26 Nisan 2020 Pazar

URFALI NABİ




URFALI NABİ
Zevk-ı gam dilde midir dağda mı tende midir
Neşve bülbülde midir gülde mi gül-şende midir

Oldu ser-mâye-i hayret bana bîm ü ümmîd
Bilemem eyleyecek girye midir hande midir

Oldu bâzîçe-i aşkında nihân hâtem-i dil
Çîn-i zülfünde midir sende midir bende midir

Gül hem açıldı hem ârâyiş-i destâr oldu
Bülbül-i bî-haber âyâ dahi şivende midir

O tevazu' anı mümtâz-ı cihan etmişdir
Nahl-i gül bağda bihûde ser-ef gende midir

Dür ü mercan bulunurmuş tutalım deryada
Bu kadar çîn-i cebin satmağa erzende midir

Hâh ü na-hâh olur âvîze-i gûş-i ahbâb
Nâbiyâ her gazelin böyle hoş-âyende midir


Yokluk Tepesi 
 Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı. 
Hafif hafif, hoş bir şekilde üflemeye başladı. 
Mezarlığın sessizliği ve neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. 
Göğsümden bazen hüzünlü, bazen sevinçli ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu tuhaf zevkte şüphesiz, kahvenin de etkisi vardı. Kendimde acayip değişiklikler hissediyordum. 
Sanki taşımaya mahkûm olduğum büyük bir yük üzerimden alınmıştı. İçimde büyük bir ferahlama duyuyordum. 
Aynalı Baba ney taksimini bitirdikten sonra hafif ve Davudi bir sesle gazel okumaya ve ney çalmaya başladı: 

* Bu fena mülküne ibretle nazar kıl, ey can, 
 Gafleti eyle heba, hail değildir meydan. 
 Hani Sultan Süleyman, hani İskender han ? 
 Sat hezar ömrü sürür ile geçir sen bir an. 
 Ne güle, Ne bülbüle bakî a gözüm bağ-ı cihan, Kime yâr oldu muradınca e felek-i devr-i zaman* 

***********************
 *Ey can! Yok olacak bu âleme ibretle bak. 
 Gafletten kurtul, meydan boş değildir. 
 Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler? 
 Yüzbin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de, 
 aslında hepsi “bir an”dan ibarettir. 
 A gözüm! Bağı Cihan denen bu bahçe 
ne güle, ne bülbüle kalacaktır. 
 Zaten felek, kime isteğine göre yâr olmuştur? 
 Tamah ve hırsa uyup nejs ile mahkûr olma, 
 Rahatın zail olur, nam-ı meşhur olma! 
 Sohbet-i ârij-i billaha eriş dür olma, 
 Saltanat-ı mesned-i dünya ile mağrur olma!* 
 Zevk-i dünyaya jirîb olmadılar ehl-i kemal 
 Bildiler hasılı hep zill-ü heva lüb-ü hayal. 
 Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal, 
 Dâmen-i aşkı tutup buldu kamu feurb-i visal.*
Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama. 
 Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar. 
 Allah’ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma. 
 Dünya tahtındaki gücünle gururlanma.
Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı. 
 Yürü, ey seyyah-ı avare yürü, durma yürü! 
 Koymasın rah-ı visalden seni ezyak-ı misal. 
 Bu bedayi, bu letaij, neme rüya ve hayal, 
 Yürü, ey zair-i biçare yürü, durma yürü! 
 Yürü ki, müzhet-i vuslatta teali göresin, 
 Yürü, aslında fena bul, budur etvar-ı kemal. 
 Yürü, alâyişi terk et içersin ke’s-i visal, 
 Yürü ki, saha-i hîçîde tecelli göresin.
Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! 

 Bu gazel ne kadar da etkileyiciydi. Aynalı Baba bu parçayı bitirip de neyi üflemeye başladığı zaman gözlerimden yaş akıyordu. Bunlar özlem ve üzüntü gözyaşları mıydı? Yoksa aşk ve zevk gözyaşları mı? Bunu bilmiyorum. Yalnız çok duygulanmıştım. O anki ruhî ve vicdanî hâlimi anlatmak mümkün değil. Aynalı Baba okumaya devam ediyordu: Tamah ve hırsa uyup nejs ile mahkûr olma, Rahatın zail olur, nam-ı meşhur olma! Sohbet-i ârij-i billaha eriş dür olma, Saltanat — ı mesned — i dünya ile mağrur olma!* Kendimden geçecek dereceye gelmiştim. Baba’nın sesini çok yavaş ve âdeta uzaktan geliyormuş gibi duymaktaydım. Ney, şaşılacak güzellikte sesler çıkarmaya başlamıştı: Zevk — i dünyaya jirîb olmadılar ehl — i kemal Bildiler hasılı hep zill-ü heva lüb-ü hayal. Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal, Dâmen — i aşkı tutup buldu kamu feurb-i visal.** *Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama. Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar. Allah’ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma. Dünya tahtındaki gücünle gururlanma. **Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı. Sonuçta dünyanın bir gölge, boş bir arzu, bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler. Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa, cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır. Herkes aşk eteğini tutarak Allah’a yaklaştı. Kulağım çok ağır işitiyordu. Ses sanki çok uzaklardan geliyordu. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dış âlemden sıyrılmaya başladım. Hiçbir şey görmüyor ve duymuyordum. Bir süre uykuyla uyanıklık arasında öylece kaldım. Fakat bu durum çok sürmedi. Kafam çalışmaya başladı. Görünüşte bir şey hissetmememe rağmen kendimi garip bir âlemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmıştım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen görüyordum. Kendimi, yaşadığım memlekete benzemeyen bir ovada görüyordum. Ova, tam olarak seçemediğim birtakım otlarla örtülüydü. Sazlığı andıran uzun otlar arasında çeşit çeşit hayvanlar dolaşıyordu. Bunların bazısı canavardı. Fakat ben onlardan korkmuyor, korkusuzca yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana bir şeyler söyleyen bir arkadaşım vardı yanımda. Fakat cismini göremiyordum. Bir şey sormak isteyince soruyor ve cevabını alıyordum. Saatlerce yürüdük. Sonunda yoruldum. Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu ve nereye gittiğimizi sordum. “Hindistandayız. Yokluk tepesine gidiyoruz.” dedi. Ona uyarak yoluma devam ettim. Bir süre sonra karşımıza bir dağ çıktı. Yüksek, çok yüksek bir dağdı. Bir müddet yürüdükten sonra dağa ulaştık. O sırada gümüş gibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübe göründü. Arkadaşım oraya doğru gitmemi söyledi. Kulübeye gittim. İçinde genç bir adam vardı: -Ne istiyorsun, dedi. Fakat ben ne istediğimi bilmiyordum. 
Arkadaşım cevap verdi: -Yokluk tepesini görmesi için getirdim. Lütfen onun kılavuzu olun! Genç adam, memnun bir ifadeyle bana baktı. Elimden tuttu ve: “Gel!” dedi. Bir ağacın gölgesine oturduğumuzda bana: -Yokluk tepesine insanların binde biri, yüzbinde biri çıkabilir. Zira ona ulaşmak için insanın kendine hakim olması lâzımdır. Bir kimsenin kalbinde arzu ve istek olursa yarı yolda kalır. Oraya yalnızca canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde böyle bir güç hissediyor musun? dedi. Dayanıksız ve sabırsız fakat iyi niyetli bir insan olduğumu, söyledim. -Yazık, dedi. Zaten insanların çoğu böyledir. Hele bir girişimde bulunalım, belki başarırız. Beni tekrar elimden tutarak kulübeye götürdü ve: -Bugün misafirimsin. Yarın sabah yola çıkarız. Şimdi vaktimizi öldürmemek için biraz konuşalım istersen? dedi. İsmimi sordu: -Raci, dedim. Bu insana büyük bir saygı duymaya başladım. Ben de sıkıla sıkıla ismini sordum. -Buddha Gotama Sakyamuni, diye cevap verdi. Bu insanın, insanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu, kitaplardan öğrenmiştim. Evet, Buddha’nın huzurundaydım. Saygıyla ayağa kalktım ve elini öpmek istedim. Engel oldu. -Eğer bunu benim için yapıyorsan, bil ki ben bir hiçim. Benim nazarımda övgü de yergi de birdir. Kendin için yapıyorsan, kalbindeki sevgi yeter de artar bile, dedi. Ertesi sabah erkeden yola çıktık. Buddha elimden tutuyordu. Yokluk tepesinin etekleri, dünyada, -daha doğrusu dünyayı basit bir gözle seyrettiğimizde görülmesi mümkün olmayan bir güzelliğe sahipti. Tırmandığımız yolun her iki tarafı da eşsiz güzellikteki manzaralarla doluydu. İnsanı mest eden güzel bir koku etrafa yayılmakta, gül ağaçlarını muhabbet yuvası edinmiş bülbüllerin nağmeleri insanın kalbini titretmekteydi. Üzerinde yürüdüğümüz yol çok ince, altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak kumlarla örtülüydü. Yolun her iki tarafından akan hoş ve mini mini derelerin şırıltısı, âşığın maşukuna kavuştuğu sırada söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve coşturucu sözler gibi insanın kulağını ve yüreğini okşuyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Sonunda bir köşke, daha doğrusu bir saray yavrusuna vardık. Bir taraftan yükseklere tırmanmak, bir taraftan da hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez muhteşem güzellikteki yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Büyük bir odaya girdik. Ortaya bir sofra kurulmuştu. Altın tabakların içinde, insanoğlunun sanatkârca yaptığı ne kadar yemek varsa hepsi bulunuyordu. Bana kalsa, hemen sofraya kurulup karnımı doyuracaktım. Fakat Buddha elimden tutuyor ve kulağıma: -Yokluk tepesine tırmanıyoruz. Bu yemeklerden yediğin takdirde buradan geri dönmen ve benden ayrılman gerekir, diyordu. Bir kurt gibi acıkmama rağmen bu emre itaat ettim. O enfes yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buddha susuyordu. Ben ise garip birtakım hislerin etkisi altında kalarak gücümü yitirmiştim. Bu zatın, yaşayan ve yiyip içmeye ihtiyaç duyan bir insanı, sanki bir melekmiş gibi aç bırakmasına içten içe kızıyordum. Nihayet birdenbire: -Haydi artık gidelim. Yeteri kadar dinlendik, dedi. Tam köşkten çıkacağımız sırada cennetteki gılmanları andıran bir genç karşıma çıktı. Elindeki altın tepsinin üzerinde üç tane billur kâse bulunuyordu. Bunların birinin içinde su, diğerinde şarap, üçüncüsünde ise şerbet vardı. Genç: -Efendim! Tırmanılacak yer hayli uzakta. Yemek yemediniz, bari bir şeyler için, dedi. Nazikçe sunulan bu teklifi hemen kabul edip, şarap kâsesini elime aldım. Genç, sevinç ve mutluluk içinde yüzüme bakıyordu. Seher vaktindeki güzelliği andıran hoş bir gülümseme, yüzündeki parlaklığa göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kâseyi dudaklarıma değdireceğim sırada Buddha elime vurdu. Kâse yere düştü. Hiçbir şey söylemeden elimden tuttu. Köşkten çıkıp yola devam ettik. Bir ara nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duydum. Bu ses o kadar güzeldi ki Davud’un sesi bunun yanında karga sesi gibi kalırdı. Şöyle söylüyordu: Yürü, ey seyyah-ı avare yürü, durma yürü! Koymasın rah — ı visalden seni ezyak — ı misal. Bu bedayi, bu letaij, neme rüya ve hayal, Yürü, ey zair—i biçare yürü, durma yürü! Yürü ki, müzhet-i vuslatta teali göresin, Yürü, aslında fena bul, budur etvar-ı kemal. Yürü, alâyişi terk et içersin ke’s-i visal, Yürü ki, saha-i hîçîde tecelli göresin.* *Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin. Bu sesin tatlılığından, gözlerimden hüzün ve zevk yaşları akıyordu. ************ Fakat yolumuza devam ettik. Geceyi çimenlerin üstünde geçirdik. Derin bir uykuya dalmıştım. Ne rüya, ne de hayal gördüm. Ertesi gün sabah erkenden tekrar yola koyulduk. Öğle üzeri karşımıza bir saray çıktı. Bu saray ancak hayal âleminde görülebilirdi, yani ancak hayal gücünün yaratabileceği nitelikte muhteşem bir eserdi. Bundan daha güzel, daha mükemmel, daha gösterişli bir yapı hayal etmek imkânsızdı. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş on adımlık bir uzaklık kaldığında kapısı kendiliğinden açıldı. O sırada Buddha şöyle dedi: -Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtihan yeridir. Doğruluk ve sebatın sağlam ipine sımsıkı yapışanlar bu yeri geçebilir. İlerisinde Yokluk Tepesi vardır. Fakat buradaki gösterişe ve gönül alıcı şeylere kapılanlar, keder dolu olan cehennem çukuruna düşerler. Burası bir arzu cenneti, ilerisi ezeli bir yokluk meydanıdır. Burası göz boyayan şeylerle dolu bir saray, tüm konuklarını işkence ederek öldüren bir misafirhanedir; ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, mutlak âlemdir, birlik yeridir. Burada kalan ağlayıp sızlanma yurduna gider, ileriye giden dert ve sıkıntıdan kurtulup makamsızlığa kavuşur. Burada kalan arzu ve isteğe, hırs ve emele esirdir. İleri gidenin tahtı, sonsuz bir meydan ve mânâ âlemidir. Akıllı ol, aldanma! Sebat et! Ben seni burada bekliyorum. Haydi, içeri gir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion