BİOLOJİK SAVAŞIN TARİHÇİSİ
Biyolojik Savaş’ın Tarihçesi
Hazırlayan: Akhenaton
Şekil 1. Biyolojik silah olarak kullanılabilecek mikroorganizmalar ve toksinler
Biyolojik silah olarak kullanılan ajanlar genelde iki gruba ayrılarak incelenmektedir: [6][2]
- Canlı mikroorganizmalar ve/veya sporları
- Bakteriler
- Virüsler
- Rickettsia
- Klamidya
- Mantarlar
- Protozoa
- Genetik olarak değiştirilmiş yeni mikroorganizmalar
- Toksinler: Mikroorganizmaların ürettiği zehirlerdir. Asıl canlılar olmayıp, bunlardan elde edilen bileşenler oldukları için, bazı bilim adamlarınca kimyasal savaş silahı olarak da kabul edilirler.[3][1]
Şekil 2. Biyolojik silah olarak kullanılabilecek mikroorganizma ve toksinlerin karakteristik özellikleri.
Biyolojik silah olarak kullanılabilecek mikroorganizmalar ve toksinler Şekil 1’de gösterilmiştir. Bu mikroorganizma ve toksinlerin karakteristik özellikleri Şekil 2’ de sunulmuştur.
Literatürde yer alan biyolojik savaş ajanları/silahları başlıca şunlardır:
- Bacillus Anthraksis (Şarbon Etkeni)
- Botulinum Toksinleri (Konserve Zehiri)
- Brucella Species (Brucelloz “Malta Humması” Etkeni)
- Vibrio Cholera (Kolera Etkeni)
- Clostridium Perfirenges (Gazlı Gangren Etkeni)
- Salmonella Typhi (Tifo Etkeni)
- Psoudomanas Psoudomallei (Melioidozis hastalığı Etkeni)
- Psoudomanas Mallei (Ruam hastalığı Etkeni)
- Yersinia Pestis (Veba Etkeni)
- Francisella tularensis (Tularemi Etkeni)
- Coxiella Burnetti (Q Ateşi Etkeni)
- Smallpox Virüs (Çiçek Hastalığı Etkeni)
- Congo-Crimean Hemorajik Ateşi Virüsü
- Ebola Virüsü
- Stafilokoksik Enterotoksin B
- Rift Valley Ateşi Virüsü
- Trichothecene Mycotoxins
- Venezüella At Ensefaliti
- Kriptokokoz
- Kokoidomikozlar
- Plazmodium vivax (Sıtma Etkeni)
- Risin (Keneotundan elde edilir)
- Saxitoksin (predominant olarak doğada deniz dinoflajellilerince üretilir) [1]
- Biyolojik terör, masum ve korunmasız insanlar için tehdit oluşturan sinsi bir araçtır. Boğucu, Zehirleyici ve Benzer Gazların ve Bakteriyolojik Araçların Savaşta Kullanımının Yasaklanmasına ilişkin Protokol (Cenevre Protokolü) 1925’te Cenevre’de imzalanmıştır. Protokol ile biyolojik ve kimyasal silahların kullanımını yasaklanması öngörülmüş olsa da üretimleri, geliştirilmeleri, saklanmaları ile ilgili yaptırımlar içermemektedir.[7] Halen birçok ülkenin biyolojik savaş ajanlarını ürettiği ve sakladığına dair şüpheler bulunmaktadır.[3]
Pieter Bruegel’in kara veba sırasında toplumsal kargaşayı anlattığı “The Triumph of Death” (Ölümün Zaferi) adlı tablosu.
Tarihçe
Tarih boyunca doğal olarak ortaya çıkan bulaşıcı hastalıklar, hastalık etkenlerinin askeri operasyonlarda kullanılabilecekleri düşüncesini doğurmuştur. Biyolojik silahlar, yakın dönemde 2. Dünya Savaşı’nda sınırlı şekilde kullanılmışlardır; ancak kullanımları, antik çağlara dayanmaktadır.[1]
Biyolojik savaşın bilinen en eski örneği, M.Ö. 6. yüzyılda Asurlular tarafından düşmanların içme suyu için kullandıkları kuyu ve rezervuarları insan ve hayvan ölüleri ile kirletilmesidir. [5]
Aynı yüzyılda Asyalılar, düşmanlarının su kaynaklarına hastalıklı çavdar tanesi (Rye ergot alkolodileri) katmışlardır. Çeşitli bitkilerden ve hayvanlardan elde edilen biyolojik toksinlerin, mızrak ve okların uçlarına sürülerek insan öldürmek amacıyla kullanıldıkları da bilinmektedir. Aynı şekilde, okların dışkıya ya da çürümüş ete batırılarak kullanılması, cesetlerin ve dışkının düşmanın su kaynaklarına atılması çok eski tarihlerden beri kullanılan biyolojik savaş yöntemleridir.[1]
Eski çağlarda biyolojik silah olarak vebalı insan cesetleri ya da bu cesetlere batırılmış oklar, mancınıklarla düşmanların üzerine atılırdı.
Yazılı belge olmasına karşın, Yunan ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde de biyolojik silahların kullanıldığı bilinmektedir.[8] M.Ö. 598’de Atinalı Solon, ishal yapıcı bir bitkiyi Krissa kenti kuşatmasında su depolarını zehirlemek için kullanmıştır.[7]
M.Ö. 184 yılındaki Hannibal ve Bergamon (Yunan) Kralı II. Eumenes arasındaki deniz savaşında, Hannibal’ın denizcileri tarafından Yunan gemi güvertelerine içi zehirli yılanlarla dolu toprak testiler atılmıştır.[5][7]
Vebadan hayatlarını kaybedenlerin cesetleri, düşman şehrin su kaynaklarının etrafına bırakılırdı.
1155 yılında Kral Barborosa tarafından İtalya Tortona’daki su kaynakları, insan cesetleriyle kirletilmiştir.[5]
1346’da Tatarların Ukrayna sınırlarında yer alan Feodossia (Kaffa) şehrini işgali sırasında, veba ile enfekte olmuş ölü insan vücutlarını şehrin su kanallarına atmışlardır.[9][5] Tarihçiler, salgından kaçan Kaffa’lıların “kara ölüm” olarak anılan vebanın Avrupa’ya yayılmasına sebep olduğunu öne sürmüşlerdir.[9][10]
Aynı yüzyılda tularemiyle enfekte koçları düşmanlarının üstüne göndererek, Hititlerin düşmanlarını zayıflatmayı amaçladıkları da bilinmektedir.[11][3]
Takip eden yıllarda veba, gemilerdeki fareler aracılığı ile Avrupa kıtasına taşınmış ve 1348-1352 yılları arasında epidemi oluşturarak 25-30 milyon insanın ölümüne neden olmuştur.[5]
1422’deki Carolstein savaşında Litvanyalı askerlerin, vebalı parçalanmış cesetleri dışkıyla karıştırıp fırlatmalarından kısa süre sonra, kaledeki insanlarda ölümcül ateşli salgın hastalık baş göstermiş ve kale düşmüştür.[7]
Daha sonra 16. yüzyılda İspanyollar, işgal ettikleri ülkelerde yerlilere karşı savaşta biyolojik silahlar kullanmışlardır ve en sık veba ile yerlilerin ölümüne neden olmuşlardır. Veba bakterisinin seçilmesinin nedeni, 1347-1351 yılları arasında Avrupa’da çıkan bir salgında 25 milyon kişinin bu hastalıktan hızla ölmesi ve hastalığın o çağlarda tedavi edilememesidir.[12][3]
1650 yılında Polonya ordusu tarafından kuduz köpek salyası içeren küreler, düşman birliklerinin üzerine atılmıştır.[5]
1710 yılında ise Rus ordusu tarafından Estonya’da İsveçlilere karşı vebalı cesetler kullanılmıştır.[5] Rus askerleri, kuşattıkları İsveç’teki Reval Kalesi’ne, vebadan ölmüş insan cesetleri atmışlar ve salgın hastalık başlatmışlardır.[7]
Vebadan daha sonra, en çok çiçek hastalığının yayıldığı bilinmektedir. 1763’te Fransız-Kızılderili Savaşı’nda, İngilizler daha önce çiçek hastalarının kullandığı battaniyeleri Kızılderililere vermiş ve Kızılderililer arasında bir çiçek salgını başlamıştır. Bu fikri veren İngiliz General Jeffrey Armhersf’in de çiçek hastalığından öldüğü söylenmektedir.[13][14][3]
Bu uygulamadan ilham alan kaptan Ecuyer, aynı yıl çiçek virüsü ile enfekte mendil ve battaniyeler hediye ettiği Ohio Vadisi yerlilerinde büyük bir epidemi çıkmasını sağlamıştır. Bu epidemi daha önce çiçek virüsüyle hiç karşılaşmamış ve immunolojik açıdan tamamen korunmasız durumdaki yerli kabilelerde büyük kayıplara neden olmuş ve % 90’a varan ölümler görülmüştür.[5]
1797 yılında, Napolyon, İtalya seferinde kuşattığı Mantua şehrinde yaşayanlara sıtma hastalığı bulaştırmaya çalışmıştır.[1]
1800’lü yıllarda Kuzey Amerika’da beyaz yerleşimciler, yerli halka çiçek ya da kızamık nedeniyle ölmüş kişilerin battaniyelerini dağıtmıştır.[5]
1862’deki Amerikan İç Savaşı sırasında ise halka çiçek ve sarı humma virüsü içeren kıyafetler dağıtılmıştır.[5] İç savaşta komutanlardan olan Kuzeyli General Sherman’ın anılarında, güneyli konfederasyon askerlerinin kullandığı su havuzlarını, ölü hayvan leşleriyle zehirlediklerine ilişkin bilgiler bulunmaktadır.[7]
20. yüzyıla gelindiğinde, biyolojik silahların etkinliği daha iyi anlaşılmış ve gerek gelişmiş, gerekse fakir ve az gelişmiş ülkelerce biyolojik silah üretimi hız kazanmıştır.[13][14][3]
I. Dünya Savaşı sırasında askerler, hardal gazı tehdidi nedeniyle sık sık gaz maskesi takıyordu. Ne yazık ki, bu maskeler, her zaman onları korumaya yetmedi.
I. Dünya Savaşı’nda Almanların müttefiklere karşı biyolojik silah kullandıkları ileri sürülmüştür.[15][16][17][3] Almanlar, Fransız ordusuna gönderilecek olan süvari atlarını Burkholde - Ria Mallei (ruam hastalığı etkeni) ve Romanya’dan Rusya’ya gönderilecek olan koyun ve sığırları ise B. Anthracis ile sabotaj amacıyla enfekte etmişlerdir. Benzeri sabotajları, ABD, İspanya ve Arjantin’den Fransa’ya gönderilecek koyun, sığır ve atlara gerçekleştirdiklerine dair belgeler de bulunmaktadır.[5]
Aynı savaşta Almanlar, Rusya’nın St.Petersburg şehrinde veba salgınını, İtalya’da kolera hastalığını yaymaya çalışmakla ve ayrıca İngiltere’ye karşı biyolojik silah kullanmakla suçlanmışlardır.[7]
UNIT 731, ele geçirdikleri savaş esirlerinin üzerinde acımasızca biyolojik deneyler yapıyordu.
1918’te Japonlar, orduları bünyesinde gizli bir biyolojik araştırma programı kurmuşlar ve buna “Birim 731” (UNIT 731) adını vermişlerdir. Takiben UNIT 100 kurulmuştur. 1931’de Japonlar Mançurya’ya saldırmışlar ve buradan ele geçirdikleri savaş esirlerini, kendi sözleriyle “sonsuz insan deney materyalleri” olarak kullanmışlardır.[15][16][17][3]
Aynı yıllarda bir Amerikalı doktorun Filipinlerde araştırma yaparken mahkûmları veba ile enfekte ettiği ve 29 mahkûmda da Beri-beri hastalığını indüklediği söylenmektedir. Bu deneylerin iki ölümle sonuçlandığı iddia edilmiştir.[18][3]
1932’de ise, Tuskegee Sfilis Araştırması’nda 200 zenci erkeğin kullanıldığı ve bunların 100 tanesinin öldüğü iddia edilmiştir.[19][3]
1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, biyo-terör konusu da büyük önem kazanmıştır. Savaştaki her iki taraf da, karşı tarafın da kullanabileceğini düşünüp, biyokimyasal silahlara başvurmamışsa da, araştırma ve geliştirme çalışmaları büyük hız kazanmıştır. Ancak, bu savaşta, biyolojik silahlara başvuran tek ülke Japonya olmuştur.[20][21][22]
Shiro Ishii’nin ve sonrasında Kitano Misaji’nin idaresinde Japonlar, biyolojik silah deneyleri gerçekleştirmişlerdir. “Birim 731” adındaki, Pingfan kasabası yakınlarında bulunan biyolojik silah geliştirme merkezinde 150 bina, 3000’den fazla bilim insanı, personel ve teknisyen bulunuyordu. Ayrıca Mukden, Pekin ve Nanjing’de ilave birimler yer almaktaydı. Buralarda yapılan deneylerde enfekte edilen 10.000 kadar mahkum hayatını kaybetmiştir.
Sonrasında Japon biyolojik silah programının yönetim kadroları Tokyo’da ABD güçlerince yakalanmışlardır. Bazı muafiyetler ve özel haklar karşılığında programla ilgili tüm bilgileri ABD’ye vermişlerdir. Sovyetler Birliği tarafından yakalanan programın diğer çalışanları ise savaş suçlusu olarak Sibirya’daki çalışma kamplarına gönderilmişlerdir. Sovyetler de Japon programının üretim tesislerinin mimari planlarından büyük ölçüde yararlanmışlar ve 1946’da bu planlara dayanarak kendilerine yeni tesisler kurmuşlardır.
İngilizlerin biyolojik silah geliştirme programı kapsamında İskoçya açıklarında bulunan Gruinard adasında yaptıkları testler, adanın 40 yıldan fazla B.antraks sporları ile kontamine olmasına neden olmuşlardır. 1941 yılında başlayan deneylerle kirlenen ada toprakları 1986 yılında ancak temizlenebilmiştir.[7]
Yine İkinci Dünya Savaşı esnasında, 1942’de biyolojik silahların araştırılması ve üretilmesi ile ilgili bir program, Maryland-Frederick’te bulunan Fort Detrick’de kurulmuştur. Bu program çerçevesinde, açık hava testleriyle pek çok deney yapılmıştır.[3]
Serratia marcescens bakterisi.
1953’te San Francisco’da, şehrin üzerine insan vücudunda değdiği yerlerde kırmızı/pembe pigmentler oluşturan Serratia marcescens bakterisi spreyleyerek ilk deneyin gerçekleştirildiği iddia edilmektedir. Deney sonucu, bölgedeki herkesin bakteriye maruz kaldığı ve ortaya çıkan enfeksiyon sıklığında 5-10 kez artış olduğu da ileri sürülmektedir. Daha sonra Minneapolis’te bu deneyler tekrarlanmış ve bunlar halka “duman deneyleri” diye tanıtılmıştır.[23][24][3]
1966’da, New York şehrinin metro sistemindeki havalandırmalardan Bacillus subtilis yayılmış ve sonuçları incelenmiştir.[25][3]
1969 yılında ABD Başkanı Richard M. Nixon, Fort Detrick’in tamamen kapatılmasını emretmiş ve ABD Biyolojik Silah Programını durdurmuştur. Fort Detrick, Nixon’ın “Biyolojik Silah Programı’nı Yenilgiye Uğratması” (The Nixon Debacle) olarak anılmaktadır.[26][27][3]
Çin ve Kore'de Bakteri Savaşına İlişkin Uluslararası Bilim Komisyonu, sayfa 403.
ABD’nin, kendi ülkesi dışında da biyolojik silah kullandığı söylenmektedir. 1950’deki Kuzey Kore Savaşı’nda, Çin ve Kuzey Kore Hükümetlerince Amerika’nın şarbon bakterisi kullandığı ve böcekler, sinekler ve kemiricilerle veba ve Sarı Humma yaydığı iddia edilmiştir.[28][8][3]
Bu iddialara karşı ABD, biyolojik silahlara sahip olduğunu, fakat bunları kullanmadığını uluslararası alanda deklare etmiştir.[5]
ABD’nin gerçekleştirdiği iddia edilen bir başka olay ise, Virginia’da, 1951’de Afrika kökenli Amerikalılara, ırklarına spesifik fungal silahlar kullandığıdır.[29][3]
Ayrıca 1952-1953 yıllarında Kanada’nın bazı şehirleri üzerine, zararsız bakteriler bıraktığı ve ortaya çıkabilecek bir biyolojik savaşta enfeksiyon senaryolarını belirlemek için bu olayın gerçekleştiği söylenmiştir.[30][3]
Bir diğer iddia ise, kazanılmış immünoyetmezlik sendromu (AIDS) üzerinedir. 9 Haziran 1969’da, ABD Savunma Bakanlığı Araştırma ve Teknoloji Bölümü Başkanı, Dr. D.M. Mc Artor’un, insanların henüz immünite geliştiremediği bir sentetik biyolojik ajan için izin istediği ve sonrasında “oluşabilecek immunolojik cevabı ve terapötik prosesleri yenecek” bir virüsü elde ettiği iddia edilmiştir.[31][3]
Daha sonraki yıllarda da, biyolojik savaş ajanları üzerinde ABD ve Sovyetler Birliği’nde pek çok araştırma yapıldığı iddia edilmektedir. 1972’de Küba, Amerikan Merkezî İstihbarat Teşkilatını (CIA) 500.000 kadar domuzun ölümüne neden olan “domuz ateşi virüsü”nü (swine fever virus) yaymakla suçlamıştır. 1979’da ise, Washington Post ABD’nin Küba’ya karşı olan biyolojik savaş programını açıklamıştır. 1980-1981 yıllarında, yine ABD Miami’de ve Porto Rico’da pek çok Haitili erkek göçmende jinekomasti görülmüştür ve bu göçmenler, ülke girişlerinde çeşitli enjeksiyonlardan geçtiklerini söylemişlerdir. Bu deneklere hormon verildiği iddia edilmiştir.[32][3]
ABD Küba arası soğuk savaş 1980’lerde de devam etmiştir. 1981’de 300.000’den fazla Kübalıda Dang ateşi görülmüştür. Bir araştırmaya göre, bunu CIA tarafından gönderilen sinekler yaymıştır ve bu son 30 yılda Küba’da, ABD’nin insanlar ve ekinler üstünde oluşturduğu en büyük salgınlardan biri olmuştur.[33] Aynı yıl, ABD, Vietnam ve müttefiklerini, Laos ve Kombaçya’da “mikotoksin” kullanmakla suçlamıştır.[34][3]
Bundan dört yıl sonra, 1985’te, Nikaragua’da “Dang ateşi” salgını patlak vermiş ve bunun ABD’nin keşif uçuşlarından sonra olduğu öne sürülmüştür. Başkent Manague’de, neredeyse yarı nüfus bundan etkilenmiş ve pek çok ölüm gözlenmiştir. Dang ateşi, ABD’nin kapatılan Fort Dietrick’de yaptığı testlerde pek çok defa incelenmiştir. 1985 ve 1986 yıllarında da da, ABD’nin kendi ülkesinin içinde de açık havada biyolojik ajanlarla testlere devam ettiği iddialar arasındadır.[33][3]
Diğer taraftan, Sovyetler Birliği cephesine bakıldığında, Rusların çeşitli araştırma ve üretim programları çerçevesinde öldürücü biyolojik silahlarla uğraştığı görülmektedir. 1979’da Sverdlovsk’daki (şimdiki adı ile Ekaterinberg) biyolojik silah üretim merkezinin patlaması ve şarbon bakterisinin yayılmasıyla burada 1.000 kişi ölmüş ve dünyanın gözü Sovyetler Birliği’ne çevrilmiştir.[35][3]
Sovyetler Birliği Savunma Bakanlığı, Sağlık, Tarım Bakanlığı, KGB ve Bilimler Akademisi, tarafından çok geniş kapsamlı “Biyopreparat” adı verilen bir biyolojik silah geliştirme programı yürütülmüştür.
Biopreparat programı ile biyolojik ajanların çevresel koşullara ve antibiyotiklere karşı dirençli suşları geliştirilmiştir. Örneğin, tedavi ve kemopraflakside kullanılabilecek tüm antibiyotiklere karşı dirençli B.anthracis suşlarının geliştirildiği yönünde bulgular vardır. [36][5]
1975-1981 yılları arasında Sovyet askeri birliklerince, sarı yağmur olarak bilinen Trichothecene Mikotoksinleri’nin Laos, Kampuchea ve Afganistan’da kullanıldığı Amerikalı yetkililerce iddia edilmiştir.[7]
Rusların veba, şarbon, Marburg virüsü ve Ebola virüsü üzerinde yoğunlaştıkları ve biyolojik silah üretim endüstrisinde binlerce kişiyi çalıştırdıkları ortaya çıkmıştır. Veba bakterisi Yersinia pestis’i büyük miktarlarda üretip, stoklamışlardır. Ruslar daha sonra, insan davranışını değiştirebilecek izole proteinler üzerinde de araştırmalar yapmışlardır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, buradaki pek çok bilim adamı başta Irak olmak üzere pek çok ülkeye göç etmiş ve çalışmalarına bu ülkelerde devam etmişlerdir.[37][23][3]
Tüm bunların yanında Ruslar, 1978 yılında BBC’de çalışan ve bir Bulgar gazetecisi olan Georgi Markov’u, şemsiyenin ucuna doldurdukları “risin”le bacağından vurarak, bir radyo stüdyosunda öldürmüşlerdir.[6][3]
Kimilerine göre bu suikast, Ruslar değil Bulgar Gizli Servisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl Paris’te başka bir Bulgar muhalife de benzer bir suikast girişiminde bulunulmuştur [5]
1992 yılında Biyopreparat programın sonlandırılması ve yaşanan sistem değişikliği nedeniyle güvenlik önlemlerinin azaldığı bu askeri ve sivil laboratuarlar ile üretim tesislerinden kaçaklar olduğu şeklinde bilgiler mevcuttur. Ayrıca, bu programda görev alan bilim insanları, biyolojik silah geliştirme bilgi ve deneyimlerini şimdi başka ülkelerde devlet adına veya farklı organizasyonlar adına kullanmaktadırlar.[36][5]
1980’de Almanya’da Baader Meinhoff terör örgütünün kullandığı bir evde, Clostridium botulinum kültürleri bulunmuştur.[38] 1984 Eylül ayında ABD Dallas Oregon’da yerel seçimin sonuçlarını etkilemek amacıyla Rajneesh tarikatı tarafından bölgedeki on restoranın salata barlarına Salmonella typhimurium karıştırılmak suretiyle 751 kişi zehirlenmiştir.[39][5]
1995 yılında Japonya’da Tokyo metro istasyonunda sarin gazıyla yapılan saldırının sorumlusu olan “Yüce Gerçek” (Aum Shinirikyo) tarikatı, Tokyo’nun çeşitli kesimlerinde en az sekiz defa şarbon ve botulizm toksini ile saldırılar gerçekleştirmiş, ancak bilinmeyen nedenlerle bu saldırılarda herhangi bir hastalık oluşmamıştır. Yüce Gerçek tarikatının elinde bunları püskürtmek için sprey tanklarıyla donatılmış küçük uçaklarının bile bulunduğu; Ebola virusunu getirtmek üzere bazı grup üyelerini 1992’deki salgın sırasında Zaire’ye yolladığı ortaya çıkmıştır.[5]
ABD’de 18 Eylül 2001 tarihinde bir medya kuruluşu yöneticisine içinde şarbon tozu bulunan bir mektup gönderilmiştir. Ekim ve Kasım ayları içerisinde Senato üyeleri, Dışişleri Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi ve diğer kuruluşlara da benzer mektuplar yollanmıştır. ABD’de 11’i akciğer ve 11’i deri şarbonu olmak üzere toplam 22 olgu görülmüş, akciğer şarbonu görülen 11 olgunun beşi yaşamını yitirmiştir.
Mektupların postaya verildiği tesislerdeki bazı çalışanlar ile şüpheli posta materyallerini n açıldığı yerlerde çalışan 28 kişide serolojik olarak B. anthracis ’e karşı antikor geliştiği bildirilmiştir. Merkezi havalandırma sistemi nedeniyle mektupların postaya verildiği ve işlendiği posta merkezi çalışanları ile mektupların açıldığı ortamda bulunan yüzlerce kişi etkene karşı aşılanmıştır. Başta posta merkezi çalışanları ile dağıtım işinde görevli olanlar olmak üzere 32.000 kişiye kemoproflaksi başlanmış ve bunlardan 5.000 kişiye 60 gün süreyle uygulanmıştır.[40]
Daha sonraki yıllarda ise Irak’ın, Sovyetler Birliği’nden gelen bilim adamlarının çalışmaları ışığında, kendi fermentasyon ünitelerinde, binlerce litre şarbon, botilinum toksini, risin ve aflatoksin ürettiği iddia edilmiştir. Irak’in, açık hava testleri de yaptığı ve dünya nüfusunun tümünü öldürebilecek kadar biyolojik silaha sahip olduğu da iddia edilmiş olsa da, bu iddialar kanıtlanamamıştır.[6][3]
Son yıllarda Ruslar “süper veba” dedikleri ve hiçbir tedavisi, antidotu olmayan bir bakteriyel enfeksiyon üzerinde çalıştığı öne sürülmektedir.[6][3]
Yine son yıllarda, sadece ülkelerin değil, terörist grupların da biyolojik silah üretimi gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Biyolojik silah kullanımındaki asıl sorun üretimde gereken pahalı ekipmanlar ve de bu silahın umulmadık bir anda çevreye yayılması ve üretenleri dahi enfekte edebilmesidir. Genetik mühendislik, protein mühendisliği, gen ve protein dizilimi, yeni mikroorganizma üretimi, hücre füzyonu, fermentasyon ve hücre kültürü geliştirme teknikleri büyük üretimler için gereklidir ve bunlara şu anda sadece gelişmiş ülkeler sahiptir. Biyolojik silah geliştirme programlarının günümüzdeki hedefi, çabuk gelişip, çabuk etki gösteren, hızla epidemi oluşturan, çabuk kapasite bozan, yüksek ölüme neden olan ve hayvan ölümlerini de arttıran mikroorganizmalar üretmektir.[41][42][43][3]
Biyolojik Silah Kullanıldığı Nasıl Anlaşılır?
- Uçaklardan püskürtme ya da duman şeklinde bir şeyler atıldığı ya da bir püskürtme cihazının faaliyet gösterdiği görüldüğünde,
- Hava koşullarından bağımsız bir sis veya alçak bir duman bulutu görüldüğünde,
- Patlama sesi az olan mermi ya da bombalar kullanıldığında,
- Etrafta sebebi bilinmeyen hayvan ölüleri ya da ölmekte olan hayvanlar görüldüğünde,
- Sebepsiz yere bitkiler hasta ve solgun görüldüğünde,
- Sebebi bilinmeyen bir hastalıktan pek çok kişinin hasta olması durumunda,
- İnsanların yoğun olarak toplandığı metro, alışveriş merkezi, stadyum gibi yerlerde olağan dışı kıyafet ve gaz maskesi giyinmiş insanlar görüldüğünde
biyolojik silah kullanıldığından şüphe edilmelidir.[4]
Biyolojik Silah Kullanıldığında Neler Yapılmalı?
- Kirlenmiş bölgeden en kısa sürede rüzgarın ters istikametinde uzaklaşılmalı,
- Varsa maske takılmalı yoksa ağız ve burun mendille ya da bir kumaş parçasıyla kapatılmalı,
- Eğer alandan kaçış imkansız ise kapalı bir alana ya da sığınağa girilmeli,
- İçeriye girildiğinde bütün pencere ve kapılar, havalandırma ve ısıtma sistemleri derhal kapatılmalı,
- Açık olan kollar ve bacaklar kapatılmalı, açık yaralar ve sıyrıklar sarılmalı,
- Biyolojik madde ile temas edilmişse bolca sabunlu ılık suyla ya da 10:1 oranında suyla seyreltilmiş çamaşır suyuyla yıkanılmalı,
- Yiyecek ve içecekler tüketilmeden önce kaynatılmalı,
- En kısa zamanda tıbbi yardım alınmalı,
- Panik yapılmamalı ve şayialara inanılmamalıdır.[4]
Kaynaklar
[1] Dr. İsmail Hamit Hancı, Dr. Çağlar Özdemir, Arif Bozbıyık ve Ayşim Tuğ, “Biyolojik Silahlar: Etkileri, Korunma Yöntemleri”, sted, 2001, cilt: 10, sayı: 9, s.330-332.
[2] Institute of Medicine and National Research Council Committee, “Development, and Acquisition of Medical Countermeasures Against Biological Warfare Agents”, Interim Report, Washington (DC), National Academies Press, US 2003.
[3] Pınar Erkekoğlu - Belma Koçer Gümüşel, “Biyolojik Savaş Ajanları: Tarihçeleri, Patofizyolojileri, Tanıları, Tedavileri ve Önlemler”, The FABAD Journal of Pharmaceutical Sciences, 2018, 43/2, s.172-173.
[4] T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, “Biyolojik Savaş ve Korunma”, https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2019/02/sivil_biyolojik_savasvekoruma.pdf
[5] Uzm. Dr. Selçuk Kılıç, “Biyolojik Silahlar ve Biyoterörizm”, Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi, cilt: 63, No: 1-2-3, 2006, s.1-20.
[6] Tamar Berger, Arik Eisenkraft, Erez Bar-Haim, Michael Kassirer, Adi Avniel Aran ve Itay Fogel, “Toxins as biological weapons for terror—characteristics, challenges and medical countermeasures: a mini-review”, 2016, Disaster Mil Med., sayı: 2, s.7.
[7] Oğuzhan Yüksel ve Prof. Dr. Ramazan Erdem, “Biyoterörizm ve Sağlık”, Hacettepe Sağlık İdaresi Dergisi, 2016; 19(2), s.203-222
[8] Roger Roffey, Anders Tegnell ve Fredrik Elgh, “Biological warfare in a historical perspective”, Clinical Microbiology and Infection, 2002, 8(8), s.450-454.
[9] Mark Wheelis, “Biological Warfare at the 1346 Siege of Caffa”, Emerging Infectious Diseases Journal - CDC, 2002, 02;8(9), s.971-975.
[10] A. Renn-Żurek, I. Łopacińska, Z. Tokarski ve A. Denys, “Assessment of Bioterrorism Awareness in a Group of Nurses”, MicroMedicine, 2015, 3(1), s.20-25.
[11] S. I. Trevisatano, “The ‘Hittite plaque’ an epidemic of tularemia and the first record of biological warfare”, Med Hypotheses, 2007, 69: 1371–4.
[12] Mare Lõhmus, Ingmar Janse, Frank van de Goot ve Bart J. van Rotterdam, “Rodents as potential couriers for bioterrorism agents. Biosecur Bioterror.”, Biosecurity and Bioterrorism: Biodefense Strategy, Practice and Science, 2013, Vol. 11, No. S1., s.241-257.
[13] Vincent Barras ve Gilbert Greub, “History of Biological Warfare and Bioterrorism”, Clinical Microbiology and Infection, 2014, 20(6), s.497-502.
[14] M. K. Slifka ve J. M. Hanifin, “Smallpox: The Basics”, Dermatologic Clinics, Temmuz 2004, 22(3), s.263-74, vi.
[15] Daniel Barenblatt, “A plague upon humanity: the secret genocide of axis Japan’s germ warfare operation”, Souvenir Press, Londra 2006.
[16] E. M. Eitzen ve E. T. Takafuji, “Military medicine: medical aspects of chemical and biological warfare”, Office of the Surgeon General, 1997, Department of the Army, Walter Reed Army Medical Center, s. 415-423.
[17] Sheldon H. Harris, “Factories of death. Japanese biological warfare, 1932—1945, and the American cover-up” (revised edn), Routledge, New York 1994.
[18] Jeffrey St. Clair, “Germ War: the US Record”, 31 Mayıs 2013.
[19] R. M. White, “Effects of untreated syphilis in the negro male, 1932 to 1972: a closure comes to the Tuskegee study,”, 2004, Urology, 67(3), s.654.
[20] William Symes Carus, “The History of Biological Weapons Use: What We Know and What We Don’t”, Health Secur., 2015, 13(4), s.219-55.
[21] Vera Rich, “Japanese war-time experiments come to light”, Lancet, 1995, 346(8974), s.566.
[22] Jonathan Watts, “Japan taken to court over germ-warfare allegations”, Lancet, 1998, 351(9103), s.657.
[23] Stefan Riedel, “Biological warfare and bioterrorism: a historical review”, Proceedings (Baylor University. Medical Center), 2004, 17(4), s.400-406.
[24] Victor L. Yu, “Serratia marcescens: historical perspective and clinical review”, The New England Journal of Medicine, 1979, 300(16), s.887-893.
[25] Leonard A. Cole, “Clouds of Secrecy: The Army’s Germ Warfare Tests Over Populated Areas”, Rowman & Littlefield, 1990.
[26] Robert J. Bazell, “CBW ban: Nixon would exclude tear gas and herbicides”, Science dergisi, 1971, 172(3980), s246-248.
[27] Andrew Hamilton, “CBW: Nixon initiative on treaty anticipates congressional critics”, Science dergisi, 1969, 166(3910), s.1249-1250.
[28] André Bruwer, “The United States and biological warfare: secrets from the early cold war and Korea”, Medicine Conflict and Survival dergisi, 2001, 17(4), s.355-368.
[29] Senatör Kay Bailey, “Biological and toxic weapons threat to the United States”, National Institute or Public Policy, Fairfax, VA, 2001, s.1-16.
[30] Philip Rife, “The Pariah Files: 25 Dark Secrets You’re Not Supposed to Know”, Lincoln: iUniverse, 3., 2003.
[31] Kevin Apostobranco, “Iporanga! Up Or Anger”, Trafford Publishing, Victoria, Canada 2002.
[32] Richard Warren Sattin, Armelle Roisin, Michael E. Kafrissen ve Joanne Bechta, “Epidemic of gynecomastia among illegal Haitian entrants”, Public Health Reports, Eylül-Ekim 1984, 99(5), s.504-510.
[33] Gustavo Kourí, María Guadalupe Guzmán, Luis Valdés, Isabel Carbonel, Delfina del Rosario, Susana Vazquez, José Laferté, Jorge Delgado ve María V. Cabrera, “Dengue hemorrhagic fever in Cuba”, 1990, a retrospective seroepidemiologic study, Am J Trop Med Hyg., 42(2), s.179-84.
[34] Avinash Ingle, Ajit Varma ve Mahendra Rai, “Trichothecenes as Toxin and Bioweapons: Prevention and Control”, Springer-Verlag, Heidelberg, Germany 2010, s.291-305.
[35] Robert A. Wampler ve Thomas S. Blanton, “U.S. Intelligence on the Deadliest Modern Outbreak”, Anthrax in Sverdlovsk, 2001, Volume 5.
[36] K. Alibek, S. Handelman, “Biohazard”, Random House, New York, USA 1999.
[37] Friedrich Frischknecht, “The history of biological warfare”, 2003, Human experimentation, modern nightmares and lone madmen in the twentieth century. EMBO Rep. 4 Spec No: S47-52.
[38] Milton Leitenberg, “Biological weapons in the twentieth century: a review and analysis”, Crit Rev Microbiol, 2001, 27(4), s.267-320.
[39] Thomas J. Török, Robert V. Tauxe ve Robert P. Wise, “A large community outbreak of salmonellosis caused by intentional contamination of restaurant salad bars”, JAMA 1997; 278, s. 389–95.
[40] A. Henderson, V. Inglesby, T. O’Toole, “Bioterrorism Guidelines for Medical and Public Health Management”, ASM press, 2002.
[41] Andy Gardner, “Bacteriocins, spite and virulence”, Proc Biol Sci., 2004, 271(1547), s.1529-1535.
[42] Fiorenzo Stirpe, “Ribosome-inactivating proteins”, Toxicon, 2004, 44(4), s.371-83.
[43] George P. Tegos, “Biodefense: trends and challenges in combating biological warfare agents”, Virulence, 2013, 4(8), s.740-744.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder