17 Haziran 2015 Çarşamba

Kurucu ve teşkilâtçı büyük Türk Hükümdarı:




Kurucu ve teşkilâtçı büyük Türk Hükümdarı: 
Fatih Sultan Mehmet Türkiye Devletinin kuruluşunda Ösmanoğulları Hanedanına mensup bazı hükümdarların büyük rolü ve mevkii olmuştur. Tarihî hâdiseleri şahısların ve hükümdarların bir eseri gibi telâkki etmek ve en mühim âmili başta bulunanlarda ve onların şu veya bu türlü hareketinde aramak ne kadar doğru değilse, hükümdarların rolünü ve ehemmiyetlerini tamamen inkâr etmek de o derece yanlış bir görüştür. Bu itibarla Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükseliş devirlerinde bazı padişahların enerjik ve dinamik şahsiyetleri Türkiye tarihinin seyrinde, umumî akışında sosyal, ekonomik ve dinî âmillerle birlikte hatırlanılması ve doğru bir şekilde izah edilmesi lâzımgelen mevzulardır. Bilhassa Osmanlı Türklüğünün tarihinde, yükseliş devrini kendisi ile başlatmayı itibar ettiğimiz Fatih Sultan Mehmed'e daha büyük bir yer ayırmak icabeder. Bu, öyle bir şahsiyettir ki yaptıkları ve bıraktıkları ile hem Türkiye tarihinde bir Fatih, bir kurucu ve teşkilâtçılık vasfiyle mümtaz bir mevki işgal eder, hem de dünya tarihinde, bir çok bakımlardan, büyük bir ehemmiyet taşır. Gerçekten, yalnız İstanbul'u alması, bütün Orta Çağ boyunca ekseriya en kudretli Şark hıristiyanlığı devleti olarak görünen Bizans İmparatorluğunu inkıraza uğratması bakımından bile, üzerinde durulması icabeden Fatih Sultan Mehmet her zaman alâka ve dikkati üzerine çekmiş, hakkında uzun uzun tetkikler yapılmış bir kimsedir. Nitekim İstanbul Fethinin beş yüzüncü yıldönümü münasebetiyle, bu tarihten önce ve sonra bu mevzu uzun zaman İlmî ve tarihî bir aktüalite almış gerek memleketimizde gerek milletlararası tarih edebiyatında bu hususta etütler, monoğrafiler ve tenkitler intişar etmiştir ve halâ etmektedir, kongrelerde tetkik ve tanışma konusu yapılmıştır. Bugün bu fethin 511 inci yıldönümünde de bu mevzuun bugünkü ve yarınki nesiller için daima işlenmeye ve üzerinde durulmaya namzet bir konu olduğunu hatırlamamız ve tekrarlamamız bu yüzdendir. Çünkü Fatih'i ve o devri iyice tanımak ve bilmek her cephesi ile aydınlatmak bizim için hayati bir zarurettir. 0, bizim millî tarihimizi alâkadar ettiği, Devletimizin kurucularından bulunduğu için bizim tarafımızdan daha çok 'konuşulmaya, incelenmeye ve tanınmaya muhtaç bir şahsiyet, millî bir kahramandır. Bu Osmanlı Türk Hükümdarının büyük icraatı , dünya tarihinde geniş ve derin izler bırakan eserleri vardır. Osmanlı Türklüğünün tarihinde öyle şerefli sahifeler açmış, devletimizin kökleşmesi ve ebedileşmesine öyle şuurlu adımlar atmıştır ki, onu bütün hususiyetleri ile tebcil etmek ve tarihimizde, cemiyetimizde ona lâyık yeri tâyin ve tesbit etmek ve bunu vermek vazifemizdir. Doğu ve Batı Avrupa'yı bütün hayatı ve saltanatı boyunca, seferleri, fütuhatı, harekât ve icraatı ile mütemadiyen meşgul eden Fatih Sultan Mehmet, Bizans imparatorluğu meselesini, asırlık bir mesele olarak selefinden devir ve teslim aldıktan sonra, kısa bir zamanda bu işi arzusu veçhile ve devletinin hayatî menfaatlerinin emrettiği şekilde halledivermişti. İstanbul'un zaptı bu Imparatorluğun Merkezinin ve son kalesinin kaybedilmesinden başka bizzat devletin de hayatına son veren bir hâdise olmuştu. Fakat, bu mühim tarihî hadisenin yarım asırdan fazla bir zamanlık öyle bir evveliyatı vardı ve sonra da İmparatorluğun tasfiyesi ve onun vârisi olmanın tevlit ettiği öyle meseleler çıkmıştır ki, Fatih Sultan Mehmet, ister yükselme devrine giren yeni bir Imperium'un hükümdarı olsun, ister Bizans imparatorlarının idare ve siyasetlerini, bazı mevzu ve sahalarda, devam ettirmek lüzumunu hi seden birisi bulunsun, fetihten sonra da, ekseriya karşısında bir bizans meselesini görmüştü. Nasıl ki, Osmanlı Devletinin kuruluşu devrinde, daima bir bizans problemi mevcut olmuş, münasebetler hangi şekil ve rengi alırsa alsınlar, siyası, askeri, sosyal ve ekonomik temaslar devam etmişti; Yıldırım Beyazıt 1396 da İstanbul'u almak için ciddî tasavvurlara giriştiği ve imperatora teslim teklifinde bulunduğu zaman da bu temaslar kuvvetli bir derecede idi. ve Bizans'ın mukadderatı, Avrupanın bu memlekete yardım ve alâkasından fazla, bu Türk hükümdarının problemi çözmek hususundaki azminin derecesine bağlı görünüyordu. 0 zaman Osmanlı memleketlerindeki bütün kadılara, "Darülküfür Kostantaniye üzerine tevcih himayonum vaki oldu, Ümittir ki iptidası Mahmut ve intihası fetihle mes'ut ola" der. Fermanlar gönderir. Yıldırım Beyazıt sonradan, belki Sadrâzamı Çandarlı Âli Paşanın tavsiyelerine uyarak ve gayretinin Balkanlarda ve Anadolu'da teksifini uygun görerek, belki de bir batı tarihçisinin dediği gibi, deniz hâkimiyetini temin etmeden İstanbul’u elinde tutmaya muktedir olamayacağını düşünerek, işi, istikbale bırakmıştı ve meselenin kat'î şekilde halli, arada bununla ilgili muhtelif hâdiseler cereyan ettikten sonra, yarım asırlık bir teehhürle, Fatih Sultan Mehmedin enerjik iradesine kalmıştı. Fatih Sultan Mehmet, her şeyden evvel, mükemmel bir harp adamı vasfını gösterir. İstanbul'un fethi esnasındaki azim ve gayreti, dahiyane fikirleri, Belgrad Muhasırası sırasındaki şecaati ve ordusuna nümunei imtisal oluşu, Mora kalelerinin fethinde, Muhasarasında ve sevk ve idare ettiği her harekette cesaretin, mukavemetin ve kahramanlığın binbir misalini vermesi bunun birer delilidir. Sade kal'eler fethi değil, aynı zamanda ordular mağlup etmek için, derin ve şümullü gaye ve hedeflerin tahakkuku uğrunda katlanmadığı meşakkat ve zahmet yoktu. Hareket düsturu şöyle idi: "Seyfi İslâm benim elimdedir. Eğer bu meşakkatlere katlanmıyacak olursam gazi unvanına müstahak olamam, yarın huzuru rebbülâleminde duçarı mahcubiyet olurum", Fatih aynı zamanda, siyasî görüşü kuvvetli ve nafiz olan bir hükümdar vasfındadır. İstanbul'u zabtettikten sonra, bu şehirdeki bizans sâkinlerinin bütün varlıklarına sahip olarak yaşayabilmelerini, daha önce yaptığı vaatlara uygun olarak kabul ve temin etmesi, onların padişahın gölgesi altında atalarının tanrısına bundan sonra da ibadete devamlarını sağlaması, hülâsa kendi yurdunda köle değil fakat vatandaş istemesi bunu gösteriyordu. Paleuluğ Hanedanının Thomos ve Dimitrius'un Mora'da hakimiyetlerine devam etmesi bu zihniyetin bir neticesi idi, Fatih'in Bizans Devletinin hayatına son vermesini, asırlardanberi Türkler ve rumlar arasında husule gelen yaklaşma ve kaynaşmanın, hâdiselerin ve askerisîyasi, İktisadî şartların tabiî bir neticesi olarak ve bu sitratejik bölgeyi Osmanlı devleti hâkimiyeti altında birleştirmesi şeklinde telakki eden tarih görüşü çok kuvvetli delillere dayanmaktadır. Bu Türk padişahının, İstanbul'u fethettikten sonra Patrikhaneyi yeniden tesis ile ortodoks ehaliye mezhep ve vicdan hürriyetini tanıdığı, gerek kendisinin gerek haleflerinin idaresi altında şark kilisesinin dinî müesseselerine karşı hürmet gösterilerek iç idarelerine asla müdahale edilmemesi yine bu ileri ve olgun, zihniyetin bir neticesi idi. Fatih Sultan Mehmet, bu meseleyi cezri bir hal şekline bağladıktan sonra ilk işi Balkanlar meselesi üzerinde düşünmek ve gayret sarfetmek oldu. Onun daima realist bir görüşle hareket ettiği ve fütuhat siyasetinde de, kendisinin tertiplediği bir plâna göre, askerî harekâta giriştiği aşikârdır. Bu sebeple, Balkanları birliğe ve asayişe kavuşturmak hususunu ön plâna alınma en mühim ve âcil meseleden başlayarak sıra ile diğerlerini de halle çalıştı ve muvaffak oldu. Türk fütuhatı esnasında Balkanlar bir anarşi içinde idi. Her şehirde veya önemli bir mevkide feodal bir senyor yerleşmişti. Memleketin parçalanması, iktidarın kararsızlığı, hâkim zümreler arasındaki rekabet, şahsî ihtiraslar, kıyamlar ve gasıplar devamlı olarak tahammül edilmez bir durum yaratmıştı. Bu itibarla, feodal rejimin suiistimal edilmesi bilvasıta Osmanlı fütuhatını hazırlamış oldu. Halk nazarında itibarını kaybeden senyorlar Türkler nezdinde bir istinatgâh aramışlar ve onların hâkimiyeti altına girmişlerdi.Bunların başında, şüphesiz ki, harp despotluğunun durumu ve arz ettiği hususî vaziyet geliyordu. Babasının zamanında, hattâ daha evvelden beri Osmanlı devletinin en hassas noktası orası idi. En tehlikeli ve en tahripkâr tecavüzler o yoldan geliyordu. Macar Kumandanı Hunyadi'nin îzladı derbinden tâ Balkanların ortasına kadar gelişi, dağınık balkan kuvvetlerini toplayarak Haçlı Ordusu teşkil etmesi, her şeyden evvel, harp despotluğunun zayıf ve Balkanlar dışındaki hıristiyan âlemine mukavemet edemiyecek durumda, bilakis, onların emellerine âlet olacak bir bünyede bulunmasından ileri geliyordu. Binaenaleyh, ilk halledilecek mesele, lafzî bir hükümranlık sahibi olan ihtiyar harp despotunun hükümetini, Balkanlar hegemonyasını elinde tutan, Fatih’in imparatorluğuna ilhak işi idi. Bu sayede, Balkanlar haricindeki katolik dünyasının, orta Avrupa'nın Balkan memleketlerine müdahalesi önlenecek, kendilerini propugnaculu christiantis ve athleta christi ve propugnatares christi Miles addedenlerin, başta macarların, Tuna'nın cenubunda hâkimiyet veya nüfuz tesis etmelerine imkân kalmıyacaktı. Ortada zaten bir de sıhriyet meselesi vardı. O devrin Devletler Hukuku telekkisine göre, Sırbistan üzerinde, Osmanlı hükümdarının veraset hakkı iddiası olabilirdi. Diğer taraftan Sırp kilisesi, Bizans Patrikhanesine merbut olduğu Ortodoks Kilisesi de daima yeni vaziyetlere intibak kabiliyeti gösterdiği için nisbi bir kolaylık mevcuttu ki, bunu 1459 hâdiselerinde görmek mümkündü, İşte Fatih'in İstanbul'u zaptını müteakip, birbirini takiben Sırbistan'a seferler yaparak sonunda bu işi tasfiye etmesi bu vaziyetlerin tabiî bir neticesi sayılabilirdi. Bundan sonra, Sırp kilisesi de, rum kilisesi gibi, teşkilâtını muhafaza ve vazifesini icra etmek, mevcudiyetini idame hususunda daima Türk devleti ile bir tesisine çalışmıştı. Aynı suretle, Sırplılar. imparatorluğun askeri ve İdarî teşkilâtında asırlarca müddet mevkilerini muhafaza etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmet, Balkanlarda devletin emniyetini Tuna ve Sava nehirlerinde gördüğünü ve bu nehirlerin beri tarafında kayıtsız ve şartsız vassal beylerin bulunmasını istediği içindir ki, bu memleketleri en müsait ve en lüzumlu bir zamanda imparatorluğa ilhak etmek siyasetini gütmüştür. Bu sene de, Arnavutluk'ta vaziyet aşağı yukarı böyledir, ve buralarda Osmanlı hâkimiyeti mutlak bir şekilde tesis edince orta ve batı Avrupada da heyecan ve telaş artmıştı. Bir batılı tarihçi bu hissiyatı bir endişe şeklinde şöyle ifadelendirmektedir: "Türkler şimdi bütün Avrupa’nın en mühim bir problemi haline geldi. Avrupa duçar olduğu korku sebebiyle, her gün istemiyerek ona teveccüh etmekte ve bu andan itibaren ona daima büyük bir dikkat atfolunmaktadır Fatih Sultan Mehmed'in disiplinli idaresinde ve müslümanlığın müttehit, ahlaki birliğinde gizlenen kuvvet ancak şimdi keşfedilmiştir. Artık geç kalındığı zaman, Bizans İmparatorluğunun ve kudretinin varisi olan, Türkler Avrupa siyasetinin korkunç bir âzası haline gelmişlerdir". Bu hükümlerde büyük bir isabet payı bulunduğu aşikârdır. Diğer bazı izahların meselâ,Fatih’in zaferlerinin şimal yollarını, Karadeniz yolunu Cenevlzlere, Antalya yollarını Venediklilere kapadığı, Avrupa'nın Doğu ile ticarî münasebetlerine sekte verdiği yolunda ötedenberi ileri sürülen bir görüşün yanı sıra, maruf bir Romen tarihçisinin şu görüşü üzerinde de durmak gerekir: O der ki: "İstanbul Türklerin eline geçince, büyük bir imparatorluğun merkezi oldu, bu devletin hududu Tuna’dan Nile, Fırat’tan Adiryatik'e kadar genişledi. Payitahtın son iki asır boyunca o kadar azalan ahalisi, fetihten sonra, sür’atle arttı. İmparatorluk Merkezi olan İstanbul için hakikî restorasyon, buraya İznik imparatorunun, Mişel Paleoluğun avdeti değil, fakat Fatih’in girişi oldu". Filhakika, şekil ve tepkisi ne olursa olsun, Fatih Sultan Mehmet, Avrupa için mühim bir mevzu idi ve hareketleri Batı dünyasını mütemadiyen ve yakından alâkadar etmekte idi. O da, Avrupa'nın en çok temas ettiği milletlerinin denizci ve denizlere hakim milletler olduğunu, bunların ise hüküm ve nüfuzlarının her tarafta carî bulunduğunu, bilhassa Venediklilerin donanmaları sayesinde deniz hâkimiyetini elde ederek Akdeniz adalarını ellerine geçirdiklerini ve Anadolu—Rumeli sahillerindeki Türk memleketlerine de zaman zaman zarar verdiklerini görüyordu. Bunun için büyük bir donanma teşkili, deniz hâkimiyetini ele alması ve denizci devletlerin yakın doğudaki kuvvetlerine bir darbe indirmek suretiyle insiyatifi bu sahada da eline almayı istemesi siyasetinin ana prensiplerinden biri oldu, ve aldığı geniş ve şümullü tedbirler sayesinde bu fikrini saltanatın sonlarına doğru kısmen tahakkuk ettirdi. Fatih’in Anadolu’da takip ettiği siyaset Osmanlı idaresi altında Türk vahdetini kurmaktı ve varmak istediği sınır da hiç olmazsa Fırat nehiri idi, İsfendiyarzade İsmail beyden Sinob’u, ve Kızılahmet'ten Kastamonu'yu alması, Karaman memleketlerini evvelâ himâyesi altına sonra da doğrudan doğruya idaresi altına alması bu maksadın teminine matuf idi. Memleketlerini ellerinden aldığı beylere Rumeli’de mukabilinde sancak vermeyi de ihmal etmezdi, İsmail beye Vize’de, Alâiye’de bulunan son Selçuklu beyi Kılıçarslan beye Gümülcüne'de toprak vermiş ve kendilerini serbest bırakmıştı. Esasen Osmanlı Devletinin tâ ötedenberi tatbik ettiği bir kolinizasyon siyaseti vardır ki, Anadolu’nun muayyen mıntıkalarıdan nakilleri kolay olan Türkmen cemaatlerini, yörük kabilelerini Rumeli'ye geçirmek, orada onlara bazı askerî vazifeler mukabilinde yaylan ve kışlaklar vererek Balkan Yarımadasının türkleşmesine çalışmak bu siyasetin bir veçhesi idi. Çok evvellerinden başlayarak zaman zaman bu gibi göçebe Türkmen boy ve oymaklarının Makedonya, Trakya ve Bulgaristan'da iskan edilmeleri, Anadolu Türk Feodal beylerinin buralarda yerleştirilmeleri ile de takviye edilmiş bulunuyordu, Fatih Devrinde de bu topraklarda yurt tutan Gaziler bundan sonra asırlarca müddet İmparatorluğun askerî ve idari vazifelerinde türlü türlü hizmet ve vazife alan Türk-İslâm tabakasını teşkil etmişlerdir. Diğer taraftan, Fatih'in teşkilâtçı ve kurucu vasıflarını bize gösteren diğer bir cephesi de o devirde tatbik edilen umumî imar ve kolunizasyon hareketleridir. Bilhassa ehemmiyet verdiği şey İstanbul’un şenlenmesi idi. Daha ilk zamanlardan itibaren fethedilen bir çok yerlerin ahalisinin üçte biri İstanbul ve civarına nakledilmişti. Sırbistan’dan, Mora’dan, Kefe'den veya Karaman memleketlerinden bir çok ahali İstanbul'a gelip yerleşmişlerdi. Padişah Dursun beyin ifadesiyle, bu şehiri "ekalimi ber ve bahr mekalidine miftah olmağa dahi kabil ve münasip" bulmuş "vüzerâ ve ümerasına ve kullarına ilâm" ederek " tahtım İstanbul'dur” demiş ve buranın imar ve tezyinine girişmişlerdi. Bu hususta aldığı tedbiri anlatan müverrihimiz, her taraftan zengin fakir bir çok kimsenin gelerek evler ve saraylar yaptıklarını, yine memleketin diğer köşelerinden gelen "mütehavvil yâni tacirlerin gayretiyle" âli bezazistan ve çarşılar ve pazargâhlar ve anide ve revende için vâsi kervansaraylar da yaptırıldığını bildirir ve bizzat kendisinin de amucası Cebin Ali beyle birlikte, İstanbul’a ilk gelerek yerleşenlerin hüviyet ve emlâkini kayıt ve tahrire memur edildiği de ilâve eyler. Fatih'in cülusu ile birlikte Osmanlı ülkesinde ve cemiyetinde felsefî ve İlmî düşünüşün de inkişaf ettiği ve bu devir İlmî faaliyetlerin, Hükümdarın ilme karşı gösterdiği alaka ve himayenin, hareket noktası olduğu görülmektedir. Fatih bir taraftan maddî medeniyet ve imran sahasında gayretler sarfederken, diğer yandan bir kanun adamı olduğunu, devrinde tedvin edilen ilk"Kanunnamei Âl-i Osman" ı ile tarih sahnesinde göründüğünü gösterirken, bir taraftan da ilim, felsefe ve sanat hareketlerine en büyük önemi vermekte, boş zamanlarını daima ilim adamları ile ilim ve felsefe meseleleri üzerinde münakaşa ile geçirmekte idi. Devrinde onun teşviki ile Doğu*dan Batı´dan bir çok ilim ve felsefe eserlerinin tercümelerine girişilmesi, Batılı meş'hur sanatkârları sarayında toplaması onun yüksek vasıflarının birer şahididirler. Bu hareketlerinde samimî ve büyük toleransı onu pek çok haleflerinden ve seleflerinden ayıran ve mütemayiz bir mevkie çıkaran meziyetleri olmuştur. Fatih hükümdar ve devlet reisi olarak ele alınınca görülür ki devrinin en büyük şahsiyetleri ile boy ölçüşecek ve hattâ onlara üstün durumda bir hükümdardır. Ne İmparator Frederik, ne Macar Krali Kordin Matyaş, ne Leh Kralı Yakellon Kazimir ne de diğer İtalyan prensi ve hükümdarları Fatih çapında kimseler değillerdir. Bunlardan bazıları ile aralarında benzer noktalar yoktur. Meselâ Manyaş da Fatih gibi millî bir siyaset takip ve memleketi dahilinde birliği temin eder. Floransa Dukası Lorenzo Mediçi de Fatih gibi ilim ve sanat sahibidir, Bir renesans hükümdardır. Fakat Fatih'in haiz olduğu bütün meziyetleri bir arada nefsinde toplayan devrinin başka bir hükümdarı yok gibidir. Bu büyük Türk hükümdarını, devletimizin banilerinden ve Türklüğün mefahirinden olan Fatih Sultan Mehmed'i İstanbul'u fethinin 508 inci yıldönümünde, bütün müstesna vasıf ve meziyetleri ile bir defa daha hatırlarken hâtırasını taziz etmeyi Türk Üniversitelerinin ve Türk tarihçilerinin en birinci vazifesi sayar, sözlerime burada nihayet veririm.
Prof. Tayyib Gökbilgin 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion