5 Ocak 2015 Pazartesi

DÜNYA SEVGİSİ


DÜNYA SEVGİSİ


مَنْ كَانَ يُريدُ حَرْثَ الْاخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فى حَرْثِه وَمَنْ كَانَ يُريدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤْتِه مِنْهَا وَمَالَهُ فِى الْاخِرَةِ مِنْ نَصيبٍ
Şura/20- Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.
اَللّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ وَفَرِحُوا بِالْحَيوةِ الدُّنْيَا وَمَا الْحَيوةُ الدُّنْيَا فِى الْاخِرَةِ اِلَّا مَتَاعٌ
Ra'd/26. Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de, daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktalar. Oysa dünya hayatı ahiret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ وَاخْشَوْا يَوْمًا لَايَجْزى وَالِدٌ عَنْ وَلَدِه وَلَا مَوْلُودٌ هُوَ جَازٍ عَنْ وَالِدِه شَيًْا اِنَّ وَعْدَ اللّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيوةُ الدُّنْياَ وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّهِ الْغَرُورُ
Lokman/33- Ey insanlar! Rabbinizden sakının ve bir günden korkun ki, baba çocuğuna hiçbir fayda veremez. Çocuk da babasına hiçbir şeyle fayda sağlayacak değildir. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın.
اِعْلَمُوا اَنَّمَا الْحَيوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِى الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهيجُ فَتَريهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِى الْاخِرَةِ عَذَابٌ شَديدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَاالْحَيوةُ الدُّنْيَا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
Hadid/20. Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.
اِنَّمَا الْحَيوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَاِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا يُؤْتِكُمْ اُجُورَكُمْ وَلَايَسَْلْكُمْ اَمْوَالَكُمْ
Muhammed/36- Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer iman eder kötülükten sakınırsanız, Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden bütün mallarınızı harcamanızı da istemez.
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنينَ وَالْقَنَاطيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذلِكَ مَتَاعُ الْحَيوةِ الدُّنْياَ وَاللّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَابِ
Al-İ İmran/ 14- İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.
اِنَّمَا مَثَلُ الْحَيوةِ الدُّنْيَا كَمَاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاءِ فَاخْتَلَطَ بِه نَبَاتُ الْاَرْضِ مِمَّا يَاْكُلُ النَّاسُ وَالْاَنْعَامُ حَتّى اِذَا اَخَذَتِ الْاَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ اَهْلُهَا اَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَا اَتيهَا اَمْرُنَا لَيْلًا اَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصيدًا كَاَنْ لَمْ تَغْنَ بِالْاَمْسِ كَذلِكَ نُفَصِّلُ الْايَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Yunus/24- Dünya hayatının misali şöyledir: Gökten indirdiğimiz su ile, insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp süslendiği ve sahipleri kendilerini ona gücü yeter sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz gelivermiştir, ansızın ona öyle bir tırpan atıvermişiz de sanki bir gün önce orada hiçbir şenlik yokmuş gibi oluvermiştir. Düşünen bir kavim için âyetlerimizi işte böyle açıklarız.
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا كَمَاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاءِ فَاخْتَلَطَ بِه نَبَاتُ الْاَرْضِ فَاَصْبَحَ هَشيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللّهُ عَلى كُلِّ شَىْءٍ مُقْتَدِرًا
Kehf/45- Ey Muhammed! Sen onlara dünya hayatının misalini ver. Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkileri (her renk ve çiçekten) birbirine karışmış, nihayet bir çöp kırıntısı olmuştur. Rüzgarlar onu savurur gider. Allah her şeye muktedirdir.
رِجَالٌ لَاتُلْهيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّهِ وَاِقَامِ الصَّلوةِ وَايتَاءِ الزَّكوةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فيهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُ
Nur/ 37- Birtakım insanlar (Allahı tesbih ederler) ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden  korkarlar.
HADİS...
* Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından olan Ebu Hallâd radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve az konuşma hasletlerinin verildiğini görürseniz ona yaklaşın (ve sözlerini dikkatle dinleyin). Çünkü o hikmetli sözler eder-veya ona hikmet ilham edilir-"
* Sehl İbnu Sa'd es-Sâidî radıyallahu anh anlatıyor: "(Bir gün) Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a bir adam gelerek: "Ey Allah'ın Resülü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım taktirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin" dedi. Resülullah aleyhissalâtu vesselâm: "Dünyaya rağbet gösterme, Allah seni sevsin, insanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!" buyurdular."
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm hastalanmıştı. Sa'd İbnu Ebi Vakkâs geçmiş olsun ziyaretine gitti. Yanına varınca Selman'ı ağlıyor buldu. Sa'd: "Niye ağlıyorsun? Ey kardeşim, sen Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a arkadaşlık etmedin mi, şöyle değil mi, böyle değil mi (diye ağlamasını abes kılan bir kısım faziletleri hatırlattı). Selman radıyallahu anh şu cevabı verdi: "Ben şu iki şeyden biri için ağlamıyorum: "Ben ne bir dünya düşkünlüğü ne de ahiret gafleti sebebiyle ağlıyor değilim. Beni ağlatan Resülullah aleyhissalâtu vesselam'ın bir ahdidir. O bana bir husus ahdetmişti, şimdi kendimi o ahdi tecavüz etmiş görüyorum."     Sa'd: "Resülullah size ne ahdetmişti ?" diye sordu.     Selmân: "Aleyhissalâtu vesselâm bana: "Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadarı yeterli" diye ahdetmişti. Ben kendimi bu haddi aşmış görüyorum. Sana gelince, ey Sa'd! Hüküm verdiğin zaman hükmünden, (hak) taksim ettiğin zaman taksiminden, bir şeye yöneldiğin zaman niyetinden Allah'tan kork."    Ravilerden Sâbit der ki: "Selman radıyallahu anh'ın vefat ettiğinde geriye nafaka olarak sadece yirmi küsur dirhemlik bir mal bıraktığı haberi bana geldi."
* Hz. Osman İbnu Affân radıyallahu anh anlatıyor: "Zeyd İbnu Sa'bît radıyallahu anh gün ortasında Halife Mervan'ın yanından çıkmıştı. Ben: "Bu saatte, Zeyd'i mutlaka sormak istediği bir şey için çağırmıştır" (diye düşündüm ve kendisine kanaatimi) söyledim. Zeyd: "O bize, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'dan işittiğimiz bazı şeyler sordu. Ben Aleyhissalâtu vesselâm'ın: "Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderinde yazılandan fazla olmaz. Kimin de kasdi ahiret olursa, Allah, onun (dağınık) işini lehinde toplar, zenginliğini kalbine koyar, dünya nimetleri ona koşarak (kendiliğinden) gelir" sözünü anlattım."
* Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece ahiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevi gamlarını Allah izale eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvaline dağıtacak olursa, Allah onun, vadilerden hangisinde helak olacağına aldırış etmez."
* Sehl İbnu Sa'd radıyallahu anh anlatıyor: "Biz (hacc sırasında) Zülhuleyfe'de Resülullah aleyhissalâtu vesselam ile beraberdik. O, birden şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar ölüsüyle karşılaştı. Bunun üzerine:     "Şu lâşenin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha değersizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyen tek damla su içirmezdi" buyurdular."
* Ebu Ümâme radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Benim nazarımda en ziyade gıbta etmeye değer kimse şu evsafı taşıyan kimsedir: (Dünyevi yükü ve) hâli hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde (adem-i şöhretle) gizli kalmış ve kendisine (cemiyette) iltifat edilmemiş mü'mindir. Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti, ölümü de çabuk geldi, az miras bıraktı, kendisi için mâtem tutan kadın da az oldu."
* Esmâ Bintu Yezid radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Size en hayırlınızı haber vereyim mi?" diye sordu. "Evet! Ey Allah'ın Resûlü!" dediler.     "Sizden o kimseler en hayırlıdır ki, onları görenler aziz ve celil olan Allah'ı hatırlarlar" buyurdular."
* İmrân İbna Husayn radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, Allah Teâla hazretleri, maddeten fakir, çoluk çocuk sahibi olup dilencilik ve haram kazançtan kaçınan mü'min kulunu sever."
* Abdullah İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: "Muhacirlerin fakirleri, Allah'ın, zenginleri kendilerinden (mali ibadetler yönüyle) daha üstün kıldığı hususunda dert yandılar. Aleyhissalâtu vesselâm onlara: "Ey fakirler cemaati! Ben sizi, fakir muhacirlerin, cennete zenginlerinden, (dünya ölçüleriyle beşyüz yıl olan) yarım gün önce gireceklerini müjdelemeyeyim mi?" buyurdular."     Bu hadisi rivayet eden Musa rahimehullah şu ayeti okudu:  "Ve şüphesiz, senin Rabbin katındaki bir gün sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir" (Hacc 47).
PIRLANTA SERİSİ…
RUMMÂN ARZUSU
Mev’izelerde bir menkibe anlatılır: Bir çilehânede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn.. ancak ölmeyecek kadar yeyip-içmek, elden geldiğince sadece ibadet ü tâatte bulunup dışarıya çıkmamak orada bir prensiptir. El-ayak, göz-kulak, dil-dudak, tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltır; bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak geçiştirilir; ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır. İşte böyle bir çilehâne ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar -Allah öbür nârdan (Cehennem’den) muhafaza buyursun- sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terkettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara-bere içinde yatan birisi var. Yara-bere içinde ama hâlinden çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. “Elhamdülillah Yâ Rabbi” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a hamdolsun” diyor. “Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân’ı terkedip O’nun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehâneye dönüyor.
Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o hedefe ulaşamazlar.[1]
SONSUZ NUR
Allah Resûlü, zâhidlerin en zâhidiydi. O’ndaki verâ, yani kaba ma’nâsıyla şüpheli şeylerden kaçınma, -o seviyede olmak şartıyla- ikinci bir insanda yoktu. O, bütün tavır ve hareketlerini, bu çizgiye göre ayarlamıştı. Allah’tan öyle korkardı ki, sanki kalbi duracak gibi olurdu.. o kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki; gözyaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı. O, coşarken âdetâ bir derya, dururken de umman gibiydi.
Şimdi, hayatını bu çerçeve içinde geçirmiş bir insana, yukarıda arzettiğim âyetleri yanlış değerlendirerek, dünyaya temayül ve günaha meyil urbası biçmek, büyük bir saygısızlık ve korkunç bir aldanmışlıktır. Allah (cc), O’nu öyle bir yücelik semâsına oturtmuşdur ki, yerde havlayanların sesi, O’na hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Nerede kaldı ki, attıkları çamur O’na sıçrayabilsin. Zira O’nun zühdü, takvası, Allah (cc)’tan korkması ve günahlara karşı fevkalâde derecede hassas davranması, O’nun günah işlemeye meyli olmasıyla kat’iyen bağdaştırılamaz.
İşte şimdi de kuşbakışı, O’nun bu derinliklerine temas etmek istiyoruz:
Evvela zühd; dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme halidir. Bu hal, Allah Resûlü’nde doruk noktadadır. Bütün dünya O’nun olsaydı, her halde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya, bir anda elinden gitseydi, yine bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terketmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terketmek değildir. Zira, kazanç yollarının en mantıkîsini ve en güzelini bize gösteren, yine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. O’nun kesben dünyayı terk etmesi veya insanları buna teşvik etmesi düşünülemez. Dünyayı terk, kalben olmalıdır. Buna en güzel delil de yine Allah Resûlü’nün kurduğu İslâm Site Devleti’nin, kısa zamanda dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerinden biri hâline gelmesidir. Bir batılı düşünürün dediği gibi, Allah Resûlü’nün kurduğu bir büyük devletten, daha sonra tam 25 tane imparatorluk ölçüsünde devlet doğmuştur. Osmanlı Devlet-i Âliyesi bunlardan sadece bir tanesidir. Evet, zühdde temel düşünce bu olmalıdır.
Allah Resûlü, peygamberliğin aydınlık iklimine adımını attığı andan, dünya bütün debdebe ve ihtişamıyla O’nun ayağının önüne serildiği âna kadar hiç tavrını değiştirmedi. Hatta O, dünyaya geldiği anda sahip olduğu mal varlığına, vefat ederken sahip değildi. Çünkü neyi var, neyi yoksa hep dağıtmış ve infâk etmişti. Bakın metrûkâtına, sadece birkaç keçi ve bir de hanımlarının içinde bulundukları küçük odalar. Onlar da yine millete ait sayılırdı ki, analarımız vefat edince, hepsi de mescide dahil edilmişti. Oraya giden herkesin de bilebileceği gibi, bu hücreler mescidin bir köşesine sıkışacak kadar dar bir yer işgal ediyordu.
Hasır Üzerinde Yatması
Hz. Ömer (ra), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (ra), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (ra): “Ya Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer (ra)’e şu karşılıkta bulunur: “İstemez misin, Ya Ömer! Dünya onların, âhiret de bizim olsun.”435 Başka bir rivayette ise Efendimiz şöyle buyururlar: “Dünya ile benim ne alâkam var. Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu.. sonra da orayı terkedip yoluna devam eden...”436
O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmiştir. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terkedecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temâyül edeceğine, ihtimâl vermek aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi, ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı...
İnsan Bir Yolcudur
Yine Tirmizi İbn-i Ömer’den rivayet ediyor : “Dünyada garip gibi yaşa. Veya bir yolcu gibi ol. Kendini (ölmeden önce) kabir ehlinden say!”
İşte üç cümlelik bir söz. Zühd ve takvâya ait, dünya ve ahiret muvazenesini koruma, kollamada söylenebilecek sözlerin en vecizi, en ma’nâlısı... Ancak bundan daha veciz bir ifade varsa, hiç şüphesiz bu da yine O’na aittir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın!.
İnsan, zaten dünyada gariptir. Mevlânâ’nın ifadesiyle; insan, kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi, bütün bir hayat boyu devam eder.
İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminden başlayan yolculuğu, anne karnına, dünyaya, çocukluk dönemine, gençlik çağına, yaşlılık hengamına, kabir ve derken cennet veya cehenneme kadar devam eden bir yolculuktur. Ama acaba insan, bu yolculuğunun ne derece farkındadır? Eğer o, daima kendini bir yolcu gibi görse, yürüyüşünü zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan dünyanın çeşitli güzelliklerine takılıp sendelemeden yürüyüp gidecektir.
İnsan kendini kabir ehlinden saymadıkdan sonra, yani eskilerin; “Ölmeden evvel ölünüz”  diye anlatmaya çalıştıkları husûsu, fiil ve yaşantıya dökmedikden sonra, şeytanın hile ve desiselerinden bütünüyle korunması, kurtulması mümkün değildir. Evet, insan nefsaniyet, cismaniyet itibariyle ölmelidir ki, vicdan ve ruh itibariyle dirilmiş olsun. Zaten her şeyi cesede bağlayanlar, cesedlerinin altında kalıp ezilmiş olan zavallılar değil mi?
Dünya Bir Gölgeliktir
Bir başka hadis:
“Dünya ile benim ne alâkam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.”
Dünya nedir? İnsan fâni ve geçici olan şeylere karşı nasıl bir durum ayarlaması yapmalıdır? Hem insan, bu dünyaya niçin gelmiştir ve nereye gitmektedir? İşte felsefenin en birinci mevzuları ve haklarında asırlardır söz söylenen mevzular.. görüldüğü gibi, Allah Rasûlü tarafından çok veciz bir ifadeyle vuzuha kavuşturulmakta. Başkalarının kitaplık çapta eserlerle, kesin ve net bir şekilde ortaya koyamadığı bu ve benzeri mese-leler, Allah Rasûlünün lâl ü güher beyanları içinde, nasıl da en net şeklini almaktadır! Evet, bütün insanlık, O’nun ifadelerindeki vecizliğe hayrandır...
DÜNYADAN İNTİKAM
Vefasız hayat arkadaşınızdan nasıl intikam alırsınız? O’nu terk eder ve vefasızlığıyla baş başa bırakırsınız değil mi?
Dünyadan da işte böyle intikam almalısınız. Yani kalben ve rûhen onu aşmalı, kesbini millete mal etmelisiniz!
DÜNYA ZEVKİ, AHİRET NİMETLERİNDEN YEMEKTİR
“Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcayıp tükettiniz; onların zevkini sürdünüz” âyetinin mazmûnunca, dünyada tadılan meşrû-gayr-ı meşrû her nimet ve lezzet, ahiretin lezzet ve nimetlerinden bir şeyler noksanlaştırır. Yalnız, burada dikkat isteyen bir nokta vardır ki, o da şudur: “Lezzetten eksilme, muâheze olunmak “sorguya çekilmek” demek değildir. İnsan, meşrû dairede aldığı lezzetlerden Âhiret’te muâhezeye tabi tutulmaz; fakat, burada tattığı lezzet ve faydalandığı nimetler ölçüsünce, Ahiret’teki mükâfat ve tadacağı lezzetlerden eksilme olur.[2]
DÜNYA’NIN GERÇEK YÜZÜ
Bazıları, dünyayı biraz para biraz da âfiyetten ibaret sayarlar. Bu, herşeyi maddeye ircâ edip, dünyayı bildiğine, gördüğüne bağlayanlar için doğru olsa da, hakikate uyanmış ma’nâ insanları için aldanmışlıktan başka bir şey değildir.
Bugün dünyayı bozmaya çalışanlar, onun intizamını koruyanlardan hem daha çok hem de daha nüfuzlu görünüyorlar. Kuvvet dengesine te’sir edecek ma'nevî bir güç olmazsa, hâlihazırdaki durumla kısa zaman içinde,büyük mesafelerin alınacağı söylenemez.[3]
DÜNYA-AHİRET DENGESİ
Dünya ve ahiret tek bir hakikatin iki ayrı yüzüdür. Bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Öyleyse bütün davranışlarımız bu dengeye uygun olarak ayarlanmalıdır. Yani dünya mutlaka ahiret yörüngesine oturtulmalıdır. Bunu başaramayanlar dengeyi kaybederler. Dengesi kaybolmuş insanlardan da dengeli davranış beklenemez![4]
DÜNYA VE BİZ
Bizim dünya ile alâkamız, her yerde izzet-i İslâmiye’yi göstermek, temsil etmeye çalıştığımız elmas misali hakikatleri başkalarına da anlatmak, o aydınlık yolu onlara tanıtmak düşüncesine matuftur. İşte, bizim gözümüzün bir kenarıyla bazen dünyaya bir “nigâh-ı âşina” kılmamızın hakiki sebeplerinden bazılarıdır bunlar. Evet biz, bu düşüncelerle Kasas sûresinde ferman edilen “Dünyadan da nasibini unutma” beyanıyla tam mutabakat içindeyiz. Zira o âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara” derken “ibtiğa” fiilini kullanıyor ki, bu “bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete ahiret kadar değer ver” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de “nasibi unutmama” esasına bağlı kalınmalıdır.[5]
DÜNYA- UKBA MUVAZENESİ
Dünya, ahiretin tarlası hükmündedir ve ahireti kazanma adına insana bahşedilmiş yegane fırsattır. Bundan dolayıdır ki, dünya ile ahiret arasında sıkı bir irtibat vardır. Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’inde “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez!” (Kasas/77) buyurarak, dünya ve ukba hayatımız adına bize önemli ölçüler vermektedir. Ayette Allah’ın lütfetmiş olduğu nimetlerin, ahireti kazanma yolunda kullanılması ve bunun yanında, “dünyadan da nasibini unutma” ifadesiyle, dünyanın kesben terk edilmemesi üzerinde durularak insanlara, dünyada aziz ve şerefli olarak yaşama imkanlarını araştırmaları gerektiği mesajı verilmektedir.[6]
RİSALE...
Dünyanın üç yüzü var.
Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar; onların nukuşunu gösterir, mânâ-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.
İkinci yüzü, âhirete bakar; âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.
Kur'ân-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudâttan ehemmiyetkârâne, istihsankârâne bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sâir ehlullâhın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.
Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır.
Birincisi, ehl-i mârifettir ki, Cenâb-ı Hakkın mârifetine ve muhabbet ve ibâdetine sed çektiği için tahkir eder. İkincisi, ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarûrî işleri onları amel-i uhrevîden men ettiği için, veyahut şuhud derecesinde imân ile Cennetin kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâma güzel bir adam nispet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymettar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nispet edilse, hiç hükmündedir.
Üçüncüsü, dünyayı tahkir eder; çünkü, eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.
Dördüncüsü, dünyayı tahkir eder; zîrâ, dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder, "Pistir" der. Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve Mârifetullâhın muhabbetinden ileri gelir.
Demek, makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak, bizi onlardan yapsın.
KESBEN DEĞİL KALBEN TERK
Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lâzımdır:
1. Dünyanın ömrü kısa olup, sür'atle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.
2. Dünyanın lezâizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.
3. Seni intizar etmekte ve senin de sür'atle ona doğru gitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir. 4. Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabirle dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahaza, Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyleyse, kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah'ın davetine icabet et.
Fesübhanallah, Cenab-ı Hakkın insanlara fazl ve keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah'a satmazsa, büyük bir belâya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Halbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü, arkasına alırsa, beli kırılır, eliyle tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccânen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.[7]

TEFSİR…

اِعْلَمُوا اَنَّمَا الْحَيوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِى الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهيجُ فَتَريهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِى الْاخِرَةِ عَذَابٌ شَديدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَاالْحَيوةُ الدُّنْيَا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
Hadid/20. Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.
Dünya hayatı, yani ahiret kazancı için sarfedilmeyen, sonsuzluk âleminin nimetlerini elde etmeye vasıta kılınmayan o dünya hayatı sırf çocukları aldatan ve yorgunluktan başka bir meyvası olmayan şu hallerden ibarettir:  Bir oyundur, heves edilir. Uğraşılır, boğuşulur. Yense de yenilse de netice itibariyle hiçe doğru sürüklenip gider    ve eğlencedir. İnsanı faydalı olan işinden, gücünden, vazifesinden alıkoyan ve vaktini öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlencelerdir.   Ve süstür, herhangi bir şeref bahşetmeyen, kadın ve çocuklar gibi gafilleri aldatan giyimler, kuşamlar, ciciler biciler kabilinden sadece bir gösteriştir.   Ve aranızda bir övünmedir, ben senden üstünüm, ben falanın oğluyum gibi bir övünüştür. Tefâhür, övünme yarışı demektir. Fahr ve iftihar ise, kişinin kendisinden başka şeylere güveniş övünmesidir.    Mal ve evlatta bir çokluk yarışı, bir gururdur. İşte sırf dünya için yaşayanlara hayat, bunlardan ibarettir.
Bir yağmur misali gibi ki    otu kâfirleri imrendirmiştir. Burada küffâr, şer'an bilinen anlamı ile kâfirler demek olabilirse de, İbnü Mes'ud (r.a.)'dan rivayet edildiği üzere çiftçiler, rençberler mânâsına olması daha tercihe şayandır. Çünkü küfür, asıl lûgat mânâsında "örtmek" demektir. Çiftçiler de tohumu toprağa atıp örttükleri için onlara da bu vasıf verilmiştir. Otların bitmesi de  hayvanat dolayısıyla önce çiftçilerin hoşuna gider. Ancak bu tabirin seçilmesi, bilinen tevriyeden de uzak değildir. Ahirete inanmayan kâfirlerin hoşlandıkları hayatın hayvanî bir hayat olduğuna işaret için de kullanılmış olabilir.
Sonra heyecana gelir,  coşar, gürleşir yahut kurumaya yüz tutar, körelir. Bir de bakar onu sapsarı görürsün.  Sonra bir tutam çöp olur. İşte dünya hayatının misali budur.  Ahirette ise şiddetli bir azab vardır. Yani dünya hayatına düşkünlüğün neticesi, çetin bir acıdır. Onun için burada ilk önce azab haber verilmiştir.  Bir de Allah'tan bir mağfiret, bütün günahları örten, zahmetleri unutturan ve mahiyetini tasvir imkanı olmayan bir mağfiret bir bağışlama vardır. Ve bir rıdvan vardır, ki her şeyden büyük, her zevkten üstün olan Allah'ın rızasına ulaşmak,   "Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlar.." (Beyyine, 98/8) âyeti gereğince hem kendisinden razı olunmuş hem de kendisi razı olmuş olmak ve o ebedi hoşnutluk, bütün mutlulukların en büyüğü, bütün safâların (şenliklerin) en yücesidir. Bu ise, dünya hayatını gaye edinmeyip ahiret için  çalışan müminlere vaad edilmiştir. Görülüyor ki şiddetli bir azaba karşılık iki şey zikredilmiştir. 1. Mağfiret, 2. Hoşnutluk. Bu da Allah'ın rahmet sıfatının gadab sıfatına üstün geldiğini göstermektedir. Kısacası,   dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir, bir zevkten ibarettir. Fakat bir aldanma zevkidir. Hoş gibi görünür, lakin neş'esi sersemlikle, zevki acı ve ayrılıkla, azabı cehennem ile neticelenir. Ancak Saîd b. Cübeyr (r.a.)den rivayet edildiği üzere dünya hayatının aldatıcı bir zevk olması, ahiret hayatını istemekten alıkoyması sebebiyledir.
Ancak Allah Teâlâ'nın  hoşnutluğuna ve ahiretin kazanılmasına vesile edinilmesi durumunda ise ne güzel zevk, ne güzel bir vesiledir! O halde insan olanlar dünya hayatının geçici zevklerine kendilerini  kaptırmayıp, sonundaki o ayrılık ile bir taraftan o şiddetli azabı, bir taraftan da o mağfiret ve hoşnutluğu düşünmeli de, yalnız azab korkusu ile değil, o mağfiret ve hoşnutluğa layık bir neş'e, bir aşk ve muhabbet ile ahiret için çalışmalı, o büyük murada ermelidir.[8]
NÜKTELER....
Hazreti Osman, kölesi ile bir yerden geçiyordu. Bir ağacın altında herkesten uzak vaziyette yatan Ebu Zerri Gıffari hazretlerini gördü. Ebu Zerr, eshabın maddeten en fakirlerinden biri idi. Hz. Osman yanındaki kölesine bir kese altın verdi:
“Git bunu şu ağacın altında yatan adama ver. Eğer dediğimi yaparsan seni azad edeceğim” dedi. Hz. Osman’ın bu müjdesine sevinen köle, mutlaka parayı verebileceği ümidiyle uyuyan adamın yanına varıp uyanmasını bekledi. Bir müddet sonra Ebu Zerr Hazretleri uyanmıştı. Köle:
“Al bu keseyi... “ diye rica ettiyse de Ebu Zerr, kabul etmiyordu. Köle ısrar ederek:
“Eğer bu altınları alırsan kölelikten kurtulacağım. Sen benim azad olmamı istemez misin?” diye söylediğinde O:
senin kölelikten kurtulmanı ben de isterim ama, ben onu alırsam sen hür olacaksın, ben köle olacağım. Sen benim köle olmamı ister misin? Diyerek parayı almayı kabul etmedi.
DÜNYADA CENNET NİMETLERİNİ YEME
Salihlerden bir kimse çok fakir olup dünyalık hiçbir şeye malik olmadığı için ailesi “bu hale nasıl sabredelim. Cenab-ı Hak’tan bir miktar dünyalık istesek olmaz mı?” diye, gece-gündüz efendisi ile münakaşa edermiş.
Nihayet  o salih zat da dua eder ve duası kabul buyurulur. Bir de ailesi bakar ki evin köşesinde, altında bir kerpiç bulunur ve hemen efendisine getirir, ihtiyaçlarını karşıla diye verilir.
Efendisi o gece rüyasında görür ki, cennette bir köşk içinde bulunuyor. Lakin köşkün bir kerpici eksik olduğu için güzelliğinde eksiklik vardır. O kerpicin ne olduğunu sorunca “dünyada sana verilmişti” derler.
Uyanınca hemen bunu ailesine anlatır. Kadın da dünyayı istediğine pişman olur. Efendisi tekrar “Ya Rabbi, bana dünya gerekmez. O kerpici geri yerine gönder” diye dua eder. Bakarlar ki, evin köşesinden kerpiç kaybolmuştur.
Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki :
Bir kimsenin dünyada yediği lokmanın karşılığı, ahiretteki hissesinden eksilir.
BİR KAÇ DAKİKA TAHTA ÇIKMA
Halife Harun Reşid’in kardeşi Behlül Dane hazretleri bir gün kardeşinin tahtına geçip oturmuştu. Birkaç dakika oturmadan hemen sarayın hizmetçileri görürler. Behlül Dane hazretlerini tahtan indirdikleri gibi bir de temiz bir dayak atarlar. Behlül ağlamaya da başlamıştı. O anda saraya Harun Reşid gelerek Behlül’ün niye ağladığını sordu. Oradakiler Behlül’ün büyük ve affedilmez bir hata ettiğini, tahta çıkıp oturduğunu, kendilerinin de tahttan indirip dövdüklerini söylediler. Ağabeyinin ağlamasına üzülen Harun Reşit:
“Behlül böyle hatalardan dolayı dövülür mü?” deyip özür diledi. Behlül Dane hazretleri kardeşine:
“Kardeşim ben beni dövdüler diye ağlamıyorum. Ben birkaç dakika tahta çıkmakla bu kadar dayak yedim, yarın senin durumun ne olur, ne kadar dayak yiyeceksin diye düşünüyor ve onun için ağlıyorum” dedi. Bu sözler Harun Reşid’in gözlerini yaşarttı...
“O halde söyle nasıl hareket edersem kurtulurum” dedi. Hazret şu tavsiyede bulundu:
“Adaletle hükmet, kimseyi incitme, millet senden memnun olup sana dua etsinler. Ancak o zaman kurtulursun.
DÜNYA KİMSEYE YÂR VE RÂM OLMAMIŞTIR
Dünya, işvebaz bir kadın gibidir. Gönül kapıcıdır. Fakat hiç kimseye yar ve ram olmamıştır.
Malik bin Dinar’dan:
- Her kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa ondan mehir bedeli olarak, dininin tamamını ister.[9]
Dünya süslü, bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar, ona yüz vermemişlerdir.[10]
DÜNYAYI KESBEN DEĞİL KALBEN TERK ETMEK
İnsan dünyaya çalışmalı, muvaffakiyetin şartlarını yerine getirmeli, fakat asla ona kalbini bağlamamalıdır.
Bilindiği gibi insan, ineğin sütünü sağar, etinden istifade eder, fakat onu odasının baş köşesine bağlamaz. İneğin yeri oda değil ahırdır.
Öyle de , insan dünyadan istifade eder, para kazanır, mal mülk sahibi olur. Bunlar dünya hayatı için gereklidir, fakat insan bunları vesile olarak bilmemeli, gaye yapmamalıdır. İnsan parasını kalbine değil, kasasına koymalı. Keza, sarayını gönlüne değil arsasına kurmalıdır. Zira, kalb Samediyetin âyinesidir, marifet ve muhabbete mahal olmak için yaratılmıştır.
İnsan, Beytullah mesabesindeki kalbine servet, makam, teveccüh-ü nas gibi şeyleri koymamalı ve o kalbin nezahatine halel vermemelidir.[11]
DÜNYA VE HÂLİ
Dünyayı, zahirdeki güzelliği ile görürsen, al­danma... O, hilesi, tuzağı, öldürücü zehirleriyle düşkünlerine verilmiştir. Gafletle dokunanı derhal öldürür. Onda sadakat, onda vefa diye birşey yok­tur... Ona iyi gözle bakıp hoşlanma, şöyle ol: Sah­rada bir adam çırılçıplak kazayı hacete oturmuş... Hem edep yeri görünüyor, hem de koku geliyor... Sen mecbursun; hem burnunu tutacak, hem de gö­zünü kapayacaksın... İşte dünyanın hâli. Ondan kurtulmak için hem gözünü kapa, hem de burnu­nu tut...
Dünyaya ihtiyacın kadar bağlan! Kalbden sev­me; nasibin neyse gelir; üzülme!..[12]
DÜNYALIĞI SEVMEK
Allah-u Teâlâ sana mal verir; sen de Allah'ı unutur malla uğraşırsan, o malı sana kara bir per­de yapar: Dünyayı âhireti göremez olursun. Yalnız malı bilirsin. Çok kere de malı alır, seni değiştirir.. Fakir eder, zelil eder.. Çünkü sen asıl nimeti vere­ni unuttun; nimetle meşgul oldun.
Eğer o mal mülk seni meşgul etmez de ibadetin­le uğraşırsan, sana bir hediye olarak verilmiş olur; bir tanesi bile eksilmez.. Mal sana hizmetçi olur; sen de Yaradana ibadet edersin.. Böylece dünyada rahat, güzel geçinirsin. Âhirette ise sıddıklar, şe­hitler, salihlerle beraber olursun.[13]

DÜNYADA 700 YILDAN FAZLA ÖMÜR SÜRÜLMEZMİŞ

Hz. İsa (a.s.) bir gün seyahat ederken, dağda bir ihtiyara tesadüf eder ki, ihtiyar güneşin sıcağında ibadet ve taat ediyor. Hz. İsa (a.s.):
Ey ihtiyar, güneşten, kardan ve yağmurdan korunacak derecede bir şey yapıp da içinde ibadet etsen olmaz mı?
Ya Nebiyallah, peygamberlerden duydum ki, dünyada 700 yıldan fazla ömür sürülmezmiş. O sebeple o kadar ömrü dünya tamirine sarf etmeyi uygun görmediğim için bu hali seçtim.
Ey ihtiyar, sana bundan daha acib bir şey haber vereyim. Ahir zamanda bir kavim gelecek ve ekserisinin ömürleri 100 yıla varmayacak. Böyle olduğu halde  1000 yıllık ömür tedariki ederek, çok yüksek binalar, köşkler, bağ ve bahçeler ve nice mülkler bina edecekler.
“Ya İsa, eğer o zamana ulaşsaydım, Allahu Teala hakkı için o kadar ömrü bir secdede geçirirdim” der ve yanında bulunan bir mağaradaki acaib şeyleri göstermek üzere Hz. İsa (a.s.) ‘ı oraya davet eder. Beraberce mağaraya girerler ki, yüksek bir taht üzerinde bir meyyit ve başı ucunda bir mermer direk vardır. Direğin üzerinde ise şunlar yazılıdır:
Ben filan padişahım.(bir rivayette Şeddad imiş) 1000 yıl ömür sürdüm. 1000 şehir bina ettim ve 1000 tane bakire kız aldım. 1000 tane padişahla muharebe edip, askerlerini helak ederek memleketlerini ellerinden aldım. Fakat neticede bu hale geldim. Ey akıllı ve alim olanlar benden ibret alın.
Hz. İsa(a.s.), bunu görünce hayrette kalır ve yoluna devam eder.[14]

DÜNYA BİR YOLDUR

Ebu’d Derda (r. A. )’dan rivayete göre: Süleyman (a.s.)’ın bir oğlu ölmüş, Süleyman (as) buna çok üzülmüştü.
İki melek, insan suretinde davacı olarak Süleyman peygamberin yanına geldiler. Meleklerden biri:
- “Bu adam davarı ile benim ekinimi çiğnedi, bundan davacıyım,” dedi. Diğeri:
- “Ben koyun sürüsü ile yolda gidiyordum. Yolum, tarlaya uğradı. Yani bu adam yolu tarlasına katmış, mecburdum geçmeye”, dedi. Süleyman (as):
-“Yolun gelip geçene ait olduğunu bilmiyor mu idin? Neden yolu ektin?”dedi. davacı melek:
- “O halde sen de, dünyanın bir ahiret yolu olduğunu bilmiyor musun? Elbette gelen bu yoldan geçecek. Oğlunun ölümüne neden bu kadar üzülüyorsun?” dedi
Süleyman (as) bu sözlerden ikaz olarak, Allah’a iltica etti. Sabretmeye başladı.[15]
DÜNYAYI NASIL BULDUN?
Rivayete göre, Cebrail (as), Nuh (as)’a:
- “Ey peygamberlerin en uzun ömürlüsü, dünyayı nasıl buldun?” diye sormuş. Nuh (as) da:
- “Birinden girip diğerinden çıktığım iki kapılı bir han gibi buldum” demiştir.[16]
BURASI KERVANSARAY
Birinci hicri asrın sonu ile ikinci asrın başlarında Horasan'ın Belh şehrinde kendi, çapında bir bölge hükümdarı yaşar: Bu mütevazi hükümdar, çevresine yaptığı iyilik ve adaletli tutum sebebi ile dualar alıp, hürmete lâyık olur.
Onun böylesine dua alıp, hürmete nâil oluşu yüzünden olacak ki Rabbimiz onu ismi unutulmayacak kadar büyük bir velî yapmayı murad eder, fani saltanatla ömrünün heder olup gitmesini istemez:
Nitekim irşadına vesile olan hâdiseler de bundan sonra peşpeşe hikmetle sıralanır.     Bir gün sarayına girip huzuruna kadar ilerleyen meçhul bir yolcu ile tahtta oturan Sultan arasında şöyle bir â konuşma cereyan eder: Sultan İbrahim sorar:     "Yabancı, buraya kadar ne cür'etle ilerleyip, geliyorsun?"     "Niye gelmeyeyim? Burası nedir ki?"  "Ne olacak, saray. Sultanın sarayı."     "Hayır, burası saray değil; kervansaraydır. Bizim gibi kervan yolcularının bir müddet istirahat edeceği kervansaray..."     "Sen deli misin be adam? Görmüyor musun burada oturan benim. Belh'in sultanı İbrahim bin Edhem. Hani burada yolcu? Var mı yolculuk alâmeti?"
"Söyle bakalım: Sultan, senden önce bu sarayda kim vardı?" Ondan önce kim vardı? Ondan da önce kim vardı? Hani nereye gitti onlar, burada yoklar şimdi? Demek ki, onlar yolcuydular, geldiler, bir müddet istirahat edip sonra ayrıldılar. Şimdi istirahat sırası sende. Bir müddet istirahat edip sen de gideceksin.: Arkandan diğer yolcular gelecek, onlar da tıpkı senin gibi ayrılacak? Eğer burası kervansaray olmasaydı, bunların hiçbiri de gelip geçmeyecek, birinin elinde ebedi kalacaktı?..."     Belh Sultanını böylece acı şekilde ikaz eden meçhul adam, geri döner ve sessiz sedasız dışarı çıkıp gider. Neden sonra peşinden, koşanlar onu bir türlü bulamazlar:
Artık Sultan, bu meçhul adamın ikazını bir türlü unutamaz. Akşamları yatağına uzanır, kulağına aynı sesler devamlı gelir: "Burası bir kervansaraydır. Senden öncekiler gelip geçtiler, sen de gelip geçeceksin...."
Böylece nefis muhasebesi yapıp, saltanatın faniliğini tefekkür ederken evin tavanından bir gürültü duyar. Heyecanla sorar:     "Kim var orada, ne arıyorsunuz?"     "Benim ben, devemi kaybettim de, onu arıyorum!"  "Yahu: sen deli misin? Deve aranır mı evin damında?"     "Sen âtlas yorgan, yün yatak içinde âhireti ararsın da, ben dam üzerinde devemi arayamaz mıyım?"  Sultanın beyninde şimşekler çakar ve bu işin içinde İlâhi bir ikaz olduğuna hükmederek hemen fırlayıp hasır üstünde ibadete başlar: O sabah tâcını da, tahtını da terk eder,  "hepsini isteyen alsın. biraz da onlar eğlensin, benim misafirliğim bitti" diyerek ibadethanelere koşar, inzivalara düşer. çöllerde yalnız ve garip dolaşıp tefekküre başlar. Hayatın gayesini düşünür: nefsiyle mücadeleye girer. Öylesine bir nefis cihadına girer ki, terk ettiği bunca taht ve servetten sonra günlük normal yemeklerini de bırakır, bazan birkaç zeytin tanesi, bir iki lokma ekmekle ömrünü devam ettirmeye karar verir ve uzun zaman da aç, susuz yamalı elbise, hasırdan yatakla yaşar…

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

Kayseri-Kuşadası seferinde Konya yakınlarında akaryakıt tankeriyle çarpışan yolcu otobüsünün alevler içinde cayır cayır yandıktan sonra geride kalan korkunç görüntüsü hafızalardan kolay kolay silinecek gibi değil.
O korkunç kazada otobüsteki 48 kişiyle birlikte Türk milletinin yüreği alev alev yanmıştı ama yanmayanlar da vardı! Otobüsün metal kısımları bile yanıp kavrulurken "Dünyada ölümden başkası yalan" yazılı bir kağıt parçasının yanmaması tam bir ibret-i âlemdi.
Erciyes Üniversitesi iktisadî ve idarî Bilimler Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Şencan Komşucu adlı genç bir kız da, o alev topu otobüste yanmaktan kurtulmuştu. Fakat? Şencan Komşucu, Kayseri eşrafından Faruk Çarşıbaşı adlı hayırseverden burs alıyordu. Şencan, Cumhuriyet Bayramı tatilini de fırsat bilip memleketine gitmek için otobüsten yeri­ni ayırttı. Bursunu almak için kazanın olduğu gecenin akşamı arkadaşıyla birlikte Faruk Çarşıbaşı'mn kapısını çaldı.
Şencan'a, resmi bazı aksaklıkların olduğu ifade edilip resmi daireler kapalı olduğu için "Burs işini pazartesi hallede­lim" denildi. Şencan, ailesine iki gün daha geç gideceği için üzülmesine rağmen "geç olsun da güç olmasın" düşüncesiyle pazartesi görüşmek üzere vedalaşıp otobüs rezervasyonunu da iptal ettirdi.
Ve Şencan, kaderin garip tecellisi olarak otobüse bin­mekten kılpayı kurtuldu.
Pazartesi günü Faruk Bey'e sabahın erken saatlerinde gelen Şencan, "Siz benim hayatımı kurtardınız. Bana cuma akşamı bursumu verseydiniz o alev alev yanan otobüsün içinde ben de yanacaktım. O resmi problem çıkmasaydı bur­sumla biletimi alarak memleketime gidecektim. Bursumu ala­mayınca o otobüse de binemedim. Dolayısı ile yanmaktan ve ölmekten kurtuldum." der. Daha sonra da, Faruk Bey'e teşekkürlerini ifade edip memleketine gider.
Alev otobüse binmekten son anda vazgeçip hayatı kurtu­lan Şencan, memleketinden döndükten sonra okula gitmek için otobüs durağına geldiğinde otobüsün hareket ettiğini görür. Aceleyle otobüsün ön kapısına yetişir ama otobüs hareket halindedir. Otobüs ana caddeye çıkmak için durunca Şencan da otobüsün kendisi için durduğunu zannederek tekrar kapıya koşar. Kapının açılacağını bekleyen Şencan ayağını kapıya uzattığı anda Şencan11 farketmeyen otobüs şoförü hareket edince bir anda aracın tekerlekleri altında kalarak ezilir.
Feci bir şekilde yaralanan Şencan, alelacele Tıp Fakül­tesi Hastanesi1 ne kaldırılır, fakat bütün müdahalelere rağmen kurtulamaz.
Evet, ecel Şencan11 yanan otobüste değil de başka bir otobüste yakalamıştır.[17]
ŞU PARANIN İNSANOĞLUNA ETTİKLERİ
"Bütün bahtsızlıklar yokluktan değil, çokluktan gelir." (Tolstoy)
Bediüzzaman Hazretleri, dünya hayatı üzerine bir değerlendirmede bulunurken haram bir yolla bir maksadına ulaş­maya çalışan kişinin çoğu zaman maksadının aksiyle ceza göreceğini; o işten ne lezzet ne de necat, hiçbir şey elde ede­meyeceğini söylüyor, işte Bediüzzaman Hazretlerinin sözleri­ni tasdik eden ibretlik bir hadise:
Oktay Güdük, 773 milyar lira gibi büyük bir para kaza­nınca bir anda Türkiye gündeminin ilk sırasına oturan bir Loto (kumar) oyuncusu...
Paşabahçe Soğuksu'da iki göz gecekonduda oturan bu sıradan adamın milyarder olunca tipi, evi, işi, mahallesi ve arkadaşları, velhasıl her şeyi değişti. Dünyası ve huzuru da tabii...
Oktay Güdük lotoyu kazanınca hemen sırra kadem bastı. Şimdi korumalarıyla beraber dolaşıyor. O, loto macerasını bir gazetede şöyle açıklıyor;
"Loto çıktığından bu yana oynardım. Tam üç yıl oyna­dım. Ama hiçbir şey çıkmadı. Vazgeçmedim. Çünkü kafayı yemek üzere idim.
O gece de kardeşimle çıkacaktım, Kaynanam kızdı. 'Oturun oturduğunuz yerde' dedi. Ben de kardeşime telefon açıp 'Kağıtları al, gel, kaynanam uyuyunca, evde oynarız.' dedim.
Tv'de loto sonuçlan açıklanıyor. Ben de kuponu elime alıp sondan bakmaya başladım. Aaa, bir de baktım ki, 5'e kadar geldik.(...) Son rakam da tutunca, 6'yı görünce, öyle bir bağırıp havaya sıçramışım ki, gol olduğunda insanlar sıçrıyor ya öyle işte. Karım bir an delirdiğimi sandı, Kaynanam şüphelendi. 'Nereden buldun bu parayı?' diye sordu, 773 milyar desem kadın aklını oynatacak 'on milyar falan para çıktı dedim. Sonra yavaş yavaş söyledim. 'Haram para* diye tutturdu. Köyüne gitmek istedi. 'Bak anam' dedim; 'Öyle otobüsle falan gitme, seni uçakla göndereyim, ne kadar para istersen vereyim/ dedim. Ama dinletemedim. Bindi otobüsüne, giderken de bana Tara falan istemem, öldüğümde iki dua et, yeter.' dedi. Köyüne döndü.
Lotoyu kazanınca bir gün evden dışarı adım atamadık. Sağdan soldan duyuldu, başımıza kim bilir neler gelecek korkusundan yerimizden kıpırdayamadık, vay anam ne bela şeymiş bu çok para kazanmak. İstanbul kazan biz kepçe dolaşmaya başladık.
Tam kaçak gibi.,. Siz, garibanlığm, yoksulluğun ne demek olduğunu bilmiyorsunuz. Onun için anlayamazsınız. Bir- iki tane tuhaf sessiz telefon da gelmişti. Çok tehlikeliydi Soğuksumda kalmak. Zaten gördünüz uyduruk bir gecekondu evim. Gelip basarlar, kaçırırlar, her şey olabilirdi. Gece, doğru bir arkadaşın evine gittik. Oradan başka bir arkadaşın evine derken, iki gün Ahmet'in evinde, üç gün Mehmet'in evinde, başladık mı dolaşmaya...
Tam dokuz bayram günü boyunca, onun evi; bunun evi derken, çoluk çocuk perişan olduk. Çocukların huyu suyu bozuldu. Baktım üç yaşındaki oğlum Ozan, önüne gelen çocuğu dövüyor. Yani olmadı. Kızım Betül'ü okuldan almak zorunda kaldım. Çocuğu kaçırabilirlerdi, benden para sızdır­mak için. Şimdi evde özel öğretmen geliyor, ders veriyor. Çok para veriyorum; ama olsun.
Tabii, o sizin yayınladığınız 13 yıl önceki hâlim. Siz o fotoğrafı yayınlayınca bıyığımı-kesmek zorunda kaldım. Sakal da bıraktım. Ben, ben olmaktan çıktım. Başladı mı karım Emine söylenmeye, 'Kesme şu bıyığını nereden çıktı bu sakal, iyice düşmana benzedin/ diye. Ama ben tanınmamak zorun­daydım. Kimse benim lotocu Oktay Güdük olduğumu bilmemeli, İstanbul'un her yerini dolaştık. Hem de 25 gün boyun­ca. Saklanmak için...
Valla, Soğuksu gibisi yok. Biliyor musunuz şimdi önün­deki asma iyice yapraklanmıştır. Konu komşu sokaklardadır. Yeni evim çok rahat; ama Soğuksudaki gecekondunun yerini tutamaz, O toprağı özlüyoruz. Yemek yiyemiyorum. Çalış­mayınca, vücudun yemeğe ihtiyacı olmuyor.
Sizin gibi, herkes gibi, eskisi gibi sıradan normal bir insan olmak istiyorum. Çoluk çocuğumla mutlu ve huzurlu olmak İstiyorum. Para her şey demek değil. Huzur en önem­lisi. Düşün artık yakamdan!.."[18]

HAM MEYVE

Hazreti Mevlana anlatıyor:
- Bu dünya bir ağaç gibidir. Biz de bu alemin yarı ham, yan olmuş meyveleri gibiyiz.
Ham meyveler dala iyice yapışır. Oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve, köşke, saraya lâyık de­ğildir.
Bu dünyadan başka hayat tanımayanlar ham meyve gibi, dünyadan ayrılmak istemezler. Çünkü, Allah'ın hu­zuruna, sultanın sarayına, cennete çıkacak ne yüzleri, ne de olgunlukları vardır.
Allah (c.c.J, insana cennete ehil hale gelecek imkânı ve­rir. Hatta her şey onu cennete sevk eder. Ermesini, olması­nı destekler. Rüştlerini isbat edip şaşırmayanların yolu cennete çıkar.[19]

GÜNAH TOHUMLARININ DÜNYADA MAHSÜL VERMESİ

Şeyh Hamid-i Veli, diğer adıyla Somuncu Baha'nın bir talebesi tarlasını ikiye bölmüş, yansını kendi için, ya­nsını da şeyhi adına eklemektedir.
Ne var ki, kendi hissesine düşen kısımda bolca mah­sul var, ama şeyhine ait kısımda hiç mi, hiç mahsul yok!. Tarla bomboş, otlar istila etmiş şeyhin hissesini..
İşte bu durumu şaşkınlık içinde seyrederken şeyhi çıkagelir.
Merakla sorar:
— Benim hisseme düşen kısım hangisidir?
Talebe mahcub ve müteessir.. Utancından şeyhin tarlasını değil de kendi hissesini göstererek der ki:
— Efendimiz, işte şu mahsûlü bol olan kısımdır si­zinki!
Somuncu Baba bakar, çevre kuru, sadece kendininki bol mahsûlde. Sevinmek yerine düşünceye dalar. Neden sonra derin bir teessür nefesi alır ve der ki:
— Bu bol mahsûl, bizim hayrımıza alâmet değil­dir. Belki günah tohumlarımızın dünyada mahsûl ver­mesine işarettir. Nasibimizi dünyada almışa benzeriz, âhiretimize birşey kalmamış gibidir..
Bu açıdan bir nefis muhasebesine ne dersiniz?
İşi yolunda, kazancı yerinde olanlar! Bu rahatlık ve bolluğun yükleyeceği mükellefiyetler, mesuliyetler yok mu? Bunları yerine getirip getirmediğimiz konusunun bizleri düşündürmesi gerekmez mi? Kısmetimizi dünyada alıyoruz, âhiretimize birşey kalmıyor mu acaba, diye bir endişe bizi de titretmeli değil mi?[20]
DÜNYA CÎFE
Bir grup arkadaş Çavuşlar Köyü'ne gitmiştik. Köyün imamı yaşlı bir zattı. Çeşitli mevzularda görüşürken, velilerin himmetleri üzerinde durmaya başladık. Aslında tasarrufu hakikî Cenâb-ı Hakk'a ait olup, onların himmetlerinin sade­ce bir dua kabilinden olduğunu, işte bu yüzden Allah'ın izniyle bazı mazhariyetlerinin bulunduğu mevzuunu kitaplar­dan mütalâa ederken İmam Hüseyin Efendi bir hatırasını nakletti:
-Evimin nüfusu kalabalıktı. Elimde, avucumda bir şey kalmamıştı. Sıkıntı son haddindeydi. Bir gün bir odaya çeki­lip, veli zatların ruhlarına Fatiha ve İhlâs'lar okuyarak, him­met bekledim. Murakabeye varınca hepsi değişik şeylerle karşıma çıktılar. Mesela birisi:
"Şu dağın arkasında bir topluluk var, git onları irşad et, sana dünyalık verilecek" dedi. Halbuki ben hemen bir şeyler bekliyordum. Bu sefer bir de Bediüzzaman'dan himmet bek­leyeyim dedikten sonra murakabeye vardım. Birden önüm­de bir sahne belirdi. Sırtında ekmek heybesi olan birisi önde gidiyor arkasında köpekler takip ediyordu. O hem yürüyor hem de ekmek atıyordu. Köpekler de birbirleriyle boğuşa boğuşa ekmekleri kapışıyorlardı. Tekrar sahne değişti. Bu defa Bediüzzaman Hazretleri, karşıma dikilerek: "Dünya cîfedir, onu isteyenler de köpeklerdir' dedi.
Ondan da birşey elde edemeyince canım sıkkın olarak evimden dışarıya çıktım. Daha birkaç adım atmamıştım ki karşıdan gelen birisi: "Sana vermem gerekiyormuş" diye o gün için küllî miktarda bir meblağı cebime koydu.[21]
ESKİ ÇORAPLAR BİLE...
İslâmiyet'te, insanın vasiyetini yazıp her an ölecekmiş gibi ahirete hazırlıklı bulunması tav­siye ediliyor. Bazı değerli amcalarımın, "Sen hangi farzları yerine getiriyorsun ki, şimdi kalk­mış bir sünnetin yerine getirilmesi konusunda yazıyorsun? Sen acaba kovaladığın kedilerin, taşladığın köpeklerin hakkını ödeyebilecek mi­sin? Kırdığın camların, tekmeyle delik deşik et­tiğin kalın kâğıtlı A.B.D evlerinin kapılarının hakkını ödedin mi ki şimdi çok ince meselelere dalıp dervişlik ayaklarına yatıyorsun?" dedikle­rini işitiyor gibiyim. Varsın söylesinler, ben ku­surlarımı biliyorum. Kusursuz kul olmaz. Kıya­met kopmadığına göre tövbe kapısı açıktır. Gö­rüyorsunuz, itirazlara cevap vermekten bir tür­lü konuya geçemiyorum. Her neyse...
Bir zamanlar çok zengin bir adam, şöyle bir vasiyette bulunmuş: "Ben ölüp yıkanınca, şu eski çoraplarımı ayağıma geçirin. Benim için çok önemli. Ben, mutlaka bunlarla gömülmek istiyorum. Göreyim sizi bakalım, bu çok önemli vasiyetimi yerine getirebilecek misiniz?"
Vakti saati gelince her ölümlü gibi o zengin de vefat eder. Cenazesi yıkandıktan sonra, oğullan İki eski çorabı alıp getirirler ve "Ho­cam, babamızın vasiyeti var, şu eski çorapları, babamızın ayaklarına giydireceğiz." derler. Ce­nazeyi yıkayan hocaefendi, bu istekleri kabul etmez. Israrlarını da reddeder. Bu sefer müftü­ye çıkarlar. O da, "Dinimizde böyle bir şey ol­maz." diyerek kesip atar.
Onlar da ister istemez, babalarının bu önemli vasiyetinden vazgeçmek zorunda kalır­lar. Cenazeyi kabre defnedip evlerine dönünce komşularından birisi, elinde bir mektupla gelir ve "Babanız, vefatından önce bana böyle bir mektup vermiş." ve "Bunu oğullarım benim cenazemi gömüp eve dönünce kendilerine ve­rirsin, demişti." der. Oğullar, merakla babaları­nın mektubunu açar ve ahiretten gelen bir me­saj gibi okumaya başlarlar: "Evlâtlarım, işte gördünüz ki o kadar zenginliğime rağmen dünyadan, bir çift eski çorabımı bile kabrime götüremedim. Kefenin cebi yok. Aklınızı başı­nıza alın... Ne yapacaksanız hayatta iken ahirete göndermeniz gerekenleri ihmal etmeden gönderin. Aldanmakta fayda yok."Bu mektup onlar için çok tesirli bir ders olur. inşallah, be­nim afacan ruhum da bir şeyler almıştır.[22]
PADİŞAHIN OĞLU
Bir padişahın çok yiğit bir oğlu vardı. İçi ve dışı hüner­lerle bezenmişti.
Padişah bir gece rüyasında oğlunun öldüğünü gördü büyük bir ıstırap içinde kıvranmaya başlamıştı ki uyandı. Uyanınca bunun rüya olduğunu görüp bu seferde sonsuz bir sevinç içinde kaldı ve kendi kendine:
"Bu sevincimin sebebi rüyadaki kederdi. Allah (c.c.) bir sebep ihsan edip beni sevindirdi." dedi. Padişah düşündü:
"Soyumun devamı için oğlumu evlendirmem lâzım, oğluma kötü bir padişahın kızını almaktansa iyi bir kişinin soyundan bir kız almam daha iyi." dedi.
Şehzadenin annesi bu işten haberdar olunca: "Oğlumuzu bir yoksulla mı akraba yapacaksın?" dedi. Padişah:
"Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır, çünkü temiz kişilerin gönülleri zengindir bu da Allah vergisidir." dedi. Uzun münakaşalardan sonra nihayet padişahın dediği oldu. Padişah oğluna yaradılışı güzel ve temiz bir kız aldı. Kızın güzellikte eşi yoktu, huyu ve ahlâkı da yüzü gibi gü­zeldi.
Padişah oğluna o güzel kızı aldı almasına lâkin o gü­zelim şehzadeye ihtiyar bir büyücü de aşık olmuştu. O bü­yücü kocakarı şehzadeye öyle bir büyü yaptı ki şehzadeyi kendine aşık etti. Şehzade o dünya güzeli kızdan yüz çe­virerek, kocakarı büyücüye yöneldi. Şehzade tam bir yıl o karıya esir oldu. O kokmuş karının ayakkabısının tasması­nı öpüp duruyordu.
Padişah pek çaresiz kaldı, gece gündüz kurbanlar kes­tirerek sadakalar verdi. Ne çare varsa başvurdu. Fakat oğ­lan gittikçe daha da kocakarıya bağlandı.
Aradan aylar günler geçti nihayet bu işten haberi olan iyi kalpli bir büyücü çıkıp geldi. Şehzadeyi o büyücünün esiri olmaktan kurtardı. Şehzadenin aklı başına gelince koşarak babasına geldi. Padişah şenlik yaptırdı. Öyle bü­yük şenlik oldu ki şehrin köpeklerinin önüne bile gül su­yundan şerbet kondu. Büyücü kocakarı da üzüntüsünden geberdi. Şehzade gelinin yanına giderek onun aydan daha par­lak yüzünü görünce, aklı başından gitti, düşüp bayıldı. Tam üç gün aklı başına gelmedi. Bir yıl sonra babası söz arasında:
"Oğlum o büyücü kocakarıyı bir hatırla bakalım, o günler ne günlerdi." dedi. Şehzade:
"Bırak baba, dedi. Ben gerçeği hakiki yerimi, gerçek sevgiyi buldum, aldanma kuyusundan kurtuldum." dedi.
• Mümin yol buldu da karanlıktan, Hak nuruna yüz çevirdi mi böyle olur işte.
• Kardeş bil ki şehzade sensin, o ihtiyar büyücü kocakarı da bu dünya.[23]
ŞİİR…
DÜNYÂ
Burada hiç kimse durucu değil,
Hepimiz dünyâdan göçmeye geldik.
Kör olan bu işi görücü değil,
İyiyi kötüden seçmeye geldik.

Pazarcılar gibi alış-verişle,
Öbür âlem için bir sürü işle,
Az bir sıkıntı, biraz bekleyişle,

Bu çetin köprüyü geçmeye geldik.

Gelmedik buraya biz dava için,
Encâmı karanlık bir kavga için,
Dünyâlara ait bir sevdâ için,
Bizler âb-ı hayat içmeye geldik.

Kehf ashâbı gibi mağaralarda,
O en Kutlu ile mübârek GÂR'da,
Henüz ölüp gömülmeden mezarda,
Bitmeyen çileyi çekmeye geldik.

Niceler düştüler dünyâ ağına,
Vuruldular bahçesine bağına,
Anlarlar varınca son durağına,
Bizler bu bahçeyi ekmeye geldik...[24]


[1] Kırık Testi
[2] Fasıldan Fasıla 1, s:189
[3] Ölçü 4
[4] Fasıldan Fasıla 1, s:166
[5] Fasıldan Fasıla 3, s:135
[6] Fasıldan Fasıla 4, s:49-50
[7] Mesnevi-i Nuriye, s:106-107
[8] Elmalılı Tefsiri
[9] Mehmet Dikmen “Latifeler” s:108,42
[10] Mehmet Kırkıncı “Nükteler” s: 36
[11] Mehmet Kırkıncı “Nükteler” s:20-21
[12] Abdulkâdir Geylani “Fütuhul Gayb”  s:27
[13] Abdulkâdir Geylani “Fütuhul Gayb”  s:51
[14] Büyük Dini Hikayeler
[15] Mehmet Dikmen “Menkıbeler” s:20-21
[16] a.g.e. s:87
[17] Hadiselerin İbretli Dili, s:54
[18] Hadiselerin İbretli Dili, s:104
[19] Mesel Ufku, s:88
[20] Ahmed Şahin “Olaylar Konuşuyor” s:105
[21] Safvet Senih “Duyduklarım Gördüklerim” s:74
[22] Abdullah Aymaz “Çitlembik” s:61
[23] Mesnevi’deki Bütün Hikayeler, s:200
[24] Kırık Mızrap 1, s:110-111

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion