SENİN ECDADINI TAHTTAN İNDİRENLERİ TANIYOR MUSUN OSMANLI EVLADI: EMANUEL KARASU VE ROTHSCHİLD HANEDANLIĞI !!
27 Nisan 1909 Salı günü öğleden sonra Yıldız Sarayı'nın -önceden haber verildiği için- ardına kadar açılmış büyük demir kapısından içeri yağız atların çektiği peş peşe dört kupe fayton girdi.
Serin, zaman zaman yağmurun çiselediği bir gündü.
Mabeynciler dört faytondan inen Meclis-i Milli heyetini saygıyla selamladıktan sonra önlerine düşüp sarayın arz salonuna yönlendirdiler.
(Not: Osmanlı Parlamentosu iki kanatlıydı: Bir Meclis-i Mebusan vardı, yani milletvekilleri ya da millet meclisi. Bir de Meclis-i Ayan, yani senato. İkisi birlikte Meclis-i Milli, yani ulusal meclis diye anılıyordu. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Türkiye'nin yaklaşık 20 yıl boyunca yeniden deneyeceği model.)
Osmanlı İmparatorluğu'nu 33 yıldır yönetmekte olan 34'üncü padişah
SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN geniş pencerelerden Boğaz'ı seyrediyordu.
Dalgın ve hüzünlü. Çökmüş ve kamburu çıkmış. Başmabeyinci konukları haber verdi. Ağır adımlarla koltuğa oturdu.
Tahtlar çoktan, kendisinden çok önce Topkapı Sarayı'nın hazine dairesine kaldırılmıştı..
Dört kişilik heyet içeri girdi. Biri başkan olduğunu vurgulamak için diğerlerinden bir adım önde.
El-etek öpmek yok.
Kim bilir o da kaç padişah önce terk edildi...
Başlarını hafifçe öne eğerek SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN'i selamladılar.
Padişah gelişmeleri biliyordu, heyetin kimlerden oluştuğunu da mabeyn başkatibi Cevat Bey'den öğrenmişti. Kısa bir sessizlikten sonra heyetin başkanı ya da sözcüsü sebeb-i ziyaretlerini anlatmaya başladı.
O sözcünün adı EMANUEL KARASU'ydu.
Selanik Mebusu Karasu özetle Meclis-i Milli'nin SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN'ın hal'ine (tahttan indirme, düşürme) karar verdiğini, kendilerinin bunu tebliğle görevlendirildiklerini söyledi ve hükmü üç sözcükle özetledi: "Millet seni azletti." Abdülhamit'in gizlemeye çalıştığı acıyı ela gözlerinden bir anlığına gelip geçen keder bulutları ele verdi.
“Yani hal eyledi mi demek istiyorsunuz?” dedi
SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN, gözlerini heyet üyelerinin üstünde gezdirdi.
Sırayla. Sonra tane tane konuştu:
"Bir Türk padişahına ve İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?"
Emanuel Karasu (Yahudi),
Aram Efendi (Ermeni),
Esat Toptani (Arnavut)
ve Ahmet Hikmet Paşa
(Sultan Abdülhamit'in uzun süre yaverliğini yaptıktan sonra muhalefet saflarına geçen Gürcü) hiç tepki vermedi. (Kimilerine göre, SULTAN II. ABDÜLHAMİD'i aşağılamak için azınlık unsurlarından oluşan bir heyet seçilmişti. Kimilerine göre ise devletin ve Osmanlı halkının birliğini, bütünlüğünü vurgulamak için, heyette tüm unsurların temsil edilmesi amaçlanmıştı.)
Filistin topraklarının yahudilere satılması için rüşvet teklifinde bulunduğunda Sultan II. Abdülhamid tarafından kovulan Emanuel Karaso bu kez Sultan'ın hal' kararını tebliğ için onun karşısına çıkmıştı.
İşte bu ihanetin şartlarını hazırlayan teşkilat da İttihat ve Terakki Cemiyeti'ydi..
SULTAN ABDÜLHAMİD HAN'IN TAMAMEN HAKSIZ YERE SÜRÜLDÜĞÜ YAHUDİ VE SABETAYİSTLERİN YERLEŞİM YERİ OLAN 'SELANİK'TEKİ EMANUEL KARASU'YA AİT EV !!!
KARASU'NUN DÜŞÜ SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN ve yakınları hemen o gece Sirkeci'den trene bindirilip Selanik'e gönderildi: Ki seçilen sürgün yerinin 'SELANİK' olmasının da ayrı ve derin bir manası vardır; Sultan II. Abdülhamid Han, Siyonistlere ve Yahudilere satmadığı FİLİSTİN toprakları yüzünden, YAHUDİ, SİYONİST VE MASONLARIN EN YOĞUNLUKTA YAŞADIĞI ''SELANİK''E SÜRÜLMEKLE, adeta intikam alınıyordu kendisinden !!!
Emanuel Karasu Selanikli Sabetayist Emanuel Karasu da yıllarca düşlediği bu "son"u görmenin mutluluğuyla, hayatının en unutulmaz gecelerinden birini yaşadı.
Emanuel Karasu, Selanik'te doğup büyümüş bir Yahudi'ydi. 400 yıl önce, 1492'de İspanya'dan sürülmüş ve Sultan II. Beyazıt'ın izniyle Selanik'e yerleşmiş Sefarad'lardan. Hukuk öğrenimi görmüştü. Avukatlık yapıyordu ve meslektaşlarının cesaret edemediği garip davaları alıp müvekkillerine kazandırmasıyla ün yapmıştı.
-'sabetayist' her ne kadar 'dönme yahudi' anlamına gelse de aslında ne dönmelikle ne de yahudilikle tam olarak ilgileri vardır, bilakis yahudilerin bile son derece aşağıladığı 'sapık ve sapkın' bir gruptur; mesela her sene kendi mezheplerinin kurucusu olan Levi Sabetay'ın doğduğu günde, bütün sabetayistler bunu kutlamak için gece toplanır, lambalar söndürülür ve herkes bir başkasının karısı veya kocasıyla şans eseri kim çıkarsa kendisine onunla ilişkiye girer, ve böyle bir beraberlikten olan çocuk da 'kutsal' sayılırdı..
1900'lerin başından söz ediyoruz. Bir ayağı İtalya'daydı o sıralar. İtalyan vatandaşlığına geçtiği çok yıllar sonra ortaya çıktı. Roma ama özellikle Venedik'te kurduğu dostluklar onun bir "ilk"e imza atarak tarihe girmesini sağladı: Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk mason localarını o örgütledi.
Önce Selanik'te, ardından İzmir'de, Bursa'da, İstanbul'da. Hatta Osmanlı'nın artık Kahire'de. Locaların ortak genel kurulunda, Türkiye Süprem (Yüksek) Konseyi şöyle oluştu: Prens Aziz Hasan Paşa (general), Cavit Bey (İttihat ve Terakki döneminde Maliye Nazırı oldu), Jozef Sakakini Bey (Kahire locasından), Süleyman Faik Paşa (ordu komutanı), Mehmet Talat Paşa (eski Başvekil), David J. Kohen, Mişel A. Noradungyan, Osman Talat Bey (avukat), Emanuel Karasu (avukat), Dr. Rıza Tevfik Bey (senatör, filozof), Mehmet Arif (avukat), Galip Paşa (general, Emniyet Genel Müdürü),Mehmet Fuat Hulusi Bey (milletvekili, avukat), Sarim Kibar (tüccar), Mithat Şükrü Bey(milletvekili), Rahmi Bey (milletvekili, vali), Katipzade Sabri Bey (tüccar).
Bir de loca yönetiminde olmayan perde arkasındaki güçlü isimler vardı Karasu'nun çevresinde. ÖrneğinTalat Paşa. O yıllarda gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki'ye toplantıları için Selanik'teki mason locasının (Bir İtalyan'ın mülkü olduğu için kapitülasyonlar uyarınca polis, mahkemeden özel izin almadan giremiyordu) kapılarını açtı.
O da katıldı örgüte. Çabuk parladı. O kadar ki Resneli Niyazi Bey ve Enver Bey'in dağa çıkmaları sonrası iç savaştan korkan Sultan Abdülhamit, II. Meşrutiyet'i ilan edince, kutlamalar için Selanik'teki Olimpos Meydanı'ndaki topluluğa hitap edenler arasında o da vardı.
Ve de kısa süre sonra yapılacak seçimlerde Meclis-i Mebusan'ın Selanik temsilcileri arasında yer alacaktı. Ailece İstanbul'a taşınacaklar, Karaköy'de, Bankalar Caddesi'ndeki ünlü Assicurazioni Generali Han'da bir büro tutacaktı; o handa Karasu'nun komşularından birkaçını sayalım: Dönemin ünlü bankerleri Couteaux, Whitall, Rossolato, Antoine ve Cesar Vitalis, avukat Braggiotti, mimar Giulio Mongeri (binayı yaratan adam), zemin katın tümüne yayılan Selanik Bankası.
Uzatmayalım. Emanuel Karasu, 1912 ve 1914 seçimlerinde de İstanbul temsilcisi olarak Meclis-i Mebusan'da yer aldı. İT yani İttihat Terakki iktidarında çok zengin oldu. Denildiğine göre, devletin alım ve satımlarında aracılık yaparak komisyon alıyordu.
İttihat ve Terakki'nin çöküşünden ve tüm liderlerinin yurtdışına kaçmalarından sonra o nedense İstanbul'da kaldı. İşgal yıllarında İtalya'ya gitti. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra 1930'larda döndü. 1934'te son nefesini verdi. Arnavutköy'deki Sefarat Mezarlığı'nda gömülü. Adının çift 'm' harfi ile yazıldığı mezar taşında şöyle deniyor: "İkinci Meşrutiyet'in ileri simalarından İstanbul Mebusu Emmanuel Karasu. Ölüm tarihi: 1934." Mezarlığın kayıtlarına göre 1 Haziran 1934'te toprağa verildi.
Emanuel Efendi için son bir not: Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl ile birlikte Sultan Abdülhamit'e çıkıp Osmanlı'nın tüm borçlarını üstlenmeleri karşılığı Filistin'den toprak istedi.
O dönemde 80 bin Yahudi ve 20 bin kadar Sabetaycı'nın yaşadığı Selanik'te Karasu'lar önde gelen ailelerden biriydi. Emanuel Efendi'nin hukuk okuduğu yıllarda amcasının oğlu İzak Karasu tıp öğrenimini tercih etti.
Muayenehane açtı. Evlendi. Bir oğlu oldu. Adını Daniel koydu. Sonra iki de kızı dünyaya gelecekti. Balkan Savaşları'nda Selanik düşünce, yani Yunanistan tarafından işgal edilince, Yahudi toplulukta büyük bir panik patlak verdi. Çoğu Avrupa yollarına düştü.
(Kalanlar 30 yıl sonra, Hitler orduları Yunanistan'ı işgal edince toplama kamplarına gönderilecekti.) Yunanlılar'ın Selanik'e girmelerinden kısa bir süre sonra İzak Karasu, eşi ve oğluyla birlikte İspanya'ya göç etti.
Tam 420 yıl sonra, kovuldukları topraklara geri dönüyorlardı.
İlginç ayrıntı; İspanya 1492'de Yahudiler'i topluca sürmüş ama vatandaşlıktan çıkarmamıştı. Karasu ailesi Barselona'ya yerleşti. Yıl: 1912. Önce adını Latin alfabesine uyarladı: İzak oldu Isaac, Karasu ise Carasso. Sonra bir muayenehane açtı.
Çok az hastası vardı, ailesini geçindirmek için zeytinyağı ticaretine de girişti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da müthiş bir yoksulluk dönemi başladı. İspanya da bundan nasibini aldı. En çok ilaç sıkıntısı çekiliyordu. Tam da o günlerde Barselona'da çocuklar arasında salgın halinde bağırsak hastalıkları patlak vermesin mi! Gözleri yaşlı anne-babalar kucaklarında bir deri bir kemiğe dönmüş yavrularıyla diğer doktorlar gibi
Isaac Karasu'nun da muayenehanesine dayanıyor, "Kurtar çocuğumuzu" diye yalvarıyorlardı. Ama diğer doktorlar gibi Carasso'nun elinden de pek bir şey gelmiyordu. Gözünün önünde ölüp giden çocukların acısıyla uykusunun kaçtığı gecelerin birinde, bir ses yankılandı belleğinde: "Yoğurtçu geldi. Kaymaklı yoğurtlarım var." İrkildi. Selanik'te günaşırı evlerine bir tepsi kaymaklı yoğurt bırakan Türk satıcının sesiydi bu. Ve "Eureka" çığlıklarıyla hamamdan dışarı koşan Arşimed gibi yataktan fırladı.
"Tabii ya" dedi, "Tabii ya." Selanik'te bağırsak hastalıklarının tedavisinde yoğurt kullanıldığını anımsamıştı. Günde üç öğün birer kase yoğurt yediriyorlardı hastaya ve birkaç günde sağlığına kavuşuyordu. Yoğurdun nasıl yapıldığını biliyordu.
Hemen ertesi gün, evinin bodrumunu hazırlamaya koyuldu. Orası artık mandıraydı. Birkaç çiftlikten topladığı sütle yoğurt imalatına girişti.
Yıl:1919. İLAÇ YERİNE YOĞURT Ancak bir sorun vardı. Avrupa'da yoğurt bilinmiyordu. Evet, 1500'lerin ortalarına doğru Kanuni Sultan Süleyman bağırsak enfeksiyonuna yakalanan dostu Fransa Kralı I. François'ya bir yoğurtçu göndermişti.
Ne var ki, kral iyileşince yoğurtçu sırlarıyla birlikte İstanbul'a dönmüştü. Kayıtlarda öyle yazıyordu. Isaac Carasso, ürettiği şeyin Balkanlar'da ve Anadolu'da yaygın bir tüketim maddesi olduğunu nasıl anlatabilirdi? Çareyi yoğurdunu ilaç olarak kabul ettirmekte buldu.
Ve Carasso'nun yoğurdu eczanelerde satılmaya başladı! Hasta çocuklarda etkisi çok çabuk ortaya çıktı. Doktor meslektaşları ona bir tavsiyede bulundular: Paris'teki Pasteur Enstitüsü'nden fermante edilmiş laktik getirtirse, yoğurdun ömrünü uzatabilirdi.
Sözlerini dinledi. Böylece pastörize yoğurt doğacaktı. Ama Isaac Carasso bu buluşun önemini pek kavrayamayacaktı. "İlaç" tutunca, Isaac özel ambalajlar yapmayı akıl etti. Kapakları porselen cam kaseler. Sıra artık ilaca patent almaya gelmişti. Onun için de bir ad koymaya.
Bir ışık çaktı; neden oğlunun adı olmasın? Yani minik Daniel'in? Yaşadıkları Barselona'nın yaygın dili Katalanca'da küçük Daniel'in ya da "Daniel'cik"in karşılığı çok hoştu doğrusu: "Danon!" Ancak bu özel ad olduğu ve marka namıyla tescil edemeyeceği için sonuna bir "e" ekledi. Hoşgeldin "Danone" yoğurtları!
Yoğurtçuluk çok kısa sürede Isaac'ın asıl mesleği haline gelince oğlunu, Daniel'i onun "tahsili" ni yapmaya gönderdi Fransa'ya: Marsilya'da ticaret lisesinde okuttu. İşin pazarlama, satış, muhasebe bölümünü bilimsel olarak öğrenmesi için. Ardından Paris'te Pasteur Enstitüsü'nde bakteriyoloji stajı yaptırdı. İşin üretim aşamasına hakim olabilmesi için.
Daniel öğreniminden sonra Fransa'da kaldı, çünkü babası, Isaac Carasso dünyadan göçmüştü. 6 Şubat 1929'da, Paris'te 18'inci bölgedeki bir dükkanda "Danone Yoğurtları Paris Şirketi" kapılarını açtı. Onu 1932'de Levallois-Perret'te ilk fabrika izledi. Danone imparatorluğu işte böyle doğdu.
Bugün öyle bir imparatorluk ki o, 5 kıtada at koşturuyor. Cirosu 15 milyar euro'nun üstünde. 100 bin kişi çalıştırıyor.
- Sütlü ürünlerde dünya birincisi: 18 ülkede (Türkiye dahil) 48 fabrikası var.
- Şişe suyunda dünya ikincisi: 13 ülkede (Türkiye dahil) 97 fabrikası var.
- Bisküvi ve tahıllı kahvaltı ürünlerinde dünya ikincisi: 21 ülkede 53 fabrikası var. İmparatorluğa
-babasının sayesinde- adını verilen Daniel Carasso, Daniel'cik, Danone hala hayatta. 99 yaşında. Barselona'da yaşıyor. Uzun yaşamasının sırrı mı? Herhalde söylemeye gerek yok; her gün birkaç kase yoğurt!
Ve Daniel'in kulaklarında -babasının anlattığı- Selanikli yoğurtçunun evlerinin kapısını çalarken seslenişi yankılanıyor: "Yoğurtçu geldi. Kaymaklı yoğurtlarım var..." Olay bu kadar basit değildir: İtalya'dan Rusya'ya Bolşevik İhtilaline ve sonrasına, ve ünlü Rothschild ailesine ve siyonistlere uzanan son derece derin planları olan bir süreçtir..
Bu arada İsrail'in ilk başbakanı Ben Gurion'un da II. Abdülhamid döneminde İstanbul Hukuk Fakültesi'nde okuduğunu ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bünyesinde padişah aleyhine çalışmalara katıldığını hatırlatalım.
Ben Gurion Birinci Dünya Harbi'nin patlak vermesinden sonra Kudüs'e döndü. Rothschild ailesi için 19. yüzyılın ilk yılları en yoğun geçen yıllar olmuş; bir yandan Almanya da sanayi devrimi sonrası Siemens, Bosch, AEG, Krupps gibi birçok şirketin kuruluşunu finanse etmiş diğer yandan Amerika kıtasına geçerek altın uğruna yerli katliamlarına girişmiştir.
Amerika kıtasının yer altı zenginliklerini keşfeden Rothschildler ilgisini altın ve diğer madenlere sevk etmeye başlamıştır. Hanedanlığın bugün dünya altın ve elmas gibi yer altı kaynaklarının %40’ına tek başına sahip olmasının temelleri o yıllarda atılmıştı.
19. yy.’ın ilk yılları Rothschildler için Ortadoğu’ya açılmaları açısından da önemli olmuştur. Osmanlı topraklarının çözülmesi ile birlikte Rothschild hanedanlığı iki koldan Ortadoğu’ya sızmaya başladı. Sızmanın bir kolunu Irak’ın bulunduğu Mezopotamya’daki zengin petrol yatakları oluşturuyordu.
Rothschildler BP-Amoco firması ve Royal Duth Shell ile Irak pazarına girdi.
Sermaye hareketini Ortadoğu’nun kuzeyine kaydıran Lord Rothschild, bölgenin güneyinde ise Siyonizm’i siyasal ağırlık merkezi haline getirmişti.
Filistin topraklarının Osmanlı’dan ayrılmasının ardından harekete geçen Lord Rothschild, İngiliz hükümetine baskı uygulayarak İsrail’in kurulmasına start veren Balfour Bildirisi’nin (1917) de yayınlanmasını sağladı. İngiltere Dışişleri bakanı Sir Balfour’un adınıı taşıyan bu belgeyle Birinci Dünya savaşı ile Osmanlı’nın elinden alınan Filistin de bir “Yahudi vatanı” kurma hedefinin desteklendiği açıklanıyordu.
Lord Rothschild, yahudi devletinin siyasi oluşumuna zemin ararken diğer yandan da kurduğu 2 milyon sterlinlik fon ile Filistin topraklarının satın alınmasını organize etti. Çok kısa bir zaman içinde Filistin topraklarının en verimli bölgeleri bu fon sayesinde yahudilerin eline geçmiş olacaktı.
18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa kıtası dahil dünyanın herhangi bir bölgesinde savaşların Rothschild’lerin onayı ile başlatılabildiği, onay gelmezse asla bir savaşın çıkmasının mümkün olmadığı yönündeki görüş birçok ünlü tarihçinin üzerinde birleştiği bir görüştür.
Bu, Rothschild’lerin tek başlarına bir devlet kadar güçlü olduklarını göstermektedir. Yerel savaşların hakimi durumundaki Rothschild’ler aynı zamanda 1. Dünya Savaşı’nın perde arkasındaki en önemli güç konumunda bulunuyordu.
Amerikalı yazar Eustace Mullins “Yeni Dünyanın Düzenleyicileri” isimli kitabında 1. Dünya Savaşı ile Rothschild’ler arasındaki bağlantıyı kurarken savaş sonunda oluşan durumun dikkatle incelenmesinin gerektiğini vurguluyor.
Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması ve buna bağlı olarak yeni çizilen Ortadoğu haritası ile Çarlık Rusyası’nın dağılma sürecine girmesinin dünyayı yeniden şekillendiren gelişmeler olduğunu kaydeden Mullins, Rothschild’lerin savaşan her iki tarafı da yönlendirdiğini, kitabında bahsettiği finansörler arasındaki hiyerarşik ilişkiye dayanarak söylemektedir. İlişkinin hiyerarşik olması ise Yahudi finansörler arasında asırlardır süren bir gelenek.
Birinci Dünya Savaşı’nın geçtiği yıllarda ise hiyerarşinin tepesinde Yahudi finans dünyasının bir numarası olan Rothschild’ler bulunuyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ekonomik anlamda yerle bir olan Almanya’nın yeniden inşası da Amerikalı finans çevrelerine ihale edildi.
Başta J.P.Morgan olmak üzere Rothschild’lerin Amerika’daki uzantıları olan finans kurumları önce “Davis Planı” sonra da “Young Planı” ile 1924 yılından sonra Almanya’yı adeta paraya boğdu.
Ve böylece kısa bir süre içinde yerle bir olan Almanya Hitler’in inanılmaz yükselişine zemin hazırladı. Hitler’in savaştan önceki yıllarda inanılmaz savunma harcamaları ve büyüyen askeri gücü Rothschild hanedanlığının onayı ve yardımıyla oluştu.
Amerikalı tarihçi Anthony C.Sutton’un “Wall Street ve Hitler’in Yükselişi” kitabında bu dönemi özetlerken Amerikalı finans kuruluşlarının sadece Almanya’nın yeniden yapılanması için değil, bilinçli bir biçimde Hitler ve onunla birlikte yeni bir canavarın doğuşunu da sağladıklarını kaydediyor.
Bolşevik İhtilalinin başarı ile sona ermesi -ki Rockefeller ve Rothschild hanedanlarının finanse etmesi en büyük etkendir ve Rus Çarı’nın idam edilmesinin ardından isyancılarla ilk anlaşma imzalayan ve Hazar petrollerinin çıkarılması için imtiyaz elde eden şirket Rockefeller’e ait Standart Oil oldu.
Rockefeller ile birlikte bu işten en karlı çıkan aile ise savaşlarla para kazanmak konusunda oldukça tecrübelenen Rothschild hanedanı oldu.
Afrika’da 90’lı yıllarda Ruanda ve Burundi’deki iç çatışmalarda 1 milyondan fazla kişinin öldüğü katliamlar yaşandı.
Buradan patlayan olaylar Zaire’ye sıçramış ve Mobutu Sese Seko’nun devrilmesiyle sonuçlanmıştı.
İlk bakışta Hutu ile Tutsi kabileleri arasındaki etnik farklılıkla açıklanan savaşın temelinde aslında çok başka bir neden vardı: (ELMAS).
1 milyondan fazla kişinin ölümüne yüzbinlarca insanın göç etmesine neden olan bu iç savaşın perde arkasındaki mimarı dünyanın en büyük altın ve elmas üreticisi olan Rothschild’lere ait olan ünlü (DEBERS) firmasıydı.
Bugün servetleri 3 trilyon doları aşan Rothschild hanedanlığı dünyanın en büyük ilk 10 bankasının 3 tanesine sahip.
Yine dünya yer altı zenginliklerinin %40’ına bu aile hükmetmektedir. Aile bireyleri kendilerini vakfa ve bilime adamış gözükmesine rağmen başta yahudi George Soros gibi birçok para baronu Rothschild’lerin emri altındadır.
Dillere destan bu muazzam servet ve itibarın arkasında ise okyanusları dolduracak kadar kan, vahşet ve dünya savaşları vardır.
Bu da Balfour Beyanı'dır; İngiliz dışişleri bakanı Arthur Balfour tarafından 2Kasım 1917 tarihinde Rotschild adındaki bugün dünya devi ailenin dönemki reisine ithafen yazılmıştır.
İngiliz kralının Yahudiler'in anavatanlarına kavuşmaları için elinden gelen en yüksek çabayı göstereceğini ifade etmiştir bu beyanda...
Balfour Deklarasyonu/Beyanı
Balfour Deklarasyonu: İsrail'i Doğuran Belge
Filistin’de bir Yahudi yurdunun kurulmasına destek vaadinin beyanı olan bu mektup Britanya İmparatorluğu’nun dışişleri bakanı Arthur James Balfour tarafından Britanya Yahudilerinin lideri Lionel Walter Rotschild’e hitaben yazılarak doğrudan ona gönderildi fakat mektubun asıl adresi Britanya’daki Siyonist lider Chaim Weizmann'dı.
BEYAZ TARİH \ MAKALE
2Kasım 1917 tarihli mektup, 20. Yüzyılda Ortadoğu’nun siyasi coğrafyasını ve demografik yapısını değiştiren önemli belgelerden biridir. Britanya İmparatorluğu yani İngiliz Hükümeti tarafından Filistin’de bir Yahudi yurdunun kurulmasına destek vaadinin beyanı olan bu mektup Birinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirdiği gibi Avrupa’da yaşayan Yahudiler ve Filistin’de yaşayan Arapların kaderini de yeniden tayin eden gelişmelere yol açtı. Britanya İmparatorluğu’nun dışişleri bakanı Arthur James Balfour tarafından Britanya Yahudilerinin lideri Lionel Walter Rotschild’e hitaben yazılarak doğrudan ona gönderildi. Ama mektubun asıl adresi Britanya’daki Siyonist lider Chaim Weizmann idi.
Arthur James Balfour
Balfour’un imzasını taşıyan metin taraflar arasında 1917 yılı mart ayından itibaren başlayan uzun görüşmeler ve pazarlıklar sonucunda ortaya çıktı. Toplam 67 kelimeden meydana gelen metnin kesin anlamı tartışmalıdır. Mektubun asıl ilgili tarafı olan Chaim Weizmann’ın baştan beri üzerinde durduğu daha kuvvetli vurgular barındıran beklentisini bir kenara bırakacak olursak içerikteki ifadeler İngilizlerin Araplara ve müttefiklerine verdikleri sözleri tamamen devre dışı bırakıyordu. Şöyleki, söz konusu metin bir yandan İngiltere ve Fransa arasındaki gizli görüşmelerle saptanan ve Ortadoğu’daki coğrafi paylaşımı belirleyen Sykes-Picot Anlaşması’na aykırı iken bir yandan da Şerif Hüseyin ile McMahon arasındaki yazışmalarda geçen vaatlerle çelişkili idi.
Balfour Bildirgesi adıyla bilinen bu mektup Britanya İmparatorluğu’nun bir Yahudi devleti kurma vaadi idi. Londra'daki Siyonist liderler Chaim Weizmann ve Nahum Sokolow'un lobicilik faaliyetleri ve yoğun çabaları ile mektup kaleme alındı ve ilan edildi. Weizmann daha net ifadeler içeren bir mektubun kendisine ulaşmasını arzu ediyordu. Bu açıdan özellikle mektubun ikinci kısmındaki ifadeler arzu edilmemişti. Filistin'in Yahudi ulusal evi olarak yeniden yapılandırılmasını isteyen Siyonistlerin beklentilerinin altında kaldı. Bununla birlikte, Siyonistler arasında umutları uyandırdı ve Dünya Siyonist Örgütü’nün büyük devletler nezdinde muhatap alınması belgelenmiş oldu.
İngilizleri Balfour Deklarasyonu'na Götüren Süreçte Ortadoğu Çıkmazı
İngilizlerin Siyonist hareketi kabul edip muhatap alarak destek vermesi Birinci Dünya Savaşı'nın kaybedileceği endişesiyle ortaya çıktı. 1917 yılının ortalarında, Britanya ve Fransa, Batı Cephesinde Almanya ile savaşlarında bir çıkmaza girmişti. Bunun öncesinde ise, 1915 yılında Çanakkale cephesinde Türklere karşı girişilen harekat çok başarısız olmuştu. 29 Nisan 1916 tarihinde Kut’ül Amare’de sadece savaşı değil prestijlerini de kaybeden Britanya ordusu, General Charles Towvnshead dahil 13 generali, çok sayıda yüksek rütbeli subayı ve 13.300 askerini esir düşürmüştü. 17 Mart 1917’de Bağdat’a girmeyi başaran İngilizlerin yarası sarılır gibi olsa da Doğu Cephesinde Rusya gibi önemli bir müttefik saf dışı kalıyordu. 1917 Mart ayındaki devrim Çar II. Nikolas'ı devirdi ve geçici hükümet, ülkenin Osmanlı, Almanya ve Avusturya-Macaristan'a karşı savaşı sürdürmek noktasında belirsizlikler içindeydi. Nitekim kısa bir süre sonra Lenin savaştan çekilip karşı tarafla birer birer barış anlaşmaları yaptı. Birleşik Devletler Savaşı Müttefikler tarafına yeni girmiş olsa da, ertesi yıla kadar Amerikan birliklerinin büyük bir kısmının kıtaya ulaşması konusunda bir planlama yoktu.
Bu bağlamda, Aralık 1916'da tayin edilen Başbakan David Lloyd George hükümeti, Siyonizm'i açık olarak destekleme kararı aldı. Rusya’da doğan İsviçre ve Almanya’da kimya eğitimi aldıktan sonra Manchester'da yerleşmiş olan Chaim Weizmann Filistin’de bir devlet kurma fikrini savunan Siyonist hareketin liderliğini yapıyordu. Weizmann’ın Siyonist hareketin liderliğini yapma misyonu 1948 yılında İsrail’in kurulmasına kadar sürdü. İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı oldu ve 1952 yılında ölene kadar bu görevde kaldı. Lloyd George'un nezdinde kuvvetli bir lobi yapan Weizmann Siyonist davanın doğruluğuna onu inandırmıştı. İngiliz kabinesindeki bazı politikacılar, Siyonizm lehine resmi bir bildirgenin, tarafsız ülkelerdeki Yahudilerin desteği ile ilgili hükümetlerin desteğini kazanmayı umuyordu. En büyük beklentileri Amerika Birleşik Devletleri'nden gelecek destek idi. Buna ilaveten Rusya’da bir devrim yapılmıştı ve bu devrim anti-semitik Çarlık Hükümetine karşı Yahudi nüfusunun kayda değer desteği ile vuku bulmuştu. Rusya Yahudilerinin devrimci kadrolar üzerindeki etkisi, Britanya’nın savaştaki bir müttefiğini kaybetmesini engelleyebilirdi.
Chaim Weizmann
Son olarak, Osmanlı Devleti’nin yenilmesi sonrasında bölgede nüfuzunu Fransa ile paylaşan İngiltere, bu konuda daha önce bir anlaşmaya imza atmasına rağmen, Filistin’i Fransızlara bırakmayı düşünmüyordu.
Lloyd George Filistin'de İngiliz egemenliğini, Hindistan ile Londra arasındaki “hayat yolu” üzerinde önemli bir stratejik nokta olarak görüyordu. Filistin’de İngiliz koruması altında Siyonist devlet kurulması İngilizlerin çıkarlarına uygun olduğu kadar ABD Başkanı Wilson’un “ küçük ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” ilkesini de destekler mahiyette idi.
1917 yılı boyunca, Britanya’da parlamento içindeki güçlü bir anti-Siyonist yaklaşıma sahip üyeler söz konusu deklarasyonun daha evvelden ilan edilmesini engelledi. Anti-Siyonistler, İngiliz kabinesinde önde gelen Yahudi bakanlardan biri olan ve Hindistan koloni bakanı olarak görev yapan Edwin Montagu liderliğinde İngiliz destekli Siyonizm'e karşı çıkıyorlardı.
Bu karşı çıkış onların anti-semitik olmalarından ziyade deklarasyonun Yahudiler aleyhine sonuç vereceği düşüncesinden kaynaklamaktaydı. Zira, onlara göre, Filistin’de kurulacak bir Yahudi yurdu çeşitli Avrupa ve Amerika şehirlerine yerleşmiş Yahudilerin sahip oldukları konumlarını ve servetlerini kaybetmelerine neden olacak bir sonuç doğurabilirdi.
Bu yüzden anti-Siyonistler bu planın mahzurlarını ortaya koyarak muhalefetlerini sürdürdüler. Bu yaklaşımlarında isabetli olduklarını ifade etmek mümkündür. Nitekim 1930’lardan itibaren Avrupa’da yaşanan anti-semitizm bir şiddet hareketini başlattı ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bir Yahudi soykırımına dönüştü.
Deklarasyona Fransa, ABD, İtalya ve Vatikan da destek verince, Lloyd George hükümeti Filistin planını sürdürmüştür.
Bildirgede "Filistin'deki mevcut Yahudi olmayan toplulukların sivil ve dini haklarına halel getirecek hiçbir şey yapılmayacak" ilkesi özel olarak belirtildi. Bu ifadede yer alan Yahudi olmayan halklardan kasıt öncelikle Filistin’de yaşayan Araplar idi. Bunun yanında, Arap olan veya olmayan Ortodoks, Katolik, Habeş, Kıpti, Maruni gibi çok sayıda Hristiyan toplulukları yanında Dürziler ve Şiiler de vardı. Bildirgedeki mezkur ifadelerin bir kısmı Arap halklarının haklarını koruma taahhüdü idi. Ancak söz konusu belge Hristiyan Araplar ve Müslüman Arapların siyasi veya ulusal haklarının neler olduğunu belirtmedi ve onlara açıkça atıfta bulunmadı.
Balfour Deklarasyonu Birinci Dünya Savaşı’nın en kritik zamanında yayınlandı. Savaşın kısa bir sürede sona ermesini isteyen İngilizler elindeki tüm kozları ortaya koymakdan başka çıkar yol görmüyordu. Bu deklarasyonun arkasında elbette karmaşık bir süreç söz konusudur. Birinci Dünya Savaşı’nın beklenenin aksine uzaması savaşan tarafları yormuş ve bitkinleştirmişti. Bu yüzden savaşı bitirecek sürpriz hamleler yapılıyordu. Bu bağlamda, İngiltere-Fransa arasındaki pazarlıklar, gizli antlaşmalar, diplomatlar arasındaki kapalı kapılar ardındaki görüşmeler, müttefikler arasındaki iç çekişmeler, Arapların ütopik hayalleri ve Siyonistlerin olağandışı beklentileri ve pazarlıkları meydana geliyordu.
Mektup aslı;
Mektup tercümesi;
Dışişleri Bakanlığı,
2 Kasım 1917
Kıymetli Lord Rothschild,
Majesteleri'nin Hükümeti adına, size Kabine'ye sunulup tasdiklenen, Yahudi Siyonist isteklerine yönelik aşağıdaki niyet deklarasyonunu iletmekten memnunum:
"Majesteleri'nin Hükümeti, Filistin'de Yahudi halkına ulusal bir yurt kurulmasını olumlu görmektedir ve bu amaca ulaşılması için elinden gelen gayreti gösterecektir. Filistin'de halen mevcut Yahudi olmayan halkların toplumsal ve dini haklarına ya da diğer ülkelerdeki Yahudilerin hak veya politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Siyonist Federasyonu da bu deklarasyondan haberdar ederseniz memnuniyet duyarım.
Saygılarımla,
Arthur James Balfour
Kısacası, İngiliz bakanın asıl amacı, Britanya’nın Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına destek verdiğini ilan etmek ve Siyonist Federasyonu bu konuda bilgilendirmek idi. Böylelikle Britanya dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Yahudilerin maddi ve manevi desteğini almayı hedefledi. Özellikle, ABD’deki Yahudi lobisinin desteği ile ABD’nin İngiltere yanında hızlı bir şekilde savaşa dahil olmasını sağlamak temel amaç idi. ABD resmi olarak 6 Nisan 1917 de savaşa dahil oldu. Fakat askerlerin eğitilmesi ve cepheye sürülmesi 1918 yılının ilk aylarını buldu. Deklarasyon bu bakımdan kısa vadeli hedefini başarmıştı. Aynı zamanda, İngiliz yanlısı Yahudi bir nüfusun Filistin'deki yerleşmesi Britanya İmparatorluğu’nun Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumaya da yardım edecekti. Filistin topraklarına komşu olan Mısır'daki Süveyş Kanalı üzerindeki çıkarlarını korumasına yardımcı olacak bu dinamik Yahudi topluluk Londra-Bombay denizyolu hattında stratejik bir görev yapacak kapasitede idi.
Britanya Birinci Dünya Savaşı’nı bitirmek konusunda bu deklarasyonla bir hedefini gerçekleştirmiş idi ama Ortadoğu’da daha kanlı bir çatışmanın fitilini ateşlemiş oldu.
Arthur James Balfour, 20. Yüzyıla damgasını vuran söz konusu deklarasyonla önemli bir dünya gücünün ‘vatansız Yahudi halkının halkı olmayan bir vatanda’ vatan kurma hakkı olduğunu resmen ilan etti. Bu belge, daha sonra, 24 Temmuz 1922'de yeni kurulan Milletler Cemiyeti tarafından resmi olarak onaylanan Filistin üzerindeki İngiliz manda idaresinin referans noktalarından biri oldu. Milletler Cemiyeti kararında yer alan Balfour Beyannamesi ve Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurulması çağrısı, bir politika mevzusu olarak yeni bir süreç başlattı. Söz konusu belge uluslararası topluluk tarafından özellikle metnin ikinci kısmı yani Filistin’de yaşayan Yahudi olmayan halkların hakkını ihlal etmeme ilkesini hayata geçiremeden İsrail’in kurulması noktasında bir uluslararası hukuk yükümlülüğüne dönüştürüldü.
Sonuç
Balfour Deklarasyonu ile Siyonisler başarı kazandı ve İsrail’i kurmaya muvaffak oldular. Ama aradan geçen yüzyıla rağmen metnin son cümlesinde geçen Filistin’deki Yahudi olmayan halkların haklarına ve politik statülerine zarar verilmeyeceği taahhüdü yerine getirilemedi. O günden bugüne geçen yüzyıllık zaman diliminde mektubu yazan ve alan tarafların bile beklemediği çok dramatik olaylar Filistin ve Ortadoğu’yu bitmek bilmeyen çatışmalara sürükledi. Taraflar arasında uzlaşının ve barışın ne zaman sağlanacağı konusunda pozitif bir yaklaşım henüz ortada yoktur. Ortadoğu’yu içten içe tüketen bu çatışma halinin ne zaman sona ereceği konusunda iyimserliğin olmaması başta İsrail olmak üzere tüm Ortadoğu devletlerinin geleceğe güvenle bakmasını engellemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder