4 Şubat 2018 Pazar

İSKİLİPLİ ATIF HOCA HİKAYESİ


İSKİLİPLİ ATIF HOCA HİKAYESİ

Çorum, Anadolu’nun güzide illerinden biri olması, tarihî ve kültürel özelliklerinin yanı sıra, sınırları içerisinde yetişmiş olan ilim adamlarıyla da dikkat çeken bir ilimizdir. İskilipli Mehmed Âtıf Efendi de bu bölgede yetişmiş olan âlimlerin meşhurlarındandır.
Mehmed Âtıf Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) 1858 senesinde İskilip’in Tophane (Toyhane) köyünde dünyaya geldi. Doğduğu dönem, ilmin gözden düşürüldüğü, ulemânın hakkının zulümle gasp edildiği, son derece zor bir dönemdi. Bu zor dönemin sıkıntılarıyla mücadele etmekten çekinmeyecek kadar sağlam ve köklü bir aileden geliyordu. Babası, Akkoyunlu aşiretine mensup İmamoğulları ailesinin önde gelenlerinden Mehmed Ali Ağa; annesi ise Mekke-i Mükkereme’den göç etmiş olan bir ailenin mensubuydu. Anne tarafından dedesi, , Benî Hattâb aşiretine mensup, Arap Dede olarak tanına, meşâyıhtan ulu bir kimseydi.
İskilipli Âtıf Efendi (Rahmetullâhi Aleyh), henüz 6 aylıkken öksüz kaldı; dedesi Hasan Kethüdâ tarafından büyütüldü. İslâmî ilimlere ait tahsiline köyünde başladı. Tahsilini, bölgenin tanınan müderrislerinden Hoca Abdullah Efendi’nin rahle-i tedrîsâtında sürdürdü ve ileride ilmiye sınıfının üst düzey ulemâsından olan diğer âlimler gibi İstanbul’a göç etti.

İlmî Alanda Üstlendiği Vazifeler

İstanbul’da kaydolduğu medreseden 1902 senesinde mezun oldu. Girdiği Ruûs imtihanında başarı gösterdi ve İstanbul Müderrisliği payesine erişti. Bu ilmî seviyeye bağlı olarak Fatih Camii’nde ders vermeye başladı. Daha sonra Dârülfünun İlâhiyat fakültesine girdi ve 1905 senesinde buradan mezun olup Kabataş Lisesi’nde Arapça dersleri vermeye başladı.

Kırım Günleri, Zorunlu İkamet Yılları ve İstanbul’a Dönüş

Gelişen birtakım olaylar sebebiyle Kırım’a göç etti. 2. Meşrutiyetin ilânını müteakip tekrar İstanbul’a döndü. 1910’da Medâris müfettişliği vazifesini üstlendi. Bir yandan da kalemiyle, Ehl-i Sünnet dışı akımlara ve Osmanlı’yı çökertmeye yönelik faaliyetlerde bulunanlarla mücadele etti; devrin bu alandaki gür sesi olan Sebîlürreşâd ve Beyânülhak gibi mecmualarda makaleler neşretti.
Siyasî gelişmeler ulemâ sınıfı üzerinde ağır bir tahribata sebep oluyordu. Bu tahribattan İskilipli Âtıf Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) de ciddî şekilde etkileniyordu. Yanlış anlaşılmadan kaynaklanan birtakım sebeplere binaen Sinop’ta zorunlu ikamete tâbi tutuldu.
Bir süre Sinop’ta kalıp tekrar İstanbul’a döndükten sonra, 1918 senesinde yeniden vazifelendirildi. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye medresesi kısmı âlî tefsîr-i şerîf ve Medresetül-kudat hikmet-i teşriiyye müderrisliği, 1 Ocak 1919’da İbtidâ-i Dâhil medresesi umum müdürlüğü görevlerini yürüttü. 1922 senesi Ramazân-ı Şerîf ayında huzur derslerinde muhatab sıfatıyla hazır bulundu.

Frenk Mukallidliği ve Şapka Adlı Eseri

Şehîd İskilipli Âtıf Hoca Efendi (Rahmetullâhi Aleyh), ilmiye sınıfındaki hizmetlerini sürdürürken, İslâm düşmanlarıyla ve Osmanlı karşıtlarıyla olan mücadelesine de her daim devam etti. 1924’te bastırdığı “Frenk Mukallidliği ve Şapka” adlı eseri öne sürülerek, kitabın basıldığı dönemde henüz çıkmamış olan “Şapka Kanunu”na muhalefet ettiği gerekçesiyle tutuklandı ve İstiklâl Mahkemesinde muhakeme edildi.
Giresun’daki yargılamanın sonucunda beraat ettiyse de yakasından düşmediler. Ülke genelinde pek çok kişi bu kanuna muhalefet ettikleri gerekçesiyle idam edilmişti. İskilipli Âtıf Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) de idama mahkûm edilerek Babaeski müftüsü Ali Rızâ Efendi ile beraber 4 Şubat 1926’da, idam edildi. O günden bugüne zalimlerin zulmü unutulmadığı gibi, şehîd İskilipli Âtıf Efendi (Rahmetullâhi Aleyh)in mücadelesi de unutulmadı. Dönemin sembol isimlerinden biri hâline geldi. Mevlâ Te‘âlâ şehâdetini kabul eylesin.

İskilipli Atıf Hoca’nın idam sebebi şapka değildir

Bilindiği gibi; Cumhuriyet tarihimizin bazı kırılma noktaları ve bazı önemli kilometre taşları bulunmaktadır. İşte bu kırılma noktaları, bugün bile hâlâ tartışma konusu yapılmaktadır. Daha doğrusu geçmişte yaşanan bu kabil olaylar, bugünkü tartışmaların ve ayrışmaların da temelini oluşturmaktadır. Şeyh Sait Ayaklanmasından tutun da Menemen Hadisesi’ne, Dersim İsyanı’na, 1944-1945 yıllarında yaşanan Türkçülük-Turancılık muhakemelerine, açık oy gizli tasnif usulüyle yapılan 1946 seçimlerine, 1950 seçimleriyle çok partili yaşama geçilmesine ve 27 Mayıs 1960’tan başlayarak ortalama her on yılda bir yapılan askeri müdahalelere kadar bir çok olay, bugünkü tartışmaların tam da göbeğinde oturmaktadır.
Ancak tahmin ediyorum Cumhuriyet tarihimizde hiçbir olay, İskilipli Âtıf Hoca’nın idamı ile sembolleşen din ve din adamları üzerinde yapılan bazı tasarruflar kadar etkili olmamıştır. İskilipli Âtıf Hoca’nın idamı, olayın sadece bir yanıdır. O, biraz da taraftarlarınca bayrak haline getirilmiş ve dini siyasete alet eden politikacılarca istismar edilmiş bir isimdir.
Aslında işin özünde, Laik Cumhuriyet’e giden yolda dini eğitime ve dinde kaynağını bulan yaşam tarzına getirilen sınırlamalar ve hatta yasaklamalar yatmaktadır. Örneğin Ezan’ın Türkçeleştirilmesi de bu konudaki olaylar zincirinin önemli halkalarından birisidir. Bu çalışmalar, saltanatın(1922) ve arkasından hilafetin kaldırılmasıyla(1924) başlamış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü (1924), Şeriye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması(1924), Şapka Kanunu’nun kabulü(1925), Latin harflerinin kabulü (1928) ve Anayasa’dan “Devletin Dini İslam’dır” maddesinin çıkarılmasıyla(1928) devam etmiş ve nihayet Ezan’ın Türkçeleştirilmesine(1932) kadar vardırılmıştır. 
Ancak biz konuyu daha fazla yaymadan isterseniz hep birlikte geliniz şu İskilipli Âtıf Hoca konusuna dönelim. Acaba bu konunun aslı, esası nedir? İskilipli Âtıf Hoca, gerçekten de sadece Şapka Devrimi’ne karşı çıktığı için mi idam edilmiştir? Yani taraftarlarının bayraklaştırdığı şekliyle Sarık şapkaya kurban mı edilmiştir? İskilipli Âtıf Hoca, din ve din adamları üzerinde kurulan baskının bir aracı olarak ve onlara gözdağı vermek maksadıyla mı idam edilmiştir?
Burada gözlerden kaçan, ısrarla üzeri örtülen bir çaba vardır. O da, taraftarlarının ve savunucularının, İskilipli Âtıf Hoca’yı, Çorum’un İskilip kazasında yaşayan sıradan ve masum bir din adamı iken, Mustafa Kemal ve yandaşlarının hışmına uğrayarak idam edilmiş gibi gösterme çabalarıdır. Bu yazı dizimizde işte bu olayın perde arkasını aralamaya çalışacağız… Toyhane/Toyana
Benim köyüm, Âtıf Hoca’nın köyüne oldukça yakın bir köydür. Onun köyü ile benim köyüm iki ayrı vilayetin iki ayrı köyü olmakla birlikte, birbirlerine çok yakındır. Daha doğrusu benim köyümün yolu, onun köyünün yakınından geçer. İki köy arasındaki mesafe de zaten yaya yürüyüşü ile 2-3 saat çeker. Geçmişte bizim köyden hocanın köyüne gelin giden kızlar da olmuştur.
Âtıf Hoca, bugün Çorum’a bağlı bir ilçe merkezi olan Bayat’a bağlı Toyhane köyündendir. Çevrede bu köye kısaca Toyana diyorlar.  Kızılırmak’ın kenarında bir köydür Toyhane. Bazı kaynaklarda bu köyün ismi Tophane olarak geçiyor. Ancak bu tabir yanlıştır. Aslı Toyhane’dir, yani yöresel söylenişiyle Toyhana ya da Toyana…
Şahit Olduğum Bir Hadise
Yanılmıyorsam 1990’ların ilk yarısıydı. Müfettiş olarak görevim icabı İskilip’e gitmiştim. Bir gün İskilip caddelerinde yürürken az ötemizde yaşlı ve oldukça uzun boylu hafif kambur bir kadın dikkatimi çekti. Hareketleri, dikkat çekecek düzeyde anormal olmalıydı ki; bakışlarım ister istemez bu kadına dikilmişti. Yanımdakiler durumumu fark edince bana dönüp kadının duymaması için seslerini alçaltarak şöyle dediler;
 -“Hocam, o gördüğün kadın kim biliyor musun?”
“Nereden bileyim ben? Hareketleri dikkatimi çektiği için baktım sadece!” dedim.
-“Hocam” dediler, “Bu kadın, rahmetli Atıf Hocanın kızı. Babasının idamı üzerine ruhsal dengesi bozulmuş. İşte böyle kendi başına dolaşıp duruyor buralarda. Vatandaşların yardımlarıyla geçiniyor!”
Doğrusu ya bunları duyunca içim cız etmişti(1).
 İskilipli Atıf Hoca
 İskilipli Âtıf Hoca, 1876 yılında doğmuş, 1926 yılında ise idam edilmek suretiyle öldürülmüştür. Daha doğrusu yandaşlarına ve savunucularına göre, Din-i İslam yolunda şehit edilmiştir! Zira bazı internet sitelerinde şöyle denilmektedir:
 “İskilipli Âtıf Hoca da bir buçuk sene önce yazdığı Frenk Mukallitliği isimli kitabı bahane edilerek tutuklandı. Giresun istiklal mahkemesinde yargılanarak suç bulunamaması nedeni ile İstanbul’a gönderildi. Ancak bir süre sonra yeniden tutuklandı. 26 Aralık 1925’te arkadaşları ile beraber 13 kolluk kuvveti gözetiminde Ankara’ya gönderildi. 26 Ocak 1926 Salı günü Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Savcı, İskilipli Atıf Hoca için 3 yıl hapis cezası istedi. Mahkeme müdafaa için bir gün sonraya bırakıldı. Ertesi gün mahkeme reisi Kel Ali, müdafaa yapmaya gerek görmeyen İskilipli Atıf Hoca için alınan kararı açıklar: IDAM… Yani ŞEHADET”(2).
Ayrıca bazı internet sitelerinde kısaca şöyle tanıtılmaktadır Âtıf Hoca, “Şapka Kanunu’na muhalefetten İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak 4 Şubat 1926 tarihinde idam edildi. Hayatını anlatan bir film çekilmiştir. Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli bir eseri vardır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarının sembol yazarlarından Şevket Süreyya AydemirSuyu Arayan Adam kitabında kendisinden bahseder ve haksız yere öldürüldüğünü savunur.”(3).
 Oysa Şevket Süreyya Aydemir’in hocanın haksız yere öldürüldüğünü savunduğu iddiası yanlıştır. Şevket Süreyya Aydemir kitabında hocadan bahseder ama onun haksız yere öldürüldüğü şeklinde bir ifadede bulunmaz. Alıntı yapılan birçok yazıdan da anlayabildiğim kadarıyla kitabında konu ile ilgili olarak şunları söylüyor Şevket Süreyya Aydemir:
“Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin (Hoca) başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu o sıralarda yayınlanan Şapka Kanunu’na muhalefet etmekti. Fakat bu suç birtakım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu.
Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba duâ okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor çağırıyordu. Acaba hocayı bir tekmeyle merdivenlerden aşağı yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızlarının arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken dudakları gene kımıldıyordu”(4).
Şevket Süreyya Aydemir’in “Suçu o sıralarda yayınlanan Şapka Kanunu’na muhalefet etmekti. Fakat bu suç birtakım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti.” şeklindeki sözleri, galiba İskilipli Âtıf Hoca’yı sevenlerce, onun lehinde söylenmiş sözler olarak algılanıp yorumlanmaktadır. Ancak biraz sonra vereceğimiz ve Şevket Süreyya’nın “bir takım ithamlar” diye vasıflandırdığı bilgiler, galiba hocanın idamında şapka devrimine muhalefetten daha büyük etki yapmış olmalıdır…
Frenk Mukallitliği ve Şapka 
Peki, taraftarları ve savunucularınca  idamına sebep olarak gösterilen şu meşhur “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli kitapta neler yazıyor? Bu kitap nasıl bir kitaptır ki; yazarını idama götürüyor?
İskilipli Atıf Hoca hakkında çok geniş bir yazı yazan Salih Okur isimli yazar, şöyle diyor bu konuda:
 “Âtıf hoca 1924 yılında ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ kitabını neşretti. Yani Şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif Vekâletine gönderdi, izin hatta takdir aldı. Bu risale, körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Âtıf Efendi 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebû Dâvûd gibi sünen kitaplarında geçen ‘Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.’ hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu: “Bir Müslüman şiar ve alamet-i küfür addolunan bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an memnû ve yasaktır.(5)
4 Eylül 2005 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan “80 yıl önce ‘şapka devrimi” başlıklı yorum-haberde bulunan  “Avrupa taklitçiliğine eleştiri “ ara başlığı altında ise şu bilgilere yer verildiğini görüyoruz:
”Âtıf Hoca 1924 yılında ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ adlı kitabını neşretmişti. Yani kanunun kabulünden evvel. Kitabı yayımlamadan önce Maarif Vekâleti’ne göndermiş, basılması için izin almıştı. Bu, körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi.
32 sayfalık risalede kılık kıyafette Avrupa’yı taklidin ruhtaki bir bozuluşa alamet olduğunu, bunun kişide müstakil bağımsız bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü anlatıyordu. Ve Peygamber’in -Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.- hadisine dayanarak şapka giymenin dinen ‘memnu’ (yasak) olduğu hükmüne varıyordu. Kanun çıktıktan sonra Hoca yakalandı, yargılandı, beraat etti. Ancak birilerini rahatsız etmişti onun ceza almaması. Tekrar tutuklandı ve bu defa Ankara’ya getirildi…”(6).

Türkiye’de İskilipli Âtıf Hoca ve benzeri din ulemâsına revâ görüldüğü söylenen muamelelere en sert tepkiyi gösterenlerin başında şüphesiz Necip Fazıl Kısakürek gelmektedir. O, bu mecrada yazı yazan ve yayınlar çıkaran kişilerin âdetâ önderliğini yapmaktadır. Onun ekolüne bağlı olarak yetişen ve o terbiyeyi alan kişiler de bu konuda tıpkı onun gibi düşünmektedirler. Nitekim Necip Fazıl Kısakürek, bu konuda başlı başına bir eser yazmıştır. “Son Devrin Din Mazlumları” isimli kitabında İskilipli Atıf Hoca’dan tutun da Menemen olaylarına sebep olan Derviş Mehmet’e ve Şeyh Sait’e varıncaya kadar, bazı kesimlerin Cumhuriyet  düşmanı olarak ilan ettiği ne kadar şahsiyet varsa eserinde onlara destek vermektedir Necip Fazıl. Ki; bugün yaşamakta olduğumuz Lâik-anti lâik tartışmalarının temelinde de büyük ölçüde Necip Fazıl Kısakürek tarafından yakılan bu ateş vardır! Onun çömezleri ile karşıt görüşün çömezleri de tutum ve tavırlarıyla ha bire bu ateşe odun taşıyarak ateşi söndürmek yerine harlamakla  meşguldürler!
 Necip Fazıl Kısakürek diyor ki eserinde; “…Ortada, kala kala ‘Frenk Mukallitliği’ isimli kitap kalıyor ki, bu mücerret ilmi eserde, şapka kanunundan çok önce neşredildiği ve hiç de böyle bir teşebbüsü tahmin yoluyla kaleme alınmadığı için herhangi bir suç teşkil etmekten uzak bulunuyor.”
 İskilipli Âtıf Hoca, neden durduk yerde “Şapka Kanunu” olarak bilinen ve Kılık Kıyafet konusunda bir takım düzenlemeleri içeren kanunun kabulünden bir buçuk yıl önce üstelik de isminde “şapka” kelimesi geçen bir kitap yayınlıyor bu konuda doğru dürüst bilgi verilmiyor yazılarda. Bu konuda aklımıza hemencecik geliveren şudur: Demek oluyor ki; hoca Türkiye’de kılık kıyafet konusunda geniş çaplı  bir düzenleme yapılacağından bir buçuk yıl öncesinden haberdar oluyor ve bunun önüne geçmek için devrim karşıtlarının da tazyikiyle hemen alel acele 32 sayfalık bir risâle yazıyor!
Nitekim Şevket Süreyya Aydemir’in anlattıklarından, halkın ve aydınların Şapka Devrimi’nin yapılacağından ve bu konuda çalışmalar yapılmakta olduğundan önceden haberdar olduklarını ve bazı aydınların bu konudaki devrimi beklemeden şapka giymeye başladıklarını anlıyoruz. Ankara’daki muhakeme safahatı sırasında yaşanan trajikomik anları anlatırken şöyle diyor Aydemir;
“Biz mahkeme binasına girince evvelâ alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlerde oturtulduk. Yukarıda birtakım hareketler oluyordu. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir ara yukarıda kopan gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenin başında bağırıyor tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış tartaklayıp duruyordu:
 -Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?
Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında boyuna birtakım küfürler, ağır tabirler savuruyordu. Şapkasını, çantasını güç bela toparlayan genç kendini sokağa attı. Artık bu tabirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştı. Bu genç bir gazeteci idi (Hikmet Şevki). Şapka giymenin henüz kanunlaşmadığı, fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de başına bir hasır şapka geçirmiş ve mahkeme binasına haber  derlemek için şapkayla gelmişti.”(7).
Özetle ve elbette bize göre; İskilipli Atıf Hoca’nın, “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli eserini durduk yerde yazmadığı, bu işi uygulamaya konulacak kılık-kıyafet inkılâbına bir tepki ve kitleleri harekete geçirerek bu inkılâbı önleme maksadıyla yazdığı ortadadır. Zira nasıl ki; bahse konu inkılâbı destekleyenler, konudan haberdar olup, yaranma ve yağcılık adına acelecilik ederek ötede beride şapka giymeye başladılarsa, karşıtları da konudan haberdar olup, türlü şekillerde bu inkılâbı engelleme çabası içine girmişlerdir.
Pek çok kişinin ortak görüşüne göre; dinci muhafazakâr kesim tarafından biraz da zorlama ile tarihçi yapılmaya çalışılan Mustafa Armağan’a bakılırsa İskilipli Atıf Hoca, hukuk ayaklar altına alınmak ve kanunlar geriye işletilmek suretiyle idam edilmiştir. Erzurum, Elazığ ve Rize’de yapılan protesto gösterilerinin (iddia edildiği gibi isyan değildir diyor M. Armağan) elebaşı olarak yakalanan 190 küsur kişi idam edilmiş, bilahare yazmış olduğu kitapla bu isyanları teşvik ettiği gerekçesiyle İskilipli Atıf Hoca da onların yanına gönderilmiştir(8).
Esasen hadise bu minval üzere olsa bile bunda şaşılacak ve insana tuhaf gelecek hiçbir yan yoktur. Çünkü dönem olağanüstü bir dönemdir ve olağanüstü dönemler, zaten hukukun ayaklar altına alındığı dönemlerdir. Asıl tuhaf olan, yaklaşık bir asır önce yaşanmış böyle bir olaydan nemalanmaya çalışmaktır. Aynı şeyler, ondan önceki ve sonraki dönemlerde de yaşanmadı mı veya hâlâ yaşanmıyor mu sanıyorsunuz bu ülkede? Öte yandan acaba gerçek böyle midir? Yani her şey kâğıt üzerinde ve mahkeme zabıtlarında yazdığı gibi midir?
Sürecektir
____________
(*)Lâik-anti lâik ya da yaygın söylenişiyle Cumhuriyetçi-İslamcı şeklinde bugün bile hâlâ yaşanmakta olan tartışmaların ve kamplaşmaların filizlendiği Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan bir olayın; İskilipli Âtıf Hoca’nın idamının arkasında yatan gerçek sebepleri bulmaya çalıştığımız bu yazı dizisi, ilk defa 2007 yılının Nisan ayı içinde “Olay, şapka sarık-postal çarık meselesi değildir” başlığı ile yayınlanmış, bu kere yayına hazırlarken yeni baştan gözden geçirilmiştir. Umarım ve dilerim ki; konuya ilişkin bir bilgi boşluğunu doldurmuş ve önemli bir görevi ifa etmiş oluruz.
1-Salih Okur isimli yazarın makalesinden öğreniyoruz ki; bana  “Atıf Hoca’nın Kızı”şeklinde tanıtılan bayan, gerçekten de Atıf Hoca’nın kızı Melahat imiş. Hocanın idamından sonra İskilip’e dönen eşi Zahide ve kızı Melahat bir süre köyde kaldıktan sonra köy şartlarına intibak edemedikleri için İstanbul’a dönüyorlar. 1960’lara doğru tekrar döndükleri baba ocakları İskilip’ten bir daha ayrılmıyorlar. Denildiğine göre; babasının idamı kızı Melahat’ın çocuk ruhunda derin izler bırakarak ruhsal dengesinin bozulmasına sebep olmuştur (bk. Salih Okur, “İskilipli Atıf Hoca(1876-1926)” başlıklı makalesi,http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1582&ctgr_id=98, (01.11.2003 tarihini taşıyan bu makalenin sonraki tarihlerde aynı başlıkla ve fakat Ali İhsan Er-Salih Okur müşterek imzasıyla başka internet sitelerinde de yayınlandığı görülmektedir. Örn. bkz. http://www.davetci.com/d_biyografi/biyografi_iatifhoca.htm).
2-http://www.enfal.de/ecdad105.htm & http://www.nurnet.org/iskilipli-atif-hoca-kimdir/,
3-Örn. bk. http://tevbe.org/allah-dostlari-alim-ve-evliyalar/1145-iskilipli-atif-hoca-kimdir.html,
4-Örn. bk. Mustafa Armağan, “İskilipli Atıf Hoca şapka için idam edilmedi mi” başlıklı makalesi,  http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/iskilipli-atif-hoca-sapka-icin-idam-edilmedi-mi_1096009.html
5-Salih Okur, “İskilipli Atıf Hoca(1876-1926)” başlıklı makalesi,
http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1582&ctgr_id=98,
6-http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=163238,
7-bkz. Şevket Süreyya Aydemir’den naklen Dücane Cündioğlu, ”Baban damı şapka giyerdi” başlıklı yazısı, http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/eylul/08/dcundioglu.html ,
8- Mustafa Armağan, agm.

Atatürk ve İskilipli Atıf Efendi’nin idamı hadisesi!

apka-devrimi-1
Tarihimizde, Atatürk’ün din düşmanı olarak gösterilmesine sebep olan bazı hadiseler de bulunmaktadır. Yazı dizimizin bu ve bundan sonraki bölümlerinde bu olaylardan bazılarına yer vermeye çalışacağız. 
1- Atatürk’e ve İnönü’ye karşı sert muhalefet gösteren ve dini-muhafazakâr yanı ağır bastığı için halkın milli mücadeleye inandırılması ve düşman propagandalarının etkisiz hale getirilmesi amacıyla meclis tarafından oluşturulan “İrşad Encümeni”‘nde de görev yapan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in, 27 Mart 1923 günü Topal Osman tarafından öldürülmesi ve böylece aynı düşüncede olanlara bir anlamda gözdağı verilmiş olması, dindar ve muhafazakâr toplum kesimlerinde gözle görülür derecede rahatsızlık yaratmış, bu suikast Mustafa Kemal ve arkadaşlarının üzerine yıkılmaya çalışılmıştır.
Muhafazakâr bir yapıda olan Ali Şükrü Bey, mecliste, Mustafa Kemal‘in önderliğindeki Birinci Grup’a muhalif milletvekillerinin toplandığı İkinci Grup‘un liderlerinden birisiydi. 28 Nisan 1920’de içki yasağı konusunda meclise yasa teklifi vermiş ve yasalaşması için büyük çaba sarf etmiştir.  İkinci grubun görüşlerini açıklamak ve yaymak üzere; Mustafa Kemal’in Hâkimiyeti Milliye gazetesine karşı Tan gazetesini yayınlamaya başlamıştır. 68 sayı çıkabilen gazetenin hemen hemen tüm başyazılarını Ali Şükrü Bey yazmıştır. Hilafetin kaldırılmasına karşı çıkmıştır. 27 Mart 1923 günü Mustafa Kemal’in özel muhafız alayı komutanı olan Topal Osman tarafından öldürülmüştür.
Oysa Mustafa Kemal’in bu suikasta karşı olduğu, onun Ali Şükrü Bey’i katleden Topal Osman’ın yakalanarak yargılanması yönünde emir vermesinden, Topal Osman ve adamlarının (herhalde Mustafa Kemal Paşa’yı katletmek için) Çankaya köşkünü basıp önlerine çıkanı tepeleyip öldürmelerinden ve bu baskını tahmin eden Mustafa Kemal Paşa’nın, köşkü terk ederek o sırada Başbakan olan Rauf Orbay’ın dairesine geçmesinden ve ayrıca meclisin oy birliği ile almış olduğu idam kararını uygulayarak, cesedin gömüldüğü yerden çıkarılması suretiyle meclisin bahçesinde asılmasına rıza göstermesinden de bellidir.
Topal Osman ve adamları ise teslim olmayarak, güvenlik güçleriyle çatışmaya girmiş 1 Nisan 1923 günü Ankara’nın Ayrancı semtinde Papazın Bağı denilen mevkideki evinde yaralı olarak ele geçirilmiş, ancak hastaneye götürülürken o sırada Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda Tabur Komutanı olarak görev yapan Yüzbaşı İsmail Hakkı Tekçe’nin emriyle başından kurşun yağmuruna tutularak öldürülmüş ve Çankaya sırtlarında bir yere gömülmüştür. Mecliste, oy birliği ile Ulus meydanında idam edilmesi kararı alınmış, ancak mezarından çıkarılan ceset, (muhtemelen başı parçalandığı için) başından asmak mümkün olmayınca meclisin bahçesinde ayağından asılmış, kardeşlerinin başvurusu üzerine cesedi memleketi Giresun’a götürülmüş, 1925 yılında Mustafa Kemal’in Giresun’u ziyareti sırasında, herhalde geçmişte yapmış olduğu önemli hizmetler dikkate alınarak vermiş olduğu emirle ve masrafları bizzat Gazi’nin özel bütçesinden karşılanmak kaydıyla Giresun Kalesi’nde yaptırılan anıt mezara nakledilmiştir.
Topal Osman’ın, yaralı olarak ele geçirildiği halde tedavi edildikten sonra yargılanmak yerine Yüzbaşı İsmail Hakkı Tekçe’nin vermiş olduğu emirle bir nevi yargısız infazla katledilmesine karşılık, İsmail Hakkı Tekçe’nin yargılanmak yerine önce Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutan vekili, arkasından da bu alayın komutanı yapılması ve rütbece yükseltilmesi, ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle kendisine anıt mezar yapılması, muhafazakar toplum kesimlerinde, Ali Şükrü Bey cinayetinin maksatlı olarak işlendiği ve arkasından üstünün örtüldüğü şeklinde yorumlanmıştır. Bizim kanaatimize göre de; Ali Şükrü Bey cinayetinin üzeri sanki bir miktar örtülmüş gibidir. Gelin görün ki; dönem Anadolu İhtilali’nin en hararetli anlarını yaşadığı nazik bir dönemdir ve ihtilallerin mantığında ölmek ve öldürmek zaten vardır(1). 
2- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kapatılması: 17 Kasım 1924 günü K.Karabekir, A.Fuat Cebesoy, R.Orbay, R.Bele, A.Adıvar gibi isimler tarafından bu partinin Rauf Orbay gibi bazı temsilcilerinin, cumhuriyet ile ilgili eleştirileri ve parti kurulduktan kısa bir süre sonra bazı rejim muhaliflerinin parti etrafında toplanması ile beraber dini duyguların propaganda olarak kullanılması ve Şeyh Said İsyanı‘nın patlak vermesi sonucunda partinin kapatılması, dini çevrelerde hoş karşılanmamıştır. Gelin görün ki; bütün bunlara rağmen partinin kurucuları arasında yer alan ve tarihimizde “Hamidiye Kahramanı” olarak da ün yapan Hüseyin Rauf Orbay, yine de yiğitlik ve kadirşinaslık göstererek, Atatürk’ün büyüklüğünü kabul ve itiraf etmek zorunda kalmıştır. Son yıllarda nedense, Atatürk aleyhine olacak şekilde konuşmalar yapmayı kendisine şiar edinen Yavuz Bülent Bakiler’e göre; Hüseyin Rauf Orbay, sonraki yıllarda diğer arkadaşlarına şöyle demiştir: “Biz olmasaydık, Mustafa Kemal bu işi başarırdı. Ama o olmasaydı, biz bu işi yapamazdık.”(2).
3-Şeyh Sait Olayı: Nisan-Mayıs aylarında olmak üzere 1925 yılında patlak veren ve silah zoruyla bastırılan, arkasından da aralarında Şeyh Sait’in de olduğu 48 elebaşının 28 Haziran 1925 günü idam edilmeleri, bazı dini çevrelerde hoş karşılanmamıştır. Mesela Necip Fazıl Kısakürek, Şeyh Sait’i din adamı ve dolayısıyla “Din Mazlumu” olarak değerlendirir “Son Devrin Din Mazlumları” isimli kitabında.
4- İskilipli Atıf Hoca’nın İdamı: 4 Şubat 1926 tarihinde idam edilen İskilipli Atıf Hoca, bazı çevrelerde ve özellikle konuya ilişkin propagandaya maruz bırakılan sıradan halka göre; sıradan bir din adamı veya cami imamıdır. Bunlara göre; Atıf Hoca, sanki İskilip’te bir camide imam iken yaka paça Ankara’ya getirilip asılmıştır! Çünkü böyle tanıtılmakta ve böyle bir algı yaratılmaktadır sürekli olarak.
Oysa o, aynı zamanda bir müderris, yani profesör, bir politikacı ve aynı zamanda bir gazetecidir. Hem de bugünkü tabirle söyleyecek olursak; yandaş bir gazetenin yandaş köşe yazarıdır! Zira köşe yazarlığı yaptığı “Alemdar” isimli gazete, Milli Mücadele ve bu mücadelenin önder kadrosu aleyhine, ayrıca dönemin Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidarı lehine yazmış olduğu yazılarla meşhurdur.
Ayrıca hocanın başında bulunduğu İslam Teali Cemiyeti de tamamıyla Damat Feritlerin ve Ali Kemallerin de içinde bulunduğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın bir uzantısı gibi faaliyetlerde bulunuyordu. Her iki örgüt de İslamcı siyaseti öngörmekle Hilafet ve Saltanat taraftarı idiler. Adı geçen dernek adına hazırlanan ve Milli Mücadele’nin önder kadrosunu “Hain” , “Eşkıya”, “Haydut”, “Zorba”, “Asi”, “Soyu sopu belirsiz Selanik dönmeleri”, “Alçak”, “Yardakçı” vs. sıfatlarla  nitelendiren ve Yunan ve İngiliz uçaklarıyla hem cephede savaşan askerlerin  üzerine, hem de cephe gerisindeki halkın üzerine atılarak Milli Mücadeleyi akamete uğratmayı amaçlayan bildiriye göre; bu eşkıya sürüsü ya da güruh, Türk halkını ifsat ederek (kandırarak) büsbütün mahvolmaya doğru götürüyordu!(3).
Hoca, yargılanması sırasında gündeme gelen bu bildiriden haberi ve altında imzası olmadığına dair belge almış olsa da bu durum mahkeme heyetine fazla inandırıcı gelmemiştir. Rivayete göre; bildiri metni hain ilan edilen eski Şeyhülislam Mustafa Sabri tarafından kaleme alınmıştır. Elbette bize göre de; Hocanın bu bildiriden haberinin olmaması ya da olmasa bile yönetmiş olduğu derneğin faaliyetlerinden mesul tutulmaması düşünülemez.
Dolayısıyla o, en azından bize göre; devrimlere karşı çıktığı ve yazmış olduğu “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli 32 sayfalık risalesinden dolayı değil, Milli Mücadele’ye karşı takınmış olduğu tavırdan dolayı idam edilmiştir.
“Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli eseri ile “Şapka İnkılabı” arasında ilişki kurulması ve hocanın güya  Şapka İnkılabı’na karşı çıktığı için asıldığı şeklindeki iddia ise fazla ikna edici değildir. Hocayı savunanlar, onun yazmış olduğu “Frenk Mukallitliği ve Şapka”isimli risalesini, 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan Şapka Kanunu’ndan bir buçuk yıl önce olmak üzere, 1924 yılında yayınladığını ve dolayısıyla; Şapka Kanunu’na muhalefet etmesinin mümkün olmadığını ve masum olduğunu ileri sürerler.  Ancak bize göre; Hoca, böyle bir kanunun çıkarılacağından veya böyle bir düzenlemenin yapılacağından haberdar olmuş ve alelacele böyle bir risale yazıp yayınlayarak, halkı şapka kanununa karşı direnmeye çağırmayı düşünmüş de olabilir.
Üstelik hocanın, söz konusu risalesine temel yaptığı ve Hz. Peygamber’e izafe edilen “Kim bir kavme benzerse, o kavimdendir” anlamına gelen rivayetin, sahih olduğu bile şüphelidir! Eğer o hadis sahihse, bugün yeryüzünde Müslüman bulmakta gerçekten zorlanırız! Çünkü bu hadise göre, giyimde, kuşamda, kullanılan araç ve gereçlerde, davranış kurallarında ve elbette yönetim sisteminde ve devlet idaresinde İslam dışı topluluklara benzeyen Müslümanlar, artık İslam çizgisinden çıkıp gayrimüslimlerin bulundukları çizgiye dahil olmaktadırlar. Günümüzde Taliban, El-Kaide ve IŞİD gibi terör örgütlerinin hareket noktası da zaten budur.  Özetle İskilipli Atıf Hoca, Şapka ve kılık kıyafet düzenlemesinden hemen önce, bu düzenlemelere karşı alelacele bir risale yazıp yayınlamakla, bir anlamda öz konusu düzenlemeleri yapacakların, İslami çizgiden sapmış olacaklarını anlatmaya çalışmıştır.
Gerek İskilipli Atıf Hoca, gerekse (yazımızın bir sonraki bölümünde de görüleceği gibi) gerekse Said-i Nursi, biraz da Peygamber’e isnat edilen ve doğruluğunu sadece Allah’ın bildiği iki hadisten hareketle takındıkları tavır yüzünden gözden düşmüşlerdir! Daha doğrusu her ikisi de sahih olup olmadıkları bile belli olmayan hadisler üzerinden siyaset yaptıkları için. Birisi hatasının bedelini canıyla öderken, diğeri bu bedeli, hayatı boyunca sürgünde ve gözaltında yaşayarak ödemiştir. Atıf Hoca, yazmış olduğu kitapçık ile “gayrimüslimlere benzeyenlerin gayrimüslim olacağını” ima etmiş, Said-i Nursi ise “namaz kılmayanların zalim olduklarını, zalimlerin verdiği hükümlerin ise geçersiz olduğunu” söylemiştir. Rivayete göre; hem de Mustafa Kemal Paşa’nın yüzüne, yekten!
Türkiye’deki dini çevreler, özellikle de din üzerinden siyaset yapanlar, İskilipli Atıf Efendi’nin idamını da Atatürk aleyhine kullanmışlar ve hadiseyi onun din düşmanlığı ile açıklamaya çalışmışlardır. Mesela; N.Fazıl’a göre; İskilipli Atıf Efendi de bir din mazlumudur(4).
Sürecektir.
_____________
1-Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2013 yılında Trabzon’da yapmış olduğu bir konuşmada: “Gençler sizlerden rica ediyorum, gidin Trabzonlu Ali Şükrü Bey’in hayatını okuyun. On yıllar boyunca bu millete dayatılan kelimelerin, kavramların, yaşam tarzlarının ne kadar suni, ne kadar yapay, ne kadar yeni, ne kadar anlamsız olduğunu göreceksiniz. Korkuların, ne kadar yersiz olduğunu bu işlerin göreceksiniz.” diyerek, hayatını okuyup öğrenmelerini tavsiye ettiği Ali Şükrü Bey hakkında ilave bilgi için bkz.. http://www.posta.com.tr/siyaset/HaberDetay/Basbakan-in-ornek-gosterdigi-Ali-Sukru-Bey-kimdir-.htm?ArticleID=205763
2-Yavuz Bülent Bakiler, “Kemâlizmin millet anlayışında dinin yeri yoktur -1-“ başlıklı yazısı. http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yavuz-bulent-b-kiler/565146.aspx.
3- Teali İslam Cemiyeti’nin söz konusu bildirisinin tam metni için bkz. “Soyu sopu belirsiz Selanik dönmeleri kimlerdir” başlıklı yazımız, http://sessizliginsesleri.blogspot.com.tr/2013/03/soyu-sopu-belirsiz-selanik-donmeleri.html,
4- İskilipli Atıf Hoca’nın idamı ve idam sebebine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. “İskilipli Atıf Hoca’nın İdam Sebebi Şapka Değildir” başlıklı yazımız. http://sessizliginsesleri.blogspot.com.tr/2013/03/bu-gruba-ait-tum-sitelerde-yaynlanan.html & “Kel Aliço bizim Atıf Hoca’yı neden asmış?” başlıklı yazımız, http://haberiniz.com.tr/haber/gundem/44126/kel-alico-bizim-atif-hocayi-neden-asmis.html

TOPAL OSMAN VE ALİ ŞÜKRÜ BEY OLAYI

Bu gün yine tarihimizin kıyısında, köşesinde kalmış bir konuyu ele alıyoruz. Mustafa Kemal’in Milli Mücadelenin o kritik dönemlerde Meclis üyelerine verdiği değerin en belirgin örneklerinden biri Ali Şükrü ve Topal Osman olayıdır. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Muhalif grubun sözcü silahşorlarından biriydi ve fikirlerini sert tartışmalar yaparak savunması ile ün kazanmıştı.(1) Recep (Peker) Bey’e göre “çok temiz, mert ve vatanperver bir arkadaştır. Yalnız sinirlidir, coştu mu kabına sığmaz. Onun bu halini Gazi Paşa da beğenmektedir ve ondan “Herkes Şükrü bey gibi düşüncelerini, fikirlerini böyle pervasızca söylese, kimseden şüphe edilemezdi” şeklinde bahsettiğini kendisi duymuştur.”(2)
Giresun’da 1883’te doğan Osman Ağa, 1912’de katıldığı Balkan Savaşı’nda bacağından yaralanarak “Topal” lakabını aldı. 1915’te Ruslarla savaştı. 1918’de Giresun Belediye Başkanı olan Osman Ağa, 29 Mayıs 1919’da Havza’da Atatürk ile buluştu.1921’de Giresun Gönüllü Alayı’nı kurarak, Koçgiri İsyanı, Zara, Niksar, Kavak ve Merzifon yöresinde isyanları bastırdı.1921–1923 yılları arasında Atatürk’ün Muhafız Alayı Komutanı oldu.
Topal Osman Ağa Milli Mücadelenin en renkli ve yiğit mücadele adamlarından biriydi. Sakarya’da savaşmış, Milli Alay Kumandanı unvanını almış, Mustafa Kemal Paşa’nın koruyucu müfrezesinin başı olmuştur. Çeteler döneminin son halkası gibidir. Kılıç Ali Bey, Çerkez Ethem’in en güçlü olduğu dönemde Topal Osman’la ilgili bir anısını şu sözlerle anlatmaktadır:
Ethem hastalık bahanesiyle bizimle beraber Eskişehir’e gitmek istemedi. Hacı Şükrü bey’le birlikte Ethem’in Taşhan’da ikamet ettiği odasına gittik. Kendisini ikna ederek yataktan kaldırdık, trene getirdik, hareket ettik. Trende Mustafa Kemal’in müfrezelerinden birinin (Giresun Müfrezesi) kumandanı Topal Osman da vardı. Rahmetli, Mustafa Kemal’e o kadar bağlı idi ki, Ethem’in şımarıklıkları karşısında her an bir hadise çıkarmak istiyordu. Yolda giderken trende Ethem’in hareket anındaki münasebetsizliği mevzu bahis olunca bunu Mustafa Kemal’e karşı bir hürmetsizlik, bir isyan sayarak beni ve Recep Zühtü’yü bir tarafa çekerek:
              Ben bu Ethem’i muvafakat ederseniz bu gece yok edeceğim! Demişti.”(3)
İşte Milli Mücadele döneminin bu iki güçlü ismi; 27 Mart 1923 günü karşı karşıya gelmişlerdi. Olayın nedenleri arasında parti içi muhalefetin o günlerde çok sert bir tutum izlemesi, iktidar diyeceğimiz Müdafaai Hukuk Grubunun’da bu güçlü muhalefetin sesini kısmak arzusu duymasıdır. Herşey, Lozan görüşmelerinin 4 Şubat’ta kesilmesi ve barış heyetinin dönüşünden sonra 21 Şubat’ta Mecliste açılan görüşmelerde başlamıştı.
 Gazi Paşa, bu müzakerelere iştirak etmek üzere Meclise geldikleri gün, küçük riyaset odasında, aralarında çoğu muhaliflerden bazı zevatla birlikte oturuyordu. Müzakere çıngırağı çalmaya başladığı zaman Gazi hazır bulunanlara;
              Haydi iş başına, diyerek ayağa kalktı. Yürümeye başladı. Odanın kapısından çıkarken, bir zat, Mustafa Kemal paşa’nın ellerini ellerinin içine alarak:
              Paşam, sen bizim herşeyimizsin! Sen bu işe müdahale etme. İsmet Paşa ile Meclisi başbaşa bırak diye rica etti.
              Bırakmam
Dedi. Odadan çıktı, içtima salonuna girdi ve yeri gelince duruma müdahale etti.”(4)
İsmet Paşa’nın çeşitli beyanlarına, Gazi’nin ve hükümetin yorulmadan yaptıkları açıklamalara, desteklemelere rağmen, ikinci grup müsamahasızdı. Tartışmalar gittikçe sertleşiyordu. 5 Mart 1923 günü (eski bir deniz subayı) Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey: “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer, Lozan’da heba edilmiştir. Bu murahhas heyetinin, sulh meseleleri üzerinde sözleri olamaz efendiler. Artık bunların vazifeleri bitmiştir” diye haykırınca, diğer sözcülerin de katkısı ile Meclisteki hava elektriklendi. İşte bu hava içinde Gazi söz istedi. Kürsüye çıktı. Bütün sorulara kendisi cevap vermeye başladı. Kürsüden inmiyor ve bütün yıldırımları kendi üzerine çekiyordu. İşte bu atmosfer içinde, Şükrü Bey’in sesi gittikçe yükseliyor:
       Ben de söyleyeceğim, ben de söz isterim” siye bağırıyordu. Fakat Gazi de çok hiddetliydi. Bir taraftan Şükrü Bey’e;
       Bir haftadır söylüyorsunuz, artık memlekete zarar veriyorsunuz diye bağırırken diğer taraftan ellerini cebine sokarak birden sert, şiddetli adımlarla Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü.(5)
       Birinci Büyük Millet Meclisi salonunda oturulacak siyah boyalı sıraların bir kısmı orta yerde başkanlık kürsüsüne karşı konulmuştu. Diğer sıralar ise bunların sağ ve sol tarafına karşı karşıya yerleştirilmişti. Sağdakilere hükümeti destekleyen, soldakilere de muhalif sayılan milletvekilleri otururlardı. Orta sıraları da tarafsız, yaşlı mebuslar işgal ediyordu. Öyle vakalar olurdu ki, sağ ve sol taraftakiler ayaklanıp birbirlerine karşı geldikleri vakit ortadaki mebuslar araya girer, hadiselerin önüne hemen geçerlerdi.(6) Bu defa ayırma olmayınca birinci ve ikinci grup milletvekilleri Meclisin ortasında dövüş için karşı karşıya geldiler. Başkanlık kürsüsünde Ali Fuat Paşa vardı, oturum gizli olduğu için Meclis emniyet kuvvetlerini de çağıramazdı. Tartışmaların kontrol dışına taştığını anladığı anda elindeki çanı birden iki tarafın arasına fırlattı. Ortalarına düşen bu çan sesinin yarattığı şaşkınlık tarafları durdurunca başkan tartışmalara ara verdi ve muhtemel tatsız olaylar böylece önlenmiş oldu.(7)
Ancak Ali Şükrü Bey’in 27 Mart akşamından beri kayıp olduğu 30 Mart günü Meclis kürsüsünden Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey tarafından ilan edilince, Meclis yeniden elektrikli bir hava içine girdi. Hükümetin sıkı takibi sonucu Ali Şükrü Bey’in Topal Osman Ağa’nın adamları tarafından öldürüldüğü anlaşılınca, Mustafa Kemal Paşa yasalara karşı çıkan bu kahraman çetenin yok edilmesini önleyemedi. Topal Osman, yaralı olarak ele geçtiyse de fazla yaşamadı. Mebuslar Topal Osman’ın cesedinin Meclis önünde asılarak teşhir edilmesi önerisini kabul edince de Topal Osman’ın (başı kesilmiş) cesedi), Meclis önünde kurulan bir sehpada sallandırıldı.(8)
Bu Meclis’in artık kendini yenileme zamanının geldiği anlaşılmıştı. 1 Nisan 1923’de Birinci Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar verdi, 15 Nisan’a kadar çalıştıktan sonra dağıldı.
Burada, yine bir hususun üzerinden biraz durmak istiyoruz. O da Mustafa Kemal ve Demokrasi arasındaki ilişkidir. 1920’den sonra Türkiye’de her yeniliğin mimarı olan bu General ; Halk arasında elde ettiği büyük prestijden destek alan ve her şeyi emirle (ve de kolaylıkla) yaptırmış, bunun için normal dışı yasalar, mahkemeler kurmuş bir aksiyon adamı, lider görünümü vermiş olabilir. Böyle düşünmek normaldir. Ancak gerçek böyle değildir. Bunun en güzel delili de yukarıdaki satırlarda belirttiğimiz güçlü muhalefetin mevcudiyeti, sesini, soluğunu istediği yükseklikte duyurabilmesidir. Unutmamak gerekir ki,   iktidar her yönetimde fakat güçlü bir muhalefet sadece Demokratik bir düzende yaşayabilir.(9)  

DİPNOTLAR:

(1) K. Özalp, Atatürk’ten Anılar, s.24
(2)  Feridun Kandemir, Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler, s.6 (İstanbul-1955)

(3)  Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, s.47-48
(4)  Aynı eser, s.94
(5)  Tek Adam-3, s.78, 79
 (6) Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, s.69-70
(7)  Bknz. Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralarım, s.260-290
(8)  Kandemir, Siyasi Cinayetler, s.8-57; Kemal Zeki Genç, Osman Devletini Kuran Meclis, s.54, 55 (Hürriyet Yayınları, İstanbul-1981), Topal Osman için bknz. A.E. Yalman, Turkey in My Tıme, s.118-119
(9)  Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, s.90
Dr. M. Galip Baysan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion