 (Aman Ya Rabbi eşcinsel balıklarda var) Teksas'ta incelenen balıkların hepsinin dokularında prozac bulundu. [1] Esas problem, çözümün olmaması. Ne olursa olsun sürekli su içmek zorundayız. Tanrıya inansanız bile, kirlilik yayılmaya devam ediyor. Endüstriyel zehirler suyla yayılıyor ayıbaklıklar, balinalar, kutup ayıları, balıklar ve Eskimo annelerinin sütlerinde bile varlar. Bu kimyasalların savaş için üretildiklerini unutmamak gerekir. Bunlar, kitle imha silahlarıdır. Hepsi savaş sistemi sonucunda ortaya çıkmıştır. Şimdi de, içme suyumuzun içindeler. Abartılıyor gibi gelse de, aslında hiç abartmıyoruz. 

Bu öyle 50-100 yıl içinde olacak bir şey değil, şimdi oluyor. İnsanlar, hükümetlerinde su kaynaklarını koruyanların olduğunu sanıyor, Oysa durum öyle değil. Bunlardan en sıra dışı örnek, ABD'de en fazla kullanılan böcek ilacı olan atrazine ile ilgili. Atrazine bir bitki öldürücü ve ot kırandır. Mısır gibi ürünlerin üretiminde kullanılır. İçme suyunda, yeraltı ve yüzey sularında bulunan bir numaralı kirleticidir. 

 ATRAZINE İsveç firması SYNGENTA tarafından üretilmektedir. SYNGENTA tarım kimyasalları üreten şirketlerin en büyüğüdür. Önce, atrazine üreticisi Syngenta ile anlaşma yaptık; konu atrazine'in hormonal düzeni bozup bozmadığını anlamaktı. Yani tiroid, testesteron, östrojen gibi hormonlarla tepkiye girip girmediğinin belirlenmesiydi. Atrazine'in bir dizi farklı etkisi vardı, ama en önemlisi erkek kurbağaları kısırlaştırmasıydı. Buna kimyasal hadım etme diyebiliriz. Üstelik sadece hadım etmekle kalmıyor, kurbağalara dişi özelliği de kazandırıyordu. Bir başka deyişle, erkek kurbağalar yumurtalık sahibi oluyor ve yumurtluyorlardı. 

Balıklarda da benzer etkiler görülüyordu. Sperm sayıları azalıyor ve yumurta sarısı protein üretiyorlardı. Şimdi, bunun anlamı: Atrazinin erkeklerde ciddi bir sperm sayısı düşüklüğüne neden olduğu mudur? Bilimsel veriler atrazinin bu konuda ciddi bir rolü olabileceğini ortaya koymaktadır. ABD'de sperm sayılarının düşmesinin nedeni olarak pestisidler suçlanıyor. Atrazine üreten bazı fabrikalarda çalışan erkeklerde prostat kanseri, Atrazin'li su kullanan kadınlarda yapılan araştırmalarda da göğüs kanseri vakalarına rastlanmıştır. Fetuslar (cenin) suda yaşadığı için bu konuda incelenmelidir. Fetüsler amniyotik (Rahim içindeki sıvı) sıvıyı içtiğinden kimyasallara maruz kalabilir. 

 TÜM AVRUPA BİRLİĞİ ÜLKELERİNDE ATRAZİNE YASAKLANMIŞTIR.
 Aslında doğrusu bu, çünkü Atrazine yağmur suyuyla, 1.000 km yol alabilir. 
ABD'de 40 milyon kg atrazinin 250.000 kg'lık bölümü yağmur suyu ile geri gelmektedir. 

 KOMİK OLANI İSE, BİLDİĞİNİZİ DÜŞÜNÜYORUM, ABD’YE 40 MİLYON KG SATIŞ YAPAN AVRUPA ŞİRKETİNİN KENDİ ÜLKESİNDE ATRAZİNİN YASAK OLMASIDIR. 

 Bush döneminde Çevre Koruma Ajansı, biz onlara dava açtıktan sonra, bu sorunla ilgili bir şeyler yapıyor gibi görünmeleri gerektiğine karar verdi. Atrazine üreticileriyle masaya oturdular; 50 kez bir araya geldiler ve bir anlaşmaya vardılar. Ama görüşmeler, Atrazinle ilgili ne bir yasaklama, ne de bir haciz işlemi yapılmasını sağladı. 2006'da, çevre koruma kurumu ATRAZIN'in bir zarara neden olmayacağını belirtti. Böyle berbat bir şeyi daha önce görmedim. Kimyasalı döküveriyorlar. Hepsi bu insanlar için kutsal olan Titicaca Gölü'ne gidiyor. 

Burası açık olduğu için ne yaptıklarını görebiliyoruz. Nehrin diğer bölümlerine ne yaptıklarını göremiyorsunuz. Burada yaptıkları, betonların altına saklamak; temizleyecek halleri yok ya, böylece görünmeyecek, ama her zamanki gibi kokacak. Mezbahadan gelen kan ve atıkların karıştığı su koktuğu için derenin üstünü kapatıyorlar. Burada su şebekesi yok ve herkes nehri kullanmak zorunda. Anlamama yardımcı olun, Suez, buraya 80 milyon dolarlık arıtma tesisi kurduğunu söylüyor. Sadece bu konuda yalan söylemediler, pis suyu da Titicaca gölüne dökülen nehre mi yönlendirdiler? 

Evet. Bu nehir kenti boydan boya geçiyor ve kente de aynı şeyi yapıyorlar. Geleneksel olarak su, hükümetler tarafından bir kamu hizmeti olarak dağıtılır. Ama, son 10 senedir, Avrupa'nın 3 büyük su şirketi dünyanın bir çok yerine kar amaçlı su dağıtımı yapmaya başladı. Çok güçlüler. Üçü de dünyanın en zengin 500 şirketinde ilk 100 içinde. Çok hızlı büyüyorlar. Fakir ve gelişmekte olan ülkeler, su kontrolünü Avrupalı veya kar amaçlı çok uluslu şirketlere vermeye zorlanmaktadırlar. Suez, su dağıtımı ve arıtımında dünyanın lider iki şirketinden birisidir. Bir Fransız şirketinde çalışıyorum, Vivendi denilen büyük su operatörü, "Vivendi Environment" 100'den fazla ülkede çalışmaktayız. 

Bu işi neredeyse yıldır yapıyoruz. Yani, su işinde çok uzun dönemdir varız. Şurası Suez'in yan kuruluşu "Aguas del Illimani" Buradaki su kirlendi. Şimdi temiz görünüyor, ama bir süre önce siyah akıyordu. sonra bir süre de kurtlu aktı. Buradaki çocukları su içmekten alıkoymak çok zor, bu su onları hasta ediyor. Özelleştirmenin amacı, La Paz ve El Alto kentlerine içme suyu ve kanalizasyon şebekesi yapılmasını sağlamaktı. Ancak, bu süreç boyunca, El Alto'da 208.000 kişinin içme suyu hizmeti sonlandırıldı. Aguas del Illimani (Suez'in yan kuruluşu) "Ne kadar çok su, O kadar hayat" Suyumuz ve elektriğimiz yok. Bu tozlu yollar üstümüzü başımızı kirletiyor... Bize pismişiz gibi davranıyorlar... 

Biz de böyle tozlu görünmek istemiyoruz ama ne yapalım suyumuz yok. Bizler zar zor yaşayan mütevazı insanlarız, Sadece tükettiklerimizi ödeyebiliriz. Eğer buralar özelleştirilirse bunlar için yeterince paramız olmayacak. Aguas del Illimani'nin gitmesi gerektiğini söylüyoruz. Bir çok komşumuzun suyu ve kanalizasyonu yok. Muhtemelen ülkenizdeki gazetelerden biliyorsunuzdur... biz Bolivya'da çok acı çekiyoruz. Politikacılarımızı satın alabilirsiniz ama bizi satın alamazsınız. Burası, her 10 çocuktan birinin 5 yaşına gelmeden öldüğü bir ülke. Bu ölümlerin çoğunun nedeni temiz içme suyu olmaması. 

Bu nedenle, El Alto'lular "su özelleştirilmesin" diyorlarsa temiz suya ulaşamazlarsa çocuklarının sağlıklarının risk altında olacağıdır. 1999'da Bolivya hükümeti Cochabamba kentindeki su şebekesini özelleştirdi. Cochabamba'lılar çok uluslu Bechtel şirketinden kurtulmak için sokaklara döküldü, çatışma başladı. Bolivya'nın Cochabamba ve El Alto şehirlerinin su sistemleri niye özelleştirildi? Bu Bolivyalıların "iyi fikir" diyerek istemesiyle olmadı. Özelleştirme Dünya Bankası tarafından dayatıldı. 

 1997'de Dünya Bankası Bolivya'ya Cochabamba, El Alto ve La Paz'ın su sistemlerini özelleştirmezseniz, verilen kredileri iptal edeceği tehdidinde bulundu. Ben özelleştirmenin bir hayat memat meselesi olduğunu düşünüyorum. Hayat için mücadele böylece yaşam devam edebilir. Çocuklarımız, torunlarımız için ve hepimizin keyif alacağı şeyler için... Onurlu, keyifli bir yaşam için savaşmak, ya da acılarla dolu güvensiz bir yaşamı kabul etmek ki aslında bu yaşamak değil... Ocak 2007: Bolivya hükümeti Suez'in kontratını feshetti ve La Paz'lılara su şebekelerini geri verdi. 

 19 Eylül 2000’de annem mide ağrısı çekiyordu. 3 gün sonra öldü. Nehirden aldığımız kirli sudan içiyordu. Ben ilk çocuğuyum, her şeye özen gösteririm. Ama işsizim ve annem ardında bir sürü çocuk bıraktı. Sorumluluklarımdan bunaldım. Çocuklar okula gitmeli ama gönderecek gücüm yok. Evlerimize musluk suyu bağlayacaklarına söz verdiler. Ama bu su bedava değil ve bizim paramız yok. O yüzden yine dereden su almaya başladık. Sağlık Departmanından geldiler. Mikropları öldürmek için kullandığımız nehir suyuna tablet atmamız gerektiğini söylediler. Suyu nehirden alsanız bile, tableti dükkândan satın almanız gerek. 

Buna da para gerekiyor. Bu nedenle bazen suyu öylece içiyoruz. Korkuyoruz, ama su hayatımızda o kadar önemli ki, onu nehirden almak zorunda kalıyoruz. Beş saattir burada bekliyoruz. Su bazen geliyor, bazen gelmiyor. Bazen susuz 4 hafta geçiriyoruz... Her gün gelip açıyoruz. Ama su yok, hiç bir şey yok. Maliyeti karşılama fikri günümüzün yeni İncili. Güney Afrika'da herkes aldığı hizmet karşılığını ödemek zorundadır. Zengin insanlar için bu sorun değil, ancak iş gerçekten de fakir olanlara gelince, bir dolardan az olan 5 rand bile onlar için çok para. En fakirleri sadece bir kova su alabiliyorlar. Bir kova suyu almak için ne kadar çalıştıklarını bir bilseniz. Aynı miktarda su alabilmek için şehirdeki bir zenginden daha fazla çalışmak zorunda kalıyorlar, bu haksızlık. 

 SUYUNUZ YOKSA YOKSULLUĞU AZALTMAYI UNUTUN, ÇÜNKÜ BUGÜN SU BİR ÇOK HASTALIĞIN TEMEL KAYNAĞI. 

AIDS' den ve savaşlardan daha çok öldürüyor. Temiz içme suyu olmayan insan sayısını yarıya indirmekte kararlıyız. İşimiz çok zor. Özel sektörün uzmanlığını insanların ortak yararına kullanmak zorundayız. Görelim bakalım… Biz Suez firmasındanız. Bu özel şirketler gelişmekte olan ülkelere gittiğinde, önce halk tarafından su getirecekleri ve yatırım yapacakları için iyi karşılanıyorlardı. Ama insanların anlamadığı şey, onların yeni yatırımlar getirmediğiydi. Halk bu hizmet için Dünya Bankasına ödeme yapıyordu. Geldikten sonra fiyatları yükselttiler, iyi ve kaliteli su sunmadılar, yoksul insanların sularını kestiler, kamu görevlilerini işten çıkarttılar, yaptıkları bir kıyımdı. 

Yoksul bölgelere su getirdiler; ama getirdikleri bölgelerde o suyu elde etmek için küçük bir kart kullanmanız gerekiyordu. Bu ülke belki, ön ödemeli sayaçların kullanıldığı yeni teknolojinin önderi olabilir. Bu kitap ön ödemeli sayaçların nasıl kullanılacağını anlatıyor. Ama İngilizce yazılmış ve buradaki insanların yarısından çoğu İngilizce bilmiyor. Su için peşin para ödemeleri gerektiğini idrak ettiler. Suya alabilmek için elinizde bu jetonlardan olmalı, su almak istiyorsam kovamı şuraya koymalıyım, jetonu da buraya, Gördünüz mü, suyu almanın tek yolu bu. Aslında insanların düşünme tarzlarını, kültürlerini değiştirerek, ödeme yapmak zorunda olduklarını öğrettik. Ödemeye zorlamamalıyız, istedikleri için ödemeliler. 

 Hiç bir şeyi olmayan bir kadına, "su alman için kartı buraya takıp, karttaki para kadar su alabilirsin" demenin bir manası yok, O kadın ne yapar? Nehre gidip, kirli suyu alır ve sonra koleradan ölür! Sonra da hijyen bilmiyorlar dersiniz... Buradaki insanlar bilmiyor... Onlara sorduk. Peşin ödemeli sayaçların konulacağını bilmiyorlar. Başka şansları yok!.. Bu insanlar yoksul, seçme şansları yok, Bu sürecin sonuçları hakkında bilgi verilmiyor. Sayacın ön ödemeli olduğunun farkında bile değiller. Bu inanılmaz, bana hakaret ediyorsunuz! Biz gidiyoruz. İnsanlar ne tüketiyorsa bedelini ödemeliler. Post-liberasyon posterleri ne diyordu... bedava su, bedava elektrik, herkes için ev. Ama gerçekte ne oldu? Hükümet koşulları iyileştireceğiz diyerek; insanları evlerinden çıkarttı, elektriklerini, suyunu kesti. 

İşte o zaman, açıkça, "yasadışı olarak hepsini yeniden bağlayacağız" demeye başladılar. Şehir şebekesine bu şekilde bağlanan mahalleler var. Burada kadın muslukçular var, bu işi erkeklerden öğrendik, çünkü erkekler olmadığı zaman suyu bağlayan ve ışığı yakan biziz. Ne zaman ki su kesiliyor, savaşmaya başlıyoruz. Yani, bildiğiniz gibi böyle depolardan ve bunun gibi yerlerden su almaya çalışıyoruz. Okulda sudan bahsediyorlar. Su, çok ama çok değerli. Su öyle önemli ki, siz de biliyorsunuz, her zaman suya ihtiyacımız var. Ne yapacağız bilmiyoruz. "İnsanlık için su" denmesinde bizim açımızdan bir sorun yok. 

"Su ticari bir meta olmamalıdır" denilmesi de bizim için sorun değil. Biz burada işletmeciyiz, otel işletmecileri gibi; Sistemi işletiyoruz, çünkü deneyimliyiz. Bilgi birikimimizi satıyoruz. Biz de uzmanlık var. Bizde teknoloji var. Evlere su getiren büyük şebekelerin nasıl kurulacağını biliyoruz. Günümüzde, her gün su kaynaklı hastalıklardan bin kişi ölüyor. İdeal olan; herkese temiz su getirmek olmalı. Bu şirketlerin 150 yıllık geçmişi var, bankerler tarafından kuruldular. İşte bilmeniz gereken bu. Bu çokuluslu şirketlerin hayırsever kuruluşlar olmadığı çok açık. Bu şirketlerin kalkınmaya yönelik geliştirdiği "söylem" bir rezalet. 

Bu şirketler "SUYU GETİREREK YOKSULLUĞA SON VERECEĞİZ" diyorlar. 
Ama, ödeme yapamayan insanlara su getirmek için Vivendi paydaşları 10-15 yıl nasıl beklesinler. Bu onların hiç ilgisini çekmez. Yatırımcılarınıza kar vaadi veriyorsanız, topluma ihtiyacı olan kaliteli su, sağlık ya da eğitim hizmeti veremezsiniz. Bu temel kuraldır. İnsanlar; suyun tanrılar tarafından cennetten gönderildiğine inanıyorlar. O halde suya neden para ödesinler? Eğer su borular ve muslukla geliyorsa, bu işte büyük paralar dönüyor demektir. Bu şehri idare etmek için paraya ihtiyacınız olduğunu biliyoruz. Ama siz bu parayı, ödeme yapamayacak insanlardan almaya kararlı mısınız? 

Birleşmiş Milletler'in milenyum hedeflerinden biri, 2015'de içme suyuna erişemeyen insan sayısını yarı yarıya azaltmak. Ama, aynı yöntemlerle içme suyu sağlamaya devam edilirse, yani merkezi sistemden su borularla taşınmaya devam edilirse, kırsalda; küçük topluluklar halinde yaşandığı için maliyetin altından kalkamazsınız. Bu nedenle farklı bir çözüm üretilmelidir. Hindistan'da neredeyse herkesin biyolojik olarak kirlenmiş suyla ilgili bir anısı vardır. Benimki ise, kuzenimi ishal nedeniyle kaybettim. O zamanlar küçük bir çocuktum. Büyüyüp, kendi çocuklarıma sahip olduktan sonra teyzelerim ve amcalarımın nasıl bir felaket yaşadıklarını anladım. 1920'li yıllardan beri ultraviyole'nin sudaki mikropları öldürdüğü bilinmekte. 

Aklıma, Ultraviyole ile suları az maliyetle dezenfekte etme fikri geldi, başka kimse bunu yapmıyordu. Bu, önceleri çok kişi tarafından uygulanmış olmalıydı, ama kimse yapmamıştı. Andhra Pradesh eyaletinde resmi kayıtlara göre geçen yıl 70 bin kişinin kirli içme suyundan öldüğünü biliyoruz; evet, 2 km'lik yürüme mesafesi içerisinde su vardı, ama Hindistan'da yüzbinlerce insan kirli içme suyu nedeniyle hayatını kaybediyor. UV filtrasyonu gelmeden önce kuyular ve derelerden su içerdik. Kolera gibi pek çok hastalığa yakalanırdık. Sistemin bakımı, yerel toplum tarafından yapılabilir. Suya verdikleri para öylesine az ki, sistemi çalıştırması için birini işe alabilirler. Maliyet uygunsa, hiç sağlıklı içme suyuna sahip olmamış bir halk, kendini amorti eden sağlıklı su modelini gerçekleştirebilir. 

Evlere posta dağıtmaya gittiğimde, herkes, bu içme suyu geldikten sonra hayatlarının nasıl daha iyi hale geldiğini anlatıyorlar. Su bizim için iyiyse, biz kocamanız, şu küçük tavuklar için nasıl olacağını düşünsenize. Önceden tavuklarım sudan hasta oldukları için ilaç kullanırdım. Her bir tavuk için 2 rupee maliyet. Ama artık tavuklarım hastalanmıyor. Bu nedenle çok mutluyum. Yılda, bir kişi için günde 10 litrelik güvenli su yaklaşık 2 dolara mal olmakta. Günde 1 dolardan az kazanan insanlar için bile senede 2 dolar vermek bir sorun olmaz. Bu teknolojiden günde yaklaşık 300 bin kişi yararlanmakta. Buna ihtiyacı olanlarla oranlarsak, çok az. 

Daha çok yol almamız lazım. Yardım kuruluşlarının fonlarının çoğu fakir ülkelere verilir, ama bu ülkelerde sadece politik ve ekonomik güç sahibi olanlara su sağlanır. Kendileri güvenli suya kavuşur kavuşmaz, ülkenin kalan bölümü için su sağlama istekleri bir anda isteksizliğe dönüşür. Kendileri istediklerini elde ettiklerinden diğerleri gecekondularda yaşayabilir ve buldukları suları içebilirler. Yıllardır, insanlar suyu çantada keklik gibi görüyorlar. Suyun nereden geldiği ile ilgili hiç düşünmüyorlar. Musluğu açtıklarında suyun akmasını bekliyorlar. Artık, güzel günlerin sonu geldi. 

 SONSUZA DEK SUYUMUZUN OLACAĞI GÖRÜŞÜ ÇOK YANLIŞ. 
Kaliforniya'nın 20 senelik suyu kaldı, New Mexico'nun 10 senelik. Yeni golf sahaları yaparlarsa, bu süreyi 5 yıla kadar düşürebilirler. Arizona, Florida ve hatta büyük göller için bile bu söz konusu. Nil Nehri artık denize akamıyor. Colorado Nehri ve Çin'in Sarı Nehri de. Artık bu nehirlerin büyük bir bölümü denizlere akamıyorlar. Bu sorunun uzakta olduğu fikrinden kurtulun, daha çok zamanımız var fikrini aklınızdan silin. Zaman kalmadı. Gezegenimizin su kaynaklarını hakir görüyoruz, ama bu çok aptalca, çünkü onlara bağımlıyız. Yaşamak için suya gereksinmemiz var. Eğer suyumuz olmazsa, bir ya da iki gün hayatta kalabiliriz. 

BİLİM İNSANLARININ YILLARDIR YAPTIĞI ÇALIŞMALAR VE ELDE EDİLEN MİLYONLARCA VERİYE GÖRE, 6 . NESLİN YOK OLMASIYLA KARŞI KARŞIYAYIZ. 

yok olan 5. nesil dinazorlardı. Hani şu filmleri bilirsiniz, uzaydan dünyaya bir kuyrukluyıldız gelir. ve aniden hükümetler, "amanın, aslında aramızda büyük farklar yok, nasıl olsa hepimiz yakında öleceğiz" derler ya. İşte içinde bulunduğumuz durum budur. Yaklaşan bir kuyruklu yıldız var. Biz ona "SU KITLIĞI" diyoruz. İklim değişikliği büyük bir sorun. İnsanlar iklimleri değiştiriyorlar, bununla ilgili deliller hâlihazırda elimizde. İklim değişikliğinin en büyük etkisi su kaynaklarımız üzerinde olacak. İnsanın seller ve kuraklıklar yüzünden öldüğünü ve küresel ısınma nedeniyle oluşan sosyal karışıklıklar göreceğiz. Aslında trajik olan insanların şu anda son derece bilinçli olması, ama bu bilinç şirket karları için kullanılıyor. 

 "Allah’ım, suyumuz tükeniyor, suya büyük yatırımlar yapmalıyız, su ne kadar da kötü idare ediliyor" Bunun hemen ardından gelinen nokta "onu özelleştirmeliyiz, o zaman daha verimli kullanabiliriz ve herkes daha iyi olabilir" Tabi ki bunların hepsi laf salatası, tamamen aptallık. Temelde bu insanlar su satarak para kazanmak istiyorlar. Özel şirketlere göre su, satışa sunulmalı, herhangi bir mal gibi satılabilmeli, Küresel endüstri'de su, elektrik ve petrolden sonra 400 milyar dolarlık hacmiyle 3. sırada yer alıyor. Ben bir yeşil, bir de mavi satın aldım ve sarının da yarısını almak üzereyim. Pazar son derece ahlakdışı. Kirlenme ve kıtlık bahane edilerek. Sizi, suyu ihtiyacı olanlara değil, parası olanlara satmanıza yönlendiriyor. Su sektörü, son 20 yılda küresel ekonominin 2-3 katı kadar büyüdü. 

Suyla ilgili şirketleri satın almak, suyun kontrolünü, nasıl dağıtılacağı sağlayacak; bunu başarırsanız önümüzdeki 10-20 yıl için en iyi yatırım olanağını elde etmişsiniz demektir. İnsanlar diyor ki: Su da hava gibi, hava için herhangi bir bedel ödüyor muyuz? tabii ki hayır" "Öyleyse, su için de bir bedel ödemememiz gerekir" tamam, ne olacağını göreceğiz!.. Şişe suyu tüm dünyada musluk suyundan daha güvenli olduğu için milyonlarca kişi tarafından kullanılmakta. FDA'ya göre, ABD'de milyarlarca dolarlık şişe suyunu denetleyenlerin sayısı bir kişiden az. Bunun anlamı: fakir insanların çalıştığı sektörlerden birinin de suların şişelenmesi olduğu. FDA'ya ne tür şişelenmiş su diye sorarsanız size "hiç fikrimiz yok" diyeceklerdir. 

ABD'liler geçen yıl 31 milyar şişe suyu satın aldılar. Buna 10.8 milyar dolar ödediler. Dünyada her yıl şişe suyuna 100 milyar dolar harcanıyor. Bu nasıl bir aptallık. İnsanlar neden şişelenmiş su için para ödesinler. Bunun nedenini anlamak için Kaliforniya'nın gözde restoranlarından birine gidelim. Son derece gösterişli ve aslında olmayan şişelenmiş sular için bir menü bastırdık. Bu suların şişesine 7 dolar fiyat koyduk. Başgarsonumuz ilk şanslı müşteriye özel su listemizi sunuyor. Biz bir şise "L'eau Du Robinet" alalım. L'eau du Robinet'mi istiyorsunuz? Mükemmel seçim. Fransızca: musluk suyu demek. Şerefe Evet, bu gayet temiz görünüyor. Çok hoş bir tadı var. Musluk suyuna göre tadı nasıl? Evet, musluk suyundan çok daha iyi. Bu gösterişli suların gerçek kaynağı neresi? Restoranın avlusundaki hortumla doldurduk. 

Her dört ABD'liden üçü şişe suyu içiyor. Her 5'inden biri sadece ve sadece şişe suyu içiyor. Su hâlihazırda ödeme yapmış olduğumuz bir şey. Çoğu musluk suyu olan markalar benzinden daha pahalıya satılıyor. İşte böylece, Tufts Üniversitesi'nde 42. musluk suyu mücadelesini vermekteyiz. Sanırsam, Dasani markalı su, musluk suyu. Her yıl, bizleri şişe suyunun musluk suyundan daha iyi olduğuna ikna etmek için milyarlarca dolar harcıyorlar. Hâlbuki musluk suyu sadece daha az denetleniyor o kadar. 

ABD'DE SATILAN BİNLERCE MARKANIN SUYUNU TEST ETTİK. 
SONUÇLARA GÖRE, ŞİŞE SUYU, MUSLUK SUYUNA GÖRE NE DAHA GÜVENLİ, NE DAHA İYİ, NE DE DAHA SAF. 

Hatta bazılarında yüksek düzeyde arsenik, organik kimyasallar, bakteriler bulduk. Yani, incelediğimiz suların üçte birinde sorun vardı. Üzerinde dağ resmi olan bazıları musluk suyuydu. Glacier suyu, Florida'daki yeraltı suyu. Bir kısmı için saf dağ suyu deniyor. Aslında liste çok uzun. Örneğin, Massachussets'de bir adam, Superfund bölgesine yakın endüstriyel alanda bir kuyu açmış ve bu kuyudan gelen suları birkaç değişik isim altında pazarlamış. İnsanlar bu suları, nereden geldiğini bilmeden satın alıyorlar. 

 BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE GÖRE, TÜM DÜNYA İÇİN GÜVENLİ, TEMİZ İÇME SUYU ELDE ETMEK İÇİN YILDA 130 MİLYAR DOLAR GEREKİYOR. 

 Geçen yıl hepimizin şişe suyuna ödediği bunun 3 katı. Herkes için saf su bulma hayali, insanoğlunun elinde. Dünya Su Konseyi, 'de su yatırımları ile ilgili bir toplantı sonrasında oluşturuldu. Suyun şirketlere devredilmesini desteklemek amacıyla bir araya gelmişlerdi. İnsanlara su sağlamak için bir araya geldiklerini söylediler. Ama o toplantıda kimlerin olduğuna bakarsanız, hepsinin büyük su şirketleri, Dünya Bankası ya da uluslalararı kalkınma acentaları olduğunu görebilirsiniz. 

Bir araya gelme nedenleri aslında gelecekte suyu iyi bir mal olarak nasıl pazarlayabileceklerini belirlemekti. Pek çok ABD'li Dünya Bankası'nın ne olduğunu bilmiyor. Benimle aynı fikirde misiniz? Evet, maalesef ben de aynı fikirdeyim. Bu durum gerçekten de çok üzücü. Dünya Bankası; teşkilatlandırma, bozulma, çevre, sağlık, eğitim gibi konularla yakından ilgilenir. Bunların tamamıyla ve barışın temelini oluşturmakla ilgili. Fakir ülkelere, temel gereksinmelerini karşılayabilmeleri için borç vermeye daha ne kadar devam edebiliriz? 

 FAKİR ÜLKELER BORÇLARINI ÖDEYEMEYECEK HALE GELECEKLER VE SONUNDA DÜNYA BANKASI VE IMF ONLARIN HÜKÜMETLERİNİN YERİNİ ALACAK. 

 Sorulması gereken bir dizi politik soru var. Suyun sahibi kim? Suyla ilgili kararları kimler veriyor? Niye bu grup? Niye Dünya Su Konseyi, Dünya Bankası ve büyük su şirketleri, Bunları suyun idaresiyle ilgili bu yerlere kim getirdi? Bunlara hepimiz adına karar verme yetkisini kim verdi? Bunları kim seçti? Bu forumları düzenleyen Dünya Su Konseyi'nin o zamanki başkanı %50'sine Vivendi, %50'sine Suez'in sahip olduğu Marseilles şirketinin başkanından başkası değildir. IMF'nin önceki başkanı olan Michel Camdessus'un iki danışmanının Suez ve Vivendi'nin başkan yardımcıları olduğunu anladığımızda, artık başka bir şey söylemeye gerek kalmıyor. 

 HER ŞEY KONTROL ALTINDA, HER ŞEY AYNI YOZLAŞMANIN BİR PARÇASI. 
SADECE, İNSANLAR BUNU BİLMİYORLAR. 

 Biz olayın önemini anlamadan, bu kulüp, suyun dünyadaki en değerli şey olduğuna karar vermişti. BU MAVİ ALTINDI. Tonlarca para kazanacaklar, daha da önemlisi, temiz sudan kazanılan parayı petrolle kıyaslamak zorunda kalacaksınız. Bu güç sahibi olmakla ilgili bir şey. Bu mavi altını gelecekte hangi toplumların, ülkelerin, hükümetlerin ve şirketlerin kontrol altında tutacağıyla ilgili. 

 SU HAYATI İDAME ETTİRMEK İÇİN MUTLAKTIR. 
SUYA SAHİP OLAN, SİZE DE SAHİP OLACAKTIR.

 (Türkiyedeki bütün sular İsrail tarafından alınmaktadır.!!!) İşte insanların anlaması gereken de bu. Kurbanlarınızdan birini gördünüz mü? Kurbanlar mı? Melodrama kaçmayalım. Şimdi buraya bakın. Buradaki noktalardan biri hareketsiz kalırsa gerçekten üzüntü duyar mısınız? Her duran nokta için 20 000 pound teklif etsem, bana doğruyu söyleyin, parayı almaz mısınız? Yoksa kaç noktayı saklamak için ne kadar verebileceğinin hesabını mı yaparsın? Gelir vergisinden muaf. Aman allahım, gelir vergisinden muaf. Günümüzde para biriktirmenin tek yolu. Hint kültüründe Ganj, ANA demektir. İnsanlar öldüklerinde, küllerini bu nehre atarız. 

Külleri nehre savruluncaya kadar ruhu huzura eremez, kurtuluşu bulamaz. Bir çocuk doğduğu zaman, ağızına bir parça Ganj suyu damlatırız. Biri öldüğü zaman yapılan son ayin bir damla Ganj suyudur. Ruhani anlamda Ganj'ın saflaştırıcı olduğu düşünülür; yani sizi temizler ve daha iyi insan olarak geri dönecekleri yerdir. O bize insanlığımızı bağışlayan nehirdir. Ganj'ın hayatı tehdit altında ve Ganj'ın hayatı ile birlikte milyarlarca Hint'linin inancı da tehlike altında. Bu suyun akışı kesintiye uğratılmıştır. Ganj, Tehri barajında tutulmaktadır. Esas trajedi, dünyanın en büyük su şirketinin açgözlülüğünü doyurmak için tutulmakta olmasıdır. Suez şirketi, Delhi halkına normalden kat daha pahalı su satmak için günde 635 milyon litre suya el koymaktadır. 

 1800ve 1700'lerde, hatta daha eski zamanlarda, toplum sahip olduğumuz kaynaklarla yaşardı. Küçük tarlaları sulamak için nehirlerden gerektiği kadar su alırdık. Yağmur suyunu biriktirir ve olabildiğince yeraltındaki su havzasını yeniden doldururduk. Geleneksel şekilde suyla ilgili gereksinmelerimizin değişimi 20. yüzyılda oldu, ne zamanki daha büyük altyapılar kurduk, daha büyük barajlar yaptık, işte o zaman nehirlerin akışını değiştirdik. Barajları, temelde su biriktirmek için kullanıyoruz. Niye suyu biriktiriyoruz? Suyu depoluyoruz ki, şehirlere içme suyu sağlayalım, ya da tarım için sulama yapalım; böylece hidroelektriği geliştirdik. Şimdi, esas soru şu, gerçekten de bu barajlara ihtiyacımız var mı? Yoksa suyu depolayabileceğimiz daha iyi yöntemler mevcut mu? 

 BİR NEHRE BARAJ KURDUĞUMUZ VEYA YÖNÜNÜ DEĞİŞTİRDİĞİMİZ ZAMAN, ÇOK GÜÇLÜ BİR ŞEYLE OYNAMIŞ OLUYORUZ. MİLYONLARCA YILDA GELİŞİP, OLUŞMUŞ BİR EKO SİSTEMİ ÇOK KISA BİR SÜREDE TERSİNE ÇEVİRİYORUZ. NEHİRLERDE, AKAN ORGANİK MADDELER VARDIR, BUNLAR NEHİRLERDEKİ TÜM HAYAT FORMLARINI BESLER; NEHİR BOYUNCA AKAN BU YAŞAM FORMLARI, OKYANUSLARI BESLER. BARAJ KURDUĞUNUZ ZAMAN, ORGANİK MADDELER BARAJDA SIKIŞIP KALIR, ÇÜRÜMEYE BAŞLAR, ÇÜRÜMENİN SONUCU OLARAK METAN GAZI OLUŞUR, METAN GAZI SERA ETKİSİNİ YARATAN GAZLARDAN BİRİDİR. BİR BARAJ GÖLÜNÜN KÜRESEL ISINMAYA OLAN ETKİSİ, KÖMÜR SANTRALİNDEN ÇOK DAHA FAZLADIR. BAZEN, KÖMÜR SANTRALİNDEN 20 KAT DAHA FAZLADIR. 

 Bir baraj inşa edildiği zaman, fakir insanlara su sağlanacağı, kuraklıktan kırılan alanlara su temin edileceği söylenir, bu dünyanın her yerindeki aynıdır; 

SİZ DE, KÜÇÜK ÇİFTÇİLER VE FAKİRLERİN YAŞANTILARININ İYİ OLMASI İÇİN YAPILDIĞINI DÜŞÜNÜRSÜNÜZ. 
ANCAK, DENEYİMLERİMİZ GÖSTERMİŞTİR Kİ, KÜÇÜK ÇİFTÇİLER DEĞİL, BÜYÜK ÇİFTÇİLER BU SULAMALARDAN DAHA ÇOK YARARLANMAKTADIR. 

Zenginler her yerde karlı oluşunu görmek ne kadar zor) Benim adım Anna Debwese Mape. Lesotho dağlarındaki Maetsisa'dan gelmekteyim. Bizler çok uzun zamandır buralarda yaşamaktayız. Ne kadar uzun süre olduğunu anımsamıyorum bile. Kuşaklar boyudur bu coğrafyanın bir parçasıyız. Lesotho Dağları Baraj projesinde firmalar bize yanaştılar. Şeflerimize baraj kuralacağı için buradan gitmemiz gerektiğini söylediler. Başka seçeneğimiz olmadığından taşındık. Çok zor bir hayatımız var. Burada çocuklarım aç olduğu zaman onları besleyecek hiç bir şeyim yok. Hâlbuki eskiden tarlalarımızda taze sebzelerimiz vardı. Ama burada, her şey farklı. Hiç toprağımız yok. Yetkililere çok kızgınım. Ama kızgın olmak bana bir şey kazandırmıyor. Bize gitmemiz gerektiği söylendi, biz de gittik. Seçeneğimiz yoktu. "Katse Barajı-Lesotho" 17 000 kişi göçe zorlandı. "Xiaolangdi Barajı-Çin" 200 000 kişi göç etti. "Akosombo Barajı-Gana" 80 000 kişi " 3 Gorges Barajı-Çin" 1.3 milyon kişi 

 DÜNYANIN HER YERİNDE, BÜYÜK BARAJLARIN EN ÖNEMLİ DARBESİ TOPLULUKLARIN YER DEĞİŞTİRMESİ OLMUŞTUR. 

 Barajlarla ilgili Dünya Komisyonu verilerine göre, 20. yüzyılda büyük barajlar nedeniyle 40-80 milyon kişi yerlerinden edilmiştir. 10 milyonlarca insandan bahsetmekteyiz; Büyük bir Avrupa ülkesinin nüfusundan daha fazla. Gerçekten de bu çok büyük bir rakam. Buradaki asıl sorun, insanları yer değiştirmeye ikna etmek için verilen sözler. "Size yeni bir ev vereceğiz, temiz su sağlayacağız, elektrik vereceğiz". (Baraj hikâyeleri demek ki hep bir yalanın pazarlaması oluyor.) Ama hiç kimse bu sözleri tutabilecek konumda değil. Sözler verilir, insanlar yer değiştirir, proje gerçekleşir. aradan bir yıl geçse bile, insanlara söz verilen topraklar verilmez. Artık onların yapabilecekleri hiç bir şey yoktur. Genellikle kanuni olarak müracaat edebilecekleri kimse de kalmamıştır. Gelişme adına, bu vadilerdeki insanlar yıkıma, yoksulluğa ve mahrumiyete mahkum edildiler. Tarlaları, bahçeleri, tapınakları, camileri, kültür anıtları ve her şeyleri su altında kaldı. Yıllar önce ölmüş atalarımızın hepsi hala oradalar. Otoriteler bize, mezarlarımızı arkamızda bırakmak zorunda olduğumuzu söylediler. Belki de hepsi baraj sularına gark olacaktır. 

 DÜNYA BANKASI, KURULDUĞU 1940'TAN BERİ, DÜNYADAKİ BÜYÜK BARAJLARIN EN ÖNEMLİ FON SAĞLAYICISIDIR. 
DÜNYA BANKASI'NIN BÜYÜK BARAJLARI SEVMESİNİN NEDENİ, ÇOK PAHALIYA MAL OLMALARIDIR.

 Dünya Bankası yılda yaklaşık 20 milyar dolar borç vermektedir. Bunu yapamazsa, daha az kar elde edecektir. Borç vererek kar etmenin en iyi yöntemi büyük projelere borç para vermektir. 
 DÜNYA BANKASI'NIN KANUNİ DOKUNULMAZLIĞI VARDIR. KİMSE DÜNYA BANKASI'NI DAVA EDEMEZ. 
Dünya Bankası'nın desteklediği bir proje yaşam alanınızı, evinizi mahvedebilir; tarlalarınızı sular basabilir, ve hayatınızı alt üst edebilir. Bu yüzden Dünya Bankası'nı dava edemezsiniz. Dünya Bankası tek yere milyarlarca dolar harcar. Bunun yerine milyonlarca farklı köye, daha az harcamayı tercih etmez. Pek çok yerde gereken milyon dolarlar değil, yüzbinlerdir. 

 YÜZYILLAR ÖNCE, BİNALAR YAPILIRKEN DAMLARDAN SÜZÜLEN SULARIN BODRUMDA BİRİKECEĞİ DEPOLAR YAPILIRMIŞ. İNSANLAR ŞİMDİ "AMAN ALLAHIM NE İYİ FİKİR" DİYORLAR. 

(Şimdi bahçende artezyen açmak yasak, depo bulundurmak yasak) Ne diye kilometrelerce ötedeki büyük bir baraj için milyarlar harcayalım? Niye damımıza düşen yağmuru biriktirmeyelim? Benim adım Rajendra Singh… Burası bir Ghopalpura köyü. Ekiminden beri burada çalışmaktayım. Başlangıçta, bir okul ve küçük bir klinik kurdum. 6 ay sonra Bay Mangu Mina, "Bizim eğitime değil, suya gereksinmemiz var" dedi. Ben bir mühendis değilim. Sudan anlamam. Şu tepeyi görüyor musunuz? Eskiden her yer böyle çoraktı. Buraya çok az yağmur yağar. Öyleyse ne yapabiliriz? Mangu, "Sana öğretebilirim" dedi. 

Ülkemizde suyu saklama ve hasat etmek için çok akıllı bir yöntemimiz vardır. Bu akıllı yöntemi kullandık; bu benim ülkemin su saklama yöntemiydi. Daha önce buralarda su sorunu vardı. Kuyular tamamen kurumuştu, hiç su yoktu. Eğer şu ilerdeki tepeleri birleştirebilirsek, su hasadı yöntemiyle, su o taraftan gelecek, biz de suyu burada toplayabileceğiz, böylece yeraltı havzalarını yeniden doldurabileceğiz. Su burada toplanır, yeraltına gider ve havzaları besler. Böylece kuyularımız dolar. Değişimin etkisini görüyormusunuz? 

 Oluşan nemle birlikte küçük dereler, yeşillikler, ağaçlar ve bitki örtüsü oluşur. Nem varsa, yeşillikler büyür, yeşillikler büyürse refah da onunla birlikte geri gelir. İşte suyla olan bağlantı budur, yeraltı su havzaları ve yeryüzü. Bu yöntemle çiftçilerimiz senede 2 ya da 3 mahsul alır. Artık yeterince tahıl yetiştiriyoruz. Şimdi kentlere tahıl ve sebze vermekteyiz. Artık şehirliler köyüme gelip iş arıyorlar. Bugüne kadar 7600'den fazla su hasatı yapısı gerçekleştirdik. Toplumun gücüyle!.. Halkın harekete geçmesiyle ve gücüyle. Rajasthan çölünde yeşil orman yaratıldı!.. Burada su hasatı yapmaya başladığımızda, bana resmi bildirimde bulundular. 54 No.lu Sulama Drenajı Kanuna dayanarak. "Burada yağmur sularını biriktiriyorsunuz. Yağmur sizin değil dediler. "Su Kimin? Diye Sordum Onlara. Sizin Mi? Hükümetin Mi? Hayır Değil. Su Doğal Bir Kaynaktır, Herkesin Ortak Kullanım Kaynağıdır. Su Herhangi Birinin Mülkiyeti Altında Değildir. Su, Hayat İçin Kaynaktır. 

 İŞTE KAZIKLANDIĞIMIZIN HİKÂYESİ Nestle'nin, Michigan'da bir şişeleme tesisi kurmayı planladığını öğrendiğim zaman. Nestle, hem de bizim eyaletin tam kalbinde, su şişeleme, büyük bir iş olmalı diye düşündüm. NESTLE, ABD'DEKİ POPULER MARKALAR DA DAHİL, DÜNYADA 70 ŞİŞE SUYU MARKASININ SAHİBİDİR. Dakikada 2000 litre su pompalıyorlar. Ekolojik anlamda bunun anlamı, derelerin su düzeyinin düşmesi, eskiden su akan yerlerin çamur bataklarına dönüşmesi, pompalama bölgesindeki göl sularının düzeyinin düşmesi demektir. 

İŞİN DAHA DA FENASI, NESTLE, ÇEKTİĞİ BU SU İÇİN BİR KURUŞ BİLE ÖDEMİYOR. Tam tersine, dedikodulara göre bizim suyumuzdan günde 1.8 milyar dolar kar elde ediyor. İşte şimdi Michigan'dayız, bir dereden su almak isteyen bir şirket var, öyle değil mi? Su onun değil. Su üzerinde, ancak burada yaşayanlar kadar hakkı var. İşte soru şu, kullanma hakkı; şişelemek, sahip olmak ve satmak mı demek? İşte esas soru bu. Düşünmek için süre istedik ve insanlara sorduk, "gerçekten toplumun istediği bu mu?" diye araştırma için biraz zaman istedik. Kentin resmi yetkilileri dedi ki "en iyisini biz biliriz". İnsanlar projeyi duyduğunda, şirket neredeyse bir senedir orada yerleşik durumdaydı. Gerekli herkesle konuşmuşlardı, gayriresmi olarak yeşil ışık yakılmıştı. 

NESTLE, ON YILDA 10 MİLYON DOLARLIK VERGİ İNDİRİMİ ALDI. SADECE SU İÇİN PARA ÖDEMEMEKLE KALMIYORLAR, AYNI ZAMANDA TOPLUMUN VERGİ GELİRİNE DE KATKIDA BULUNMUYORLAR. DNR 

(Birçok alt-ulusal hükümetler veya Tabii Kaynaklar Bölümü benzer organizasyon adları) orayı 99 yıllığına 63 bin dolara kiraya verdi. Para bile değil. Su almak için gelen küçük kamyonetleri görüyor musunuz? Pompalanan su 20 km'lik çelik boru hattıyla buraya geliyor; kimyasallarla işleniyor ve plastik şişelere konuluyor, ki bu şişeler yenilenebilir kaynaklar değil, içindeki su kullanıldıktan sonra çevreyi kirletiyorlar. Pek çoğunun desteklenmesine devam edilecek, neden derseniz burada Ice Mountain satıyorlar. Şaka gibi. Kendi suyumuzu bize satarak para kazanıyorlar. 

 5 Eyalette haklarında dava açıldı. Zephyrhill'den o kadar çok su çekmişler ki, büyük oyuklar nedeniyle heyelan olmaya başlamış. Ben bir çiftlikte yaşıyorum ve küçük deremin yok olmasını istemiyorum. Evart'ta da kuyu açmak istiyorlarmış. Karımın kardeşi, geçen yılki ve günlük denemeler sırasında susuz kaldı. Yan komşum neredeyse susuz kalıyordu. Bunlar, onlar kuyuları denemeye başladıktan sonra oldu. Bizler bu savaşın içindeyiz. Davut ve Golyat savaşının içindeyiz. Para bulmak için bütün yollara başvuruyoruz: kermesler yapıyoruz, ekmek satıyoruz, konserler veriyoruz. Mahkeme sırasında; saygıdeğer Lawrence Root başkan. Oturabilirsiniz. 

 BİRLEŞMİŞ MİLLETLER RAPORLARI, 2020 YILI İTİBARI İLE DÜNYANIN YARISININ YETERLİ SU BULAMAYACAĞINI SÖYLÜYOR. 

Onlar ise hala Michigan sularının peşindeler. Nestle, Michigan'a geldiğinde, "Biz iyi bir şirketiz, hiç bir şeye zarar vermeyeceğiz. Her şeyden sorumlu olacağız" dediler. Mahkeme sırasında, kuraklık boyunca su pompalamaya devam ettiler. Dead Deresinin akışında saptanmış herhangi bir azalmanın oradaki ekosisteme en ufak bir etkisi yok. Birinin evinin önündeki dere yatağı, çamur tabakası haline geldi. Fabrika müdürünü sorguya çektim ve dedim ki: "Şu resimlere bakın, burada bir çamur tabakası var, hala pompalamayı durdurmayı düşünmüyor musunuz?" O durumda bile pompalamaya devam ettiler. Bu kaynaklardan göle akan suların bazıları neredeyse durdu. 

Gerçek şu ki, ne derlerse desinler zararlı etkilerin hepsini görebiliyorduk, yine de pompalamaya devam ettiler. Bir uzaklaştırma dilekçesi aldık ve bir süre sonra bazılarımız "özel müfettiş olduğunu söyleyen kişilerin kapılarını çaldığını" söylediler. Bir firma kiralayıp insanların kapısını çalarak "dilekçe imzaladınız mı?" diye sormaya başladılar. bu insanları bulmaya çalıştılar. Yaptığımız şeyi şöyle anlattık, "zamanda şöyle geriye gidelim, bin yıl önce Roma'da suyun sahibi kimdi? Avrupa'da, diğer ülkelerde medeni hukuk, suyun sahipliği ve kullanımını nasıl halletmişti ?" 

 Bunun yanıtı olarak suyun her zaman kamu malı olduğunu gördük. Su, hiç bir zaman kimse tarafından sahiplenilmemişti. Günümüzü düşünürsek, bu böyle mi? Hiç de öyle değil. Demek istediğim bu, sadece sağduyu. Güneşe bir baksanıza, güneşin sahibi var mı? Su, değişik formlarıyla dünyamıza hayat için verilmiş fani bir hediyedir. Ve faniliğini ortak fikirler çerçevesinde sürdürür. Fani olmayan şeyleri, bu kalem gibi alıp verebilirsiniz. Fani olan şeylere sahip olamazsınız. Yargıç, "Bakın, bir akıntı ya da göl suyunun azalması ya da yok olmasına neden olan su satışı var." "Bu yapılamaz, bunu yapmak için gereken haklara sahip değilsiniz, pompalarınızı kapatın" dedi. 

 NESTLE, KARARA İTİRAZ ETTİ. 
Mecosta'da su pompalamaya hakkı olduğunu iddia etti ve itirazı süresince su pompalamasına izin verilmesini istedi. Bu isteği kabul edildi. Aralık 2005'te Nestle'nin itirazıyla ilgili karar verildi: Dakikada 825 litre veya günde 1 200 000 litre su pompalayabilir. Bölge halkı bu karara bir üst mahkemeye başvurarak itiraz etti. Nestle, kişilerin itirazının kişisel bir zarara uğramamaları durumunda geçersiz sayılması gerektiğini belirterek, itirazın kabul edilmemesi için başvurdu. Mahkeme Nestle'yi haklı buldu. Bu sıralarda, Nestle Evart bölgesinden 800 000 litre su pompalamayı planladığını duyuruyor. Nestle'nin ABD'deki su kaynakları Olan neydi biliyor musunuz? 1854 'tekinin aynısı. 

 Seattle'in Kızılderili Şefinin, ABD'nin beyaz hükümetine verdiği yanıtın aynısı. Satın almak, tırnak işareti içerisinde büyük bir Kızılderili toprağı "satın almak". Gökyüzünü nasıl alıp satabilirsiniz ki? Toprakların coşkusunu? Bu düşünce bize çok ters. Bizler taze havanın ve suyun ışıltısının sahibi değilsek, bunları nasıl satın alabilirsiniz ki? Onların sahibi biz değiliz ki !.. Dünyanın her bir parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her bir çamın iğnesi, her bir kumsal, ormanların buğusu ve her bir böcek, benim insanlarımın bellekleri ve deneyimleri için kutsaldır. Bu güzel yeryüzü, kızılderili adamın annesidir. 

Biz nasıl dünyanın bir parçasıysak, dünya da bizim bir parçamızdır. Nehirler bizim kardeşlerimizdir. Nehirlere, kardeşlerimize davrandığmız gibi iyi davranırız. Ama beyazlar bizi anlayamaz. Onlar, topraklardan istediğini alıp giden yabancılardır. Dünya onların kardeşi değil, düşmanıdır. Ve ne zaman ki onu fetheder, yoluna devam eder. Dünyayı kendi çocuklarından kaçırır ve bu umurunda bile olmaz. Bilmiyorum. Bizler ve sizler çok farklıyız. (COCA-COLA KAZIĞI) Defolun, Coca-cola defol. Coca-cola defol. Pepsi istemiyoruz, cola istemiyoruz. Biz içme suyu istiyoruz. Pepsi istemiyoruz. Cola istemiyoruz. 

 İçme suyu istiyoruz. Plachimada'ya ilk kez geçen yıl geldim. [2] Kızkardeşlerim tek başlarına bir yıl boyunca Cola'ya evine dön diye bağırıp durdular. Burada olan şudur, bu kadınlar yıllardır Coca-cola tarafından suları çalınarak, şişelenerek, toprakları zehirlenerek oyalanmışlardır. Artık kuyuları kuruyor, yiyecekler eskisi gibi değil, sular kullanılacak gibi değil. Bu insanlar yaklaşık 2 yıldır bu durumdalar. Her gün buraya geliyorlar ve vakur bir şekilde karşılarındakilere kendi gerçeklerini anlatmayı sürdürüyorlar. Bu ülkedeki hiç kimsenin, özellikle de fakirlerin hayatlarını kazanmak yerine bir kenarda oturma lüksleri yoktur. Eğer kardeşlerimiz buraya geliyorlarsa bunun bir nedeni vardır. Bu şirket buraya gelmeden önce, hayatlarımız gayet konforlu ve güzeldi. İyi suyumuz vardı ve tarlalarda çalışıyorduk. 

Şirket geldikten 6 ay sonra suyun tadı değişti. Banyo yaptığımız zaman başımız dönüyor. Canımız acıyor ve her yerimiz kaşınıyor. Buraya, savaşan kardeşlerimizle birlikte olmak için geldik. Haberlerde, Coca-cola'nın Plachimada'lılarla görüşmeyi red ettiği söylendi. Biz de şirketinizi bu nedenle sorguluyoruz zaten. Bunun hakkında konuşamam. Fabrikadan hayvan leşi gibi berbat kokular geliyor. (Coca Colanın içinde ne var ki) Atık tankını sadece geceleri açıyorlar. Geceyarısından sonra, atıkları toplayıp uzaktaki hindistancevizi çiftliklerine atıyorlar. Bu atıkların biyolojik gübre olduğunu söylüyorlar. Coca-cola Plachimadalılara ücretsiz gübre dağıttı. (!!!!!) BBC, bu gübrelerde atık maddeler, kurşun ve cadmium olduğunu belirtti. (!!!!!) Bu durumla ilgili daha çok çalışmalı ve bir şeyler yapmalıyız.

 COCA-COLA VE PEPSİ... VE NESTLE, NESTLEYİ'DE UNUTMAMAK GEREK, TOPLUMLARIN İÇİNE GİRİYORLAR, HEPSİ SU HIRSIZLARI, TÜM DÜNYADAKİ SAF YERALTI SULARININ PEŞİNDELER. 

Uyanışa geçen toplulukları ortadan kaldırıyorlar ve bunu umursamıyorlar bile. Plachimada halkı 'te başardı. Coca-cola'ya tesisleri kapatması gerektiği bildirildi. Coca-cola hala yerel su kaynaklarına zarar vermediğini iddia ediyor. Son yıllarda suyun özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesiyle ilgili girişimler arttı. Hindistan hükümeti, Kamusal doğal kaynaklarımızı özelleştirmek için yeni bir su politikası oluşturdu. Bu politikaya karşı savaşıyoruz. Ülkemde suyla ilgili bilinçlendirme hareketi başlattım. 

 BU YOLCULUĞUN TEMEL KONUSU "SU HAKKI". ARANIZDAN HERHANGİ BİRİ SU, SÜTLE AYNI FİYATTAN SATILMALI MI? DİYE DÜŞÜNDÜ MÜ? 

 Bu çokuluslu şirketlerden önce, her köy kendine yeterdi. Köyümüzde her şeyimiz vardı. Bu şirketlerden sonra, tohumlar, gübreler, hatta su bile şirketlerin eline geçti. Onlar hayatın kaynaklarını kontrol edebilirlerse ülkedeki her şeyi kontrol edebilirler. Bu ticarileştirme sürecinin bir parçası olarak su kaynaklarından faydalananların kaynakları ya kapatılacak, ya da özelleştirilecek. Madhya Pradesh eyaletinde, Asya Kalkınma Bankası, su kaynaklarının iyileştirilmesi için borç para veriyor. Bu parayı, fakir halkın su aldığı istasyonların kapatılması şartıyla veriyor. Şimdi su istasyonları, sonra insanların kendi başlarına açtıkları kuyular ve tanklar. Bunlar da ya özelleştirilecek ya da kapatılacak. 

Burada önemli bir bağlantı var. Sadece yüzler, binler değil, milyonlarca insanın kendi ev ekonomileri, işleri ve yaşam şartları bozulursa ne olur? Kanımca, her türlü sosyal hastalık, hatta terörizm ve toplumsal kargaşanın temeli bunlar olacaktır. İş, su hakkına gelince, ortak yaşam gereksinimimize gelince, ortak tek şeyimiz var. Temiz ve taze suyun yerini hiç bir şey tutamaz. nehirlerin, derelerin ve yeraltı sularının yerini hiç bir şey alamaz. Bunların yerine geçebilecek başka hiç bir şey yok, işte bu yüzden su her yerde korunmalı. "

HİÇ ŞÜPHESİZ Kİ, KENDİLERİNİ BİR İDEALE ADAYANLAR DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLİR. ASLINDA, BUGÜNE KADAR HEP BÖYLE OLMUŞTUR" 

 Bizler bunun deliliyiz. Michiganda'ki bu küçük grup; şimdi 1800 kişiye ulaştı ve hala katılım artmakta. Bu grup, Kuzey Amerika ve dünyanın diğer yerlerindeki gruplarla bağlantı kurdu. İşler böyle yürümekte. Bu bir demokrasi meselesi değil, cumhuriyet meselesi değil. Bu bir yaşam meselesi. Buradaki strateji çok basit; git ve insanlarla konuş, onlara gelmekte olan tehlikeyi göster. Hepsi bu kadar. Modern teknolojinin tüm olanaklarına sahibiz. Ama hiç bir teknoloji yürümenin yerini tutmaz. Hiç kimse yürüyüşü durduramaz. Suez şirketi, fiyatlara zam yapmak istiyor, eğer zam yaptırılmazsa, hepsi giderler. Gitmek istiyorlarsa, giderler. İnsanlar ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Suyun özelleştirilmesine karşı verilen savaş, uluslararası bir savaştır. Savaşmamız gerek, yapılacak tek şey budur. 

 Ya savaşacağız, ya öleceğiz. Ben "savaşalım" diyorum. Eğer suyla birlikte uyum içinde yaşarsak ne olur? Çocuklarımızın ve torunlarımızın bu güzel yaşamı paylaşmasını istemiyor muyuz? Dünyaya zamanımızın çoğunu içinde yaşanması zor olan kutuların içinde geçirmeye mi geldik? Niye buradayız? İnsanların çoğu, çocuklarının geleceği, başka türlerin geleceği ve dünyadaki tüm ekosistemin geleceğinin, yeryüzünde insanlığın yapacağı müdahelenin elinde olduğunu anlamıyorlar. Gelecek kuşaklara iyi bir miras bırakmak istiyoruz. Savaşmak zorunda kalacakları bir yıkım değil. Nasıl yapılabileceğini bilmiyorum, fakat olmalı, bu içebakış mutlaka oluşturulmalı. Doğru değil mi? Nihayetinde mutlaka bir şeyler yapılmalı, insanlar kendilerine neyin önemli olup olmadığını sormalı. ve değişiklik yapmak için gerçekten de ne olması gerektiği ile ilgili gereken önlemleri almalı. 

Doğanın ne kadarını alıyoruz? Günümüzde her şeyi doğadan alıyoruz. Ama doğaya hiç bir şey vermiyoruz. İlişki şöyle olmalı, Hayatınızı ve hayat tarzınızı ancak doğa ile dost olursanız sürdürebilirsiniz. Bu değişikliklerin olmasını sağlamak için herkesin bu işin içinde olmasını sağlamalıyız, ama bana göre, suyla ilgili sorunlar hep yerel olacaktır. Geleceğin dalgası bunu göstermekte. Bunun yeterince bilgi sahibi olmamakla bir ilgisi yok. 

 BU POLİTİK İRADE EKSİKLİĞİ. 

 Dünyanın su kaynaklarını kurtarmak için politik irade olarak ne gerekiyorsa bunu işbirliği halinde gerçekleştirmeliyiz. Hiç şüphesiz kazanacağız. 21. yüzyıl, orta sınıfın dönemi olacak. Birleşmiş Milletlere, İnsan Hakları Beyannamesine su hakkınında eklenmesi için bir kampanya başlattık. Bize katılın, destek verin. Madde 31: Herkesin, kendisi ve ailesinin yaşamını sürdürmek için temiz ve yeterli miktarda suya ulaşma hakkı vardır. Kimse yaşamı için gerekli olan sudan mahrum bırakılamaz. Yaptıklarımızla çocuklarımıza olumlu mesajlar iletmeliyiz, değil mi? Su gibi, ay, yıldızlar gibi şeyler vereceğimiz en değerli hediyeler. 

Bunlar çocuklarımızın isteyeceği çok güzel şeyler. Çocuklara, hadi hep birlikte savaşalım fikrini öğretiyorum. Bir gün bunu siz değiştireceksiniz ve toplumu daha iyi hale getireceksiniz. Biz diyoruz ki, toplumu Motswaladi Halk Projesiyle kalkındıralım. Buraya bizim için kuyu açmaya geldiklerinde, bu kadar çok temiz su çıkacağını hiç düşünmedik. Şimdi herkes bu suyu kullanıyor. Bir kuyu 4000 dolara açılıyor. Yapılabilecek bir sürü şey var. Bu pompalama oyunu, yeraltı suyunu besliyor. Çocuklar bunun üstüne biniyor, suyu büyük tanklara taşıyorlar ve herkes suya ulaşıyor. Afrika'da 900'den fazla pompadan 2 250 000 kişi yararlanıyor. 

GİDEREK ARTAN SAYIDAKİ İNSAN YAĞMUR SUYU HASATI YAPIYOR, YERALTI SULARININ TÜKENMESİNİ ENGELLEYECEK TEK ÇÖZÜM BELKİ DE BUDUR. 

 Austin'de tepelerdeki yüzlerce ev su elde etmek için yağmur toplama sisteminden yararlanıyor. İşleyişi çok basit; yağmur suyu çatıdan oluklarla bir depoya gönderiliyor. Evdeki kişi sayısına göre, deponun büyüklüğü ayarlanıyor. Böylece, mevsimlere göre ayarlanabilen harika bir su kaynağı sağlanıyor. Bu sorunla başa çıkmak için her yerde organize su aktivistlerine ihtiyacımız var. ve herkese düşen bir rol var. Öncelikle çoğu 100 yıllık olan ve eskimiş altyapımızın 2.5 milyon km'lik kısmını düzeltecek bir fon kurulması için kanun çıkartılması gerekmekte. Ayrıca, 20. yüzyıl dönemecinde toplum liderlerinin borularımızı yenilemek ve su için evrensel hizmeti sağlamak için para bulabilecek kişiler olması gerek. Onlar yaptılarsa, biz de yapabiliriz. 

 Kaynak: www.anadoluyuvermeyecegiz.net hgonendik@gmail.com Bu paylaşım için başta Steven Starr olmak üzere tüm FLOW Filmi Yapım Ekibine teşekkür ederiz. Yorum: Bu yazıdan sonra siyasileri yöneticileri tekrar sorgulamamız gerekmektedir. [1] Prozac: İlaç tedavisinin ilk birkaç ay özellikle sırasında, intihar düşünce ve davranışları çocuk ve ergenlerde majör depresif bozukluk (MDB) ve diğer psikiyatrik bozukluklarla riskini artırabilir. Kendini intihar riskini artırmaktadır depresyon riski, klinik ihtiyacı ile dengeli olmalıdır. Tedavisi başladığında her yaşta hasta ile kötüleşen, intihar eğilimi ve alışılmadık davranış değişiklikleri klinik için yakından gözlemlemek. Tavsiye aile ve bakıcılar yakından hasta gözlemlemek ve gerektiğinde reçeteyi iletişim. [2] 

HİNDİSTAN'DAN COCA COIAVA 48 MİLYON DOLAR CEZA 

 2004 yılında kapatılan Coca Cola tesisine su kaynaklarına zararverdiği gerekçesiyle 48 milyon dolar ceza kesildi. Kerala hükümeti tarafından kurulan Yüksek Enerji Komitesi, Coca Cola'nın Plachimada'daki fabrikasının bölgedeki doğal su kaynaklarına zarar verdiğini ve bu gerekçe ile 2004 yılının Mart ayında kapatıldığını belirterek 48 milyon dolarlık cezanın Hindustan Coca Cola Beverages Pvt. Ltd. (HCBPL) Şirketine ibraz edilmesine karar verdi. Komitenin raporunu sevinçle karşılayan bölge halkı ve doğal yaşamı koruma eylemcileri Kerala hükümetinin bölge halkının sesini dinlemesinden memnun oldukların dile getirdi. Plachimada Dayanışma Derneği başkanı R. Ajayan şu aşamadan sonra doğal su kaynaklarına verilen zararların telafisinin yapılmasını istediklerini dile getirdi. 

Raporda HCBPL şirketine verilen cezaya bölge halkına verilen zararın eklenmediği belirtiliyor. Komite buna bağlı olarak hükümeti şirket hakkında ceza mahkemesinde dava açmasını ve bölge halkının zararını talep etmesini tavsiye ediyor. Rapor ayrıca Coca Cola firmasının hissedarlarına, şirketin kuruluşundan beri Hindistan'ın birçok yerinde su kaynaklarına zarar verdiği, verilen cezalara rağmen halen şirketin aynı suçları işlemeye devam ettiği, bu son cezanın kendilerince bir son uyarı şeklinde algılanması gerektiği gibi bir dizi öğütte bulunuyor. Komitenin kararının 22 Mart dünya su gününde açıklanması ise manidar bulundu. (24 Mart 2010)

27 Şubat 2021 Cumartesi

YAHUDİLİK VE ANADOLU'DAKİ GELİŞMESİ Doç.Dr. Baki ADAM

YAHUDİLİK VE ANADOLU'DAKİ GELİŞMESİ
Doç.Dr. Baki ADAM 

 Doç.Dr. Baki Adam, 1962 yılında Denizli'nin Tavas ilçesine bağlı Balkıca köyünde doğdu. 1987'de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1988'de aynı Fakültenin Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1989'da "Dinlerde Hacc İbadeti Üzerine Bir Araştırma" isimli teziyle Yüksek Lisans öğrenimini bitirdi. 1990'da Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda doktora çalışmalarına başladı. 1991-1992 yılları arasında sekiz ay süreyle İsrail'de Tel-Aviv Üniversitesinde kaldı. Haziran 1994'te "Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat ve Yahudi Hayatındaki Yeri isimli doktora teziyle doktor unvanını aldı. 27 Kasım 1997'de de Doçent oldu. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda çalışmaktadır.

Yahudiliğe mensup olanlar, tarihten günümüze, İbranî, İsrail ve Yahudi isimleriyle anılmışlardır. "İbranî" ve "İsrail" tarihî anlamda, "Yahudi" ise özel ve yaşayan bir kavmi tanımlamak için kullanılmıştır. Bunlardan "İsrail" ve "Yahudi" isimleri daha çok kullanılmıştır. Tarih içinde bu iki isim, karakterle ilgili bir muhteva kazanmıştır. "İsrail" olumlu karakteri, "Yahudi" ise olumsuz karakteri belirtir olmuştur. Bugün Yahudiler, "İsrail" ve "Yahudi" ismini kullanmaktadırlar. 1948'de Filistin'de kurulan devletin adı İsrail'dir. Bu devletin vatandaşlarına, etnik kökenine bakılmaksızın "İsraelî" (İsrailli) denilmektedir. Yahudi ismi ise, ırken ve dinen Yahudi olanlar için kullanılmaktadır. Musevi ismi, Osmanlı'nın son dönemlerinde kullanılmaya başlamıştır. 

Bu isim, bugün sadece Türkiye'de kullanılmaktadır. Yahudi ismiyle aralarında hiçbir fark yoktur. Bununla birlikte, Türkiye'deki Yahudiler Musevi adını tercih etmektedirler. Bu tercihte, Yahudi isminin taşıdığı olumsuz anlam etkili olmaktadır. Yahudi din adamlarının belirlediği kurallara göre, Yahudi olmanın bazı ırkî ve dinî şartları vardır. Yahudi olmanın temel ön şartı, Yahudi bir anne-babadan veya Yahudi bir anneden doğmaktır. Sadece babası Yahudi olan bir kimsenin Yahudi sayılabilmesi için Yahudi dinine de girmesi gerekir. Milliyeti bakımından Yahudi olmayıp sonradan Yahudiliğe giren kimse de Yahudi sayılır. Bu bakımdan "Yahudilik" terimi; belli bir ırka, kültüre ve dine mensubiyeti ifade eden çok kapsamlı bir anlam ihtiva etmektedir.

YAHUDİLİĞİN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
Yahudiliğin tarihi Hz. İbrahim'le başlar. Yahudilerin büyük atası olan Hz. İbrahim, Tevrat'ın ifadesine göre Keldanîlerin Ur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Terah (İslam kaynaklarında Azer), ailesini alarak Harran'a göç etmiştir. Tanrı, daha sonra, Hz. İbrahim'e Kenan bölgesine gitmesini emretmiştir. Bunun üzerine Hz. İbrahim, ailesini ve kardeşinin oğlu Lut'u yanına alarak Kenan'a gitmiştir. Daha sonra, Kenan'da kuraklığın baş göstermesi üzerine Mısır'a giden ve orada bir süre kalan Hz. İbrahim, Mısır firavunun verdiği hediyelerle zengin olarak tekrar Kenan'a dönmüştür. Yanında, eşi Sara'nın cariyesi Hacer (Hagear) de vardır.

Hz. İbrahim'in yaşı ilerlemiş olmasına rağmen, eşi Sara'nın kısırlığı sebebiyle bir çocuğu olmamıştır. Bu durumdan rahatsız olan eşi Sara, Hz. İbrahim'e cariyesi Hacer'le evlenmesini teklif etmiştir. Hz. İbrahim, Hacer'le evlenmiş ve bu evlilikten İsmail dünyaya gelmiştir. Hacer'in Hz. İbrahim'e bir oğul vermesi Sara'nın kıskançlığına yol açmıştır. Bunun üzerine Tanrı, meleklerini misafir kılığında Hz. İbrahim'e göndererek Sara'nın bir erkek çocuk doğuracağını müjdelemiştir.

Sara, kendi oğlu dünyaya gelince Hacer'e ve oğlu İsmail'e daha fazla kıskançlık duymaya başlamıştır. Bu kıskançlığı yüzünden Hz. İbrahim'den, Hacer ve oğlu İsmail'i yanından uzaklaştırmasını istemiştir. Tanrı, Hz. İbrahim'e, Sara'nın sözünü dinlemesini, soyunun İshak'ta yüceleceğini bildirmiştir. Ayrıca onunla bir de ahit yapmış, İsmail'in soyunu mübarek kılıp bir millet yapacağını vadetmiştir. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Hacer ile oğlu İsmail'i Paran denilen yere götürüp bırakmıştır. İsmail, oraya yerleşmiş ve Arapların atası olmuştur.

Tevrat'a göre Hz.İbrahim'in neslini devam ettiren İshak'ın da iki oğlu vardı. Bunlardan birinin adı Esav, diğerinin adı Yakup'tur. Esav ile Yakup arasında doğdukları günden beri çekişme vardı. Bu çekişme, ilk oğul olmakla ilgiliydi. O zamanlar İbraniler'de ailenin ilk oğlu olmak ayrıcalık taşımaktaydı. Babanın otoritesi ve malının büyük bir kısmı ilk oğula kalıyordu. İshak yaşlanıp gözleri görmez olunca, ilk doğan Esav için bereket duası etmek istedi. Fakat Yakup, annesinin de yardımını alarak babasına kendisini Esav olarak tanıttı ve bereket duasını aldı. Böylece, Esav'ın hakkı olan ilk oğulluğun imtiyazını ele geçirmiş oldu. Tanrı, Yakub'un ilk oğulluğunu onaylayarak onu mübarek kıldı. Onu, büyük bir neslin atası yaptı. Bu durum, Esav'ın Yakup'a kin beslemesine yol açtı. Esav'ın öldürmesinden korkan Yakup Harran'a, dayısı Laban'ın yanına gitti. Orada dayısının iki kızıyla evlendi. Yakub'un, dayısı Laban'ın iki kızından ve cariyelerinden on iki oğlu oldu. İsrailoğullarının on iki kabilesinin kökeni, Yakub'un bu on iki oğluna dayanmaktadır.

Yakup, Harran'da uzun bir süre kaldıktan sonra tekrar atalarının yurdu Kenan'a geldi. Yakub'un küçük oğlu Yusuf'a karşı derin bir sevgisi vardı. Kardeşleri Yusuf'u kıskandılar ve onu bir kuyuya attılar. Mısır'a mal götüren bir ticaret kervanı Yusuf'u kuyudan çıkardı ve Mısır'da firavunun memuru Potifar'a sattı. Daha sonra Yusuf, Tanrının yardımıyla firavunun sarayına maliye nazırı oldu. Mısır'ın bütün ekonomisi Yusuf'a teslim edildi.

Hz. İbrahim zamanında olduğu gibi Kenan'da tekrar kıtlık baş göstermişti. Mısır'da erzakın olduğunu haber alan Yakup, oğullarını Mısır'a gönderdi. Bunlar, Mısır'da Yusuf'la karşılaştılar. Yusuf, Mısır'a gelmesi için babasına haber gönderdi. Bunun üzerine Yakup, kabilesini de yanına alarak Mısır'a gidip yerleşti. Fakat, Yusuf'un ölümünden sonra Mısır'da durum değişti. Tahta geçen yeni firavun İsrailoğullarını köleleştirdi. İsrailoğulları, dört yüz sene Mısır'da köle olarak kaldılar.

İsrailoğullarının bu esareti sırasında, dönemin Mısır firavunu bir rüya gördü. Rüyayı yorumlayan kahinler yakında İsrailoğulları arasından bir erkek çocuğun dünyaya geleceğini ve bu çocuğun firavunun tahtını elinden alacağını söylediler. Bu haber, firavunu telaşlandırdı. Firavun, o yıl doğacak olan bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Hz. Musa da o yıl dünyaya gelmişti. Hz. Musa'yı gizlice dünyaya getiren annesi, Tanrı'nın vahyi üzerine onu bir sepetin içine koyup Nil nehrine bıraktı. Firavunun adamları sepeti alıp saraya götürdüler. Firavun, çocuğu evlat edindi.

Firavun'un sarayında büyüyen Hz. Musa, bir gün şehre gitti. Şehirde dolaşırken bir İsrailli ile bir Mısırlının kavga ettiğini gördü. Musa, İsrailliye yardım etmek amacıyla kavgaya müdahale etti ve Mısırlıya bir tokat vurdu ve kazaen Mısırlı öldü. Firavunun kendisini cezalandırmasından korkan Hz. Musa, Mısır'ı terk edip Medyen'e kaçtı. Orada, Medyen kahini Yetro'nun (Şuayb) yanında çalışmaya başladı. Bir süre sonra onun kızı ile evlendi.

Tanrı, bir gün Yetro'nun koyunlarını otlatırken Horeb dağında yanan bir çalılığın içinden Hz. Musa'ya hitap etti ve ona, İsrailoğullarını Mısır esaretinden kurtarma görevi verdi. Kardeşi Harun'u da ona yardımcı yaptı. Bu aynı zamanda Hz. Musa'nın peygamberlik görevinin de başlangıcıydı.

Hz. Musa Tanrıdan bu görevi aldıktan sonra Mısır'a gitti ve firavundan kavmi İsrailoğullarını serbest bırakmasını istedi. Kur'an-ı Kerim'e göre onu tek bir Allah'a inanmaya da davet etti. Fakat firavun, İsrailoğullarını serbest bırakmama konusunda inat etti. Bunun üzerine Mısır'ın üzerine bir çok felaket geldi. Sonunda, Mısırlıların da baskısıyla firavun inadından vazgeçti. Hz. Musa, İsrailoğullarıyla birlikte Mısır'dan çıktı. Üç ay sonra Sina'ya vardı. Orada Tanrı, Yahudiliğin temel ilkelerini oluşturan On Emir'i iki levhaya yazılmış halde Hz. Musa'ya verdi. Bu levhalarda, tek tanrıcılığın temel ilkeleri ile genel ahlak ilkeleri yer almaktaydı.

Sina'daki bu vahiy olayından sonra Hz. Musa, ataları İbrahim'e, İshak'a ve Yakub'a vadedilmiş olan kutsal topraklara, Arz-ı Mevud'a gitmek için İsrailoğullarıyla birlikte yola çıktı. İsrailoğulları bu göç esnasında sık sık isyan ettiler, Hz. Musa'ya zorluk çıkardılar. Tanrı, isyanları sebebiyle bir çok kez onları cezalandırdı. En büyük ceza ise kırk yıl çölde dolaşmalarıydı. Mısır'dan çıkan ilk nesil çölde telef oldu. Bunlar, hem Tevrat'ta hem de Kuran-ı Kerim'de detaylı olarak anlatılmaktadır. Mısır'dan çıkan ilk nesilden sadece iki kişi, Yefunne oğlu Kaleb ile Nun oğlu Yeşu vadedilen kutsal topraklara ulaşabildi. Tevrat'ın ifadesine göre, Hz. Musa bile işlediği küçük bir suç yüzünden kutsal toprakları göremedi.

Hz. Musa, peygamberlik görevi süresince Tanrının kendisine bildirdiği ayetleri bir kitap haline getirdi ve onu iki levhayla birlikte Ahit Sandığı'nın (Tabutu'l-âhd) içine koydu. Bu Ahit Sandığı'nı İsrailoğulları göç yolunda daima yanlarında taşıdılar. Hz. Musa, yüz yirmi yaşında iken Moab diyarında öldü ve oraya gömüldü.

Hz. Musa'nın peygamberliği döneminde Yahudi dini büyük ölçüde teşekkül etti. İtikat, ibadet, ahlâk ve hukukla ilgili kurallar belirlendi. Ayrıca, İsrailoğulları kutsal topraklara yerleştikleri zaman kurulacak devletin yapısı da tayin edildi.

Hz. Musa'dan sonra onun yerine Nun oğlu Yeşu geçti. Yeşu, kutsal topraklara göç yolunda İsrailoğullarına hem liderlik hem peygamberlik yaptı. Ona da Tanrı tarafından yeni hükümler gönderildi.

Yeşu'dan sonra İsrailoğulları bir süre lidersiz kaldı. Kabileler "şoftim" denilen hakimler tarafından idare edildi. Bu dönem, din tarihinde ve İsrailoğullarının tarihinde farklı durum göstermektedir. Kabilelerin başında bir peygamber bulunmamasına rağmen Tanrı onlara vahiy göndermeye devam etmiştir. Bu, o dönemdeki olayları ihtiva eden Eski Ahit'in Hakimler kitabında anlatılmaktadır.

Daha sonra İsrailoğullarına peygamber olarak Samuel gönderildi. Halkın isteği üzerine Saul (Kur'an'daki ismi Tâlut), onlara kral tayin edildi. Saul zamanında İsrailoğulları Filistinlilerle savaştılar. Hz. Davud, bu savaşta büyük başarılar gösterdi ve İsrailoğullarının zafer kazanmasını sağladı.

Saul'un ölümünden sonra Davud, İsrailoğullarının başına kral olarak geçti. Yahudi kutsal kitabına göre onun peygamberlik görevi yoktu. Onun zamanında Natan gibi peygamberler görevlendirilmişti. Davud, Kudüs'ü fethedip orasını başkent yaptı. Böylece İsrailoğulları kutsal toprakları ele geçirdiler. Davud, Kudüs'te büyük bir mabet inşa etmek istedi, fakat Tanrı bu işin oğlu Süleyman'a nasip olacağını söyleyerek vazgeçmesini sağladı.

Bir peygamber sayılmamakla birlikte Davud, kral olarak Yahudi tarihinde önemli bir isimdir. Onun zamanında İsrailoğulları en ihtişamlı dönemlerini yaşamışlardır. Tarih boyunca Yahudiler, hep onun zamanındaki ihtişamlı yaşamı özlemişler, Davud soyundan bir mesihin gelip onları kurtarmasını ve kutsal topraklara toplayıp o ihtişamlı krallığı kurmasını beklemişlerdir. 1948'de bağımsız İsrail devletinin kurulmasına rağmen dindar Yahudilerin hepsi hâlâ o mesihi beklemektedir.

Davud'un ölümünden sonra yerine oğlu Süleyman geçti. Tanrının vadettiği gibi Süleyman, Kudüs'deki Moriah dağında büyük mabedi inşa etti. Böylece, Yahudi tarihinde I. Mabet Dönemi başlamış oldu. Bu mabet, Bet-Hamikdaş (Kutsal Ev) adıyla bilinmektedir. İslam tarihinde ise adı Mescid-i Aksa'dır.

Süleyman'ın ölümünden sonra İsraioğulları arasında huzursuzluk meydana geldi. Bunun nedeni, Davud'un işlemiş olduğu bir günah idi. İsrailoğulları, Süleyman'dan sonra bölünmekle cezalandırıldı. Biri kuzeyde İsrail, diğeri de güneyde Yahuda olmak üzere iki ayrı krallık ortaya çıktı. Bunlardan İsrail krallığı putperestliğe yöneldi. Bu krallık, M.S. 722'de Asur'lular tarafından ortadan kaldırıldı. Asur'lular, bölgedeki kontrollerini sağlamak için Asur'dan bir grup insanı buraya getirip yerleştirdiler. Bu grup, daha sonra Yahudi inançlarını benimsedi. Fakat Yahudiler, İsrail ırkından olmamaları yüzünden bunları samimî Yahudi kabul etmediler. Onları daima dışladılar.

Yahuda krallığı bir süre varlığını devam ettikten sonra o da M.S. 587'de Babil kralı Nabukednazar tarafından yıkıldı. Kudüs'deki mabet Babilliler tarafından tahrip edildi ve halk Babil'e sürüldü. I. Mabet Dönemi de böylece sona ermiş oldu. Bundan sonra İsrailoğulları M.S. 1948'e kadar bağımsız bir devlet kuramadılar. Daima sürgün hayatı yaşadılar.

İsrailoğulları Babil'de yetmiş yıl kaldılar. Babil'deki sürgün hayatları, Perslilerin Babillileri yenmesinden sonra sona erdi. Pers kralı Koreş (Cyrus) Yahudilerin Kudüs'e dönmelerine ve mabedi yeniden inşa etmelerine izin verdi. Ezra'nın önderliğinde mabet yeniden inşa edildi ve Yahudiliğin kurum ve kuralları hayata geçirildi. Böylece, Yahudi tarihinde II. Mabet Dönemi başlamış oldu.

II. Mabet Dönemi, M.S. 70 yılına kadar devam etti. Romalıların idaresi altında yaşayan Yahudiler, çeşitli dinî ve siyasî baskılar altındaydılar. Yahudi isyanları yüzünden M.S. 70 yılında Romalılar Kudüs'ü tamamen işgal ettiler ve Babil sürgünü dönüşünde inşa edilen Mabedi yıktılar. Yahudilerin bazılarını da sürgüne gönderdiler. Böylece, ilk defa Asur sürgünüyle başlayan Yahudi diasporası dünyanın bir çok bölgesine yayılmış oldu.

YAHUDİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Yahudiliğin bir takım temel özellikleri vardır. Bu özelliklerin en başında geleni, onun bir ahit dini olmasıdır. Tanrı, Yahudilerin atası Hz. İbrahim, İshak ve Yakup'la bir ahit yapmıştır. Bu ahit, İsrailoğullarının tanrının seçkin milleti olmasıyla ilgilidir. Tanrı, İsrailoğullarının atalarına, onların soylarını büyük bir millet haline getireceğini ve süt ve bal akan kutsal toprakları onlara vereceğini vadetmiştir. Tanrı, daha sonra bu vaadini Hz. Musa zamanında tekrarlamıştır. Bu yüzden Yahudilikte din ile milliyet iç içe girmiştir.

Yahudiliğin başka bir özelliği, kutsal bir toprakla kimlikleştirilmesidir. Yahudilik, bütün kurum ve kurallarıyla ancak kutsal topraklarda yaşanabilir. Bu kutsal topraklar da Filistin'dir. Yahudiliğin diğer özellikleri ise mabet ve mesihçiliktir.

Seçilmişlik
Yahudilere göre Tanrı, ataları İbrahim, İshak ve Yakup'la bir ahit yapmış ve onların soyunu kendisi için özel millet olarak seçmiştir. Bu yüzden Tanrı, tarihte onlara daima yardım etmiştir. Dört yüz yıllık Mısır esaretinden onları kurtarmak için Hz. Musa'yı görevlendirmiş ve kendisi de onların kurtuluşuna müdahalede bulunmuştur. Kutsal kitabı Tevrat'ı diğer milletlere vermemiş, onu özel milletine teslim etmiştir.

Seçilmişlik fikri, Yahudileri tarih boyunca daima diğer milletlerden farklı kılmıştır. Yahudiler, her türlü baskı ve zorlama karşısında millî ve dinî kimliklerini bu fikir sayesinde koruyabilmişler ve ideallerini canlı tutmuşlardır. Bu sayede onlar, yaklaşık iki bin yıllık sürgün hayatından sonra, 1948'de kutsal topraklarda bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı başarmışlardır.

Dindar Yahudiler, seçilmişliği bir imtiyaz değil, külfet olarak görürler. Çünkü, tarlanın nasıl ekilip biçileceğinden, elbisenin rengine ve biçimine kadar hayatın her alanını kurallara bağlayan bir dini yaşamak ve yaşatmak zorunda olduklarını düşünürler.

Yahudilerin bu seçilmişliği, Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi 47. âyette de söz konusu edilmektedir. Allah Yahudilere, bir zamanlar kendilerini seçtiğini, diğer milletlere üstün kıldığını ve onlara çeşitli nimetler verdiğini hatırlatmaktadır.

Kutsal Toprak Ve Mabet
Yahudilik, diğer dinlerden farklı olarak, belli bir toprakla kimlikleştirilmiş bir dindir. Yahudiliğin en temel kurum ve kuralları bu topraklara göre belirlenmiş ve şekillenmiştir. Tanrının seçip belirlemesi nedeniyle kutsal sayılan bu topraklar, Filistin topraklarıdır. Yahudilik bu toprakların dışında tam olarak yaşanamaz. Zorunlu sürgün hali hariç, Tevrat'ın buyruklarına kulak veren Yahudilerin mutlaka bu topraklarda yaşamaları gerekir. Yahudi din bilginleri, şartları uygun olup ta kutsal topraklarda yaşamayan Yahudileri Tevrat'ın buyruklarına karşı gelmiş bir asi olarak değerlendirmektedirler.

Yahudi geleneğine göre, kutsal topraklar içinde yer alan Kudüs, dünyanın merkezidir. Öldükten sonra tekrar dirilme buradan gerçekleşecektir. Dünyanın değişik bölgelerinde gömülmüş olan Yahudiler tekrar dirilme gününde yer altındaki kanallar yoluyla kutsal topraklara gelecek ve oradan dirileceklerdir

İşte bu nedenlerden dolayı Yahudiler, zorunlu kalmadıkça kutsal toprakların dışında yaşayamazlar. Hatta bu topraklardan başka bir yerde devlet kurmaları bile caiz değildir. Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, XIX. yüzyılda böyle bir teşebbüste bulunmuş, fakat dinî otoritelerin tepkisiyle karşılaşmıştır.

Yahudilik, kutsal sayılan Filistin topraklarıyla kimlikleştirilmiş bir din olduğu gibi aynı zamanda mabet merkezli bir dindir. Yahudilikteki bir çok kuralın mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Bu mabet de her hangi bir mahalli sinagog (havra) değildir. Yerini Tanrının seçmiş olduğu ve onun istemesiyle Kral Süleyman tarafından yaptırılan Kudüs'deki meşhur mabettir. Süleyman Mabedi olarak da bilinen bu mabedin Yahudiler nezdindeki adı Bet-Hamikdaş'tır (Kutsal Ev). Bir çok defa tahribata uğrayan ve en son M.S. 70 yılında tamamen yıkılan Süleyman Mabedi'nden geriye bugün sadece batı duvarı kalmıştır. Mabedin yerine daha sonra Müslümanlar tarafından Mescid-i Aksa inşa edilmiştir. Süleyman Mabedi'nden kalan batı duvarı Yahudiler için önemlidir. Adı, İbranice'de "Kotel"dir. Yahudiler, bu duvarın önünde Mabedin durumu için ağıt yakarlar ve en kısa zamanda yeniden inşa edilmesi için Tanrıya yakarırlar.

Yahudiler, 1967 yılındaki savaş sonucunda Kudüs'e tamamen hakim olmalarına rağmen Mescid-i Aksa'yı yıkıp yerine Süleyman Mabedi'ni tekrar inşa etmemişlerdir. Bunun iki nedeni vardır. Bunlardan biri Müslümanların tepkisi, diğeri ve en önemlisi Yahudiliğin mesihçi karakteridir. İsrail devleti, İslam dünyasının tepkisinden çekindiği için şimdiye kadar bunu plânlamamıştır. İsrail devletinin bu tutumunda dinin de önemli katkısı vardır. Çünkü, Ortodoks Yahudiliğe göre Süleyman Mabedi'nin yeniden inşa edilmesi, mesihin gelmesine bağlıdır. Mesihin gelmesinden önce girişilecek böyle bir faaliyet, dinî otoritelerin tepkisini çekecek, din ile devlet karşı karşıya gelecektir. Bu nedenle Yahudiler, Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etme teşebbüsünde bulunmamaktadırlar.

Mesihçilik
Mesih bir kurtarıcıdır. Uzun süre sıkıntıyla karşılaşmış, kendi çabalarıyla sıkıntıdan kurtulamamış tüm milletlerde bir mesih beklentisi olmuştur. Yahudilerdeki mesih beklentisi, M.S. 70 yılında Roma istilasından sonra belirgin hale gelmiştir. Romalılar, Yahudilerin Kudüs'deki mabedini yıkmış, önemli dinî kurumlarını ortadan kaldırmış ve Yahudiler üzerinde büyük bir baskı uygulamışlardır. M.S. 70 yılındaki bu yıkımdan sonra Yahudiler bir daha toplanma fırsatı bulamamışlar ve 1948 yılına kadar devamlı başka milletlerin egemenliği altında yaşamışlardır. Bu durum onlarda, Davud soyundan gelecek ve kendilerini kurtaracak olağan üstü güçlere sahip bir mesih inancının doğmasına yol açmıştır. Yahudi din adamları bu inancın temelini kutsal kitaplara dayandırmışlardır. M.S. XII. yüzyılda meşhur Yahudi bilgini Maimonides (İslam dünyasında Musa bin Meymun olarak bilinir), Yahudiler için belirlediği on üç maddelik iman esasları arasına mesih inancını da koymuştur. Yahudiler, her sabah ibadetinde "Geciktiği halde mesihin geleceğine inanırım" cümlesini iman ikrarı olarak tekrar ederler.

Mesih inancı, özellikle Ortodoks Yahudiler arasında yaygındır. Ortodoks Yahudilere göre, Yahudiliğin bir çok kurum ve kurallarının yeniden işlerlik kazanması mesihin gelmesine bağlıdır. Hatta bazı dinî gruplara göre devletin kurulması bile mesihle bağlantılıdır. Bu gruplar, mesih gelmeden kurulduğu için bugünkü İsrail Devleti'ni küfür devleti olarak değerlendirirmektedirler. Doğu Avrupa Yahudileri, her doğan erkek çocuğun mesih olabileceği beklentisi içerisindedirler.

Bu mesih beklentisi Yahudi tarihinde bir çok sahte mesihin çıkmasına neden olmuştur. XVII. yüzyılda Sabatay Sevi isimli biri İzmir'de mesihliğini ilan etmiş ve onun hareketleri dünya Yahudileri arasında heyecan uyandırmıştır. Fakat onun, sonradan bu iddiasından vazgeçip Mehmet ismini alarak Müslüman olması hayal kırıklığı yaratmıştır. Onun bu hareketinden sonra Türkiye'de Dönmeler adıyla bilinen bir dinî cemaat ortaya çıkmıştır. Bu cemaat, Sabatay Sevi'nin görünüşte Müslüman, içten Yahudilik temeli üzerine oturtulmuş ilkelerine bağlıdırlar.

TÜRKİYE'DE YAHUDİLİK VE YAHUDİLER
Yahudilerin Türkiye topraklarındaki mevcudiyeti oldukça eski tarihlere dayanır. Ege bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda M.Ö. IV. Yüzyıla ait Yahudi yerleşim bölgelerine rastlanmıştır. İzmir civarında Sart'ta, M.Ö. 220 yılına ait eski bir sinagog kalıntısı bulunmuştur. Ayrıca, Marmara'da, Akdeniz'de ve Karadeniz sahil şeritlerinde de eski çağ Yahudi yerleşim yerleri tespit edilmiştir. Yahudi tarihçi Josephus (M.S. 37-100?), Ön Asya seyahatlerinde Yahudilerle karşılaştığını ve onlarla görüş alış verişinde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlıların Yahudilerle ilk karşılaşmaları, 1324 yılında olmuştur. Orhan Gazi Bursa'yı fethettiğinde, Bizans idaresinde yaşayan Bursa Yahudileri Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamışlardır. Orhan Gazi, Bursa'nın fethinden 50 yıl kadar önce çıkan bir yangın sonucu yok olan Etz-Hahayim (Hayat ağacı) sinagogunun yeniden yapılmasına izin vermiştir. XIV. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa'daki soykırımdan kaçabilen Aşkenaz ve Karay Yahudileri Osmanlı'nın başkenti Edirne'ye sığınmışlardır. XV. Yüzyılda Sicilya'dan ve Selanik'ten kaçan Yahudiler de huzuru Osmanlı topraklarında tatmışlardır. Türkiye topraklarındaki Yahudi nüfusunun çoğalması, 1492 yılında meydana gelen İspanya sürgününden sonra gerçekleşmiştir. İspanya'yı Müslümanların elinden alan Hıristiyanlar, Yahudileri ve Müslümanları göçe zorlamışlardır. İspanya'yı terk eden Yahudiler Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. Osmanlı idarecileri de onlara kucak açmışlardır. Dönemin Padişahı II. Beyazıt, eyalet valilerine ve sancak beylerine gönderdiği fermanda Yahudi göçmenlere yardımcı olunmasını istemiştir. Daha sonraki dönemlerde de Hıristiyan baskısından kaçan Yahudilerin Osmanlı topraklarına sığınması devam etmiştir. XVI. yüzyılın ortalarında İstanbul'daki Yahudi nüfusu sekiz bini aşmıştır. Bu sayı, İstanbul'un toplam nüfusuna oranla oldukça yüksek bir rakam teşkil etmektedir. Osmanlı topraklarında rahat bir yaşam süren Yahudiler, dinlerini ve kültürlerini geliştirmeye devam etmişlerdir. İstanbul, İzmir, Selanik ve Safed gibi Osmanlı Türk şehirleri Sefarad Yahudilerinin kültür merkezleri haline gelmiştir. Yahudiler, sanat ve ticaretin yanında devlet işlerinde de görev almışlar, dışişleri ve maliyede önemli mevkiler edinmişlerdir. Saray hekimlerinin çoğunluğunu da Yahudiler teşkil etmiştir. Yahudiler, Osmanlı yönetiminin bu hoşgörülü ortamında özellikle dinî edebiyat alanında dünyaca ünlü eserler vermişlerdir. Yosef Karo, Yahudilerin temel dinî hukuk kitabı olan Şulhan Arukh'u İstanbul'da tamamlamıştır. Yahudiler, Osmanlı'nın adil ve hoşgörülü yönetiminden her zaman memnun olmuş, Türklerin yönetiminde yaşamayı başka yönetimlere tercih etmişlerdir. Bu nedenle de, I. Dünya Savaşı'nın sonunda Türklerin elinden çıkan bazı bölgelerdeki Yahudiler, bugünkü Türkiye topraklarına göç etmişlerdir. Örneğin; Suriye yönetiminde kalmak istemeyen Yahudiler, Şam ve Halep'ten ayrılarak Türkiye'ye gelmişlerdir. Aynı dönemde, Kırım'da yaşayan Karay Yahudilerinden birkaç yüz aile de Türkiye'ye giriş yapmıştır. 1933 yılında, Hitler yönetimindeki Almanya'da görevlerinden uzaklaştırılan Yahudi akademisyenler Türkiye'ye sığınmışlar ve Türk üniversitelerinde görev yapmışlardır. II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa'dan da Türkiye'ye Yahudi göçü olmuştur. 1948 yılında Filistin'de bağımsız bir İsrail devleti kurulunca, Türkiye'deki 70.000 Yahudinin yarıya yakını İsrail'e göç etmiştir. Anadolu'daki Yahudilerin çoğu ya İsrail'e gitmiş veya İstanbul'a yerleşmeyi tercih etmiştir. Bu tarihten itibaren Anadolu'daki Yahudi nüfus, bazı yerlerde tamamen yok olmuştur.

Sabataycılık ve Sabataycılar
Osmanlılar döneminde Yahudiler arasında meydana gelen en önemli olay, Sabatay Sevi hareketidir. XVII. Yüzyılın ortalarında İzmir Yahudilerinden Sabatay Sevi, kendisini Yahudilerin kurtarıcı mesihi ilan etmiştir. Onun bu davranışı, Ortadoğu ve Avrupa Yahudileri arasında heyecan uyandırmış ve bir çok taraftar toplamıştır. Sabatay Sevi'nin bu davranışını bir isyan hareketi olarak gören Padişah IV. Mehmet onu sarayına getirtmiş ve mesihliğini mucize göstererek ispat etmesini istemiştir. Sahte Mesih Sabatay Sevi, padişahın bu isteğini yerine getiremeyince, kendisinden Müslüman olmakla ölüm arasında tercihte bulunması istenmiştir. Sabatay Sevi, görünürde Müslüman olmayı tercih etmiştir. Bunun üzerine Sabatay Sevi'ye Mehmet adı verilmiş ve kendisine maaş bağlanmıştır. Sahte Mesih Sabatay Sevi, görünüşte Müslüman olmakla birlikte eski inançlarını gizlice sürdürmüştür. Ölümünden sonra, taraftarlarından bir kısmı onun yolunu devam ettirmişlerdir. Bunlar Selanik'e yerleşerek Sabataycılığı devam ettirmeye çalışmışlardır. Sabataycılar, Müslüman görüntüsü altında Ortodoks Yahudilik'ten farklı olarak Tevrat-Kabbala ekolüne bağlı bir sistem geliştirmişlerdir. Sistemlerinin özünü mesih beklentisi oluşturmaktadır. Sabataycılara göre, Mesih Sabatay Sevi'nin tekrar geri gelmesiyle vadedilen kutsal topraklara gidecekler ve gerçek İsrail'i kuracaklar ve dünyanın idaresi onlara kalacaktır. İnançları ve uygulamaları bakımından Ortodoks Yahudiler tarafından sapkın olarak görülen Sabataycılar, bazı durumlarda Yahudilerin yanında yer almışlardır. İstanbullu Yahudilerin destek vermediği Siyonizm hareketine, Sabataycılar idealleri doğrultusunda desteklemişlerdir. Sabataycı olduğu iddia edilen dönemin etkili isimlerinden gazeteci Ahmet Emin Yalman İsrail'in kuruluşunu destekleyen yazılar yazmıştır.

1924 nüfus mübadelesi sonucunda İstanbul'a gelip yerleşen Sabataycılar, Selanikliler ve Dönmeler adıyla da anılmaktadırlar. Özellikle "Dönmeler" adı literatüre girmiştir. Sabataycılar kendilerini gizledikleri için nüfus sayıları bilinmemektedir.

Günümüzde Türkiye Yahudileri
Bugün Türkiye'de yaşayan Yahudilerin sayısı yaklaşık 26.000 kadardır. Bunların 22.000'i İstanbul'da ve 2500'ü İzmir'de, diğerleri Ankara, Bursa, Edirne, Çanakkale, Kırklareli, Adana ve Hatay'da yaşamaktadır. Bunların %96'sı Sefarad (İspanya kökenli), diğerleri Aşkenaz'dır. Türkiye Yahudilerinin yasal temsilcisi Hahambaşı'dır. Hahambaşına görevlerinde danışmanlık yapan iki meclis vardır. Bunlardan biri dinî konsey, diğeri de fahri danışmanlar kuruludur. Dört hahamdan oluşan dinî konsey dinî konularda Hahambaşına yardımcı olmaktadır. Otuz beş kişiden oluşan fahrî danışmanlar kurulu cemaatin işlerini yürütmektedir. Cemaatin İstanbul'da Bet-Din denilen bir dinî mahkemesi vardır. Evlenme, boşanma, miras ve nesep tespiti gibi davalar bu mahkemede görülmektedir. Yahudilerin halen İstanbul'da bir ilköğretim, diğeri lise olmak üzere iki okulu, İzmir'de de bir ilköğretim okulu bulunmaktadır. Eğitim dili Türkçe'dir, haftada 3-5 saat İbranice dersi verilmektedir.

YAHUDİLİK AÇISINDAN TÜRKİYE'DEKİ ÖNEMLİ YERLER
Türkiye, tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri çeşitli dinlerin ve kültürlerin beşiği olmuştur. Çatalhöyük ve Hacılar gibi önemli arkeolojik ören yerlerinde yapılan kazılar, Türkiye'deki insan yaşamının tarihinin milattan önce sekiz bin yılına kadar geriye gittiğini göstermektedir. Hititler uzun süre Türkiye topraklarında hüküm sürmüşlerdir. Urartular, Frigler, Lidyalılar, Likyalılar, Yunanlılar, Romalılar, İranlılar ve daha pek çok kavim bu topraklarda iz bırakmışlardır. Onların dinlerine ve kültürlerine ait Türkiye'nin bir çok yerinde çeşitli kalıntılar tespit edilmiştir. Ayrıca Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi günümüzün yaşayan dinleri açısından da Türkiye önemlidir. Hıristiyanlığın inanç ve düşünce yapısını şekillendiren pek çok önemli olay Türkiye topraklarında meydana gelmiştir. Bu bakımdan, Antakya, İznik, İstanbul, Efes, Kapadokya bölgesi, Antalya, Konya gibi bir çok yer Hıristiyanlık tarihinde önem göstermektedir. Türkiye toprakları, sadece bir kısım Yahudi'nin yaşadığı sıradan topraklar değildir. Yahudi kutsal kitabı Tevrat'ta bugün Türkiye sınırları içinde bulunan bir çok yerin ismi geçmektedir. Bu yerlerin başında Dicle ve Fırat nehirleri gelmektedir. Tevrat'a göre, Tanrı Adem'i yarattıktan sonra "doğuya doğru Aden'de" bir bahçe yaratmış ve Adem'i buraya yerleştirmiştir. Buradan bir ırmak çıkmış ve daha sonra bu ırmak dört kola ayrılmıştır. Bu dört koldan ikisi Dicle ve Fırat'tır. Dicle ve Fırat nehirleri, kaynaklarını Doğu Anadolu Bölgesi'nden alan iki akarsuyumuzdur. Tevrat'ta ismi geçtiği için bu iki nehrin bulunduğu bölge Yahudiler açısından kutsaldır. Çünkü Tanrı, Mısır'daki Nil nehrinden Fırat'a kadar olan bölgeyi Yahudilere vadetmiştir. Bu bölge, "arz-ı mev'ud" (vadedilen topraklar) adıyla da anılır. Yahudilik açısından önemli diğer bölge, Harran'dır. Tevrat'a göre Hz. İbrahim bir müddet Harran'da yaşamıştır. Kardeşlerinden biri de Haran adını taşımaktadır. Daha sonra Hz. Yakup, Harran'a gitmiş orada bir süre dayısı Laban'ın yanında kalmıştır. Hz. İbrahim ve Hz. Yakup, Yahudilerin büyük atalarındandır. Bu nedenle, bugünkü Harran'da Yahudi tarihine ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte burası Yahudiler açısından kutsallık taşımaktadır. Tevrat'taki "ayağınızın bastığı her yer sizin olacak" ifadesinden hareketle Harran'ın da Yahudilere vadedilen topraklara girdiği söylenmektedir.
 

Osmanlı Musevilerinin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyetindeki izleri - Marc David Baer

Üç yüz yıl önce İzmir'deki bir sinagogda, Sabatay Sevi isimli bir haham Musevilerin mesihi olarak ilan edildi. Mesihlik fikrinin Musevilerin hayatında büyük rol oynadığı on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda bir Musevinin mesih olarak ilan edilmesinde şaşırılacak bir taraf yoktu. Sabatay Sevi'yi o dönemde yaşayan diğer mesihlerden ayıran tarafı, tüm insanlığı kurtaracağına dair iddiaları reddetmesine ve öldürülmek yerine Müslüman olmayı seçmesine rağmen insanların onun mesih olduğuna yüzyıllar boyunca inanmasıydı. Yirminci yüzyılın başlarına kadar Sabatay Sevi'nin peşinden Müslüman olan takipçileri onun mesih olduğuna inanıyor, on yedinci yüzyılda Sevi'nin okuduğu Musevi tasavvuf dualarını tekrarlıyor ve Sevi'nin âdetlerini uyguluyordu. Bu nedenlerle Sevi'nin ve takipçilerinin yaptıkları bugüne kadar pek çok araştırmacının ilgisini çekti.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı Musevileri kendilerine "Sabataycılar'' ya da "Maaminim" (Mü'minler) adını veren, ancak Müslümanlar tarafından küçümseyici bir tavırla "Dönmeler'' olarak adlandırılan topluluk hakkında makaleler yayımladılar. (Yakın zamanda bu makalelerden önemli birisi Fransızcadan Türkçeye çevrildi: M. Danon, Yahudi-Müslüman Mezhebi.) Sabataycıların geniş kitleler tarafından ilgi gören bir konu halini alması ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra oldu. 1920'li yıllarda Vatan, Vakit ve Resimli Dünya gazetelerinde Sabataycılar hakkında dizi yazılar yayımlandı. Bu kişilerin yeni Cumhuriyet'e kabul edilmesi gereken gerçek Türk ve Müslüman mı yoksa asimile edilmesi ya da topraklardan atılması gereken yabancı ve gizli Museviler mi oldukları hakkında tartışmalar çıktı. Bu tartışmalara büyük ilgi gösterenlerden biri de İstanbul Makriköy'de (Bakırköy) Sabataycılar tarafından kurulmuş yatılı bir kız okulunun müdürü olan İbrahim Alâettin Gövsa (d. 1889- ö. 1949) idi.

Fakat Gövsa sıradan bir okul müdürü değildi. Kültür Bakanlığı'nın Türk Büyükleri Dizisi serisinde İbrahim Alâettin Gövsa isimli kitaptan Gövsa'nın kırka yakın eser yazdığını, genç Cumhuriyet'in edebiyat ve eğitiminde rol oynayan bir yazar ve pedagog, ayrıca da milletvekili olduğundan söz ediliyor (Zeki Gürel, İbrahim Alâettin Gövsa, Ankara, 1995). Gövsa bir vatanperver olarak hayatı boyunca yeni kuşak Türk gençlerinin Türkçesini, terbiyesini, eğitimini ve milli duygularını geliştirmeye çabaladı. Bu nedenle Çocuk Şiirleri, İlk Gençlik, Sevimli Alfabe, Türk Meşhurlar Ansiklopedisi, Elli Türk Büyüğü, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, Yeni Türk Lûğatı, ve Yeni Talebe Lûğatı gibi kitaplar yazdı. 1949 senesinde Cumhuriyet Bayramı'nda Hürriyet gazetesi için bir makale yazdığı sırada vefat eden Büyük Türk Milliyetçisi Gövsa, 1910'da İstanbul'daki Haham Mektebi'nde Türkçe ve hukuk dersleri vermişti ve bir Sabataycı olan Ahmet Emin Yalman'ın en yakın dostlarından biriydi. Gövsa, Sabatay Sevi adlı kitabının önsözünde Sabataycı pek çok yakın arkadaşı olduğunu, Türkiye'nin iş ve kültürel dünyasına değerli katkıları olan pek çok Sabataycı bulunduğunu, bütün vatandaşların diledikleri gibi düşünmek ve inanmakta özgür olduklarını ve pek çok Sabataycının da artık Türklerle evlenerek kimliklerini kaybettiklerini yazmıştı (s. 6-7). Aynı zamanda "bir buçuk sene aralarında yaşamak suretiyle Sabatay Sevi'den kalan an'ane ve âdetlerin onların hayatında hâlâ ne kadar hâkim olduğunu bizzat gördüm'' demişti (s. 6). Müdürlüğü sırasında yedi-sekiz yaşlarında Sabataycı çocukların defterleri arasında yarı İbranice yarı İspanyolca dualar bulmuştu. Gövsa'nın bu kitabı kaleme alış nedeni, Sabataycıların Türk basınında yazdıklarının aksine Sabatay Sevi'nin hatırasının 1930'larda topluluğun genç üyeleri arasında hâlâ canlı kaldığını görmüş olması idi. Gövsa, ayrıca Sevi'nin mesihlik hareketinin Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve Türkiye Cumhuriyeti'nde önemli izler bırakmış olmasına rağmen Türkçede Sevi'nin kim olduğunu, amaç, inanç ve başarılarını, hikâyesinin nasıl başlayıp geliştiğini, üç yüzyılda nasıl bir iz bırakmış olduğunu inceleyen bir çalışma bulunmadığı için bu kitabı yazmıştı. Bu insanların kökenlerini inceleyen Gövsa, çok uluslu ve çok dinli bir imparatorlukta kabul görmüş ama milli devlete geçildiğinde varlığı savunulamaz duruma düşmüş bu topluluğun tarihine ışık tutmayı umut etmişti.

Sabatay Sevi kitabının üçte ikilik bölümünde Gövsa okura, mesihin hayatı hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor. Sevi, 1626'da İzmir'de İspanyol-Musevi kökenli tüccar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Haham olmak için eğitim gördü ve on beş yaşında bu eğitimin bir parçası olarak Musevi tasavvuf hareketi Kabbalah'nın yoluna girdi. On sekiz yaşına geldiğinde karizmatik bir haham olan Sevi, artık kendisi mutasavvıf öğrenciler yetiştiriyordu. Öğrencilerinin gözünde sahip olduğu üstün güçler ve sebep olduğu mucizeler sayesinde pek çok insan onun ruhani rehberliğine başvuruyordu.

Çeşitli ruhani ve tarihi nedenlerle, o çağda yaşayan pek çok Musevi, mesihlerinin 1648 yılında ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Sevi de kendisinin mesih olduğunu iddia ediyordu. Buna karşı çıkan İzmirli hahamların onun öldürülmesini istemeleri üzerine, Sevi İzmir'den ayrılarak büyük Musevi cemaatlerinin yaşadığı Osmanlı şehirlerini gezmeye başladı. Ancak İstanbulda da Sevi'yi İzmirdekine benzer bir durum bekliyordu: Onun mesih olduğuna burada da çok az kişi inanmıştı. Sevi daha sonra Musevi hahamlar ve mutasavvıfları için dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan Selanik'e gitti. Orada daha büyük bir ilgi görmüş olmasına rağmen herkesi mesihliğine inandıramayarak İzmir'e geri döndü.

İlk turu başarısız sonuçlanan Sevi'nin 1660'lardaki ikinci mesihlik çağrısı farklı bir yanıt buldu. 1663'te Kudüs'e doğru yola çıkan Sevi, Kahire'den geçerken buradaki zengin ve önemli Musevilerle iyi ilişkiler kurdu. Sonunda Kudüs'e ulaşan Sevi, buradaki Musevileri maddi ve manevi anlamda ümitsizliğe düşmüş bir durumda buldu. Kudüslü Musevi cemaatinin çoğunu Ukrayna'daki katliamlardan kaçan mülteciler oluşturuyordu. Bu kişiler çok yoksul oldukları halde Osmanlıların Kandiye kuşatmasının masraflarını karşılamaları için hükümet tarafından ağır vergiler ödemek zorunda bırakılmışlardı. Bu Museviler, hayatta kalabilmelerini sağlayacak parayı toplaması için Sevi'yi Kahire'ye geri gönderdiler.

1665'te Sevi ilginç bir tesadüfle karşılaştı. Doğu Avrupa'da Musevi kıyımından kaçan Sara adlı genç bir kadın, İtalya'nın Livarno şehrine gelmiş ve kendisinin mesihle evlenecek kişi olduğunu iddia ediyordu. Sara Kahire'ye geldiğinde Sevi hemen onunla evlendi. Kudüs'e geri dönerken, Sevi mesihliğinin kabulü yolunda ikinci büyük adımı attı: Gaza'lı Nathan adlı bir Musevi mutasavvıf, Sevi'yi mesih, kendisini de peygamber ilan etti. Nathan dünyadaki bütün Musevi cemaatlerine bunu ilan eden birer de mektup yazdı.

Daha sonra İzmir'e dönen Sevi eskisinden çok daha farklı karşılandı. Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz'den gelen Museviler mesihin yakınında olabilmek için İzmir'e gelmişlerdi. Bunu üzerine Sevi'ye 1665'te mesihlik tacı giydirildi. Dünyanın sonunun geldiğine inanan Museviler kendilerini arınma ibadetlerine ve çağın önemine ait dualar okumaya verdiler. Bu harekete katılan yalnızca Museviler değildi; Sabataycıların iddiasına göre, bir Bektaşi Şeyhi ve onun müridleri de Sevi'nin mesih olduğunu kabul etmişlerdi.

Sevi kendini dünya kralı olarak ilan edip, tüm imparatorlukların krallıklarını da arkadaşları arasında dağıtarak Osmanlı hükümranının geçersiz olduğunu iddia edince, bu durum Osmanlı otoritelerini tedirgin etti. O tarihte Osmanlılar Girit'te, Kandiye'yi fethetmek için çok uzun sürmüş bir kuşatma ile meşguldü ve bu nedenle İmparatorluk'ta sık sık ayaklanmalar, başkaldırılar oluyordu. Bu yüzden Osmanlılar bir başkaldırıya daha, hele de padişahın yerine geçtiğini iddia eden bir harekete izin veremezlerdi. 1666 yılı başında Sevi tutuklandı ve İstanbul'a getirildiğinde padişahı tahtından etmeye yeltenmek suçuyla hapse atıldı. Sevi'nin kapatıldığı zindanın önünde büyük kalabalıkların toplanması nedeniyle Sevi, Çanakkale'de Aydos/Kumkapı kalesine götürüldü. Burada da dünyanın dört bir tarafından gelen ve mesihlerinin yanında olmak isteyen Museviler Sevi'yi yalnız bırakmadı.

Sonunda Sevi, Sultan IV. Mehmed'in zamanını geçirmekten hoşlandığı, Edirne'deki sarayda Divan-ı Hümayun karşısına çıkarıldı. Sultan olayı bir pencere kafesi arkasından seyrederken sadrazam, kaymakam, şeyhülislâm ve sultanın vaizi Vani Efendi Musevi mesihi sorguya çekti. Sultan'ın İslâmı kabul etmiş bir Musevi olan özel doktoru Hayatizade sorgulamada tercümanlık yaptı. Zamanın Osmanlı kayıtlarına göre, Sevi Müslüman olmak veya öldürülmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmıştı. Sevi, bir mesihten beklenenin aksine, şehit olmak yerine İslâma geçmeyi seçti.

Müslüman olan Sevi, Mehmed Efendi adını alarak sarayda memur oldu ve Vani Efendi'den İslâmın esaslarını öğrenmeye başladı. Eşi Sara da Müslüman olarak Fatma adını aldı ve Sevi'ye sarayda eşlik etti. Sevi, Müslüman olmasına rağmen Musevi tasavvufuna ait âdetleri sürdürdü ve kendi takipçilerini de Müslümanlığa geçmeleri, ama aynı zamanda da kendisinin mesih olduğuna inanmaları ve onlara öğrettiği tasavvuf âdetlerini uygulamaları konusunda ikna etti. Sevi bu şekilde Musevi âdetlerini yerine getirdiği için sadrazam tarafından Arnavutluk'a sürüldü. 1676'da ölmeden kısa bir süre önce Sevi, Selanik'li Musevi bir kadınla evlenmişti.

Gövsa'nın kitabının son üçte birlik bölümü, Sabataycılar'ın Sevi'nin ölümünden sonraki iki yüzelli yıllık hikâyesine ayrılmış. Sevi'nin ölümünden sonra onun Selanik'li kayınbiraderi ve halifesi Yakup Kerido ya da Müslüman olduktan sonraki adı ile Abdullah Yakup Çelebi, Selanik'e dönerek orada Sevi'nin peşinden Müslüman olmuş ve Sabataycı inanış ve âdetleri korumuş 200 kadar aileyi bir araya getirdi. Böylece 1690'da gittiği bir hac sırasında ölmeden önce Abdullah Yakup Çelebi, Sabataycıların Yakubi grubunu oluşturdu. Bu grup sünnet, evlilik, hac ve ölü gömme gibi konularda Müslümanlığın gereklerini yerine getirmede çok hassas davranmaları ile ün kazanmıştı, ancak diğer Sabataycılar gibi evde Musevi tasavvuf âdetlerini uyguluyorlardı. Yakubiler, aralarından Selanik'in belediye başkanı Hamdi Bey gibi pek çok hükümet görevlisi çıkarmışlardı.

Sabataycılar arasında en radikal grup, 1689-1690 yılında Mustafa Çelebi önderliğinde Yakubilerden koparak kuruldu. Karakaş adını alan bu grubun inanışına göre, Sevi'nin ölümünden dokuz ay sonra doğan Osman adlı bir çocuk, mesih Sevi'nin ruhunu taşıyordu. Mesihin dünyaya geldiği devirde süregelen kuralları takip etmenin gereksizliğine inanan bu grup, Yakubiler kadar açıkça Müslümanlığın kurallarını da izlemiyorlardı.

1720'de Sevi'nin ruhunu taşıdığına inanılan Osman öldüğünde, Karakaş grubunun üyeleri arasından Kapancılar, grubu ortaya çıktı. Kapancılar Osman'ın mesih olduğu görüşünü reddettiler ve onun yerine yalnızca Sevi'nin mesihliğine inanarak onun inanç ve âdetlerinin en sadık takipçileri oldular. Bu üç grubun üyeleri de görünürde Müslüman olarak yaşadıkları halde, diğer hiçbir Müslümanın sahip olmadığı inançlara sahiptiler. Aynı zamanda, Sevi'nin mesih olduğuna inandıkları ve Müslümanlığı kabul ettikleri için Musevilerden de farklıydılar. Aile ağaçlarına çok önem veren Sabataycılar yalnızca grup içi evlilikler yaptılar ve ne Müslüman ne de Musevi olarak tanımlanabilen kimliklerini bu şekilde korudular. Sabataycılar aynı zamanda içlerindeki üç grubun farkını da korudular; öyle ki her grubun kendine ait bir lideri, âdet ve kuralları, giysi ve saç şekilleri vardı. 1920'lerde Sabataycılar tarafından çıkarılan Vatan gazetesinde, artık uygulanmadığı iddia edilen bu davranış şeklinin ardında yatan ilke şu sözlerle ifade ediliyordu: "Ötekilere karışmayın, yalnız kendi aranızda evlenin, Müslimlerin âdetlerinden ve ayinlerinden ancak gözle görülenleri yaparak gözlerini örtülü bulundurun" (s. 83).

İki yüzyıl boyunca üç Sabataycı grup devrin otoriteleri tarafından hiçbir baskı hatta ilgi görmeden Selanik'te huzur içinde yaşadılar. Yalnız on dokuzuncu yüzyılda başlarından iki küçük olay geçti. Selanik'e vali olarak atanan Midhat Paşa göreve geldiğinde, memurlarından bazılarının saçlarını kazıtmış olması onu şaşkınlığa düşürdü. Bu kişilerin Sabataycıların Yakubi grubundan olduğunu öğrenen Midhat Paşa memurların saçlarını kazıtmasını yasakladı (s. 74-5). Hüsnü Paşa adlı başka bir Selanik valisi de bir evde Sabatay Sevi'ye ve Sabataycı iki lidere ait kutsal eşyaların saklandığını duyunca o eve baskın yaptı, ancak bir şey bulamadı. Bu iki hareket de Sabataycıların genel bir baskı görmesine neden olmadı.

Sabataycılar ilk defa 1880'lerde, kendileri hakkında yazılar yazınca ilgi çekmeye başladılar. 1920'lere gelindiğine Sabataycılar hakkında yaygın tartışmalar yapılıyordu. 1924'te bazı Sabataycılar Vakit ve Vatan gazetelerinde kendi tarih ve dinlerini anlatan yazı dizileri yayımladılar. Vatan gazetesinde yayımlanan 10 bölümlük "Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi" adlı dizide, artık yalnızca 70-80 yaşlarındaki Sabataycıların eski âdetleri sürdürdükleri iddia ediliyor, Sabataycıların Türklerle evlenmesi sonucunda Sabataycılık artık "tarihe karışmış veya karışmak üzere" deniyordu (s. 82). Ancak bu makalelerin yayımlandığı yıl Karakaşzade Mehmed Rüşdü adlı bir Sabataycı, Selanikli Sabataycılar'a yazdığı açık bir mektupta onları ayrı kimliklerini sürdürmekle itham etti (s. 88-91). Rüşdü Efendi de Vatan gazetesinde yazan diğer yazarlar gibi Sabataycı kimliğinin sürdürülmesine karşıydı, ancak onlardan farklı olarak bu kimliğin hâlâ sürdüğünü iddia ediyordu. O sıralar Selanik'te yaşayan on ya da on beşbin Sabataycı'ya Türklerle karışıp evlenmeleri ve kendilerine has âdetleri uygulamayı bırakmaları gerektiğini söylüyordu. Gövsa da Vatan gazetesinde çıkan makaleleri eleştiriyor ve Sabataycıların tarihe karıştığı iddialarına rağmen, müdürlük yaptığı yatılı Makriköy okulunda gördüğü üzere bazı Sabataycıların hâlâ kendi âdetlerini sürdürdüklerini yazıyordu (s. 86). Ona göre "deniz kenarına veya ırmak kenarına giderek mesihi beklemek ve 'Sabatay Sevi esperamo a ti' demek yani 'Sabatay Sevi seni bekliyoruz' diye seslenmek eskiden olduğu gibi şimdi de riayet edilen bir âdettir" (s. 97).
Gövsa kitabının önsözünde Sevi hakkında o güne kadar yazılmış olanlardan daha iyi ve geniş bir kitap yazacağına inandığını söylüyor. Daha iyisini yazacağını söylediği yazılar arasında Osmanlı/Türkiye Musevisi Abraham Galanté'nin konu hakkında kitabı, Danon'un makalesi, çeşitli gazete ve ansiklopedi makaleleri ve kendisinin Meşhur Adam Ansiklopedi'sine (1931) ve 7 Gün dergisine yazdığı makaleler bulunuyor. Oysa kendisinden önce yazılmış araştırma kitapları ile karşılaştırıldığında Gövsa'nın kitabı oldukça yetersiz kalıyor. Hatta Gövsa'nın on dokuz bölümden oluşan kitabının on iki bölümü doğrudan Galanté'den alınmış ve kalan yedi bölüm de Türk basınında çıkan makalelerin bir derlemesinden ibaret.

Ancak Gövsa kitabı yazışındaki diğer amaçlarını başarıyla gerçekleştirmişti. İlk olarak Sabataycıların ve Galanté'nin iddialarının aksine, Sabataycılığın yalnızca yaşlılar arasında yaşayan bir gelenek olmadığını ve 1930'larda yaşayan Sabataycı çocukların da bu gelenekleri sürdürdüğünü göstermişti. Sabataycıların asimile mi oldukları yoksa hâlâ farklı bir topluluk olarak mı yaşadıkları tartışmaları sürerken Gövsa, bu tartışmalara Sabatay dininin Cumhuriyet'in ilk yıllarında genç kuşaklar tarafından uygulandığına dair delil gösterek katılıyordu.

İkinci olarak, Gövsa'nın kitabı dönemin tartışmalarına önemli bir katkıydı. Sevi'nin mesihlik hareketi Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve önemli izler bırakmış olduğu halde, o dönemde Sabatay Sevi hakkında yazılmış Türkçe bir kitap bulunmuyordu. 1920'lerde yeni Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Türk Ulusunun birliğini kurma çalışmalarına başladığı dönemde Sabataycıların kimliği genç cumhuriyet için önemli bir soru haline geldi: Sabataycılar kimdi? (Galanté, s. 57). Diğer bir deyişle Türk ve Müslüman mıydılar? Türkler ve Yahudiler ve Vatandaş Türkçe Konuş kitaplarının vatanperver yazarı Galanté, bu konunun hassasiyetini fark ettiği için bu konuda Fransızca yazmayı seçmişti. Gövsa, Galanté'nin araştırmasını Türkçeleştirerek o güne kadar konu hakkında yazılmış en doğru ve kapsamlı araştırmayı Türk okurlarına sunmuş oldu.

Gövsa'nın kitabının önemi, bu kitabın baskısının tükenmiş olduğu son elli yılda Sevi ve Sabataycılar hakkında çıkan daha yeni kitaplarla karşılaştırıldığında ortaya çıkıyor. Gövsa Sabataycıların yaşayan mı, yoksa yok olan bir topluluk mu olduğu tartışmasına katılmış olsa da onları kendi tarih ve dinleri içinde anlamaya çalışmıştı. Ne onları inançları nedeniyle yargılamış ne de kitabını onlara karşı açık bir önyargıyla yazmıştı. Sabataycılar asimile olup değişik âdetlerini bir tarafa bıraktıkları halde, son elli yıl boyunca Türkiye'de çeşitli yazarlar tarafında saldırıya uğradılar. Bugün Türkiye'de kitapçılarda bu konuda yaygın olarak satılan kitaplar komplo teorileri ve hâlâ varlığını sürdüren çok sayıda kötü niyetli Sabataycının bulunduğu iddiaları ile dolu. Ne yazık ki Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'ün Dönmeler ve Dönmelik Tarihi de (şimdi Dönmeler Tarihi adı altında ikinci baskısında, Hamle Basın, İstanbul, 1997) konu hakkında yazılmış tek akademik kitap olmasına rağmen, açıkça Yahudi ve Sabataycı karşıtı bir yaklaşımla yazılmış. Öyle ki, Küçük'ün kitabının bibliyografyası Nazi Almanyası döneminde yazılmış anti-Semitik kitaplarla dolu. Bu yaklaşım da kitabı, objektif bir araştırmanın sahip olabileceği entelektüel değerden yoksun bırakıyor.

Gövsa'nın çoktan baskısı tükenen Sabatay Sevi adlı kitabı, Türkçe'de Osmanlı Musevileri'nin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyeti'ndeki izleri üzerine yazılmış ilk ve tek ciddi çalışma olması nedeniyle yeniden basılmayı hak ediyor. Objektif ve hatta özgün olmayan, çoğu Galanté'nin yazdıklarına dayandırılan kitap, bugün konu hakkında Türk okuruna sunulan diğer kitaplardan çok daha iyi.

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion