Haksızlıklar Karşısında Susmayan Âlîm:
Prof. Dr. Ali Fuad BAŞGİL Hayatı ... Şahsiyeti .... Mücadeleleri
Hazırlayan : Mehmet Gökalp
“Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır.” Hadîs-i Şerif
“Şehirdeki aydında dağdaki çobana kadar, herkesi sevdiği âlim...
Türkiyemizin, modern demokrasi ve hürriyet mücadeleleri devrinin yani son onbeş—yirmi yılın ve bilhassa şu bir kaç senenin en enteresan ilim ve fikir a-damı, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’dlr.
Bu sosyoloji metodu ile ulaşılan kat’î bir tarih hükmüdür ve böyle bir hükme konu teşkil etmek, hayatta bulunan pek az fâniye nasib olmuş'bir lûtuftur.
Türk İçtimaî ve siyasî hayatının çok hareketli, sancılı ve ıstıraplı bir safhasında, mensup bulunduğu ilim adına çok şerefli bir uyarma, dikkati çekme ve aydınlatma vazifesi ifa eden ve bu yolda hayatını can pazarlarına sürmekten çekinmiyen Ali Fuad Başgil, Türkiyede, halka ve. aydına mal olmuş ve adı vatan sathına yayılarak çok sevilmiş yegâne ilim adamıdır.
Onun en ufak efkâr-ı umumiye hareketlerinden en şiddetli İçtimaî ve siyasî zelzelelere kadar her hâdiseyi hassas ve kuvvetli bir sismograf gibi kaydeden kalemi, vatansever bir vicdanın olaylar karşısındaki ürperişlerinin ifade vasıtası olmuş ve tam mânâsiyle Türk Milletinin hissiyatını ve fikriyatını dile getirmiştir.
Çeyrek yüzyılı dolduran hürriyet mücadeleleri tarihimizin her safhasında, sahip bulunduğu demokrasi ahlâkı ve tefekkür haysiyetiyle, her devrin otoritesini tenkid etmekten çekinmiyen, yeri gelince kafa tutmaktan korkmıyan Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, bir ihtilâl atmosferinin sarsıntıları içinde de vazifesini yapmaktan geri kalmamış, ıstıraplı mevkufiyetlere sun’î tertiplere rağmen, kahramanca direnmeyi bilmiştir.
Onun bu karakteri, ayni devirde ilim adamı geçinen bazı adamların; susmanın suç sayılmak lâzım geldiği yerde susarak, herkesin konuştuğu ve küfrettiği zamanlarda şiddete fetva dağıtmaları ile büsbütün değer kazanmaktadır.
Bize ve bu kitabı hazırlayan değerli arkadaşlarıma, onun talebesi olmak şerefi nasib oldu. Bu kitabda onun hayat hikâyesini okuyacak olan aydınlarımıza ve «Büyük Adam»ı çok seven Türk halkına sayın Başgil, İnşallah daha çok hizmetler ifa edecektir.
Onun son yıllar içinde, bazı safhaları gizli kalmış kahramanlıkları da bir gün öğrenilecek ve ilim ordumuzun destanı haline gelecektir.
Eseri hazırlayan arkadaşlarımı tebrik ederim.
GÖKHAN EVLİYAOĞLU
Başlarken
1961’de Tercüman gazetesinde çıkan bu etüdü, muhterem hocam Ali Fuad Başgil’in temiz şahsına ve fikirlerine karşı cephe alarak, haksız ithamlarda bulunanlarla inşat ve merhametten mahrum olanların söz, yazı ve hareketleri üzerine hazırlamağa karar verdim. Kararımı Başgil hocaya açtım ve müsaadelerini aldıktan sonra günlerce, ; hattâ aylarca Belediye Kütüphanesinde, Beyazıt ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanecinde mevcut gazete, mecmua, broşür ve kitapları gözden geçirerek Başgil’in makalelerini, yazılarını okudum. Fikirlerini sistematik olarak ' yazmak ve kütüphanelerde bulamadığım bazı dökümanlan şahsına ait kitaplıktan tedarik etmek suretiyle bu etüdü tekemmül ettirebildim.
Bu etüdde çok cepheli bir fikir adamı olan Başgil’in otuz yıllık akademik hayatını, fikrî mücadelelerini bulacaksınız. Bu arada Başgil’in Kanunlar, 1924 Anayasası, Hürriyet ve demokrasi hakkmdaki görüşlerini, konferanslarını, bazı hitabelerini, lâiklik, mâneviyatçıhk, milliyetçilik konusundaki düşüncelerini, yeni n^sle Üniversiteye Türkçeye ait tenkid ve temennilerini hulâsa olar?k okuyacaksınız.
' Etüdün hazırlanmasında yardımlarını gcrdü-: ğüm başta muhterem hocam Başgil olmak üzere Gökhan Evliyaoğlu, Yücel Hacaloğlu, Ziya Aksun, Fethi Gemuhluoğlu, İsmail Dayı, İrfan Atagün ve diğer dost ve arkadaşlarıma burada alenen teşekkür ederim. Başka bir vesileyle de belirttiğim gibi gaye, yaşayan Başgil’i takdimden ziyade fikri ve mânevi sahada bizlere rehberlik eden Başgil’in meş’ale olan fikirlerini tanıtmaktır.
MEHMET GÖKALP
GİRİŞ
Ankara ve İstanbul Üniversitelerinin Hukuk Fakültelerinde otuz yıl müddetle Anayasa dersleri vermiş olan ve bu müddet İçinde yüzlerce hâkim, müddeiumumi, devlet adamı ve avukat yetiştirmiş olan değerli ilim ve fikir adamı Başgil ayni zamanda Türk fikir hayatının gelişmesinde, Türk demokratik nizamına büyük hizmetlerde bulunmuştur, İyi bir hoca, ahlâklı ve temiz kalpli bir Müslüman olan Başgil, her devirde hürmet ve minnetle hatırlanacak bir âlimdir.
Zaman zaman ona karşı yapılmış olan aşırı, ölçüsüz tenkidler, gelişigüzel serpilmiş husumet tohumları olarak şuur sathına çıkmadan kuruyup kaybolmağa mahkûmdu. Onun eserleri, makaleleriyle millet ve memleket realitesine uygun fikirleri, kara düşünceli, hırslı kalem erbabının gayretkeşliği ile gölgelenemezdi. Ona saldıran azgın dalgalar çelik iradesine çarpıp parçalandılar.
Millî kültür tarihimiz bir gün kaleme alınırsa, yirminci yüzyılda bu seçkin ilim ve fikir adamının şark ve garp düşüncesi arasındaki bağıntıyı ustalıkla kurmuş şahsiyetlerden biri olduğu kolaylıkla anlaşılacak ve ona saldıranların ne kadar haksız, insaf duygusundan ne kadar yoksun oldukları görülecektir.
HAZIRLARKEN
Bu etüdü hazırlarken hiç bir zaman yaşayanların takdimini yapmak an’anesine tâbi olmadık. Esasen son, nesil Başgil’i pek iyi tanımakta ve takdir etmektedir.
Bizim gayemiz, kültür tarihimizin, içinde yaşadığımız bu önemli ânında, ruhçu ve milliyetçi cephenin hedeflerini Baş-gil’in fikir sistemine göre tâyine çalışmaktır. Onun ışık olan fikirleri ile Türk milliyetçiliği daha ziyade aydınlık kazanacak ve > gayelerini kolaylıkla tâyin edecektir.
Yolumuzda meş’ale olarak yaşayan Başgil’in kendisinden çok, ebedî kalacak olan fikir eseridir.’ İnsaftan yoksun bazı yazarlar, içleri hased dolu fıkracılar, eserlerine bir defa olsun göz atmadan zaman zaman hırçın, yazılar yayınlayarak kötü zihniyetlerini ve zehirli öfkelerini şahsına kargı püskürtmekten çekinmediler. Ama Profesör Başgil’in elinde tuttuğu ilimi ve hakikat meşalesini söndüremeyince sıstular.
Mürekkep yerine hırs ve nefret saçan kalemler, belki tai etüde de çevrilecektir. Onlara Muhlis Oğlu Âşık Paşa’nın şu dörtlüğü ile peşin cevabımızı veriyoruz:
Bize ağu; sunan kişi
Şehd ü şeker olsun işi,
Kolay gele müşkil işi,
Eli erer olsun ona.
BAŞGİL’İN FİKRİ HAYATINDAKİ DEVRELER
Büyük ilim ve fikir adamları rasathanelerdeki hassas sismograflara benzerler: Cemiyet hayatında beliren sarsıntılar içtimaî ve İktisadî buhranlar ve hareketler onları harekete getirir ve işte o zaman yazarlar. Başgil’in, fikir hayatına bir göz} atarsak hep böyle sarsıntılı ve hareketli zamanlarda yazdığını} müşahede ederiz. Bu bakımdan onun fikir hayatını şu devre-1 lere bölebiliriz: '
· I — 1893 — 1930 yılları arasındaki devre:
Yetişme ve tahsil devresi. Bu devrenin 26 yılı Türkiyede, 10 yılı da Avrupada geçmiştir.
· II — 1930 — 1945 arasındaki devre:
Üniversite öğretim üyeliğine intisabı ve olgunlaşma devresi. Beş yıl Ankara Üniversitesinde, diğer zamanı İstanbul Hukuk Fakültesinde geçmiştir.
III — Fikir ve hamleye yönelme devresi: 1945 — 1950.
Bu devre, Türkiyede çok partili siyasî hayatın başladığı devre rastlar. Başgil bu. zaman içinde demokratik prensipleri samimiyetle müdafaa etmiş, ideal hürriyet nizamının ve demokratik bir Cumhuriyetin gelişip yerleşmesi için cesaretle çalışmış, değerli yazılar kaleme almıştır.
IV — 14 Mayıs 1950 den 1955 e kadar olan devre:
Türkiyede tek partili rejimin millî iradeyle yıkılmasından sonra fikirlerinin mahsulünü görmek istemiş, bu devre içinde sabırla beklemiştir. Bu arada lâikliği İslâm düşmanlığı şeklinde anlayanlara karşı Türkiyede ilk defa olarak batılı manada «Din ve lâiklik» adını taşıyan te’lif eserini yazmıştır. Önce makaleler halinde «Yeni Sabah» gazetesinde bir kısım yayınlanan bu mühim etüdünü, daha $onra bir kitapta toplayarak umumî efkâra arzetmiştir.
V— 1955 den sonraki devre.
1948 de ilk olarak günlük bir gazetede ortaya attığı eski Anayasayı tâdil fikriyle modern demokratik hayatın teessüsü için samimiyetle çalıştığı bu devre çok mühimdir. 1955 yılında eski Anayasanın değiştirilmesi ve yeni demokratik müesseselerin kurulması için «Vatandaş Hak ve Hürriyetlerinin Korunması" ve Anayasa Meselemiz ve Anayasamızın Eksikleri» adını taşıyan büyük boyda 36 sahifelik bir broşür neşrederek umumî efkâra sunmuştur. O zamanki devlet ricali, onun fikirlerine hürmet etmliş olsaydı siyaset buhranının uçurumuna devrilmiyebilirlerdi.
VI — Son dfevre.
27 Mayısta Türk Silâhlı Kuvvetlerinin partiler arasındaki uyuşmazlığa son vermek, «demokrasimizin içine düştüğü buhrandan kurtarmak ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadiyle» başardığı millî inkılâp hareketinin meşru olduğunu samimiyetle kabul ve müdafaa ettiği bu devirde, (Hukuk İlminin Işığı Altında Günün Meseleleri) ni kaleme alarak yeni! Türk demokrasisine hizmet etmiştir. Bilâhare bu makaleler güzel bir kitap halinde onu seven iki idealist insan tarafından yayınlanarak aydınlara sunulmuştur.
Başgil - yazılarından da anlaşılacağı veçhile - Türk milletini çok seven, onun yükselmesini refah ve saadete erişmesini demokratik esasların çerçevesinde gelişmesini arzulayan doğu ve batı kültürünü hakkiyle birleştiren, kudretli bir ilim ve fikir adamı olduğu kadar temiz bir milliyetçi ve mlâneviyatçı olarak hafızalarda yer etmiştir. ,
Bir hadisi şerifte: «İlimi istemek rahmet istemektir.
İlimi mü’minin zayii (yitiği) gibidir, nerede bulursa onu alır. Buyurulmuştur. Başgil’in ilmini rahmet bilerek ve kaybolup gitmemesi için fikirlerini sistemleştirerek telif etmeğe çalıştık.
Türk kültürünün gelişmesinde hayli emeği olan Başgjl faziletli, imanlı bir insandır. Onun demokratik hayatımıza verdiği kuvvet ve millî bünyemize uygun fikirleri zamanla daha çok kıymet kazanacaktır.
Yetmiş yaşma giren Başgil’de bir âlime has bütün ahlâkî meziyetleri müşahede etmek mümkündür. Hususî hayatında temiz karakterli, dürüst merhamet ve şefkat duygulariyle süslü, iyi niyetli, kanaat ve itidal sahibi, muarızlarına karşı müsamahalı, öfkelenmeyen, mütevazı, sabır ve doğruluğu sadakat ve fedakârlığiyle dostlarına karşı güler yüzlü bir adamdır. İşte onun mânevi portresi.
İlmî ve fikrî şahsiyetine gelince onu, ebediyete intikal edecek büyük bir milliyetçi düşünür olarak görüyoruz.
Bu etüdümüzü Başgil’in çeşitli, dergi, gazete ve broşürlerde yayınlanan makalelerini tetkik ederek hazırladık. Fikirleri daha önceleri tartışılmış olduğundan polemikten uzak kalmayı ilim ve fikir haysiyeti namına şiar edindik.
Başgil’in Hayatı
Ali Fuat Başgil Samsun’un Çarşamba kazasının Sarıcalı Mahallesinin, yerli ahalisinden olan B'ölükbaşıoğullarmdan Hafız İbrahim Efendinin torunu Mehmed Şükrü Efendinin oğludur. 1893 yılında (R. 1309) Çarşambada doğmuştur. İlk tahsilini memleketinde, orta tahsilinin bir kısmını jstanbulda yapmıştır. 1914 yılında ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak dört yıl Kafkas cephesinde savaşmıştır. 1921 yılında Parise giderek «Buffone» Lisesini bitirmiştir.
Sonra:
· 1) Gronoble Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur.
· 2) Paris Hukuk Fakültesinde (La Question des Detroits: Boğazlar Meselesi) mevzuundaki doktorasını başariyle vermiştir. 190 sahife tutan bu eserini 1928 yılında Fransızca olarak Pariste (Pierre Bossuet) yayınevinde bastırmıştır;
· 3) Paris Edebiyat Fakültesinin felsefe bölümünden ve Parts Siyasî İlimler mektebinden diploma almıştır.
· 4) Bilâhare Lâ Haye «Devletler Hukuku Akademisinin kurlarına devam ederek şahadetname almıştır.
Böylece üç fakülte ve bir yüksek mektep (Paris Siyasî İlimler Mektebi) nden diploma sahibi ve hukuk doktoru olarak 1929 sonlarında Türkiyeye, garp kültürünü hakkiyle kavramış bir. münevver olarak dönmüştür.
DEVLET HİZMETLERİNDE
Şark ve garp kültürünü dinamik kafasında mezcetmiş olan. Başgil, Türkiyeye dönünce ilk olarak Maarif Vekâleti Yüksek Tedrisat Umum Müdür Muavinliği vazifesini deruhte etmiştir.
5.930 yılında Ankara Hukuk -Fakültesinde,açılan Doçentlik imtihanına «Hukukta Mesuliyet» adını taşıyan teziyle girmiş ve pek iyi derece ile doçent olmuştur.
Bir yıl sonra aynı fakültenin Roma Hukuku Profesörlüğüne terfian tâyin edilmiş, 1933 yılının sonuna kadar Roma hukuku1 okutmuş, aynı zamanda Gazi Terbiye Enstitüsünde «Medeniyet Tarihi» dersleri' vermiştir. Bu vazifesine ilâveten Mülkiye Mek-tebnde de hocalık yapmıştır. 1933 - 34 senesi İstanbul Üniversitesinin yeniden teşkili üzerine bu üniversitenin Hukuk Fakültesinde Esasiye hukuku profesörlüğüne ve aynı zamanda Mülkiye Mektebi Esasiye ve Âmme Hukuku profesörlüklerine tâyin edilmiştir. Bu arada Fatma Nüveyde hanımla evlenmiştir.
1936 yılında İstanbul Yüksek Ticaret ve İktisat Mektebi (hâlen akademi) nin müdürlüğünü üzerine almış, ilk defa olarak burada ve Hukuk Fakültesinde «İş Hukuku» derslerini ihdas ve tedris etmiştir. Bir yıl sonra İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanı seçilmiş, dört yıl. süren dekanlığı esnasında «Medenî Kanunun XV. inci Yıldönümü» dolayısiyle büyük bir külliyatın hazırlanmasını ve neşrini sağlamıştır. Bundan sonra Ankara Hukuk Fakültesi ve Mülkiye Mektebi (Siyasal Bilgiler Fakültesi) Teşkilâtlı Esasiye Hukuku profesörlüğüne naklen tayin olunmuş, bu arada Mülkiye Mektebi Müdürlüğünü de ifa etmiştir.
1943 yılında Mülkiye Mektebi Müdürlüğünden istifa ederek tekrar İstanbul Üniversitesi Esas Teşkilât Hukuk Profesörlüğüne dönmüştür. 1939 yılında ordinaryüs profesörlüğe terfi etmiştir.
İlk yazıları Cumhuriyet gazetesinde 1943 yılında yayınlanan Başgil o günden beri çeşitli gazete ve dergilerde kültür hâzinesinin kapılarını açarak 200 den fazla etüd ve makale yayınlamıştır!. 1947 yılanda «Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» ni kurarak bu cemiyetin üç yıl başkanlığında bulunmuş, «Hür Fikirler» mec-muasiyle memleketimizde ilmin ve hürriyetin önderliğini yapmıştır; - -
MEMLEKET HİZMETLERİNDE
Doğu ve Batı kültürünün sentezi ile Türkiyede millî kültürû geliştiren ve hür fikirleri cesaretle umumî efkâra yayan Başgil yurd dışında memleketimizi çeşitli yönlerden şerefle temsil etmiştir.
Bu cümleden olarak:
Hatay’ın anavatana ilhakı için 1937 yılının baharında Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti komisyonunda Türk Heyetinin Hukuk Müşavirliğini yapmıştır.
Beynelmilel Devletler ve İdarî İlimler Akademisinin 1942 Berlin Kongresinde, «'Beynelmilel İdarî İlimler Enstitüsü» 19511 yılı Monako kongresinde Türk -irfanının temsilcisi olarak hazır bulunmuştur.
' Pakistanın Karaşi şehrinde 1952 yılı Mayıs ayında toplanan Müslüman Milletler Kongresine iştirak etmiş, «İslâm câmiala-rm birleşmesi» mevzuunda mühim bir hitabede bulunmuştur. Yedi yıl sonra (22 Ocak 1959 yılında) Miraç Kandili münasebetiyle toplanan (Umumî İslâm Kongresi) nde İstanbul Edebiyat Fakültesi Doçentlerinden Dr. Fuad Sezıgin’le 'beraber davet edilmiş, 1960 yılının ilk haftasında Kudüs’e gitmiştir. Yine aynı yıl, «Wies baden» de toplanan Hukukçular Kongresinde bulunmuştur. -
Haksızlıklar karşısında susmamış, gerek tek partili totaliter devimde, gerek çok partili demokratik devirde ve gerekse on yıllık münfesih Demokrat Parti iktidarı devrinde bir ilim ve fikir adamı olarak cesaretle hak yolunda yılmadan yürümüştür. 27 Mayıs 1960 beyaz ihtilâlinin meşrutiyetini gösteren makaleler kaleme almış milliyetçi ve memleketçi bir düşünüşle millî dâvalarımıza hassasiyetle eğilmiştir. «Yeni Sabah» gazetesindeki makalelerinin Anadolu halkı ve aydınlar nezdinde büyük bir hüsnü kabul görmesine mukabil, birkaç politika bezirgânı mâsuna gençleri tahrik ederek aleyhine kampanya açtırmış, bu hâdiseler. üzerine Üniversitedeki Profesörlük kürsüsünden istifasını verip ayrılmak istemişse de Senato’ Hukuk Fakültesi profesörler Meclisi istifasının kabul edilmemesine ittifakla karar vermiştir.
BAŞGİL DE 147 LER ARASINDA İDİ :
Bilâhara Millî Birlik Komitesinin affettiği 147 öğretim üyesiyle beraber Üniversiteden ayrılmış, 10 Nisan 1961 de emek-’ liye -şevki için İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne müracaat etmiştir.
Önce «Yeni Sabah» gazetesinde neşredilen ve bilâhare «Türkiye ve Dünya» adındaki dengi tarafından iktibas edilen — Kurucu Meclis aleyhindeki bir yazıdan dolayı — 1961 yılının Ocak ayı başlarında Örfî İdare makamları tarafından tevkif edilerek önce Harbiyedeki bir hücreye sonra da Balmumcu Çiftliğine hapsedilmiş, hayli zaman devam eden muhakemesinden sonra beraat etmiştir. Bir müddet sonra da Lizbon’da toplanacak olan İdarî İlimler Beynelmilel Enstitüsünün kongresine gitmeden önce, Adalet Partisinin Samsun listesinde müstakil aday olmuş ve 15 E^im 1961 günü yapılan umumî seçimlerde Samsun’dan Senatör seçilmiştir.
O günlerde Cenevre’de bulunan Başgil 18 Ekim 1961’de Cenevre radyo televizyonunda, — rica edilen — bir konuşma yapmıştır. 22 Ekim 1961 günü Cenevreden uçakla hareket eden Başgil kendisini sabırsızlıkla bekleyen Ankara’daki dostlarının, yanma -gitmiştir.
Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması için Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi ve C.K.M. Partisi Senatör ve Milletvekillerinin devamlı ısrarları üzerine buna razı olmuştur. Ancak bazı sebeplerle memleketin selâmeti bakımından senatörlükten dahi istifa etmeği münasip görmüştür.
1962 yılının Mart' ayı sonlarında Avrupaya giden Başgil, oradan milliyetçi ve mukaddesatçı bir gazete olan «YENİ İSTANBUL»a hâtıralarını yazarak göndermiş ve bunlar yayınlanmıştır. (21.8.962 — 10.9.962)
1947 lerin tekrar üniversiteye alınmalarına dair kanun lâyihası T.BM. Meclisinde kabul edildikten sonra üniversitedeki Anayasa kürsüsüne dönebileceği kendisine bildirilmiştir.
BAŞGİL’İN FEYZ ALDIĞI ŞAHSİYETLER
Ali Fuat Başgil Paris’te yüksek tahsilini ikmal ederken bir. yıl müddetle «Türk Hukuk Talebe Cemiyeti» başkanlığında bulunmuştur.
Feyiz aldığı garplı ilim adamdan arasında selence socia'l «ilmi içtima» mektebine mensup Paul .Des Chamlps başta gelir. Ayrıca Paris Siyasî İlimler Mektebinde: Anâne Sicride, Prof. Cheffers, Ekonomist; Prof. Colson. Hukuk Fakültesinde: Gidel, Ekonomist Prof. Charles Riste, Esasiyeci Biuier, J. Barthelmy Rouaste, Le Fur, Paris Edebiyat Fakültesinde. Sosyolog Bouigle’ den dersler almış psikolog Prof. De la Croix, Sosyolog Fauco-net, Terbiyeci Valen, Ahlâkçı Tamin’den çok faydalanmıştır. :
İlim ve irfanından feyz aldığı garplı âlimlerden Ceza profesörü Cuche, Maneviyatçı J. Chevalier, Röllan, Pepi, Marcel Porte de vardır.
HATAY’IN İLHAKI NASIL OLDU?
Hatay Anayasasının metnini Ali Fuad Başgfl kaleme almış ve Hariciye Vekâletinin teşkil ettiği komisyonda görüşülüp kabul edilmişti. Ayrıca Has tay Anayasasına ek olarak Hatay’ın siyasî sitatükosu hazırlanmış ve Cenevre’ye giden heyet orada, Milletler Cemiyeti âzalarmdan teşkil edilen beynelmilel komisyonda dört ay müzâkere edildikten sonra kabul edilmişti. Bundan sonra Hatay müstakil bir devlet olmuş ve ilk hükümet başkanlığını Abdtarahman Melek Bey ifa etmiştir. Devlet Başkanlığını ise Tayfur Sökmen yapmıştır. Bilâhare şanlı ordumuz merhum General Şükrü Kanatlı’nm kumandası altoda Hatay’ı Anavatanımıza fiilen ilhak etmiştir,
O, BİR İLİM ADAMI OLDUĞU KADAR İYİ BİR EDİPTİR DE
Durkheim ekolü mensuplarından Boulgle ve Fauconet Sor-bon’da verdikleri derslerle bu ekolün prensiplerini talebelerine
sevdirmişlerdir. Ali Fuat Başgil en çok L. Duguit’nin realist görüşüne bağlanmış aynı zamanda tarihî ve sosyolojik nazariyeyi benimsemiştir. —
Islâm âlimlerinden en çok İzmirli İsmail Hakkı ile Manastırlı İsmail Hakkı’yı, büyük Islâm fıkıh âlimi Teftazani’yi ve Molla Hüsrevi sevmiş ve takdir etmiştir.
Devlet adamı olarak, en çok Yıldırım’ı, Cevdet Paşa’yı, Koca Reşit Paşayı ve Âli Paşayı sevip takdir etmiştir. Son devrin en büyük devlet adamı olarak Atatürke karşı ayrı bir sevgisi vardır. Başgil bu sevgisini 1928 de Pariste Fransızca neşrettiği «İstanbul Boğazları Meselesi» adlı eserini Atatürke ithaf etmek suretiyle göstermiştir.
Başgilin felsefi şahsiyeti
Fransa’da Gronoble üniversitesi Hukuk Fakültesinden sonra Paris Edebiyat Fakültesinden de mezun olan,Başgil, edebî ve felsefî bilgileriyle hukukî bilgisini birleştirmiş bir ilim, adamıdır. Yazılarında akıcı bir üslûp, insanın içine ferahlık veren çekici bir anlatış tarzı ve edebî zevkle örülmüş parçalara sık sık rastlanır. Yer yer kuvvetli teşbihleri, istiare ve kinaye sanatını makale ve etüdlerinde sezmek mümkündür. İfadesinde tam bir vuzuh vardır.
Yazılarının en mühim, hususiyeti fikir hâzinesinde edebî zevkin parıltıları şeklinde görülen üslûp güzelliğidir. Bunun sebebi lisana olan hâkimiyetidir. Bazan edebiyatımızın fikir cephesi kuvvetli şairlerinden mısra ve beyitler aldığı, bu suretle mevzuu tatlılaştırdığı görülür. Talebeleri için yazdığı (ESAS TEŞKİLÂT HUKUKU) adlı ders kitabında «Devlet, hâkimiyet ve hükümet» bahsini anlatırken bir hükümdarın şu beytini aldığına şahit oluyoruz:
Yeryüzünde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi...
. Bazı yazılarında felsefî ve edebî kültüründen fışkıran koyu bir sembolizm havası sezilir.
Aynı eserde «Parlâmento» yu anlatırken onu bir makinenin esaslı dişlisine benzetir.
«Parlamenter hükümet makinesinin son ve en esaslı -dişli1-si parlâmentodur.» (Shf. 376).
Bu teşbihler, genç hukuk talebelerinin Anayasa derslerini daha -çabuk ve daha kolayca öğrenmelerini sağlamaktadır.
İNSAN, AKLI VE VİCDANİYLE İNSANDIR
'Başka bir eserinde «Fikir ve vicdan hürriyetini» anlatırken «İnsan akliyle ve vicdaniyle insandır.» der ve bu hakikati bir Arap şâirinin şu mısralariyle teyid eder.
Ekbil alânnefsi vestekmil fedâilehâ,
Fe’ente binnefsi, lâ bilcismi insanün...
(Türkçesi: Nefsine, yani akima ve vicdanına teveccüh, et ve onun kıymet ve faziletlerini kemâle erdirmeğe çalış. Zira., sen cismin ve bedeninle değil, fakat aklın ve vicdanınla insansın.)
Tasvir ve tersim kudreti hemen bütün yazılarında renkli, birer tablo çizer gibi kendini gösterir; yazılarını okuyanların hafızalarında kolayca yer eder. Bu tasvir kudretine psikolojik tahliller de girince yazısı tam ibir canlılık ve dirilik kazanır, satırlar üzerinde gözlerinizin yorulmadan, içiniz hiç sıkılmadan akıp gittiğini ve damla damla ruhunuza bir rahatlığın dolduğunu hissedersiniz. Misâl olarak «Türkçe Meselesi» adlı broşürden şu parçayı alalım:
«— 1938 kışında idi, sanırım. Bir gün Üniversite rektörlüğünde, dil meselesini konuşmak üzere fakültelerden, çağırılan' profesörlerden mürekkep, bir toplantı yapıldı. Toplantıda, dışarıdan bilhassa bu iş için gelmiş iki zat da vardı. Müzakere, ü-nivesitenin dil inkılâbı için seferber edilmesi gerektiği yoluıı^ da, hararetli bir nutukla açıldı. Bir aralık söz alarak bu telâşa neden lüzum görüldüğünü; her milletin dili gibi Türkçemizin de kendi yapısının mantığına ve kanununa göre, tekâmülünü yapmakta yenileşip zenginleşmekte olduğunu ve bu gibi işlerde acelenin ve resmî müdahalelerin ilerde dilimizi çetin tenakuzlara sevkedeceğini sorar ve söyler gibi oldum. Birdenbire çehrelerin değiştiğini, müzakere odasının bir mezarlık sükûtu içine daldığını, /başların eğilip herkesin gözucu ile birbirine bakıştığını gördüm ve büyük bir suç işlediğimi anladım,.. Bereket versin ki toplantıya reislik eden zat; hem, beni, hem de üniversiteyi farkında olmıyarak düşürdüğüm müşkül. durumdan kurtarmak çin çabucak sözü başka bir' mecraya çevirdi ve meseler kapandı.. Toplantı sonunda, herkes dağılırken, profesör arkadaşlarımdan biri eğilerek, yavaşça kulağıma geçmiş olsun dedikten sonra, şu meşhur beyti okudu:
Kelâmm fızza ise, sükût eyle olsun zehep
Kemâl ehli kemalâtı sükût ile buldular hep..
1953 yılının temmuz, ayında Üniversiteler Kanununun 46 ncı maddesinin değiştirilmesi üzerine kendisi ile konuşan Yeni Sabah muhabiri Başgil’e:
«— Hükümet teklifinde asıl sizin hedef tutulduğunuz söyleniyor, bu hususta ne diyorsunuz?» diye sorması üzerine merj hum Şinasi’nin şu beyti ile cevap vermiştir:
Bedbaht ana derler ki kim elinde cühelanın
Kahrolmak için kesbi kemal’ü hüner eyler
Ayni beyti, «Akis» adlı mecmuanın, aleyhinde yazdığı yazılar dolayısıyle 26 Temmuz 1960 günü Yeni Sabah’da çıkan «Zaruri Bir Cevap» başlıklı yazısında tekrarlamıştır.
Yine kendisini tenkid ederek, âbide yıkıp şöhret sahibi olmak isteyen, eski bir talebesinin «Akşam» gazetesindeki saldırmaları üzerine şu mısralarla cevap vermek istediğini görüyoruz:
Erbab-ı kemâli çekemez nakıs olanlar
Rencide olur dide-i huffaş ziyadan
(Yani: Olgun kemal sahibi olanı, eksik (nakıs) olanlar çekemez; yarasanın gözü ışıktan rahatsız olur) manasınadır Başgil cevabında, büyük bir tevazu eseri olarak, birinci mısraı almamıştır.
Hulâsa Ali Fuat Başığil’in eserlerinden ve makalelerinden sezdiğimiz edebî cephesi, hayli kuvvetlidir. Aşağıdaki örnekler de bunu takviye ediyor.
PROF. FAZIL İSMAİL PELİN’İN TABUTU ÖNÜNDE
«... Ben senin bu gününde konuşmak değil, manevî huzurun da susmak ve derin derin seni düşünmek isterdim. Fakat çok sevdiğim hoca arkadaşların, göz yaşlariyle yoğurup yolladıkla-
rı son ihtiram ve taziz vediasını, istediler ki sana ben sımayım.
«Zavallı Fazıl! Zalim bir hastalıkla senelerce pençeleştin. Her günün ölümün biraz, daha yaklaştığını gördün, sabrettin,, sessizce inledin; sarardın, soldun. Nihayet karanlıklarda çırpınan fersiz bir mium şûlesi gibi, yavaş yavaş tükenip söndün.
«Gam yeme Fazıl! Bu bir ezelî ve İlâhî kanundur ki, dünya-. ya .gelen herkes gidecek; doğan her can er geç ölecek; sayılı saatler bir gün gelip muhakkak bitecek ve yürekler kanayıp topraklar göz yaşlariyle sulanacaktır.
«Heyhat!., o gün gidenlerle arkadan ağlıyanlar bir gün gelip hep adem, diyarının sonsuz sükûtu içinde buluşacaktır. Ağlama Fazıl! Hayat takvimini kimse uzatıp kısaltamaz. Akacak göz yaşını tabibin ilâcı duduramaz, Ecelin önüne kimse geçemez. Kaderin amansız kolunu hiç bh’ kuvvet bükemez. Hayatın satası, cefasına değmez.
«... Senin Hakka tapan ve haksızlıktan iğrenip üzülen duygulu bir yüreğin; var. Ebediyetlerle yükselen ruhun şad olsun, Fâ zil! Hayatta inandığın Ulu Tanrının rahmeti sana râyegân olsun.
(İst. Ün, Hukuk Fak. Mecmuası, cilt; 11: Sa. 1-2, 945),-den.
MONAKO’DAKİ HİTABESİ
«İdare İlimleri Beynelmilel Enstitüsünün 1951 Nis —Monako kongresi» ne iştirak eden Prof. IBaşgil 31 Mayıs 1951 günü kongrenin kapanış toplantısında bir konuşma yapmıştır. Birkaç cümleyi aynen alıyoruz:
'«... İmdi, güzel Bosıforun koyu yeşil sahillerinde buluşmâ. zevkini tadacağımız iki sene sonraki mes’ut günlere intizaren, Enstitünün Türkiye kongresiride müzakere edilecek meselelere dair daha şimdiden bazı fikirler ileri sürmeme müsaadenizi rica ederim.
«İdare ilimlerinde hedef nedir?
«Bu hedef bir değil birkaçtır. Bunlardan bence başta geleni vatandaşları idarenin iş ve eserlerine, kanun ve otorite zoruyla değil, ruhan ve gönül arzusu ile teşvik etmek, bu iş ve eserleri 30 vatandaşlar ile idarenin müşterek malı yapmak için en yerinde ve yaraşan imkân ve vasıtaları araştırıp bulmaktır.
«Bundan .slonra ikinci ve belki daha mühim olan moral mesele gelir ki, kısmen idare personelinin meslekî terbiyesi, kısmen de umumî memleket ahlâkiyatı meselesidir. Bu d!a fikrimce, hülâsasını şu noktalarda bulur:
· a) İdare usûl ve kaidelerinin, tesisi ve tatbikinde hakkaniyeti hâkim kılma ve idare edenlerde adâlet duygusunu kökleştirme imkânlarını aramak.
· b) İdare -edenlerin devlet nüfuzunu ve idarie teşkilâtı ve cihazlarını siyasî ve ideolojik hedeflere tevcih etmelerine ve tazyik vasıtası olarak kullanmalarına mâni olacak tedbirler bulmak,
· c) İdare personelinin şahsî ve meslekî ahlâk ve terbiyesini' ' yükseltme çarelerini düşünmek,
· d) Halkta birlik ve vatandaşlık duygularının, umumî ve müşterek menfaat sevgisinin inkişafı imkânlarını temin etmek,
«İdare ilimlerinden, bunlar arasında hususiyle sosyoloji, kollektif psikoloji, sosyal ahlâk ve terbiye gibi disiplinlerden halli beklenen başlıca meseleler bunlardır, fikrindeyim,
(Hukuk Fak. Mec. Cilt: XVHI, 1951, Shf. 530.)
İSLÂM KONGRESİ
Pakistan’da 1952 yılı baharında yapılan İslâm: Kongresine iştirak eden Başgil, (10 Mayıs 1952) yolculuk notlarını güzel bir üslûpla ve harikulade bir edebî tasvirle kaleme almıştır. Seri: halinde, bir mukaddesatçı günlük gazetede neşredilen hu notlardan şu cümleleri örnek olarak alıyoruz.
İSLÂM KONGRESİNE GİDİŞ
«Ortalık ışımağa başladı. Akdenizin açık mavi sularının üstündeki havalarda idik. Güneş doğarken biz de bir hava meydanına yaklaştık ve bir şehrin kenar mahallelerini görmeğe başladık. Burası, Osmanlı İmparatorluğumuzun güzel vilâyetlerinden Beyrut şehri idi.
«'Hava meydanında geziniyor, etrafa bakmıyoruz. Yolculuk
arkadaşım ve muhterem dostum Demirağ, hasret ve hicran ile Beyruttan bahsediyor; vaktiyle dayısının bu şehirde memur olarak kaldığını; Birinci Cihan Harbinde azgınlaşan Arap Fanatiklerinin bir suikastına kurban gitmek üzere iken onu İstanbula almağa nasıl muvaffak olduğunu anlatıyordu.
«Asırlarca Türk hâkimiyeti altında yaşamış olan o topraklarda bu hâkimiyetten eser görmek istiyor, etrafa bakıyor, gö-lliIİKBÎt remiyordum. '
. «... Bir saat sonra tekrar havalandık. Artık iskelesiz bir uçuşla on bir saat uçacak ve bunun hiç olmazsa altı, yedi saatini, cahil bir zümrenin hırsı ve inada yüzünden mahvolan imparatorluğumuzun uçsuz bucaksız toprakları üstünde geçirecektik.
«Kâh uyudum ve kâh dalgın dalgın kızgın dağlara, kum çölleriyle çevrili vahalara saatlerce bakakaldım. Düşündüm: Asırlar boyunca ordular çarpışmış, medeniyetler kurulup mamureler yükselmiş, acıklı göçlere ve akmlara sahne olmuş tarihî topraklar üstünde uçuyorduk. Kimbilir aşağıda hâlâ ne can lar yanıyor, ne hânumanlar sönüyor, ne ümitler parlıyor.
«Gökyüzü 'gittikçe kızdı. Tayyaremizin içinde bunaltıcı bir hava peyda oldu. Ceketlerimizi çıkarmağa, boyun bağlarımıza çözmeğe mecbur olduk. Tayyarenin, dilber garson kızı yüreği yanan yolculara portakal suyu, limonata yetiştiremez oldu. Sıcak mmtakaya girdik, yaklaşıyoruz, dediler. Çok geçmedi uçsuz bucaksız muhacir evleri göründü. Nihayet, geniş ve modern bir hava meydanına indik. Artık 'Pakistan devletinin federal merkezi olan Karaşi şehrinde idik »
Yukarıdaki yolculuk hâtıralarına dair yazdıkları, edebiyat kitaplarına geçecek ve genç nesle sunulacak önemi taşımaktadır. Biz, edebî kıymetini takdir ettiğimiz Başgil’in fikir ve ilim, adamı hüviyeti yanında harikulade bir ifade kuvvetine ve edebî üslûba mâlik olduğunu müşahede ettik. Edebiyatçılarımızın da aynı fikirde olduklarını tahmin ediyoruz.
' KANUNLAR HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
' ' Başgil’e göre kanun: «Her şedden: evvel, insanlara dürüst düşünen aklı mantığını gösteren, iyilik ve adalet hisleri telkin ed-’&h bir İçtimaî ahlâk ve terbiye kitabıdır ve böyle olmak lâzım gelir.»
’ Başıgile göre bir memleketin kanunları ikiye ayrılır:
· 1 — Hakkaniyet kanunları
· 2 — Siyaset kanunları.
Ona göre: «Hakkaniyet kanunları, yakından' ve uzaktan, insan hakları hududu'içindeki prensiplere bağlanır ve bu prensiplerin bir nevi tatbikatı demek olur.»
Hakkaniyet kanunlarının özelliklerini şu noktalarda toplamıştır:
' a) «Bu kanunlara aykırı hareket, failin ahlâkî redaatini gösterdiği için her zaman ve her yende cezalandırılmıştır.»
· b) «Bu kanunların ekserisi cemiyet fertlerinin insanlık, vicdanında saklıdır.»
· c) «Bunları kanun koyucular icat etmez. Onlar bu kanunları sadece formülleştirip meydana koyar.»
Siyaset kanunları;
«İnsan haklarının hiçbrine bağlanmayan; bilâkis bu haklara kâh aykırı ve kâh yabancı kalan kanunlardır.»
Siyaset kanunlarının hususiyetleri:
· a) «Bunlar hakkaniyet kanunları gibi cemiyetin temel direkleri değildir.»
· b) «Bunların ferdin insanlık vicdanında yeri yoktur.»
· e) «Yalnız memleket içinde carîdirler.»
ARALARINDAKİ FARKLAR VE AYIRIMIN FAYDALARI:
«Hakkaniyet kanunları, vatandaşın insanlık vicdanında saklı kaideler olduğu için şahsî ve gayri mülkîdir. Nerede olursam, olayım; başkasının canına, mal ve mülküne, şeref ve .itibarına hürmet etmekle mükellefim. Bu bir insan hakkı, ve hakkaniyet kanunudur. Bu kanunun yüklediği mükellefiyetin ne siyasî, ne de coğrafî bir hududu yoktur.»
«Buna mukabil siyaset kanunlara sırf mülkî ve gayri şahsîdir. Bunlar dayandıkları polis ve zabıta kuvvetlerinin uzanabildikleri yerlerde, yani yalnız memleket içinde carîdirler. Vatandaş Türk hudutları dışında herhangi bir politika kanununa riayetle mükellef değildir.»
İBaşgil umumiyetle kanunu, vatandaşların müşterek nza ve muvafakatleri eseri, ferdî hak ve hürriyetlerin hududunu tâyin eden gayri şahsî ve objektif ölçüler (kaideler) olarak vasıflandırmaktadır.
ANAYASA MESELESİ: ESKİ 1924 ANAYASASI
BİR İHTİLÂL KANUNU İDÎ
Siyasî partiler arasında 1947 yılında cereyan eden fikir mücadeleleri arasında Anayasanın tâdili meselesi de vardı. Bu mevzuda (Vatan) gazetesinin Anayasa anketine Prof. Ali Fuad Başgil o zaman isabetli ve enteresan cevaplar vermiş ve yeni bir Anayasaya olan ihtiyacı, belirtmiştir.
Sual: 1 — Bugünkü Anayasalım bir ihtilâl kanunu olduğu ve değiştirilmesi gerektiği hakkında bir cereyan görülmektedir., Siz şahsen bu fikirde misiniz?
Cevap; —• Evet, Anayasayı ihtilâl kanunu diye vasıflandırma son günlerin modası oldu.
Her Anayasa hem bir taraftan yıpranan kuvvetlerin^ iman ve ideolojilerinin mezarı hem de diğer taraftan, yeni bir kuvvet hamlesinin, dinç bir iman ve görüşün beşiğidir.
Sual: 2 — İkinci bir meclise taraftar mısınız?
Cevap: — Taraftarım İkinci bir meclis devlet hayatında istikrar temin eder ve vatandaş hak ve hürriyetlerinin beşiği olur. İyi kanunlar yapılmasını sağlar ve parti ihtiraslarını frenler.
Yalnız, ikinci meclisin, eski Kanunu Esasimizin sistemindeki ayan şeklinde değil; ülke esası üzerinden vilâyetleri temsil etmek ve muayyen müddet zarfında âzası yan yarıya yenileşmek üzere, iki dereceli seçimle intihap edilmesini ve bir sih salâhiyeti tanınmalı mıdır? Niçin?
«Cevap: — Yetkilerini bilmiyorum ama salâhiyetleri kâfidir.
«Devlet reisine bakanları azletme salâhiyeti tanınmalıdır. Çünkü bu salâhiyeti haiz clmıyan devlet reisi muvazene ve ahenk mihveri olmaktan çıkar.
«— Devlet reisinin başbakan ve bakanları re’sen azletmeye hukuken salâhiyeti vardır ama bu salâhiyeti kullanmak hem güç, hem de siyasî bakımdan tehlikelidir--.»
Sual: 4 — Cumhurbaşkanının fiilî parti başkam olamıya-cağı hakkındaki kanaatiniz nedir? Bu prensip fiiliyatta nasıl tatbik sahasına konabilir?
Cevap — Bizce devlet reisi bu sıfatı taşıdıkça, faal particilikten uzaklaşması ve parti mücadelelerinin üstünde kalması memleketin selâmeti bakımından lâzımdır. Devlet reisini meclis müzakere ve münakaşalarına iştiraktan. men eden 32. madde bu hükmü ile reisicumhurluk makamını partiler üstüne çıkarmak istemiştir. Şu da var ki, demokraside kaide, umumî mütehassıslar heyeti halinde bir «Cumhuriyet Meclisi» yahut şûrası olmasını tercih ederim. (Bu ideal görüş de az bir değişiklikle yeni Anayasamıza girmiştir.)
Sual: 3 — Reisicumhurun bugünkü yetkileri kâfi midir? Reisicumhura kanunları veto hakkı verilmeli yahut meclisi fe-efkâra hoş görülmeyen bir şey üzerinde ısrar edilmez.
KARİKATÜRÜN ÖNEMİNDEN BİR FIKRA:
«KARNAVAL SEZARI»
Hukuku ve Anayasayı mücerret kaideler bütünü olarak dleğil de tarihî, İçtimaî, manevî ve ideal prensipleriyle yıllarca talebelerine sevdirmeğe çalışmış olan Başgil, bir mevzuu ele alırken realiteleri' göz Önünde bulundurmağı ihmal etmemiştir.
Talebelerine «Millet meclisinin kanun, koyma salâhiyetlerini hudutlayan moral ve mantıkî bağlar mevzuunu ciddiyetle anlattıktan sonra basının ve bu arada karikatürün önemini de şöyle anlatıyor:
«İktidarın yanlış hareketlerini alaya, almak ye. bunları: kalemle, veya sözle, karikatürize edip halkı güldürmek, .en tesirli bir tenkid şeklidir ye iktidar . adamlarını en. -çok yıpratan bir mücadele. vasıtasıdır,,
«Vaktiyle İtalyan diktatörü Müssolini’nin Afrika’daki İtalyan.. müstemlekelerini, eski Roma İmparatorları haşmetiyle ziyareti sırasında bir Fransız, gazetesinde şöyle bir karikatür çıkmıştı:
< «Duçe beyaz bir at üstünde, sırmalı üniformaları ve altın kılıflı kılıcı ile etrafına mağrurane bakışlar salıyor. Karikatürün altında şu cümle yazılmış: «Karnaval Sezarı.»
«Rivayete göre, Mussolini, bu karikatürden çök üzülmüştür. Bazı milletlerde çok inkişaf eden bu ten-kîd şekli, bizde pek az gelişmiştir.»
YILLARCA ÖNCE
Kurtuluş çaresini bulun âlim
Başgil 1948 de yazdığı iki makalede, demokrasimizin. siyasî ve hukuî buhranlardan kurtulması, için bir (Millî Birlik Mec--lisi)nin kurulmasını istemişti.
Türkiye çok partili rejime (girdikten sonra demokratik mü-esseselerdeki çürüklerin acılan milletçe duyulmağa başlamıştı. 17.10.1948 de 13 vilâyette yapılan ara seçimlerine, o zamanki iktidar karşısında muhalefet yapan «münfesih D.P. iştirak etmemiş, bu yüzden seçime iştirak nisbeti yüzde 20 nisbetinde olmuştu. Muhalif partinin seçime girmemesine rağmen yine bir çok yerlerde türlü yolsuzluklar olmuştu. Meselâ:
«•— îstanbulda Sultanahmet — Cankurtaran mahallesinde iki yıl evvel ölmüş olan bir adamın seçim defterinde kayıtlı, olduğu hayretle (görülmüştür. (Bak: Vatan gazetesi, 18 Ekim 1948).
« — Bazı yerlerde tasnifi alenî yapmak istemeyen ve bulunduğu mahallin kapısını kapamak isteyenler (görülüp şikâyet edilmiştir.»
«— Gazhanede Hürriyeti sokağındaki 23 çöpçünün, hürriyetlerine tecavüz edilip zorla sandık başına götürüldükleri öğrenilmişti.»
.'«Yozgat’ta müstakil olarak seçime iştirak edip, milletvekili seçilen Niyazi Ünal’ın mazbatası: «Enken geldi, (geç kaldı, defterde imza yok!» igibi bahanelerle iptal edilmişti.
Vatan gazetesinde 2 Aralık 19'48 -günü «Yeni Bir Millî Mi-sak Kurmalıyız» başlıklı bir başmakale neşreden Ahmed Emin Yalman politikacılara şu suali soruyordu:
«Hangi yolu tercih ediyorsunuz? Her istikametten etrafınızı saran tehlikeler karşısında şahsî gurur ve ihtiras oyunla-riyle vakit öldürmenin ağır tarihî mesuliyetini mi? Yoksa açık alınla ve elbdrliğiyle, Türk milletini lâyık olduğu istikbale kavuşturmanın şerefini mi?»
Bu makalede memleketimizin bir çıkmazda bulunduğu, iktidar partisinin menfi, tereddütlü, kararsız siyaseti olduğunu uzun uzun izah ettikten sonra:
•«Yeni bir çalışma, millî misâk dâvayı kökünden halleder. Hele biz milletçe kendi aramızda anlaşalım Makul bir seçim kanunu hazırlıyalım hiçbir kuvvet sırtımızı yere getiremez, tarihimizin şanlı ve parlak bir devri derhal başlar» deniyordu.
ELLER YIKANMALIDIR
Bunun üzerine üç gün sonra Ahmed Emin’e Vatan gazetesinde Ord!. Prof. Ali Fuad Başgil imzasiyle bir açık mektup neşredildiğini görüyoruz.
«Kurtuluş çaresi başlıklı bu çok dikkate şayan yazıda ana fikir olarak millî misâkın partilerle değil, ^milletin hakemliğine müracaatla» mümkün olabileceği ve en büyük ve en mukaddes millî misâkın Anayasa olduğunu sarahatle anlatıyordu. Millî misâkın, emniyet ve itimat istediğini bu 'bakımdan Vatan baş yazarından, görüş itibariyle ayıt düşündüğünü yazan Baş>-gil:
«Bugün bir millî misâkı yapabilmek için evvelemirde eldivenler çıkmalı, eller güzelce yıkanıp silinmeli ve bundan sonra el tutuşmalıdır. Bir muahede veya misâkın kuvvet ve kıymeti ne yazılı olmasında, ne de tumturaklı ifade ve beyana bürünmesindedir; fakat tutuşan ellerin temizliğinde ve kucaklaşan bağırların sakladığı yüreklerin bütünlüğündedir» diyor ve yegâne kurtuluş çaresinin, «milletin hakemliğine müracaat» ile yeni bir Anayasanın hazırlanması için bir «Millî Birlik Meclisi»nin teşkil edilmesi olduğunu hukukî ve sosyal bir görüşle belirtiyordu.
Ali Fuad Başgil’in tâ 1948 yılında düşündüğü ve serdettiği milleti kurtarıcı fikir ve prensipler 27 Mayıs '1960 da tatbikat sahasına intikal etmiştir. Aşağıda jbunu kendi kaleminden okuyacağız:
MİLLİ BİRLİK MECLİSİ
«I — Şimdilik (5.12.948 deki) Meclis, seçim kanununda memleketi tatmin edecek ve seçim emniyetini sağlayacak şekilde düzeltmeler yapmalıdır.»
<«II — Şimdiki Meclis Anayasaya ek kir Anayasa maddesi kabul, etmeli ve bu ek madde aşağıdaki hükümleri ihtiva etmelidir:»
· 1) Anayasa ek maddesinin kabulü tarihinden itibaren, şimdiki meclis, vazifesinin nihayet bulduğuna karar vererek dağılacaktır.
· 2) Yerine müessesin heyeti mahiyetinde ve geniş salâhiyetle mücehhez bir (Millî Birlik Meclisi) seçilip kurulacaktır.
· 3) Millî Birlik Meclisi içinden bir icra komitesi yahut bir «Millî Birlik Hükümeti» çıkacaktır. (27 Mayıs 1960 millî inkılâbından sonra Temsilciler Meclisi teşkiline gidilmiştir. Böylece Başgil’in yıllarca önceki fikirleri tahakkuk etmiştir.)
· 4) Millî Birlik Meclisi ve Hükümeti müşterek bir anlayış ve program dahilinde elele vererek maziyi tasfiye edecek ve işlenmiş hatâlar varsa bunları düzeltecektir. Bu meyanda bilhassa:
a) Millî temsil esasına ve kuvvet muvazenesi mantığına uygun normal bir Cumhuriyet rejimi kurmak ve millî hükümeti garantiye bağlamak için, bugünkü Anayasada gereken tadilleri yapacaktır. Bu cümleden olarak:
— İkinci bir meclis teşkili — Mebuslar meclisinin feshi usulü —, Devlet reisinin vazife ve salâhiyetlerinin daha normal esaslara göre tayini — Vatandaş hak ve hürriyetlerinin teminatı — Anayasanın ikinci maddesindeki prensiplerin demokratik bir zihniyetle yeniden gözden geçirilmesi, kanunların Anayasaya aykırılığı meselesindeki salâhiyet merciinin tayini —- Anayasanın tadili hakkındaki şart ve şekillerin daha garantili 'bir* surette yenidien' tanzimi,! gibi muallâkta dürân anayasa meselelerimizi hâil edecektir.
b) Bugün - 1948 - Anayasa ve demokratik ruha aykırı kanunlar varsa, bunları ilga, tâdil ve tashih edecektir. (Nitekim hâlen T.CB.MM. antidemokratik kanunları tasfiye etmeğe; çalışmaktadır.)
· e) İktisadî ve malî siyaset bakımından devletçiliğe, yeni bir veçhe verilecektir.
· d) Dinî, felsefî ye .siyasî akide ve kanaatlere müdahaleyi ta-zammun eden kanunlar' varsa, bunların tefekkür ve vicdan Hürriyeti bakımından ye memleketin terakki ve medeniyet ybîttri-diaki gayret ve temennileriyle telifi ıkabih olacak surette yeniden gözden geçirilecektir.
· e) Merkeziyet ve bürokrasi usuliyle amine hizmetlerinde gevşeklik, lâubalilik: ve mesuliyetsizlik doğuran esasları kökünden tasfiye edecektir.
· f) ••• Maarif siyasetini ve bu siyasetin dayandığı «tek devlet kitabı» usulünü cezri bit şekilde tasfiye edecektir '
· g) Türkçeyi uğradığı tecavüzlerden ve politikacılar' elinde oyuncak olmaktan kat’î surette kurtaracaktır.. (Bu fikrini Türkçe Meselesi adlı 31 sahifelik bir broşürde aynı yıl genişçe anlamıştır.)
· h) Eğer halde ve yakın mazide memleket işlerinde bir sui idare ve suiistimal varsa, bunun mes’ullerini bulup yeni esaslar üzerinden teşkil edilecek bir'Yüce Divana sevkedecektir.
· 5) Bütün bu işleri bitirdikten sonra «Millî Birlik Meclisi» dağılacaktır.
. 6) Bunun yerine kabul 'edilen yeni esaslar dairesinde, yeni ve normal parlâmento seçilip kurulacaktır.
«Kurtuluş Çaresi» adlı tarihî ve sosyolojik makale şöyle bitiyordu: -
«İşte sayın Yalman, benim kanaatlerimin hülâsası Budur' Yukarıda sıralanan dikenli ve pürüzlü işler, ele - ayağa batât ve herkes iğneli fıçida imiş gibi dururken, yâni hâlâ mazi, İstikbâle, çullanır bütün karanlığı İle devam ederken bir millî birlik inisakmâ ümit (bağlamak, af (büyürünüz, çölde'serabı su sanmaktır.» (Bak; Vatan,, 5.12.948).
Bu fikirler. Başgil’in ne kadar ileri görüşlü olduğunu gösteriyor. Ancak tatbiki gecikmiştir. Müellif aynı düşünce ve görüşlerini 1956 yılında (Vatandaş Hak ve Hürriyetlerinin Korunması ve Anayasa Meselesi) adlı eserinde daha genişçe ‘kaleme almıştı; fakat iktidarı elinde tutanlar onun " dehâsından, faydalanmasını bilmemiş ve 27 (Mayıs 1960 da yıkılmışlardır,;, 28 Nisan, günü cereyan eden üzücü hâdiselerden sonra o zaman-' ki devlet ricali Başgil’i Ankaraya çağırmış, kendisinden fikir ve tedbir sormuştur. Heyhat ki iş İşten‘geçmişti!
KANUNLARIN RUHU VE İSLÂM
Fransız düşünürlerinden Montesguieu, «Kanmaların Ruhu» adını taşıyan eseriyle şöhret kazanmıştır. Bu feylesof, Cumhuriyetin (fazilet), aristokrasinin (sadakat) ve diktatörlüğün işaretinin de (korku) olduğunu inandırıcı bir ifadeyle anlatır.
Montesquieu milletlerin kaderi üzerinde: «filer millet lâyık olduğu hükümeti bulur.» diye hüküm! yürütür. Başgil «Esas Teşkilât Hukuku» adlı eserinin (Yan Doğrudan Hükümet) bahsinde Fransız müellifinin yakardaki sözünü naklettikten sonra:
«Halbuki İslâm Peygamberi Hazreti Muhamrhed: (Salla'llâhü aleyhi ve sellem.) aynı hakikati asırlarca evvel: «Siz nasıl ise-' niz, öylece idare edilirsiniz.» şeklinde daha güzel ifade etmiştir.» demek suretiyle, batılı müelliflerden." önce İslâm’da gerçek demokrasinin ve dürüst hükûmetin daha iyi değerlendirilmiş olduğunu anlatmak istemiştir.
Talebeleri için yazdığı eserde Başgil, «İslâmın Hukuk ve Devlet Esasları» başlığı altında uzun bîr bahsi bütün şumulü ile tetkik ederek Ctumhııriyet devrinde İslâm hukuk nizâmını en iyi bir tarzda yeni nesillere sunmuş bulunmaktadır.' (Tafsilât için' bakınız: Başgîl, Esas Teşkilât Hukuku Dersleri, Shk 65 - 105, 1960, İst).
MAKALENİN YANKILARI
On gün sonra A. Emin Yalman (Vatan) da neşrettiği bir yazıda Ali Fuad Başgil’e hitaben:
«Çizdiğiniz yol; İlmî ve hukukî bakımından hiç itiraz kabul etmez. Fakat bu yolu takip etmeğe acaba vaktimiz var mıdır?» diyor ve fikir dağınıklığı içinde:
«Dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir zaman; iktidarın feragat ve dürüstlük göstermesi diyen bir mesele yoktur,» sözleriyle (Millî Birlik Meclisi) nin kurulamayacağını imâ ediyordu.
Ama tarih, böyle isabetli bir düşüncenin sahibi olan Ali Fuad Başgil’in yüzüne gülmüş, seçimle olmasa bile millî bir inkılâpla (Millî Birlik Meclisi) 1960 da kurulmuştur.
Bir müddet sonra Hüseyin Cahid Yalçın, (Ulus) gazetesinde neşrettiği bir yazıda Anayasanın tadil edilmesini istiyordu. Fakat politikacılar, bu işi seçimden sonra yapmağı uygun buluyorlardı. (Bak: Ulus 20.12.1948).
GAZETE TEMSİLCİLERİNİN BEYANNAMESİ
Hüseyin Cahid’in Anayasayı tadil teklifi C.H.P. meclis grubunda Çoruh milletvekili Ali Aıza Eren’in bir takriri ile fırtına koparmıştır. Takrirde:
«H.C. Yalçın grup başkan vekili olarak bu teminatı nasıl verebilir? Bu iş kurultayın hakkıdır.» deniyor ve Yalçın takbih ediliyordu.
Halbuki Yalçın (1948 de) Türk gazeteciler birliği başkanıy-dı ve 22.12.1948 de bu birlik 11 gazete sahibinin imzasiyle Anayasanın tâdilini isteyen sert bir deklarasyon yayınlıyordu:
«Aşağıda imzalarını vaz etmiş bulunan biz İstanbul gazetecilerinin mümessilleri yurdumuzdaki demokratik inkişafın ve kurulacak olan müteaddit partili rejimin, millî birliği bozmayacak, murakabeyi en iyi tarzda işletecek, vatandaşlara demokratik hayatın istikrarlı nizamını temin edecek, kuvvetlerin ayrılığı esasına dayanan dâvanın bir Anayasa tâdiline taraftar olduğumuzu; bu fikri partiler ve programlar fevkinde millî bir dâva olarak telâkki ettiğimizi ve bu dâvanın tahakkuku için elimizdten gelen her türlü, müzahereti esirgemiyeceğimizi Cumhuriyetten D. Nadi, Hergün’den E. Gürtunca, Hürriyetten Sedat Simavi, Son Postadan S, R. Emeç, Son Saatten (B. Dülger, Tandan Ali Naci Karacan, Tasvirden C. Baban, Vatandan A. E. Yalman ve Yeni sabah gazetesinden Reşat F. Yüzüncü imzalamıştı. Bunlar, gazete mümessili şahıslardı.
Gazeteciler Birliğinin beyannamesine devrin C.H.P. Başkan Vekili Hilmi Uran cevap veriyor ve «Demokrasimizi tekâmüle götürecek her mütalâa ve gayretin memleket hayrına olacağını» bildiriyordu, ama hal çaresini söylemiyordu. Keza 2,6 Aralık 1948 de «münfesih» D.P. de basm beyannamesine cevap vermiş «bu yeni hamleyi demokratik inkişafımızın ehemmiyetli bir adımı telâkki etmekteyiz.» diyerek aynen, C.H.P. nin görüşünü tekrar ediyor, fakat nihaî sözü söylemiyordu.
Başgil 29.12.1948 de Vatanda (Anayasa Dâvamız) adlı yeni bir makale kaleme alarak «Anayasanın tek meclis sistemi tek parti icap ettirmiyeceği gibi, çok partili bir siyasî hayatla da tezada girmez» diyordu ve tâdilin lüzumuna tekrar işaret ediyordu.
BAŞGİL VE POLİTİKA
Başka bir etüdümüzde görüleceği gibi politikayı fiilî ve fikrî olarak ikiye ayıran Başgil, politikayı «İnsan cemiyetlerini idare etme san’atı olarak, müstesna bir yaratılış ve kabiliyet isteyen yüksek bir iştir ve her iş gibi, bu da bilgi ve kültür ister.» şeklinde izah etmektedir.
Çeşitli fakültelerde, bilhassa İstanbul Hukuk Fakültesinde Esas Teşkilât hukuku gibi fikrî politikayla en çok alâkası olan bir hukuk kolunu tedris etmiş
riyl-e'belirten ikinci makalesi, 16.1.1949 günkü (Vatan) da. yayınlanan «Anayasamız,niçin tâdile muhtaçtır?» başlığını taşıyordu;
İçtimaî realiteleri iyice kavramış olan ve eski Anayasanın' Türkiyede. organize bir demokratik devrin kurulmasında hiç bir faydası olmıyacağını çoktan anlamış olan müellif o zarnan diyordu ki: .
«ıBu kanun, kayıtsız ve şartsız millete mal -ettiği hâkimiyetin kullanış şekil ve şartlarını iyice tayin edip «organize» bir demokrasi kuramamlıştır. Neticede bu noksanın kurbanı olarak senelerce omuz verdiği hükümetlerin gölgesinde. yaşamağa mahkûm olmuştur. Olacaktı, zira bir Anayasa için sadece hâkimiyet milletindir demek kâfideğildir. Tek başlı bir hünkâr yerine, millet diye bin başlı bir hükümdar oturtmak; saltanat tacını hünkârın başından alıp, millet mânevi şahsı diye tasavvur olunan zihnî bir mevcudun başına geçirmek, gerçi şairane bir hayaldir, fakat bir gaye değildir. Millet, hâkimiyeti rejimi olarak demokraside gaye, millet, fert ve nesillerin huzur ve selâmetini, hak ve hürriyetini korumaktır.»
Millî hâkimiyet mefhumunun İlmî izdhmı yaptıktan sonra, eski Anayasanın eksik ve kusurlu olduğu neticesine varıyor ve; «Tâdil edilmeğe, evvelâ hak ve hürriyet, saniyen de nizamlı bir devlet hayatı için teminatlı müesseselerle bezetil-meğe muhtaçtır.» hükmünü vaz ediyordu.
Bizde, Anayasaların geçirdiği tarihî seyir ve tekâmüle temas ettikten sonra «tek meclis mutla-kiyeti» nin «meclis hükümranlığını» ihdas ettiğini açık -delilleriyle belirtiyor. Sonra Anayasanın devlet hayatımlızda meydana getirdiği çıkmazlardan en mühimine işaret ediyordu:
«Farzediniz ki günün birinde meclisle umumî efkâr arasında derin bir tezat ve bir uçurum hasıl olsun ve Meclis memleket muvacehesindeki nüfuz ve itibarını kaybetsin. Böyle bir halde eğer farzettiğiniz bu mecliste hâkim elan ekseriyet inat ederse, seçimlerin yenilenmesi ve millet iradesinin zuhuru için Meclisin normal müddetini yani dört senenin bitmesini . bek-iemekten başka çare yoktur. Fakat bu halin tamamiyle memleket zararına olduğu ve sulhü tehdit ettiği aşikârdır1,» diyordu. (Bu faraziye 1960 da «hakikat» olacak ve karşımıza bir kılıç gibi dikilecekti, sanki Başgil 11 yıl önceden bunu sezmişti.)
olmasına rağmen politikaya karşı hiç de yakmlîl. duymamıştır. Tabiî burada bahsetmek istediğimiz fiilî politikadır; Yani siyasî bir partiye mensup bitip,-bir gayeye matuf' olarak (iktidara gelmek veya iktidarda başarı kazanmak gayeşine uygun olarak) faaliyette bulunmak, Böyle bir arzuya kapılmayan. Baş-gil, hususî konuşmalarında kendisini siyasî bir parti ye girmeğe icbar eden dostlarına karşı daima:
«— Benim siyasî ihtirasım yoktur. Politika ise ihtirastan hâli -olmaz.» şeklinde cevaplandırmıştır.
Netekim Başgil’e 1945 yılından beri bir defa C. H.P. mensupları, beş defa da münfesih Demokrat Partisi liderleri milletvekilliğine adaylığını koymasını teklif ettikleri halde bunların hiç birine müsbet cevap vermemiştir. Bu mühim noktada sebep aramak icap ederse onun şu fikirlerini gözden geçirmek lâzımdır:
«Politika heveskârlığı bir iptilâchr ve iptilâların en müthişidir. İçine politika kurdu düşen insan, kıvrım kıvrım kıvranır da bu iptilâdan vazgeçemez. Bunun sebebi, devlet personeli içinde politikacının avanta ve imtiyazlarının hepsinden daha geniş ve yiiksek-olmasıdır.»
Politikacılığın hiç bir tahsil ve staj şartına bağb olmayan yegâne meslek olduğunu külfet ve meşakkatinin az olduğunu, hattâ kazançlı ve imtiyazlı bir yol olduğunu belirten Başgil:
«Zamanımızda politikacılık... arıların bal kova- . mna üşüşmesi gibi, insanların biribirini iterek politikaya itişmesi» dir. Buna karşı: «Politikayı memleketin en seçkinlerinin işi ve vazifesi haline getirmek» idealini koymaktadır.
1924 ANAYASASININ TÂDİL FİKRİ KUVVETLENİYOR
Başgilin 1924 Anayasasının tadili zaruretini kesin hatla İkinci çıkmaz olarak devlet reisi ile Mecliste hâkim olan ekseriyetin ihtilâfa düşmesi hâli gösteriliyordu. O zamana kadar «fiilen hâkim olan şef idaresi» ni tenkid süzgecinden geçirdikten sonra « Anayasamızın eksik ve hatâlı olması ve tatbik kabiliyetinden mahrum bulunması»m buna sebep olarak gösteriyordu.
Başvekil, Reisicumhur ile Vekiller arasındaki münasebetleri genişçe izah ettikten sonra, vekillerin meclise karşı mes’ul olduğunu; halbuki vekillerin Başvekilin seçimi ve Cumhurre-, isinin ta,sdiki ile işbaşına geldiklerini hatırlattıktan sonra:
«Fakat ne yapalım ki sistem tezatlariyle dolu bir Anayasa karşısındayız ve Cumhurreisine Vekilleri tayin selâhiyeti veren bu kanunun azil selâhiyetini de vermiş olmasını kabule hu-, kuk mantığı bizi zorlamaktadır» diyordu.
Anayasanın değişmesi mevzuundaki ikinci makalesini 20.7.1949 günü Vatan’da yayınlayan Başgil; çift meclisin lüzumuna işaret etmiş, tek meclis rejimini şiddetle tenkid ediyor ve: ; '
«Görülüyor ki, Anayasamızın (tek kuvvet) ve (tek meclis) sistemi biçilmiş kaftandır ve bugünkü Anayasa usulünün içim de Türkiye’de çok parti usulünün yeri yoktur.» diyordu.
Makalesinde tarihî misallerle tek meclis sisteminin mahzurlarım ve Anayasanın çok partili nizama uygun olmadığını kesin bir lisanla ifade ettikten sonra;
«Fakat bundan sonrası için karar vermek zorundayız. Bugün görüyoruz 'ki, tek parti ve tek şef . usulü çok iyi gelişen kaftana çök partili rejim, sığmıyor. Şu halde yapılacak iş, ya eskiyi devam ettirmek - ki buna bugün için imkân yoktur - yahut kaftanı yeniden söküp dikmek; çok partili ve muvazeneli bir demokrasi' bünyesine gelişecek surette tamir etmektir» diyordu.
TADİL FİKRİ CHP. MECLİS GRUPUNDA
Bu makaleden üç gün sonra Haşan Saka kabinesinin sukutu üzerine kurulan Şemseddin Günaltay kabinesi CHP. meclis grupunda «gizli reyle» itimat reyi aldı. Grupta ağır tenkidlerde bıflunan Erzincan mebusu Behçet Kemal Çağlar:
«Artık ağzımızla kuş tutsak, değil memleketi; dünyayı kurtarıcı tedbirler bulsak, halkı tatmin edemiyecek hâle gelmiş bulunuyoruz
«Demokrasiyi bir orta oyunu halinden çıkarmak, sahiden tatbik etmek zamanı gelmiştir! Bunun ilk şartı ANAYASA’da değişikliktir.
«Çoğunluğu, bulanık bir zihniyeti temsil eden bir grupta bunu yapamayız. Yalnız halka, vicdana dayanan bir meclis, bunu yapabiir.» diyordu.
«Anayasayı yeni bir meclis değiştirmeli.»
«'İnkılâp yaptık, mileti harbe sokmadık, diye, halkın altın heykelimizi dikeceğini sandık. Ferih fahur demokrasiye başlı-yajım dedik, baktık halk bizi sevmiyor. Şef sistemine dönmek imkânsız. Demokrasiye (gitsek biz kalamayız. İkisinin ortasında bocalıyoruz. Tek çare yeni seçimdir.» diyordu.
24.1.1949 günü Günaltay kabinesinin B.M. Meclisinden iti-mad reyi alması için yapılan celsede de Çağlar şöyle diyordu:
- Demokrasiyi (garplı zihniyetin bir mükemmel metodu olarak tatbik edebilmek için ilk yapılacak şey hiçbir vatandaşa, şüphe bırakmıyacak şekilde seçim emniyetini değiştirmek, sonra da ihtilâl havasında hazırlanıp tek parti zihniyetiyle işlenen Anayasayı değiştirmektir. İşte bu kadardır ol hikâyet..»
>«— Anayasayı değiştirmek, İlmî seviyesi ne . olursa olsun,, birinci B.M.M. gibi şeflerle kurucuların tazyik ve tesirinden azade, yalnız halka, hissi selime dayanacak yeni bir meclisin hakkıdır.» diyordu. Çağlar, Ama netice hüsrandı Anayasa yerine iktidar değişmişti. —
ANAYASA TADİLİ ‘MÜNFESİH D. P, MECLİS GRUPUNDA
Aradan üç yıl geçtiği halde 1924 Anayasası1 tâdil edilmemişti. Bunun hukukî ve’siyasî sebepleri çoktur.
Bir müddet sonra D.P. Meclis’grupu Anayasanın tadilini ele almıştı. (8 Nisan 1952)
Konya milletvekili A. Fahri Ağaoğlu Anayasanın tâdilinin -duşünülüp, düşünülmediğine dair (bir ’ önerge vermiştik Önerge sahibi:
Bugünkü Anayasada (1952 yılı) vatandaş hak ve hürriyetlerinin tam mânasiyle teminat altında bulunmadığını bunun bir an evvel halli gerektiğini söylemişti.
Fahri Ağaoğlu, İtalyan, ve Alman Anayasalarından örnekler vermiş ve bu işin D.P. meclis grupu tarafından vazifelendirilecek bir «heyet» e veya bir «ilim heyeti» ne verilmesini teklif etmişti.
Prof. Sadri Maksudî Arsal bu görüşü destekliyerek ikinci meclisin teşkilini faydalı gördüğünü açıklamıştı.
Hamit Şevket İnce, hükümetin bu husustaki noktai nazarını öğrenmek istemiş ve Menderes’i izahat vermeğe davet etmişti. Bedi Enüstün de nisbî temsile gidilip gidilmiyeceğini sormuş, fakat başbakan yardımcısı !S. Ağaoğlu Ibu teklifi reddetmiştir.
BAŞGİL’İN FİKİRLERİ
1924 Anayasasının değişmesi lâzım geldiğini ilk defa 16.1, 1949 da ortaya atan ve bunun sebeplerini «Anayasamız, niçin değiştirilmeye muhtaçtır?» adlı makalesinde ilmin ışığı altında izah eden Başgil ikinci makalesinde (20.1.1949 günkü Vatan) «Anayasanın değiştirilmesinde zaruret vardır» hükmüne varıyordu. Bundan sonra yazdığı bâr seri makalede Anayasanın hangi noktasında değiştirme yapılması lâzım geldiğini açıklı -yordu. .....
ADALETİN KÖKÜ
Adaleti batılı müelliflerin anladığı mânâda; «Her kese vermeğe borçlu olduğumuzu vermek ve lâyık 48
olduğu muameleyi yapmak» veya daha veciz olarak: «Kendimize yapılmasını hoş görmediğimiz bir muameleyi başkasına yapmamak, şeklinde tarif eden Başgil, adaletin menşeine dair enteresan bir hâdise nakletmektedir. Eski Yunanlılarda efsanevî bir şahsiyete izafeten Prof. Levy Ulmann’dan tercüme ettiği hikâyeyi aynen aşağıya alıyoruz:
«Vaktiyle Yunan şehirlerinden biri düşman tecavüzüne uğrar. Şehir yanar, yıkılır. Kargaşalık arasından nasılsa sıyrılan bir ihtiyar, şehir yakınında bir tepeye çıkar, yanan yurdunu hüzünle seyre dalar. Arkadan ansızın bir pençe, ihtiyarı beyaz saçlarından tutarak ayağa kaldırır,, İhtiyar galip ordunun kahramanı karşısında bulunduğunu anlar.
«İhtiyar, der kahraman, bana adaleti tarif et. Seni tek ayak üstünde dinliyeceğim. Dikkat et, taritin kısa olsun. Şayet sözün bitmeden yorulur da öbür ayağımı yere koyarsam, şu gördüğün kılıç da senin ensene inecektir.»
«Kolay kahraman, der ihtiyar, ve (Adalet, kendine yapılmasını reva görmediğin bir muameleyi başkasına yapmamaktır.) Kahraman tarifin bu vecizliğine hayran olur ve ihtiyarın elini öperek af diler.»
Yukarıdaki vecizeyi Çin filozofu Konfüçyüs ve Hz. Mulıammed (S.A.) Efendimiz de söylemişlerdir.
Haksızlıklara karşı susmayan Âlim
27 Mayıs 1960 dan sonra maksatlı kişiler (!) diyorlardı ki: «Ali Fuad Başgil on yıldır haksızlıklar karşısında sustu da şimdi' mi yazıyor?» Bu söz, Ord: Prof. Dr. Başgil’in fikir hayatını bilmeyen gafillerin iddiası olsa gerektir. Başgil buıidan 12 yıl önce «Hür Fikirler» mecmuasının Aralık 1948 tarihli nüshasında neşrettiği bir makalede demokrasimizin ve Anayasamızın teminatsız olduğunu gayet İlmî bir dille anlatmıştı:
. «Demokrasi mantığındaki (Halkın sesi - Hakkın sesidir) yetine; ekseriyetin sesi, hattâ, ekseriyet? grubunun başındaki şeflerin sesi toânasma ahnmakta; hak ye vazife.,sanki sayı nis-betiyle ölçülü# ve tesis s olunurmuş, gibi sırf bir sayı kuvvetinden başka bir şey ifade etmiyen ekseriyet kitlesinin reyi ve-ifadbsi.kanun kabul edilmektedir.» diyordu. Seçim kanununun kabul? ettiği: «ekseriyet< sistemine» ?. en ’ şiddetli darbeyi indiren Başgil’di. Sekiz yıl sonra kaleme aldığı «Vatandaş hak ve Hür-riyeterinîn, Krounması Meselesi ve Anayasamız» adlı 36 büyük aahifelik broşürde ise 924 Anayasasını ve 956 yılına kadar sürüp gelen hatalı tatbikatım bütün çıplaklığiyle meydana koyuyor ve: «Bugünkü Anayasamız karşısında ne yapmalıyız?» büyük sualini soruyor, Anayasanın mutlaka tâdil ve modem demokratik prensiplerle teminat altına alınmasını savunuyordu.
VATANDAŞ HAK VE HÜRRİYETLERİNİN KORUNMASI VE ANAYASAMIZ» (1956
Bu çok dikkate değer broşüre şöyle bir .göz atalım ve yalnız başlıklara’ bakalım:
· I. Emniyet, hürriyet ve demokrasi
1. Hükümet ve Hürriyet
2. Ha& ve hürriyetlerin'ilk;kâideşi'demokrasidir.; ,
' 3. Demokraside nazariyat ile fiiliyat ..arasındaki tezatlar.
4. Demokrasideki garibeler.
II. Demokraside hak ve hürriyeti koruyucu tedbirler ye müesseseler.
· 1. Hak ve hürriyetin teminatı her ‘şeyden evvel ruhlardadır.
· 2. Hak ve hürriyetlerin hukukî teminatı* (Anayasadır).
· 3. Anayasamız eksik ve sakattır. Buradan şu cümleyi almadan geçemiyoruz: (Bu memlekette seneler boyunca ağır bir baskı rejimi yaşadık ve hâlâ (t956 da da) yaşıyorsak, bunun başlıca mesulü Anayasamızın eksik ve aksak sistemidir. Shf. 11)
· 4. Anayasamız teminatsızdır.
· 5. Anayasamız ve vatandaşların amme haklar!.
· 6. Kanunların Anayasaya uygunluğu meselesi. (Bu başlık altmda «Meclisin dışında işleyecek ve günlük politika cereyanlarının üstünde kalacak tarafsız bir kontrol müessesesinin bulunması lâzımdır» dîye .Anayasa mahkemesinin lüzumu belirtilmiştir.)
Ya T.B.M.M. sinin veya Kurucular meclisinin bu : fonksiyonu icra etmesini istiyordu. Fakat ikinci organ üzerinde câha fazla duruyordu ve bunun faydalarını' izah ediyordu.
a) Kurucu Meclisin Faydaları:
(Bejimi teminata bağlamak için: «Kurucular Meclisi, sırf Anayasa işleri için kurulup bu işler ibitifıce dağılacağı ve ye^ rini yeniden yapılacak seçimlerle iş başına* gelecek olan alelâ^-de parlâmentoya bırakacağı için, hiç Şüphesiz yüksek otorite ve tarafsızlık garantisi arzetmektedir.» diyordu.
b) Ara bulucu bir şekil:
(Kurucular Meclisinin seçilmesi külfetinden kurtulmak için meclis içinden «Ahayasa projesi hâzırlamâk üzere bir heyet teşkil'olunur, Adınâ ilim. Heyeti ^diyebileceğimiz, bu Heyette geniş imkânlar temin edilerek en kisd bif zamanda mükemmel bir1 Anayasa projesi hazırlatıp B.M.M. sine sevkolunur.» diyordu.
Nifekim 27 Mayıs Miiiî İnkılâbından sonra, Millî Birlik Komitesi ayni fikre müşabih olarak Ord. Prof. S.S. Onar başkanlığında bir «Anayasa Hazırlama Komisyonu» teşkil etmiştir.
Şu halde Başgil, tâ 1956 yılında Anayasanın tadili meselesini ortaya atmış olan ilk ilim ve fikir adamımızdır.
Hele 19 uncu sahifedeki şu acı tenkidleri Başgil’in uyartıcı zekâsının bir eseri olarak okuyalım:
«Hülâsa okuyucum bugünkü (yıl, 1956 dır). Anayasamızla Türkiyede vatandaş hak ve hürriyetlerinin hukukan korunmasına imkân yoktur. Fiiliyatta da şimdiye kadar bu hak ve hürriyetler lâyıkiyle korunmamış, vatandaşın maddî ve manevî mukadderatı daima iktidarı ele geçinen zümre şeflerinin takdirine bağlı kalmıştır. Bu sebeple memlekette seneler boyunca İçtimaî emniyet ye istikrar teessüs edememiş gönüller ferda (yarın) endişesinden kurtulup hayata gülememiştir. Neticede bizde demokrasi rejiminin yüksek ve İnsanî tarafları yani, hakkın üstünlüğü, kanun hâkimiyeti, vatandaş için hürriyet ve müsavat gibi, büyük İnsanî ve ahlâkî kaideleri uzun ve aydınlık günler, görememiştir. '
Bu durum karşısında yapılacak işe gelelim.»
HI. Bugünkü Anayasa karşısında ne yapmalıyız?
(Bu mühim suali soran müellif, 1924 Anayasasının «vakit kaybetmeden» tadilini istiyor ye diyordu ki: «Eğer Türkiye’de demokrasinin tutunmasını ye bu rejimin demegoj iye saplanıp çürümemesini istiyorsak, Anayasayı tadil etmeğe, yani onun esaslı noktalarını da değiştirmeğe mecburuz.» (Shf. 20)
Bundan sonra yapıcı bir zihniyetle şu başlıklar altında müsbet fikirlerini serdediyordu:
• Anayasayı tadil edecek prgan meselesi.
Ord. Prcf. Dr. Başgil, 1924 Anayasasının ne suretle değiştirilmesi gerektiğini ve yeni Anayasada yer alacak hukukî müesseseler! de 1956 yılında sarahatle ele almıştı:
(Anayasamızda nelerin, değişmesi lâzımdır?) başlığı altında;
· 1) »Evvelâ Anayasamızda ruh ve zihniyetin âeğişıriesi lâzımdır. (Shf. 23)
· 2) »Anayasayı daha genişçe ihaleme almalıdır.»
· 3) «Vatandaş hak ve hürriyetlerini haşa almalıdır.» diyordu. .
Eserin dördüncü bölümünde:
IV: «Anayasamızda yer alması gereken müesseseler» sayılıyordu.
I — ikinci Meclis.
ikinci Meclisin teşekkülünde keyfiyet meselesi. (Bu başlık altında: «ikinci meclisin teşekkülünde ve âzasmin seçiminde en mühim nokta, halk meclisinin sayı kuvvetine karşı, ikinci mecliste keyfiyeti, yani bilgi, ihtisas ve mânevi istiklâl üs-ünlüğü temin etmektedir. Bunun için de Üniversiteler, Barolar, Ticaret ve Sanayi Odaları gibi İlmî ve meslekî birliklere ve vilâyetlere temsil hakkı tanınması düşünülebilir.» demekteydi.
II) Anayasa mahkemesi:
«Kanun, vazıından zulüm gören vatandaş için başvuracak bir müessese ve sığınacak bir adalet kapısı yoktur.» diyen Baş-gil, Anayasa mahkemesinin lüzumuna işaret ediyordu.
«Kanunlar üzörinde hâkiın murakabesi» başlığı altında, kanunların Anayasaya uygun olup olmadığına dair hükmü verecek merci arattırmıştı.
'«Kânunların Anayasayaâ^kırilfğı*" iddialarmm ’* tetkikine sarih ölârak selâhiyetli bit merci, göstermeli ve bu husustaki usulü muhakemeyi bile tayin etmelidir. Türkiye’de kanunilik rejimi .ancak bu sayede katîyetlö^ kurulabilir.» (Shf, 37) diyordu.
Muhterem Ord. Prof. Dr. Ali Füad Başgil’in «Vatandaş Hak ve Hürriyetlerinin Korunması Meselesi , ve Anayasamız» adındaki broşürü «Hür Fikirler» mecmuasında 1948 yılında yayınlanan bir makaleyi de ihtiva ediyor.
Bu, eserin demokrasi tarihimizdeki yeri pek büyüktür. Zira Cumhuriyet devrinde 27 Mayıs 1960 gününe kadar ilk olarak Türkiyedeki Anayasa meselesine ve vatandaş hak ve hürriyet-
Başgil’in Hürriyet' anlayışı likitlerin silâhla- ve- engizisyonla alt edildiğine tarihte misâl ykotur. «1947»
teşrinin korunmaşmâ dair fikirifer 5 jhl önce büyük bir vukufla serdedilmiştir. Bâşgil’in bu eserinden habersiz blan gafillerin vicdanları titremeden onu (on yıl susan ilim adamı) diye tavsif etmeleri hakkaniyet ve merhamet ölçüleriyle ; telif edilemez.İftira edenler utansınlar.
HÜRRİYETÇİ BAŞGİL
Emin olmalıdır ki, sağlam1 fikirler daima muzafferdir, sürükleyici ize alt edici biret kuvvettir
«Fikirlerin silâhlâ ve engizisyonla alt edildiğine tarihte misâl yoktur.» diyen’Bâşgil Hürriyeti bütün genişliğiyle ele almıştın'
Cumhuriyet devrinde ilmi olarak ele alan ve hürriyet hakkında en güzel; eri riıükemmel yazıları yazan hiçbir şüpheye kapılmadan diyebiliriz ki Başğil’dir. 1947 Ekim aymda kurulan «Hür1 Fikirleri Yayma Cemiyetinin kurucularından olan müellif, iki yıldan fâzla ‘bir süre cemiyetin başkanlığında bulunmuş, vatandaş hâk ve hürriyetlerinin bir çoğunu bu cemiyetin çatısı altında açıklamış beyannameler, makaleler neşretmiş, konferans" Vermiştir. Türkiyede -çok partili siyasî hayatın başladığı 1945 yılından itibaren çeşitli dergi ve gazetelerde hürriyet hakkında dikkate değer makaleler yayınlamıştır.
Başgil hürriyet mefhûmunu tarihî kaynaklardan başlayarak ve zengin kültür hâzinesinden faydalanarak partiler üstü bir 'görüşle ele almıştır: !Onâ göre hürriyet:
<Yalnız muayyen bir siyasî hayat, ye cemiyet rejimi (ni) ifade etmez,' herm de başkalârinı düşünme ve başkalariha bağ-lahma terbiyesiyle' bezenmiş bir ruh ve bir hayat akışı - ve an-lâyışı (m) ifade eder. Ve hususiyle tıpkı adalet gibi, yüksek ve ulaşılması güç bir ideal zübdesidir.ı 1
Bu izahtan sonra hürriyetin tarihî ve sosyolojik bakımdan, nasıl'anâşıldığmi ele1 alarak hürriyetin çeşitli cephelerden görünüşünü şöyle sistemleştirir
· 1) ESKÎ DEVİR CEMİYETLERİNDE HÜRRİYET
, «Sadece başka bir kimsenin esareti aftmda bulunmamak’ ve başkasının kölesi olmamak demektir.» Zira mahiyet bakımından fert için hürriyet, nihayet başkasının esaret ve istibdadı altında bulunmaması, kendinin sahibi ve efendisi olarak yaşamasıdır.
«Eski devirler hürriyeti gibi moderti hürriyet de neticede «ferdin1 fert üzerinde tahakküm ve tasallutunun yokluğu demek olur.» ki bu hürriyetin menfî cepheden izahıdır.
· BİR 'HÂTIRA:
İLÂN I HÜRRİYET FERMANI
1908 Temmuzunda «İlân-ı Hürriyet Fermam» Türkiyenin her tarafında halka okunmuştu. O günlerde onbeş yaşlarında bulunan Ali Fuad Bey, Şam-< sun’un Çarşamba kazasında bizzat müşahede ettiği bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
«— ... Tellâllar vasıtasiyle okutturulan bu fermanı halk, kitleler hâlinde toplanıp dinlemiş, fakat çok bir şey anlamamıştır. Halk, bundan (artık hükümetin kapısında sürüm sürüm sürünmiyeceğiz) mâna sini anlamış ve binlerce insan kitlesi hâlinde hükümet konağı önünde toplanarak kaymakamı, malmü- x dürünu ve daha bazı memurları balkona çağırmıştr. Mahşerî bir vaveyla içinde devletin bu memurlarına; ağızâ alınmayacak küfürler savurmuş hattâ memurları taşa tutmuştu.
Bu vaveylâ arasında halk, balkona çıkan memurlara:
«— Sizin bize yaptığınız muamelelere Pâdişâhımız Efendimiz razı değilmiş, defolun!...» diye bağırmıştı.
· Kaymakam İsmail Hakla ve Malmüdürü Talât
Beyler, daha o gece kazayı terkedip kaçmağa mecbur olmuşlardı.
İşte halkın istibdat ve hürriyet telâkkisi. Fakat ha.lk bunda haklıdır, çünkü bürokrasi zulmü halk" her ferdi üzerine çöken ağır ve iğrenç bir zulümdür...»
· 2) HUKUKİ MÂNASİYLE HÜRRİYET
Başgil bunoktada Fransız tarihine temasla:
«Fransız’ların 1791 Anayasasından gelen bir tarif ile, Kanunların yap dediğini yapmak, ve yapma dediğini yapmamaktır.» diyor.
Fransız düşünürü Montesqieu, hürriyeti «insanın gönül rahatlığı ve huzuru» olarak ele almıştı.
Bizim 1924 tarihli eski Anayasamızda hürriyet kavramı:
. «Başkasının hürriyetine tecavüz etmemek, yâni başkasına zarar vermemek şartiyle herkesin dilediği gibi hareket etmesidir. Hürriyetin hudüdunu ve hangi hareketlerin zararlı olduğunu kanun tayin eder.» deniyordu. Referandumla kabul olu-; hân yeni Anayasamızda ise hürriyet kavramı tarif edilmemiş .olmakla beraber 14 üncü maddeden âl nci maddeye kadar çeşitli hürriyetler yer almış bulunmaktadır.
· 3) SİYASİ İLİMLERDE HÜRRİYET
«Vatandaşın hükümetle olan münasebetlerinde, hükümet kuvvetinin objesi,- esiri ve kölesi değil; süjesi, hâmili ve sahibi rolünü alması yani hükümet heyetini» serbest reyleriyle seçmesi ve seçilen heyetin de efkârı âmmenin gösterdiği yolda yürümesi demektir.»
· 4) İKTİSADİ MÂNADA HÜRRİYET
«İktisadî hayat ve teşebbüs sahasında hükümet kuvvetlerinin bir taraf ve zümre hesabına hareket ederek bu hayatın inkişafına engel olmamaktır.»
· 5) FERDİ HÜRRİYET
«Ferdin insan oluşunun hakkıdır. Bunlara «insan hakla--n» da denir. İnsanin şeref Ve sıfatından döğâh, insânifi yaratı-lışma. mahsus, ve ferdin duyma,, anlama ve ,iilanirıâ kudretine sahip bir benlik ölmâsı itibariyle sâhip öldüğü imtiyazlara ferdî haklar veya insan hakları diyoruz. Şu halete hürriyet bir «insan hakkı» dır.
Eski devir insanları bu hürriyeti düşünmemiş ve tatmamı şiardır. Çünkü: «Eski insanlarca hükümet kuvvetine karşı koyabilecek bir hak hürriyet yoktur. Hak ve hürriyet hükümetin dediği ve verdiği kadardır. En haklı bir insanın bile boynu, hükümet kılıcı altında kıldan incedir.» (Başgil, Demokrasi ve Hürriyet, Sh; 53)
Halbuki modern hürriyet yalnız vatandaşlar arasındaki münasebetlerde değil «vatandaşlarla hükümet edenler arasındaki münasebetlere ait hakkaniyet ve muvâzene ifade eden bir fikir» dir. Şimdi mıcdern hürriyetlerimize temas edebiliriz.
MODERN HÜRRİYET
Tarif:
«Mo-dern mânasiyle hürriyet, insanın sadece kula kulluk-etmekten kurtulması değildir; ayni zamanda haksiz kuvvetlere boyun eğmekten, resmiyete bürünmüş keyfi otoritelerin baskısından ve taassupların tahakkümünden kurtulması, bir cümle ile, insanın kendi benliğinde insanlığım yaşamasıdır.
Başgil’e göre modem hürriyetlerin üç şekli vardır:
1 _ Bedenî hürriyet;,
2— Fikrî hürriyet,
3 — Mânevîhürriyet, -
BEDENİ HÜRRİYET
Bedenî hürriyetler ferdin hareket serbestisine -bağlı olan hürriyettir. Gelme, gitme, oturup kalkma, çalışma ve seyahat etme igibi bedenî hareket ve fâaliyetlerdir:
FİKİR HÜRRİYETİ
«Serbestçe düşünme ve hususiyle düşündüğünü sözle Ve* yazıyla başkalarına duyurma hürriyetidir.»
Yeni Anayasamızda «düşünce hürriyeti» kenar bşâlıği-’âl-tmdâ 20 hci madde’^ü şekildedir:
«Herkes, düşünce ve kanaat, hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim ile: veya başka yollarlatek.ba-şına'. veya toplu olarak açıklıyabilir: ye yayabilir; .
«Kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamağa zorlanamaz.-»
Görülüyor ki müellifin hürriyet görüşü, kanun vazıınm i görüşüne uymaktadır. 11
' MANEVİ -HÜRRİYET
«Herkesin dilediği ve beğendiği bit dinin veya felsefî, siyâsî, İktisadî ibir doktrinin akide ve kanaatlerini serbestçe benimsemeğe ve bu kanaatlerini hiçbir korkuya ve endişeye düşmeksizin açıklamağa dair olan mukaddes haktır.»
Modern, hürriyetlerin en mühimi, olarak fikir ye vicdan hürriyetini (gösteren Başgil, bu hakkı hayat; ve medeniyetin şartı, insan haysiyeti için eü kıymetlisi ve. aklın, şuurun tabiî bir hakkı telâkki etmiştir. Nitekim 9 Temmuzda yürürlüğe girenYeni; Anayasamızın 19 uncu maddesi «düşünce ye,inanç hak ve hürriyetini» tanzim etmiş buunmâktadır. Bu maddeye göre:
: : Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip-
«Kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî âyin ve, ibadetler serbesttir.»
Keza basın hürriyetini nizamlayan 24 üncü, madde ise:
«Kitap ve broşür yayını izne bağlı tutulamaz; sansür edi-lemez. Türkiye’de yayınlanan kitap ve broşürler, 22 nci.mad-depin 5 nçi .fııkraşı hükümleri dişmda toplatılamaz» demektedir. Mezkûr 22. maddenin 5. fıkrası ise «Türkiye’de yayınlanan .gazete ve dergilerin toplatılması bu tedbirlerin uygulanacağını kanunun açıkça gösterdiği suçların işlenmesi halinde ve ancak hâkim kararı ile olur.» demek suretiyle idari ve askerî şahısların bu konudaki selâhiyetlerini müstakil hâkimlere yermiş bulunmaktadır. Zaten 22 nci maddede «basm hifcdür;(sara5İir edilemez» hükrhü basın hürriyetini himaye; etmiş bulunmaktadır.
Profesör Başgil yıllarca önce fikir ve vicdan hürriyetinin en?büyük düşmanı olarak taassubu göstermiş, bunun tehlikeli bir silâhı; olarak taassubu misal vermiş buunuyordu.
. Taassubun «insandaki zekâ nurunu söndürdüğü ve tefekkür kudretini dumura uğrattığı ve bu suretle ilmin, ahlâkın ve medeniyetin kaynağını kurutmağa yürüdüğü için iğrenç» olarak vasıflandıran müellif neslimize ayni zamanda hürriyetin gerçek mânasını hatırlatmış oluyor: .
«Düşününüz o insanın izdir abını ki, düşünür, akimın miriyle bulur ve hakikati görür de söyliyemez ve başkalarına gösteremez. Bu insan toplama kamplarında veya cezaevlerim-deki sefillerden daha mı az bedbahttır?» demek suretiyle sadece düşünmenin fikir ve basın hürriyeti için kâfi olmadığına işaret eder. Asıl olan, fikrin söz ve yaziyle yayılmasıdır.
BASGİL’E MUHALİF OLANLARIN ENDİŞESİ
Türkiyenin çok partili hayata girişi olan 1946 dan heri Başgil’in fikirlerine ve şahsına saldıranların çoğu 27 yıllık otoriter ve totaliter devrin, kalıntıları, kuyrukları olarak görünüyor. Tek partili rejimin tabasbus ehli, C.H.P. devrine toz kondurmamak isterler, o devrin acı gerçeklerini çok iyi bilenlerin haklı ; tenkidlerini bir türlü sineye çekemez ve öfkeli bir üslûpla hücuma geçerler. Çünkü Başgil hoca, tek partili bir demokrasiyi tenkid etmiştir veya etmektedir.
, , Veyahut CHPı lilerin yanlış tutumlarını bütün çıp-• : laklığiyle ortaya koymuştur.
Bir hakikat adamı olarak fikirlerini açıklamaktan çekinmeyen ve yılmayan Başgil «HUKUKA BAĞLI DEVLET İDEÂLİ» bahsinde, parlâmentoya hâkim olan politika adamlarının icraatım çok iyi bfelirt-, .-miştir: '
«Demokratik rejimlerde en büyük kuvvet mer-
kezinin parlâmento olduğunu iyi bildikleri içindir ki, bazı memleketlerde politika adamları ne yapıp edip parlâmentoyu avuçlarına almaya çalışmışlardır. Son devrin tek parti sistemi bu gaye için icad edilmiş yaman bir tuzaktır. Bu sistem ifadesini şefte bulan tek fikir, tek görüş üzerinden münakaşasız ve tenkidsiz bir idareyi silâh tehdidi altında hâkim kılma esaslna dayanır. Fakat butlu tahakkuk ve devam ettirmek için tek yol, ikidar adamlarının herkesi sindirip parlâmentoyu avuçlarına almasıdır. Bu netice hasıl ölüiı-ca, ârtik demokrasi bir etiketten ibaret kalır. Ve seçimler birfer çotuk oyunu hâlini âlır. Çünkü realitede mebusları halk değil, şef seçer ve tayin eder. Şef tarafından millet parasİyle satın alman mebuslar birer itaatli mektep çocuğuna döner. Artık parlâmento icra şefinin elinde ve emrindedir. Onun arzu etmediği bir kanun parlâmentodan geçemez. Emrettiği bir. kanun da eller orman gibi kalkarak alkışlarla kabul olunur. Bu hâl dejenere olmuş, ve mânasmı tamamiy-le kaybetmiş bir demokrasidir ki, birim buradaki bahsimizin dışında kalır.»
HÜRRİYETİN TEMİNATI NEDİR?
Modern hürriyetlerin korunması, dış tesirler altında hırs ve intikam tesiriye İtedelenmıemesi için bir teminata ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Hürriyetlerimize öyle bir zirh,gjydirme-liyiz ki fena niyetli ihsanlar ve istibdada kayan idareler onu yâralamaSmlâr. Şu halde hürriyetin teminatı hedir veya ne olmalıdır? Başgil, bu sorunun cevâbını bütün veçhesiyle araştırmıştır'. Fikirlerini kısaca özetliyelim:
· 1) Vatandaş hürriyetinin ilk teminatı demokrasidir. Onun ifadesiyle:
«Siyasî kuvvet-rve otorite mânivelâsmı bizzat vatandaşların kendi ellerinde tutması ye hükümet salâhiyetini beğendiği ve bizzat seçtiği kimselere emanet etmesidir.» (Bakinizi: Vatahdaf Hürriyeti ve Bunun Teminatı 1943, İst.)
Demokratik rejimde idere edenler halk tarafından seçilmek te halkm iradesini temsil etmektedirler,
«Hükümet vatandaş camiasının müşterek menfaat, görüş ve düşümişleri üzerinden yürüyüp iş görmeğe mecbur» oldu<-ğundan umumim idaresinde fertlerin iradesine uymakla mükel teftir. İcraatında umumî efkârın görüş ve menfaalerine aykırı bir yol tutan iktidarlar, seçimlerde halkın itimadını kaybederek devrilirler.
· 2) Kanun
Demokrasinin mahsulü olan kanunlar, «vatandaşlar camiasının doğrudan doğruya veya dolayısiyle rıza ve muvafakatla-rının bir muhassalası halini almakta ve bu sebeple müstesna bir üstünlük ve hâkimiyet kazanmaktadır.»
«Hakkı ve hürriyeti, ekseriyet denilen anonim ve gayri me sul bir kitlenin reyine ve kararma bağlamak, hakkaniyeti sırf rey sayısında 'görmek de hürriyeti teminatsız bırakmak demek tir.»
Şu halde demokrasi ve kanun, hürriyetin mutlak teminatı olamaz.
· 3) Hakkı kanuna değil, kanunu hakka tâbi kılmak.
Demokratik rejimde fiiliyat sahasında hâkim durumda bulunan ekseriyetin selâhiyet çevresinin dışına çıkmasını, iktidar birsiyle vatandaşlara fenalık yapmasını en açık hakikatleri inkâra gitmesini ve keyfî hareketlerini önleyecek tedbirler, çare ler düşünmek lâzım gelir.
Bu tedbirlerden ilk akla geleni hak ve kanun mefhumlarınım iyice birikirinden ayırmak ve kanunları haklara tâbi kılmak gerekmektedir. Bunun için de kanunların ve hükümet ka rarnamelerinin üstünde insanlık şeref ve' sıfatına bağlanmak üzere ideal sınırlar halinde,bir takım ana haklar kabul edilme lidir. Bu haklara «ister ferdi ister manevî ve ideal, ister tabiî yahut da insan hakları» diyebiliriz.
İnsan hakları .^demokraside ,, hükümet . adamlarına kanun ,
koymada vazife ve mükellefiyet ihdas etmekte hem bir rehber hem de selâhiyet sınırını teşkil etmeli ve bunları halk ve hükümet münâsebetlerinin temel prensipleri şeklinde Anayasanın başına yazmalıdır.» diyen Başgiî’in bu fikri yeni Anayasada'tahakkuk etmiş gibidir. '
Fakat insan haklarının sadece Anayasada mevcudiyeti, hürriyetlerin teminat altına alınması demek değildi. Çünkü mütefekkir, «şahlanan ihtirasları ve dolu dizgin giden bir ekseriyeti hakkaniyet karşısında durdurabilecek kuvvette bir tedbir olduğundan» şüphe etmiştir.
· 4) Anayasayı kanunların üstüne çıkarmak.
· 5) Kanun koyma selâhiyetini çift meclisli bir parlâmento- , ya vermek.
· 6) Referandum usulünü tatbik etmek, (9 Temmuz 1961 de olduğu gibi) bu sonuncu tedbir, «parlâmentodaki ekseriyetin memleket ekseriyetinden ayrılarak tahakküm yoluna sapmaması için en müessir tedbir» gibi görünür. Fakat aslında referandum da kâfi bir tedbir ve teminat vasfını haiz değildir.,. .
NETİCE: Hak ve hürriyetlerin en iyi teminatı «insanların gönlündeki hürriyet sevgisinde ve hakkaniyet duygıısundâdffi^
İslâm Kongresi ve Başgil
1952 yılının Nisan ayında Türkiye’ye gelen Sind Eyâleti eski nazırlarından Gulam Nebi ile merhum Nuri Demirağ îs-tanbul’da buluşmuşlar, bilâhare Prof. Dr. Ali Fuâd Başgil’i Beşiktaş’ta, Serencebey yokuşundaki bir köşke'davet etmişlerdi. Başıgil bu 'görüşmeden pek memnun kalmıştı.
Bir kaç gün sonra Nurî Demirağ’ın Paşalimanmdaki kcru-sünda Gulam Nebî, dostlarına, Türkiye’ye gelişinin sebeplerini şöyle anlatmıştı:
«— Pâkistanm îslâm Birliği lideri ve tanınmış siyasî şahsiyetlerden H. Zaman, Karaşide bir «İslâm Milletleri Kongresi» nin toplanmasını teklif etmiş ve bu teklifi Türkiye’ye ulaştırmak istem,iştir.»
Bu hayırlı teşebbüse iştirak etmeğe karar veren Nuri De-mirağ, damadı mühendis Mehmed Kum ve Prof. Ali Fuad Bâgil’le birlikte 10 Mayıs 1952 günü Yeşilköyden kalkan bir u-çakla Pakistan'ın Karaşi Eyâletine dcğru yol almışlardı. Bu seyahat hususî masraflarla yapılıyordu.
Karaşiye vardıklarında bütün Islâm devletlerinden gelen temsilciler onları karşılamış ve ertesi günü kongre çalışmalarına başlamıştı.
BAŞGİL’İN İSLÂM KONGRESİNDEKİ HİTABESİ
îslâm kongresi geceli gündüzlü çalışıyor, müslüman milletler arasında mânevi bir kuvvet ve teşkilât vücuda getirmek ve bu hususta bir Anayasa hazırlamak için gayret sarfediyordûü Müslümipi'milletlere ait ıımumîrVÖ müşterek meselelerle bir İslâm birliği kurulmasındaki lüzum ve ehemmiyetten bahsolunuyordu.
Prod Başgil, İslâm Milletleri Kongresinde aşağıda özetini verdiğimiz konuşmayı yapmıştır:
Muhterem PakistanlIlar ve Misafir Kardeşler.
«Evvelâ Pâkistanın büyük, vatanseveri ve İslâm Birliği lideri Halikuzzaman’a teşekkür ederim. Çünkü büyük İslâm dünyasının uzak, yakın birer köşesinden kopup gelen bizleri burada bir araya topladı ve bu kongreyi tertip ederek biribirimiz-
1 le tanışmak, koklaşıp kucaklaşmak imkânını hazırladı.» diyerek söze başlayan Başgil, PakistanlIlardan gördüğü samimiyete ye yakınlığa karşı duyduğu, memnuniyeti belirttikten sonra:
Benden evvel çok değerli, hatipler konuştu. Her biri İslâm Dünyasını muhtelif cephelerden ele alıp mütalâa etti ve Müslüman milletlerin bir bayrak altında toplanmasındaki büyük faydaları gösterdi. Bugünkü dünya buhranı karşısında birleşmenin bir zaruret olduğunu, çünkü parçalanmış 'bir İslâm Dünyasının buhrana mukavemet de etmeyeceğini, nitekim fiiliyatta edemediğini acı misallerle anlattı ve nihayet tahakküm altında inleyen Müslüman milletlerin acıklı haline dikkat nazarlarımızı çektiler» diyordu.
Milletler arasındaki bu bloklaşmalara temas eden Baş"r. sözlerine devamla: «Bu arada müslüman milletler niçin birleşmesin ve dört yüz milyonluk bir insan ve iman bloku vücuda getirmesin?
Bunda yalnız bizim için değil dünya sulhu için de fayda vardır. Bugünkü İslâm dünyası için, sadece varlığı muhafazadan başka ne bir ideoloji harbi, ne de bir toprak kavgası mevcut değildir. Binaenaleyh Müslüman milletlerin birleşmesi sulh için ve insanlığın selâmeti için bir ; teminattan başka , bir şey değildir.»
«Bugün bloklaşan milletlerden birçoklarını sırf geçici tehlike hisleri ve menfaat düşünceleri birleştirmiştir. Halbuki Müslüman milletleri pn dört asırlık bir tarih birbirine bağla- < anıştır. Binaenaleyh İslâm Dünyasında birlik ye beraberlik îbilkuvve mevcuttur. Bizim yapacağımız şey aramızdaki tarihî
ve manevî bağları kuvvetlendirmek, ırk, lisan ve millî men-iaat aykırihklar’riıh' menfî tesirlerini, bertaraf- etmek üzere müşterek bir İslâm şuuru yaratmak için imkân v& vasıtalar aramak ve bulmaktır. İşte ben bilhassa bu: noktalar üzerinde duracağım.» diyordu
Hatip, buncan sonra İslâm birliğinin kurulması için 'gerekken şart, ve vasıtaları da uzun ve muknî delillerle anlatmıştır. Bu mühim hitabenin ana hatlarını şöylece özetliyebİlirizi 5
İSLÂM BİRLİĞİ NASIL KURULABİLİR
Başgil, dünya İslâm1 birliğinin kurulması için şu noktalarda duruyordu:
1) PROPAGANDA:
«Dünya müslümanlarnm elele verip birleşmeleri lâzım geldiğini ve bunun yalnız siyasî değil, hem de ahlâkî bir zar*-ret olduğunu her müslüman memleketin gerek halkmı. ve gere^ hükümet ve politika adamlarını inand-rmak.
«İslâm birliği fikrini yaymak, açmak, aşılamak ve münakaşa etmek üzere Müslüman memleketlerin her birinde mi'lî ve mahallî gazete ve mecmua, eser ve risale neşredilmeli, toplantılar tertip edilerek nutuklar, konferanslar verilmeli: ir. Bu işleri teşkilâtlandırp gayeye uygun bir usûl dairesinde sevk ve idare'etmek üzere de bir (îslâm birliği neşriyat merkezi) vücude getirmeli ve müslüman memleketlerde’ bu merkezlerle alâkalı «İSLÂM- BİRLİĞİ NEŞRİYAT‘BÜROSU» kurulmalıdır.»
Bu fikirlerini belli bir şekilde izah eden'Başgil, 1948 de kurulan ve kökü d'şarıda olan «-Dünya Devleti Fikrini Yayma Cemiyeti» adlı bir cemiyetin çalışmalarını misâl 'veriyordu.
2 — MÜSLÜMAN MİLLETLER TANIŞMAM VE ANLAŞMALIDIRLAR;
. Müslüman milletler arasındaki.lanlâşmazlıklafi . gidermek, küskünlüklere son- vermek -gerektiğini, söyleyen rhâtip, milletlerin anlaşmalarının şart olduğunu tarihten misâller vererek izah ediyordu.
. Bütün İslâm milletlerinin birleşmesini esas olarak iki prensibe irca ettikten sonra müslüman milletlerin gençlerinin yakından tanıştırılmasını teklif ediyordu. Bunun için; .
· a) «Müslüman milletler arasında bir gümrük ittihadı kurulmalıdır.
· b) «Müslüman memleketler arasında seyahatleri teşvik etmeli ve a’zâmi derecede kolaylaştırmalı; pasaport ve döviz, işlerini en kolay ve en basit haddine indirmelidir.»
e) «Müslüman milletler arasında geniş ölçüde talebe mübadelelerine girişmelidir.»
Başgil konuşmasında müslüman milletler* federasyonunun yaşamasına zemin hazırlamak için, siyasî birlikten evvel ticarî, içtmiaî ve harsî münasebetler temin edilmesini ve siyasî birliğin bu münasebetler üzerine oturtulmasını uygun buluyordu. '
· 3 — MÜSLÜMAN MÎLLETLERİN İKTİSADÎ KALKIN
MALARI VE KARŞILIKLI ANLAŞMALARI; '
İslâm dünyasının ilerlemesi için batı dünyasının gidişine-ayak uydurmasını mecburî telâkki eden Başgil:
«Bunun için de İktisadî ve ticarî faaliyetlerini arttırmağa ve hususiyle sanayi sahasında ilerlemeğe muhtaçtır.» .
«Kalkınma ve ilerleme bahsinde remzimiz ilimde, teknikte ve çalışma metodlarmda garbın telâkkilerini almak ve benimsemek, fakat bundan ötesinde millî ve müslüman kalmak olmalıdır.»
Müslüman milletler arasında «müşterek menfaat eââsına dayanmak üzere ticarî anlaşmalar vücude getirmek çok yerinde olur. İktisadî menfaatlerde anlaşan memleketler, siyasî noktalarda çâbuk anlaşır ve birleşir.»
· 4 — İSLÂM ÂLİMLERİ, İSLÂM KÜLLİYESİ MESELESİ:
«İslâm birliği fikrini tahakkuk sahasına çıkaran, imkân ve vasıtalardan biri de müslüman millâtlerdje yüksek İslâmî. ilim ve kültür vahdeti tesis etmek; bunun için de Müslümanların yardımlariyle bir «İslâm, ilimleri küBiyesi» vücude getirmektir.» diyen Başgil, «İslâm ilimlerinde kendi aslî vahdetini bulmak mânasına toptan bir rönesans ihtiyacının doğduğunu, dinsizliği sistemli bir şekilde neşred’enlere karşı inandığ'mız ve canımız gibi sevdiğimiz İslâmiyetin ve modern bilgi silâh-lariyle mücehhez olarak kendisini müdafaa ve mensuplarını himaye etmesi lâzım gelmektedir.» hükmüne varıyordu.
★ Net: «Yeni Sabah.» gazetecinin 1950 yıbnm Mayıs ve Haziran Aylarında «DİN ve LÂİKLİK» mevzuunda yayınladığı ser’î makalelerde bir «İslâm İlimleri Külliyesi»nin kurulmasını tek’if etmiş, bfâhare merhum Ahmed Hamdi Akseki-li’nin talebi üzerine Diyanet İşleri teşkilâtına dair kanun tasarısını hazırlamış ve İslâm mecmuasında (Ağustos 1960) da yayınlanmıştır.
Yüksek din, ilim ve fikir adamlarının yetişmesine işaretle: «Eğer Müslüman memleketlerin bazısında İslâmiyet için mahvolmak mukadderse, eminim ki o bu adamların yokluğu ile mahvolacaktır. Bunu din düşmanları gayet iyi bi'dikleri için, bazı memleketlerde yüksek İslâmî ilimler tedrisatına yer vermemek için ellerinden geleni yapmışlar ve hâlâ yapmaktadırlar.» diyor ve İslâm âlimlerinin yetişmesi için (İslâm İlimleri Kül üyesi - Üniversitesi) nin kurulmasmı talep efiyordu. Başgil bu arada İslâmî rön esansın tahakkuk edeceğine de inanıyordu.
İSLÂM BİRLİĞİNİN MÜŞTEREK BİR DİLE İHTİYACI YOKTUR
Müşterek dil konusu üzerinde ehemmiyetle duran Başgil:
«Kur’anımı, ezanımı Arapça okur; ibadetlerimi, hattâ dualarımı Arapça yapar, çocuklarıma Kur’anı asıl diliyle (Arapça) okutur, ibadet ve duanm Arapçasmı öğretirim. Bu bir dııiî vazifedir.» diyor ve «Arapça dünya Müslümanlarının müşterek din dilidir. Bunda şüphe yok. Fakat daha ileriye giderek, Arapça, aynı zamanda Müslüman milletlerarası müşterek bir dünyevî dil olsun denilse 'burna,, maalesef hayır,/derim. Bu olamaz.^ diyordu. Ayrıca millî dilin Şark’ta millet varl'ğ’nm özü dem.k olduğuna işaret ediyordu. Bundan sonra asıl meseleye gelerek:
. «Bence Müslüman milletlerarası. müşterek bir dile ihtiyaç yoktur. Yalnız Müslüman, memleketlerden her birinde diğerlerinin dilinin öğretilmesi için çabşılması ve İslâm dünyasında Müslüman milletlerden her birinin dilinin yayılmasına imkân verilmesi kâfidir.
«Nitekim bugün İsviçre Federasyonunda iş böyledir» îslâm Birliğinde yalnız bir dil değil birliğe- dahil Müslüman milletlerden her birinin millî dili aynı zamanda birliğin resmî dili olsun ve hürmet görsün» diyordu.
Dünya İslâm Birliğinin tahakkuku için gereken imkân ve şartları bütün genişliği ve derinliğiyle Karaşi İslâm kongre^ sinde böyleee anlatan Başgil, bu sayede yaln-z Şark’ta değil dünya sulhunda da, dünya Müslümanlarının bir muvazene unsuru olmalarının mümkün kılınacağına kuvvetle inanıyordu.
İSLÂM BÜYÜKLERİNE KARŞI SEVGİSİ
Başgil, İslâm büyüklerine karşı derin bir saygı, samimî bir muhabbet beslemiştir. Başta Büyük Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Salla'llâhü aleyhi ve sellem.) olduğu halde diğer İslâm büyüklerini takdir ve şükranla yâdedmesi, onların fazilet ve hizmetlerine, Hak yolundaki mücadelelerine dair bir çök makale ve etüdler neşretmiş olması bunu te’yid ediyor.
Dört yıl kadar önce (Ağustos 1957 de) İslâm Mecmuasında yayınlanan bir makalesinde Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) ve İslâm devlet idaresine dair şöyle diye rdu:
«İslâmiyet cihan şumıül bir din olmakla beraber, ilk zuhurunda çok mütevazı ve tamamiyle dinî selâbet ve teslimiyet esasına, dayanan bir idare teşkilâtı kurmuştur. Bu teşkilâtın başında İslâmî cemaatın hem . imamı, yani dinî reisi, hem hâkimi, hem valisi, hem de kumandanı olarak Hz, Muhammed (S. A.) 68 1 ; : ’
vardır. Bu bir rievi atalık 'aile ^teşkilâtıdır; Bu nevi ailede aile reisi, aileye ait işlerde, karar ve kumandanın merkezidir. Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) hayatı boyunca, Müslümanların başında böyle bir vaziyette kalmıştır.
«ıMescidde namazı Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) kıldırır, din ve dünyayı o tâlim eder, halk arasında zuhur eden ihtilâf ve nizaları o halleder , harplerde askere o kumanda eder, hülâsa din ve devleti bizzat o talim ve idare ederdi.
«İslâmda imamet, velayet ve hazâ adlarını alan bu iş ve vazifeleri, yetişebildiği yerlerde kendisi ifa eder, yetişemediği yerlerde vekiller gönderirdi. Bu vekiller vali adını alır
«Valiler vazifeleri başına gitmeden evvel Hazreti Muham-med’den (S.A.) talimat alırlar ve 'bir nevî imtihan geçirirlerdi. Valilerin bütün din ve dünya işlerindeki kanunu ve rehberi evvelâ Kur’anı Kerim, sonra da Peygamberin sünneti ve nihayet kendilerinin İslâmî kanaat ve içtihadı idi.»
«Hülâsa Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) devrinde İslâm idare ve usûl teşkilâtı dinî metanet karşılıklı hürmet.ve sadakat esasına müstenit tam bir fazilet rejimi olmuştur.»
ÎSLÂM B'ÜYÜKLERİNE KARŞI ' SEVGİSİ
Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) den sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebubekiri de çok sevdiğini, «Peygamberin vefatiyle başkaldırın irtidadat ve irticalarla mücadele ederek, İslâm birliğini parçalamaktan korumuştur» sözünden anlıyoruz.
Başğil’e göre İslâmda devlet teşkilâtlım temellerini Hazret! Ebubekir radiya'llâhü anh halka şu hitabesiyle anlatmıştır:
«Ey nâs! Ben sizin en iyiniz olmadığım halde baş’-nıza geç-, miş bulunuyorum. Eğer vazifemi yollu yolunca yapamazsam, bana, yard’m ediniz, yanılırsam bana , doğru..yolu /gösteriniz. Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir.. İçinizdeki zayıfınız; hakkını alıncaya kadar, benim nazarımda en kuvvetliniz; ondan başkasının hakkını alıncaya kadar da en zayıfmızdır. Bir mil let Allah yolunda cihad etmekten fariğ olursa, o millet zillete düçar oluı. Bir millette fenalık revaç bin ur sa, bütün o millet belaya uğrar. Ben Allaha ve peygambere itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz; itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyiniz.»
Bu hitabenin kuvvetini taktir eden Başgil 1924 Anayasasının94. cü maddesindeki «Kanuna muhalif olan umurda âmire itaat memuru mes’uliyetten kurtarmaz.» hükmünün, Hazreti Ebubekir’in sözlerinden mülhemmiş gibi bir rüh taşıdığını kaydediyor. İslâmiyetteki âmme hukukunun derin hakikat temeli üzerinde kurulduğu ve «bu sayede asırlar içinde yüz milyonlarca insanm» İslâmiyet meş’alesinin ışığı altında toplandığını ifade ediyordu.
HALİFE ÖMER
İlk demokratik devlet teşkilâtını kurmak şerefini Hazreti Ömer’in başardığını söyleyen Başgil, onun için duygu ve düşüncelerini şöyle anlatıyor.
«Halife Ömer, siyaset sahnesinde, beşer tarihinde benzerine az rastlanan yüksek sîret ve sıfatta bir devlet adamıdır. İslâm tarihi Ömer gibi, bir devlet adamı bir daha görmemiştir, dersek hakikata uymayan bir şeyi söylemiş olmayız.» Onu İslâm dininin bütün faziletlerini nefsinde toplamış dirayetli bir devlet adamı değil, ayni zamanda «müstesna yaratılışta bir insan» olarak vasıflandırmaktadır.
Hazreti Ömer’in İslâm dünyasınca yalnız cumhurî bir idare şek'i değil, ayni zamanda «İYİLİK VE ADALET ÜZERİNE. MÜESSES BİR DEMOKRATİK İDARE» kurmuş olduğunu 'söylüyor.
Başgil, Hazreti Ömer’in, devlet teşkilâtında kuvvet ve se-lâhiy etleri ayırmasını modern devlet teşkilât1 ndaki «kuvvetler •bölümü — taksimi kuvva» pmesibinin ilk önderi olarak selâm-lamaştıe.
Hazreti Ömer’in kabile reisleri ve halk temsilcilerinden kurduğu «ŞÛRA MECLİSİ» ni de takdirle ve hayranlıkla yâdeder. . .
Diğer bütün İslâm büyüklerine ve İslâm Türk âlimlerine ;arta sonsuz bir muhabbet beslediği yazılarından anlaşılmaktadır.
MUHAMMET ALİ CİNNAH
Büyük Pakistan devletinin istiklâli için ömrünü feda eden M. Ali Cinnahm mezarını 1952 yılı Mayısında. İslâm Kongresine •’ştrak ettiği günlerde ziyaret etmiş olan Başgil, ona karşı olan muhabbetini şöyle anlatıyor:
«... Kaid-i âzamin mezarı başında insan ancak ahmakların gözlerini kamaştırıp hakikatleri perdeleyen ve geri bir zihniyeti ifade eden, tantanalı bir dekcru değil, fakat merhumun büyük hizmetlerini muhabbet eserini ve gönüllerde yer tutan sevgisinin ebediliğini düşünüyor ve onun temiz ruhu ile baş-., basa kal’yor. O zaman insan anlıyor ki, büyük bir eserin sahi-, bi tevazu gösterip alçaldıkça eseri de o nisbette gölgelenmekten kurtuluyor ve bütün azametiyle görünüp gözleri ve gönülleri doyuruyor...»
DİĞER İSLÂM BÜYÜKLERİ
Fatih devrinde yaşayan Molla Hüseyin, İslâm din âlimlerinden Teftazanî, Ebî-r Rehhanî, Ebu’l Fida. İzmirli Hakkı sevdiği İslâm büyüklerindendir.
Gençler ve Âlim
Prof. Başgil gençliğin ahlâklı, terbiye kâidelerine itaatkâr ve hayatta muvaffak olmaları için güzel bir eser yazmıştır.
«GENÇLERLE BAŞBAŞA» adını taşıyan bu kitap garp ahlâkçılarının eserlerinden ve Şark - İslâm tefekkür hayatından istifade edilerek yazılmıştır. Bu, gençleri hayatta başarıya götürecek yolları gösteren, iyi bir öğüt kitabıdm. Başgil’in ta. eserinde gençlere verdiği öğütlerden bir çoğu İslâm ahlâk nizamından mülheme ir, aynı zamanda garbın çalışma tarzlarına, da intibak etmektedir. Meselâ:
«Bir işe başlamadan evvel o işi (dersi, vazifeyi, kitabı) en kısa bir zamanda, en kolay ve temiz bir surette nasıl yapmak, nasıl öğrenip etüd etmek mümkün olduğunu iyice düşünüp he-, sapla demek suretiyle Descartes’in fikirlerini aksettirdiğine şahit oluyoruz.
Şark kültürüne gelince yine aynı eserde verilen ahlâk ve terbiye hakkmdaki öğütler, İslâm hukuk ve ahlâk kaynaklarından mülhemdir. Bir hadîs-i şerife meâlen:
«•İhsanın kemâli güzel ahlâktır. Sîzlerden cennette bana arkadaş olacak kimse dünyada güzel ahlâka mâlik elanınızdır.» büyütülmüştür. Başgil bu güzel sözlerden mülhem olarak:
•«Herkesçe beğenilen asıl güzellik, ahlâk, güzelliğidir. Çünkü ahlâkı güzel insan her yaşta güzeldir.» der ve öğüt olarak da:
«Ahlâkım güzelleştirmeğe daima çalış. Ahlâk 'güzelliği insan için en kıymetli bir servettir.» diye ilâve eder.
İslâm ahlâkında tevazu göstermek emredilmiştir:
«Her kim Allah rızası için tevazuu kendine âdet tahrirse Cenabı Hak onu yükseltir.»
«Tevazu-âlimin ifhann1. arttırr.» kaidesi vardır.
. Başgil bu geneı prensibi muşahhasteştırmıştır:
«Alçak gönüllü olunuz. Mütevazı insan meyve ağacına benzer. Meyve dalımn yere eğilmesi, meyvenin çokluğundand’r.»
«Kendinden üsttekilere değil, kendinden alttakilere bak, rahat edersin.» der.
Yine İslâm ahlâkmda terakkiye, cehde çalışmak ve gayret prensibi yer almaktadır; «İki günü müsavi olan ziyandadır. Cenab-ı Hak beş duran gence gazap eder.»
Bu esaslardan mülhem olarak Başgil de:
«Çalış, genç arkadaş'm, çalış! Nâmerde muhtaç olmak ölmekten beterdir.»
«Çalış, daima çalış, fakat hırsı bırak, zira hırs verimli, çalışmanın sağlık ve saadetin düşmanıdır.» der.
Keza İslâm ahlâkı hilmî ve hoşgörürlüğü (müsamahayı) emreder. (Hilm, insan'îi son derece öfkeli olduğu zamanca öfkesini yenmek ve intikam fikrinden vaz geçmektir. (Bakımz; Hamdi AkesekiH, Islâm Diri. 1950. Anık. Shf. 363)
Mütefekkir Başgil bu ah’âkî kaideyi şöyle ifade etmiştir;,
«Bir işe öfkeli ve sinirli iken karar verme. Bekle, öfken geçsin. Zira öfke ile kalkan zararla oturur.»
Görülüyor ki Başgil gençleri, ahlâklı ve faziletli yola sev-fcetmek için İslâm ahlâkından ve kültüründen faydalanmak suretiyle sağlam bir yol. takip etmiştir.
MUVAFFAKİYETİN ŞUTLARI
Başgil ders, konferans ve makalelerinde muvaffak olmanın esaslarını, iyi niyetle hareket etmenin lüzumunu göstermiştir. Ona göre başarı kazanmanın üç fena düşmanı vardır: ‘
· 1 — TembeFik,
· 2 — Kötü arkadaş,
· 3 — 'Kötü örnekler.
Bu kavramlar üzerinde durup, mahzurlarını, tehlikelerini' izah ettikten senra: .
Senin elinde bütün düşmanları karşılayacak kuvvetli iki . sn' hm var: İradeli olmak ve çalışmak. Şu halde mesele iradeyi terbiye edip, iyiliğin hizmetinde kullanmakta ve çalışmayı verimlendirmesinin yolunu ve usûlünü bilmektir.» demektedir.
Muvaffak olmanın şartlarını da şöyle belirtmektedir:
«İradeli olmak, muvaffak olmanın ilk şartıdır.» O halde irade nedir? Başgile göre «iradenin ne olduğunu anlamak için faaliyet hayatımıza, yani benliğimizin d ş âlemle temasını temin eder. Fiil ve hareketlerimizin topuna birden dikkatle bakmak gerektir.» Bu hareketlerimizin hareket noktası, -esrarengiz bir kuvvet hazînesi olan şuurdur.
Başgil, batılı anlamda felsefî düşünceyle bizim olan ve olmayan hareketler üzerinde durmuş, «bizim omayan hareketler, irademizi ilgilendirmez.» hükmüne varmıştır. Refleksleri, otomatik hareketleri insiyaki hareketleri, itiyadları, telkinli hareketleri izah ettikten sonra ahlâkî irade üzerinde durmuştur. İrade kudretine değer verdiğini de şu ifadelerden anlıyoruz;
«Günlük müşahadelerimiz gösteriyor ki insan bu kudreti iyilik yolunda kullanıp iyi işe karar verebildiği gibi; kötülük yolunda da kullanabilir ve kötülüğü tercih edebilir.» Buraca yardıma muhtaç birine yardım eden hayır sahibi ile bir ma-sûmun canına k’yan bir kaatüi mukayese eder ve iradesini iyilik yolunda, kullandığını, diğerinin (yani kaatilin) iradesini kötülük yolunda kullandığını hatırlatır. Sonra iradeli olmanın esasına geçer.
«İradeli olanak demek, fiil ve hareketlerin iyisini seçip icra etme şeklinde beliren ruhî kuvvete sahip olmak, hareketlerimizde kötü örneklerin, kötü telkin ve itiyadlarm tesiri altında kalmıyarak kendi fiillerimizin bizzat yaratıcısı, sevk ve idare edici olmak demektir.»
Başgil gençlerin ahlâklı, iyi iradeye sahip olmalarını, iyi huylu, temiz karakterli yetişmelerini arzulamıştır. Ona göre irade terbiyesinin ahlâkî ifadesi sây ve gayrettir.
BAŞGİL GENÇLERE MÎLLET SEVGİSİ VE VATAN İDEALİNİ AŞILAMIŞTIR.
Bundan yıllarca Önce neşrettiği bir broşürde:
«Evet, gençlerimizin bir çoğu Anadolu içlerine ve uzak bölgelere gitmek zahmet ve mahrumiyete katlanmak istemiyor. Büyük şehirlerin kcnforu, Kalabalığı, eğlenceli ve aydın geceleri onları çekip perçinliyor.» diyen Başgil, bunun sebebini «materyalist geri bir mektep terbiyesinde» buluyor, bütün bu hususları dört noktada topluyordu:
«1 — Bu memleketin genç nesline ciddî bir millet sevgisi ve vatan ideali yerine süs ve konfor zevki, ve hayatı sırf yiyip içip eğlenmekten ibaret gören, sansüalist (hissî) bir ruh aş la-mış; en az zahmetle servet ve konforun birden en yüksek derecesine ulaştırmağı, yarattığı örneklerle telkin etmiştir.»
· 2 — «Devlet hizmetlerinde... Ciddî hizmet ve ehliyet sahiplerine politika şaklabanlarını ve iktidar dalkavukluklarını mükâfatlandırın’ştır.»
· 3 — «Realitelere yabancı bir barem sistemiyle devlet hizmetlerini bir nevî angarya şekline sokmuş... Memurda ciddî hizmet, feragat ve gayret zevkini öldürmüştür.»
· 4 _ «Mücerret bir ülke büyüklüğü ve kanunların ülke içinde müsaviliği fikrinden hareket ederek, reel ve rasyonel tasavvura ve hayâle feda etmiş; meselâ İstanbulun Beyoğlu ka-zasiyle (Ağrının) Patnos kazasını bir tutmak ve bu iki ayrı realiteyi aynı bir bareme ve idare sistemine bağlamak gafletine düşmüştür.»
Bütün bu hatâlardan sıyrılmak için bazı tavsiyelerde bulunuyordu:
«Mektep gençliğe, sağlam bir millet anlayışı ve memleket sevgisi aşılamak ve yüksek bir- vatandaşlık şuuru vermekle mükelleftir.»
İkinci olarak: «Tahsil ve terbiye sistemimizi yeni baştan tanzim etmek mecburiyetindeyiz.» diyor
Başka bir makalesinde ise:»
«Avukat dâvaların, hekim hastaların temin edeceği menfaatten ziyade dâvayı ve hastayı düşünmeğe; biri davacının, diğeri hastanın şahsında «bedenî ve mânevi, iki çeşit ânsan izdi-rabmı tedaviye mecburdur. Hekim ve avukat için feragatte bu demektir.»
Ahlak Buhranı ve Başgil
Müşahadeci bir metodla Başgil, sen yazılarında: «Korkunç bir ahlâk buhranı içindeyiz.» diyor. Bunu bazı aydınların fiil ve hareketlerinden, söz ve yazıfanndan istidlal ediyordu.
«Fakat ahlâk buhranını da doğuran asıl ve büyük ana var: Mâneviyat buhranı.» Ona göre:
«Ahlâkın kaynağı iktisadi varlık değildir. Ei’âki-, ahlâk düşüklüğü, bilhassa münevver zümrede, bütün içtimai buhranların anasıdır. Bir memlekette yalanc’bk, sahtekârl'k, dolandırıcılık, mükâfat aldıkça yani ahlâksızlık devam ettikçe, iktisadi ilmi fikrî hülâsa medenî ilerlemeğe imkân yoktur. (Bak: Yeni Sabah, 27-7.960). Bu yarayı devlet adamlarımızın görmesini ve çarelerini bulmasını arzu etmiştir.
Maneviyatcılığa, vicdanî ahlâka çok ehemmiyet vermesi din ve vicdan hürriyetinin hâkkiyle tanınmasını istemesi, milliyetçi ve memlektçi düşüncenin ferdlerhe yerleşmesini arzulaması hep bu ahlâkî buhrandan kurtulmanın ve salim yola çıkmamın şartlan olarak gösterilebilir. .
Gerçekte komünizm tehlikesini önleyecek en büyük kuvvet manevî cephenin sağlamlaştırılması ile mümkündür Materyalizmden yani komünizm doktirininden şiddetle nefret eden Başgil manevî.dünyamrzm îslâm ahlâkının bütün kötülükleri önleyecek kudrette olduğunu göstermiştir. .
27 Mayıs İnkılâbmdan sonra Başgilin temas ettiği bu önemli konu üzerinde öteden beri mânevi akidelere ve mukaddesata tecâvüzkâr haber ve yazılar neşretmekle ün kazanmış olan bir ıgazete kasıtlı olarak: «Türkiyede ahlâk buhranı var mı?» yolunda bir anket açmış, aydın çevreler verdikleri cevaplarda bu soruyu «Evet» çlarak cevaplandırmışlardır. Bu hareket de Başgil’in ahlâksızlıklarla olan fikrî mücadelesini gösterir.
TEKÂMÜLCÜLÜĞÜ
Bergson’un «Yaratıcı Tekâmül» adım taşıyan ve Fransada 15 defa basılan meşhur bir eserini hakkiyle kavramış olan Başgil’in fikirlerinde hâkim olan hamle ve hareket ruhu satır satır sezilir. İçtimaî ve siyasî hayatın gelişmesi için yaptığı fikir mücadeleleri onun tekâmülcü bir zihniyetin mümessili olduğunu göstermektedir. Bazı endişeli yazarlar, ona «gercfik» ıs-nad’nda bulunarak sağlam ve dcğru fikirlerini gölgelemek gibi kuru heveslere kapılmış elmalarına mukabil- gerçek aydınlar nezdin de Başgil’in hamleci ve tekâmülcü kudreti inkâr edilemiyecek kadar belirlidir.
Aşağıdaki fikirler iyice tetkik edilirse Başgil’in tekâmül felsefesi iyice anlaşılacaktır:
«Bence bir milletin her nesli, tarihî tekâmülde eriştiği devri yaşar. Ve her neslin devrini evvelki nesiller hazırlar.*
«Tekâmülün kötüden iyiye giden bir ilerleme olması için iç ve dış hayatın muvazeneli, hattâ muvazi yürümesi şarttır?»
Millet hayatına düzen vermek için «fikir adamlarınm ilmi bir tenkid ruhuna sahip olmaları lâzımdır.» Çünkü: «Terakki ve tekâmül tenkid ruhundan doğar. Konformizm yani göreneğe ve şuursuzca telkinlere bağlanış avamın rahat döşeğidir. Avam (halk) ne duyar ve ne okursa onu hakikat sanır ve hatâlar üstünce uyur. Fakat fikir adamı hakikat diye sunulan şeyleri, ince bir tenkid süzgecinden geçirir ve asıl yapılacak hakikati bulur. Millet ve insanlık için terakki de bundan Jo-
Adalet ve Başgil
Prof. Başgil, cemiyet hayatı nm mânevi temellerini insanr şiar ve faziletlerin intişar merkezi olarak kabul ettiği «ahlâkî, vicdan» a istinat ettirmektedir:
«Ahlâkî vicdan sayesindedir ki insan iyiyi kötüden ayırt eder. İyiliği sever ve benimser, kötüden ve kötülükten nefret duyar. Tahsil ve terbiyenin gayesi, insandaki ahlâkî vicdanı, bilgi nuriyle aydınlatmak 've onu kemale erdirmektir.» diyen Başgil, kemâle ermiş bir ahlâkî vicdanda, bir takım yüksek duyguların doğduğunu ve bunların İçtimaî münasebetlerde birer kaide şeklini alarak, cemiyetin mânevi temellerini teşkil ettiğini ifade etmektedir. Bu duygu ve kaidelerin başta gelenleri:.
· 1 — Adalet,
· 2 — Hakkaniyet,
· 3 — Alif ve atıfettir.
BAŞGİL’E göre adalet
«Adalet, devlet nizamının ve cemiyet hayatının en derim temelidir.» diyen Başgil «Adalet mülkün temelidir.» prensibinden mülhemdir.»
Müsavatı ise adaletin bir cephesi olarak göstermektedir. (Bakınız: Türk Yurdu, Sayı; 3, 1959, Sfh: 19)
Aristo’nun: «Adalet, kendimize yapılmasını hos germediğimiz bir muameleyi başkasına yapmamaktadır.» sözünü tasdik eden mütefekkir; «Adalet, herkese vermeğe bcrçlu olduğumuzu vermek ve lâyik olduğu muameleyi yapmaktadır» neticesine varıyor.
Demokrasi ile adalet mefhumunu tahlil eden Başgil bu iki mefhum arasında mânevi bir köprü kurar ve der ki:
«Semckrasi şuna inanır ki, vatandaşın hrü ve hükümet baskısından uzak yaşamadığı bir memlekette adalet yoktur ve plamaz. Çünkü devlet eliyle adalet her vatandaşa lâyık ve müstahak olduğu muameleyi yapmak, hak ettiği mükâfatı- ve mü-cazatı vermektir. Bu ise vatancaşm hür, yani fiil ve hareketlerinin bizgat sahibi ve mesulü olmasını icap eder. Hür olmayan bir kimse kendi fiil ve hareketinin sahibi değildir lâzım gelen mükâfat müzacata lâyık olsun.» '
«Demokrasi şuna da inanır ki, mü-avat olmayan yerde adalet olmaz» (Bak: Başgil, Demokrasi ve Adalet, Yeni İstiklâl, 25 Temmuz, 1&61, Say1: 32)
Şu halde demokrasi ile adalet ve müsavatın sıkı bir bağıntısı vardır.
ADALETİN İKİ SEKLİ
Yine Aristo’nun ikili tasnifini benimsiyerek adaleti iki şekilde mütalâa ener:
· a) Tâvizi adalet:
«Bir cemiyette fertler, hususiyle şahıs sıf atiyle hareket fiden devletle fert arasındaki münasebet ve mübadele-hayatında tatbiki lâz-m gelen muvazene kaidesidir.» Meselâ bir alım satım muamelesinde malın bedeline mukabil bir ivaz (para) veriliyor ve karşıhğ'nda mebi (eşya, mal) alınıyor. Bu, tâvizi adalettir. Şu halde, ivazsız, bedelsiz,, başkasının bri şeyini almak bir zulümdür,
· b) Tevziî Adalet:
ıBacpiTe göre tevziî adalet:
«Devletle fert arasındaki resmî münasebetlerde tatbikî gereken adalettir.»
Devlet, herkesin kuvvet,, ehliyet v.e kabilivet’ne; yaptığ1 hiz ..metlere göre vatandaşı mükâfatlandırır, Her fert , cemiyette lâyık, olduğu, jneykii ye. rütbeyi alır, kötü., fiillerden, ötürü de tecziye görür.
Adaletin gerçekleşmesinde mahkemeler, hukukun ve tevziî adaletin timsalidir. Kanunlar da rehber vazifesini görmektedirler. Adaletin tatbikinde devlete de mühim bir vazife düşmektedir.
«Devlet, koyduğu kanunlarda her şeyden evvel adalet kaidesine riayet ve adalet hissini tatbik etmekte mükelleftir.»
· II. Hakkaniyet (Equite)
Adalet ve hakkaniyet, biribirine yabancı mefhumlar değildir. Başgil’e göre:
«Hakkaniyet, insaf, merhamet ve şefkat histeriyle yumuşatılmış ve şiddeti hafifletilmiş bir adalettir.»
Meselâ çıkarılan bir göze karşılık suçlunun gözünü çıkarmak adalettir, fakat böyle yapmayıp da onu hapsetmek, şefkat ve merhametin bir neticesi olarak hakkaniyettir,
· III. AFİF (Pardon) ve Atıfet: (ıBonte).
«Affetmek ve atıfette bulunmak iyiliklerin en yükseğidir. Afif ve atıfet, kötülüğe karşı iyiliktir.»
«Bir kaatili, yok ettiği cana mukabil, yok etmek adalettir. Fakat kaatilin cezasını hapse çevirmek hakkaniyet; cezasını bağışlamak ise afif ve atıfettir. Atıfet hoş görürlük şeklinde, bir milletin medenîliğini (göstermektedir.»
Üniversite Muhtariyeti ve Başgil
«Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» 947 de kurularak insan hak ve hürriyetlerini savunan bir teşekkül olmuştu. Bu cemiyetin iki yıl müddetle başkanlığını yapmış olan Ali Fuat Baş-gil, memleketin kültürel bakımdan gelişmesi için hayli mücadeleler yapmıştır. Bu fikir mücadelelerinden birisi de, tek parti zihniyetinin sonucu olarak vesayet sistemine göre otoritenin pençeleri arasında bulunan üniversiteleri hür ve muhtar birer ilim yuvası yapmak gayreti olarak görülüyor. 29 Nisan 1948 de «Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» nin idare heyeti Başgil’in baş kanlığında toplanıp uzunca bir istişarede bulunduktan sonra üniversite muhtariyeti hakkında cesurane bir beyanname yayınlamıştı, Başgil’in kaleminden çıkan bu beyannamede:
Bir zamanlar Maarif Vekâletinin pençesi altında bulunan üniversitelerin tam bir İlmî istiklâle ve İdarî muhtariyete kavuşmasının arzu edildiği, tedris hürriyetinin Türk üniversitelerinin başta gelen meselelerinden biri olduğu belirtiliyordu. Be yannamede üniversitelerin önemi şöyle belirtilmekteydi:
« — Şüphe yok ki, üniversiteler her şeyden evvel yüksek birer ilim, felsefe ve sanat yuvasıdır. Fakat yine şüphe yok ki, bir üniversite sırf ilim yapan ve ilmin sosyal ve moral neticeleriyle alâkalanmayan âlimler ve filozoflar cemiyeti gibi bir müessese de değildir.
ÜNİVERSİTE HAYAT İÇİNDİR
«Bilâkis bir üniversite muayyen bir devlet ülkesi üstünde ve muayyen bir icap ve ihtiyaçlar karşısında bulunan, yani milleti ve memleketi olan bir müessesedir. Ve her müessese gibi üniversiteler de hayat içindir. Hayât ise ferdî ve İçtimaî iki veçhe arzettiğine göre, bir üniversitede gerek ferdî ve gerek İçtimaî hayat için faydalı ve semereli olmak mevkiindedir. Ve bu itibarla da üniversiteler, içinde yaşadıkları cemiyetlerin terbiye müesseseleri arasında ve hattâ bu müesseseler silsilesinin başında yer almak zorundadır.» 1
ÜNİVERSİTENİN FONKSİYONLARI
«Şu halde üniversitelerin iki faydalı fonksiyonu ve gayesi vardır:
İlmî fonksiyon ve gayesi, hakikati aramak ve hakikat yoluyla ilmi ilerletmektir.
«Terbiyevî fonksiyon ve gayesi ise, içinde bulundukları, milliyetini taşıdıkları memlekete ve bu vasıta ile insaniyete hiz met etmektir.»
TEDRİS HÜRRİYETİ
Üniversite muhtariyetine dair beyannamede bundan sonra tedris hürriyeti ele alınmakta ve şöyle denilmekteydi:
«Tekrar edelim ki, bir üniversite, yüksek ilim ve marifet ocağıdır. Ve bu ocağın temeli de her çeşit kuvvet ve otoriteye karşı istiklâl ve muhtariyettir.
MUHTARİYETİN İZAHI
Üniversitenin muhtariyeti demek kürsüde ders veren, hocanın masuniyeti demektir. Bu masuniyet ise İlmî terakki ve medeniyetin yegâne şartıdır. Binaenaleyh muhtar bir üniversitenin hocaları kanaat ve içtihadlarını hiçbir korkuya ve endişeye kapıhnaksızın tam bir serbestlikle söyliyebilmeli ve üniversite kürsüsünde bir hoca, tıpkı meclis kürsüsündeki bir mebus gibi, mutlak bir masuniyeti haiz olmalıdır.»
Hocaları tehdit, fecî bir irticad-r.
«Millet ve memleket için olduğu kadar ,insaniyet için de hayır ve selâmet bu masuniyettedir. Bunun aksini iddia etmek ve İlmî kanaat ve içtihadlarmdan dolayı hocaları tehdit altında bulundurmak medeniyet yolunda fecî bir irticadır. Ve orta zamanların engizisyon devrine dönmektir.»
İLİM VE MEDENİYET
«İlim ve medeniyet hür fikir ve iıçtihadların eseridir. Fikre ve içtihada çengel takmak, selâmetlerini hakikatleri bağlamakla arayan tahakküm ve taassup rejimlerine yakışır bir harekettir.»
(Beyannamede bu sözlerin ve fikirlerin izahı yapılıp izafiyetin (realitivisme) modern ilme hâkim olduğu, elde ettiği kanaati kürsüden söyleyen hocayı mesul tutmamak icap ettiği hu susu belirtildikten sonra: «İçtihad ve kanaatler mücadelesinde üniversite hocasının kürsüde bitaraf ve objektif olması her kuvvetli fikir ve kanaati ayrı bir müsadekârlık ruhu ve zihniyetiyle tahlil, tedris etmenin gerekli olduğu» belirtiliyordu.
TAASSUP BÜYÜK BİR NOKSANDIR .
Beyanname şöyle devam ediyordu:
«Buna (müsaadekârlık ruh ve zihniyetine) İlmî zihniyet denir. Bunun zıddı olan zihniyete de kürsü politikacılığı denir ki, taraf tutarlık ve taassup ise, evvelâ, ilmi hakikatlere ulaşmağa mâni en büyük bir noksandır. Zira taassup hakikatleri mutlak olarak muayyen bir fikre saplamak ve diğerlerini çiğnemektir. Halbuki hakikî ilim «şek - şüphe» den hareket eder.
İlimde taassup sırf bir cehalet ve dalâlet eseridir. Saniyen taassup, hocalığın yüksek şanı ve hocanın terbi-yevî vazife ve fonksiyonu ile telifi kabil değildir. Zira sağlam bir terbiyenin esası fikir ve kanaatlere karşı müsavi bir mü-saadekârlık ve hürmet gösterme asâletidir. Taassup ise bu asaletin zıddı olan redaettir.»
ÜNİVERSİTENİN. TERBİYE FONKSİYONU
«Üniversitelerin İlmî faaliyet ve . gayelerinin yanı ha-şmda ve ayrı bir ehemmiyet taşımak üzere.,bir de terbiye rolleri bulunduğunu, söyledik. Filhakika,-Üniyerşiteler birer millî .müessesedir ve bu sıfatla beyni .mesabesinde bulunduklarım illete karşı ifâsını borçlu .oldukları mühim vazifeler vardır. Bunlardan biri ve şüphesiz başta geleni, cemiyet hürmetlerinin beklediği insan unsurunu yetiştirmektir. Eğer üniversiteler sadece ilmî araştırma ve tecrübe yapan birer lâboratuvar olsaydı, bu ikinci vazifeden kendilerini kurtarırlardı..»
Bu objektif izahlardan sonra tedris ve terbiye hürriyetinin hudut ve ölçüsünün ne olduğu üzerinde durulmakta ve:
« Önce şunu kaydedelim ki, bu hudut ve bu ölçü üniversite hocalarına dışardan, meselâ hükümet ve kanun vazıı eliyle tâyin ve tatbik edilemez. İlmî zekâ ve tefekkür hükümet emriyle veya kanun yasağiyle kayıt altına alınamaz ve bir mem lekette ilmin terakki ve inkişafı için en büyük tehlike de bu-dur; yani ilim ve terbiye işlerini emir veya kanun ile tanzime kalkışmak, zekâ ve tefekkürü zincire vurmaktır....
«O halde bu hudut ve Ölçü ne olsa gerektir.»
« — Bizce üniversite kürsülerinde ders veren hocanın terbiye ve irşad hürriyeti, evvelâ, sübjektif; saniyen de objektif iki nevi hududa tâbidir:
1 — Sübjektif yahut ideal hudut, tâbirin de anlattığı gibi hocanın bizzat kendi içindedir ve kendini kontrol edebilme iktidarı ve ölçülü konuşma olgunluğudur.
«Üniversite hocası demek, derin bir vazife şuuru, İlmî yetişkinlik meslekî olgunluk meziyetleriyle bezenmiş kimse demektir
«Şu halde tedris hürriyeti bahsinde, her şeyden evvel üniversitede kürsü işgal edecek kimselerde itidal ve muvazene fazileti, nefis murakabesi iktidarı, vazife şuuru ve meslekî olgunluk teminatı aramak lâzım gelir..»
2— Objektif hudut:
«Tedris hürriyetinin objektif hududuna gelince, bu da zan-, nediyoruz ki iki şekilde tecelli eder:
Objektif hududun bir şekli kanundur ki, mesnet ve hikmetini âmme nizamı fikrinde bulur. Her hürriyetin olduğu gibi, tedris hürriyetinin de ilk ve objektif hududu, şüphe yok ki âmme nizamıdır. Bu nizamı, ise kanun tayin eder ve korur..»
MEMLEKET MENFAAT VE REALİTELERİ
«Objektif hududun diğer diğer bir şekli de memleket, menfaati ve. realiteleridir. Bugün hemen hepimizin birleştiği ve aklı selim ile sezdiği bir takım umumî ve millî menfaat ve realitelerimiz de vardır ve biz üniversite hocalarının bu menfaat ve realiteleri herkesten evvel sezmesi ve daha iyi görmesi icap eder. «Üniversite madem ki muhtardır, kendi kürsülerinin İlmî, meslekî disiplinini bizzat kendi organlariyle temin etmek hem hakkıdır, hem de vazifesi.» (Vatan, 30.4.1948)
ÜNİVERSİTE VE POLİTİKA
Başgil 1951 - 952 yıllarında yazdığı İlmî ve hukukî yazıla-riyle fikir hayatında fırtınalar koparmıştı. O günlerde ona çevrilen ağızlar «siyaset yapıyor» teranelerini tutturuyorlardı. Başgil üniversite hayatiyle siyaset hayatını ayırıcı prensipleri vaz ederek hakkın daki ithamları şöyle cevaplandırıyordu:
«Politikanın üniversiteye girmemesi lâzımdır. Tabiî ahlâksızlığı gerilik, yalancılığı idarecilik, nankörlüğü açıkgözlük, doğruluk ve fazileti enayilik sayan politikacılıktan bahsediyorum.
«Siyasiliğin ölçüsünü bulmak da zordur. Meselâ ben Kore kararını tasvip ettiğim zaman bugünkü hükümet (eski D. P. hükümeti) tarafından takdirle karşılanmıştım. Millet Partisinin kapatılmasını tenkid ettiğim zaman aynı muhitlerde kötü bir politikacı hoca oldum.
«Üniversite muhtariyetini asıl zedeleyen muhtariyet kalesine sığman bazı partili hocalar bu avantajlı vaziyetten faydalanarak kendi partilerine ayrıca bir kuvvet ve destek kazandırmışlardır. Bir ayağı muhtar üniversite kürsüsünde, bir ayağı da parti kürsüsünde olan bir hoca asla fikir ve kanaat istiklâline sahip olamaz. Ve böyle bir hocanın ilmi de partizanlık çerçevesini aşamaz.» (Bak: Yeni Sabah 23 Temmuz 1953, Sfh; 1-7).
Üniversiteler kanununun değiştirilmesi min o zamanki hükümet ricali tarafından hazırlanan kanun teklifi için Başgil şöyle diyordu:
«Hükümet teklifindeki ikinci vaziyete gelince bu fiilî particilik ve faal politikacılık dışında kalan hocaların vaziyetidir. Demokrat iktidar adamları istiyor ki: Bu kabil hocalar da konuşmasın ve yazmasın. Siyasî fikir ve kanaatlannı yutsun ve sussun. Şu halde hükümet teklifi üniversite hocalarını yalnız particilikten ve faal politikacılıktan uzaklaştırmakla kalmıyo ayni zamanda memleketin en yüksek kültür sahibi adamlarını susmağa da mahkûm ediyor ve 'onlara «siz vukuatı yalnız uzaktan seyredebilirsiniz.» demek istiyor. Gerçi kim ne bulursa dilinden bulur, ve. gerçi:
İhtilâf atiyle uğraşmakta delirin zevk yoktur,
Zevk anın mirsad-ı ibretten temâşasındadır.
«Fakat bu suretle susmağa mahkûmiyeti, Türkiyede yirminci asrın ortasında demokrat iktidar eliyle hortlama istidadı gösteren en ağır bir «encisodoriale» bir ceza addederim.
«Bir üniversite hecasının, hususiyle bir esasiye bir âmme, bir idare profesörünün fikir ve kanâatlerini siyâsî mahiyette pî-sa dahi sözle ve yazı ile neşretmesi politika yapihâk değildir.
«Politika, hedefi, sırf iktidara geçmek için olan bir hareket ve gidiştir. Bugünkü teşkilâtlı demokrasilerde iktidara geçme isteğinin delili, bir partiye mensup olmaktır. Muayyen bir partiye mensup olmayan ve muayyen bir parti yararına konuşmayan bir hoca hakkında «politika yapıyor» denilemez.»
Sonra şu da var ki, bu meselede siyasîliğin ölçüsünü bulmak ve filân fikir ve kanaat siyasîdir, binaenaleyh üniversite hocasına memnudur demek çok güçtür. Bu hususta elde objektif bir miyar (ölçü) yoktur.»
Bu beyanat, üniversiteyle siyaset arasındaki bağlantıyı çok iyi belirtmesi bakımından önemlidir. Başgilin bu beyanatı sekiz yıl stora referandumla kabul edilen İkinci Cumhuriyet Anayasasında gerçek değerini kazanmış bulunuyor. Nitekim 120 nci maddenin beşinci fıkrasında:
«Siyasî partilere üye olma yasağı, Üniversite öğretim üyeler ve yardımcıları hakkında uygulanamaz. Ancak bunlar par-
tilerin genel merkezleri dışında yönetim görevi alamazlar.» demek suretiyle üniversite hocalarının fiilî politikaya iştirak edebilmelerine müsaade edilmiş bulunmaktadır. Böylece önceleri fikri politika ile uğraşabilen üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları bu hüküm muvacehesinde fiilî politikayla uğraşmağa da hak kazanmış oluyorlar.
Bahsimizin başında naklettiğimiz gibi, Yeni Sabah Gazetesi muhabiriyle yapılan bu mülakatta, muhabir Başgil’e:
· < — Hükümet teklifinde asıl sizin hedef tutulduğunuz söyleniyor. Bu hususta ne dersiniz?» sorusuna Başgil:
· < — Bu hususta söyliyeceğim bir şey var, o da şudur:
«Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın
«Kahrolmak için kesb-ü kemâl-ü hüner eyler.» diye cevap vermiştir.
Görüyoruz ki, Prof. Başgil üniversite ve politika meselelerinde yıllarca önce hassasiyetle durmuş ve fikirleri bugün mes’-ut 'bir kabule mazhar olmuş bulunmaktadır.
TALEBE YURTLARI MESELESİ
Kurucu Meclisten güzel bir kanun çıktı. Trükiyede yüksek tahsil yapma imkânlarını kolaylaştıran bu kanun, uzun yıllar arzulanan bir fikrin mahsulüdür. 7 Birinci kanun 1944 yılında Cumhuriyet gazetesinde «Talebe Yurdu Meselesi» başlığını taşıyan bir yazıda, Başgil’in fikirlerinin bugün kanun vaziının iradesinde tecelli etmiş olduğunu görüyoruz. O zamanlar Başgil diyordu ki:
«Bilelim ki bir memleketin siyasî ve Sosyal nizamı, o memleket binasının çatısı ise, talebe, tahsil, mektep de temelidir. Temelsiz bir bina üstünde duran mükellef bir çatı, beyinsiz kafayı örten lüks bir şapkaya benzer.»
Memleket gençliğinin normal şartlar içinde yüksek tahsilini yapabilmesi için sadece üniversitelerin mevcudiyeti şart ve kâfi değil. Ayni zamanda talebenin derslerine çalışabilmesi de, iyi meskenlerde (yurdlardâ) barınabilmesi de lâzım. Pröf. Başgil, müşfik bir hoca olarak talebelerin ilk ihtiyacı olan yurd meselesinin halli için 1944 yılında yapıcı fikirler serdetmişti. O istiyordu ki, «Türkiyenin büyük fikir ordusunun karargâhı claca_c» muazzam talebe yurdları inşa edilsin. Bunun için de şu noktalar üzerinde duruyordu:
«Talebe yurdu, bugün sağda, solda görülen derme - çatma şeyler değil, tam mânasiyle talebe evleri ve bu evlerden müteşekkil bir Üniversite ve yüksek mektepler gençliği mahallesidir. Talebe evleri ileride Üniversite merkezi binasının inşa edilecği bir saha üzrinde ve bu sahayı çerçevelemek üzere • yüzer, iki yüzer kişilik geniş modem ve sıhhî pavyonlar şeklinde olacak ve her pavyon dahilen teker, çifter, üçer talebelik odalara bölünecektir. Odalar, talebenin hâline göre tam veya yarım ücretle kiralanacak ve çek fakir olanlarına meccanin verilecektin
«Sahanın bir tarafına inşa edilecek umumi bir üniversite kütüphanesinden başka, her evde oturan talebenin meslekî ihtiyacını karşılamak üzere birer kütüphane, birer müşterek o-kuma salonları ile umumî spor sahası, umumî konferans ve top lantı salonu ve temaşa (seyir) sahnesi bulunacak, hattâ burada, hocalardan doçent ve asistanlardan isteyenlere mahsus ev ve apartman da yapılacaktır.»
Bütün bu tasavvurların gerçekleşmesi için devlet yardımı olmadan bazı teşekküllerin bu işe el uzatmasını istiyordu. Bunlar: -
· 1) EVKAFIN YARDIM BORCU
Evkaf idaresi, İstanbuldaki tarihî kıymeti haiz olmayan, yıkık medrese ,imarethane, harap han, hamam ve virâne arsaları paraya tahvil etmek ve bunların vakıf gelirlerini toplayıp üniversitelerimize vermek suretiyle borcunu ödemelidir. Bu sayede evkaf idaresi hem üniversite mahallesinin kurulmasına ve yaşamasına en kıymetli bir hisse katmış, hem de vakıf sahiplerinin ruhlarını şâd etmiş olur.»
2'i İSTANBUL BELEDİYESİNİN YARDIM BORCU
«Üniversite gibi bir ilim ve kültür ocağına İstanbul Belediyesinin yardımda bulunması onun için bir huzur ve şeref kay nağı olacaktır.»
· 3) ÜNİVERSİTENİN YARDIM HİSSESİ
Talebelerden alman harç, kayıd ve imtihan ücretlerinin ma liyeye değil de üniversite yurdları inşasına tahsisini münasip görüyordu.
· 4) PARTİNİN (PARTİLERİN) YARDIM HİSSESİ:
O zamanlar iktidarda bulunan CHP. İstanbul İdare heyetinin yaptırdığı ve sonradan yıkılan Merkez Talebe Yurdunu misâl vererek:
«Üniversite gençleri, İstanbul halkına Eminönü ve Kadıköy Halkevleri gibi güzel ve faydalı eserler hediye eden partiden, talebe evleri işinde de teşebbüsü ele almasını beklemekte haklıdır» diyordu. Ama o devrin totaliter iktidarı, her .şeyi parti zaviyesinden görmüş ve Halkevlerini halkın değil de partinin peyki, içtima ocağı haline getirmişti. Halen o zihniyeti hortlatmak isteyenler de vardır.
Çek partili nizamda artık bütün siyasî partilerin üniversite talebe yurdlarmm yapılmasında yardımlarını beklemekteyiz.
· 5) VİLÂYETLERİN YARDIMI:
Üniversitelerde, kalabalıkça talebesi olan vilâyetlerin bir-leşerek, talebe evleri, yurdları yapmalarını arzu eden Başgil’in bu isteği kısmen tahakkuk etmiştir.
· 6) TEBERRU YARDIMLARI:
«Hayır yapmak ve adını, şanını edebileştirmek arzusunda olan vatandaşları» bağışta bulunmağa davet eden Başgil’in bu dâvetine 17 yıl içinde yalnız Vehbi Koç gibi bir hayırsever icabet etmiştir. Diğer ünlü iş adamlarının da Koç gibi olmalarını temenni ederiz.
Yukarıdaki isabetli haller, bugün de tazeliğini muhafaza ediyor ve türlü zorluklar içinde büyük şehirlere gelen Anadolu gençlerinin rahat bir yüksek tahsil hayatına kavuşmaları için anahtar vazifesi görüyor.
Te’lif Eserler Münakaşası
Başgil’in fırtına koparan fikirlerinden birisi de telif eserler konusundadır. Bir yıl önce Yeni Sabah’da yayınladığı bir makalesinde:
«Herhangi bir sahada yarının ilim tarihine intikal edecek bana kaç eser gösterebilirsiniz?
«Ben kendi sahamı olan hukuk, siyasî ve idari ilimler sahasında, kaç değil, bir tek eser yoktur diyorum. Siz vardır derseniz, gösteriniz.» (Y. S. 23.7.960) diyordu.
Bu sözler önce akşam gazetelerinden Son Saat tarafından ele alınıp, büyük manşetler ve uzun uzun beyanatlarla takdim edilmeğe başlanmış, sonra gerçekleri örtmekte mahir olan bir sabah gazetesinde bir ankete mevzu olmuştu. Ankette deniyordu ki:
Başgil, öğretim üyelerinin eserlerinin garp müelliflerin den ustalıkla çalınmış birer kopya eser olduğunu söylüyor, siz ne dersiniz?» (Bak, Cumhuriyet Gz. 5.8.1960 ve müteakip sayaları.)
Üniversitenin muhtelif fakültelerinin öğretim üyelerine yöneltilen bu soru hayli tepkiler yaratmıştı. Birçok akademik kar-yer üyesi Başgil’in ileri sürdüğü iddiayı yersiz buluyor ve öfkeli bir lisanla cevaplar veriyorlardı. Bazılarında hakikat payı yok değildi, ama hiç birisi yıllarca önce merhum Dr. Adnan A-dıvar tarafından yazılan bir makalede ayni meselenin ortaya atılmış olduğunu ya hatırlamıyor, veya söz konusu yapmak istemiyordu.
ADNAN ADIVAR NE DEMİŞTİ?
Adnan Adıvar, «İlim ve Dil» başlığını taşıyan bir makalesinde şöyle diyordu:
«Tıp talebesi iken elimizde dolaşan Türkçe kitapları, zaman zaman hatırlarım. Bunların içinde minnetle anabileceğim kitapların sayısı ikiyi pek geçmez. Bu eserlerin ilmi kıymetlerini, hattâ zamanları ölçüsü ile bile ölçmek, hiç bir bakımdan faydalı değildir. Hemen hepsi müelliflerin mukaddimelerde itiraf ettikleri gibi Fransız ve nâdiren Almanca bir eserden nakledilmiş oldukları için Türk ilim tarihi bakımından, ancak o vakitler frenk müelliflerin memleketimizde makbul olduğunu göstermekten başka bir ehemmiyet arzetmezler.» (Bak: Vatan, 14. Haziran 946.)
Adıvar’ın yıllarca önce serdettiği bu fikirlerle Başgil’in ileri sürdüğü fikirler arasında pek mübayenet göze çarpmıyor. Ancak ne var ki, Adıvar daha da ileri gitmiş, kitaplar m ve «hemen hepsinin... Fransızca ve Almanca bir eserden nakledilmiş oldukları» nı iddia ettiği halde o zaman bu iddia karşısında kim se sesini çıkarmamıştı. Ayni iddiayı Başgil ortaya atınca Onu tezyif etmek için açılan bczguncu neşriyat sayesinde Başfiil’e muarız olanları daha iyi tanımak mümkün oluyordu. Haddizatında iddia pek sert bir karakter taşımaktaydı ve bizzat Başgil dahi gelecek nesillere intikal edecek «Din ve Lâiklik» adını taşıyan güzel bir te’lif eserin müellifi idi, ama onun asıl hedef tuttuğu, garplı müelliflerin eserlerini Türkçeye çevirip, biraz farklı bir üslûpla talebelerine sunanlar hakkındaydı. İddiayı e-ser ismi vererek çürüten bir tek öğretim üyesinin çıkmamış olması da hayli düşündürücüdür.
Hükmü, tarihe bırakıyoruk.
LİSAN YOK Kİ İLİM OLSUN
Türkiyede öteden beri bir tarafta millî ve. yaşayan dili konuşup yazan büyük bir aydın kitlesi, diğer tarafta, uydurma kelimelerle dilimizi kuş. diline çevirmek isteyen «aşırı öz Türk çeciler» grupu diyebileceğimiz sınırlı azınlık kitlesi çarpışmalı. - tartışmalı .bir mücadele yapmışlardır.. Millî dilimizi tahrif etmek isteyen aşırı Öztürkçecilerle yıllardan, beri çetin bir mücadele yapan Başgil, ilmin ifade vasıtası olan lisanın birbirine düşman iki zümre meydana getirdiğini belirttikten sonra:
«Türkiyede bugün kararını bulmuş bir lisan var mıdır ki, ilim olsun?» diyordu. (Bak, Başgil, Y. Sabah, 26.7.1960).
Bu sert iddia karşısında fikir hayatımızda yeni bir çarpışma başlamış, Cumhuriyet gazetesi, açtığı ankete bu meseleyi de dahil ederek Üniversite öğretim üyelerini tahrik edip beyanatlar alıp sütun sütun yayınlamağa başlamıştı. Hâdisenin esası, malûm; gazetenin, menfur maksatlarının tahakkuku için Başgil’e sataşmaktan öteye gitmiyordu. Zira aynı gazetenin yazarlarından merhum Dr. Adnan Ad'var, 15 Haziran 1946 talihli Vatan Gazetesinde yayınladığı «tüm ve Din» adlı yazıda 14 yıl önce şöyle demişti:
«Nasıl .ki Fransız dilinde ders veren her hoca aynı zamanda Fransız dili hocası ise, Türk dilinde ders veren her hoca biraz da Türkçe hocası olmak demektir.
«Dil ve kültür, şapka ve boyun bağı gibi keyif ve hevese tâbi olarak modası geçen mutalardan olmadığı gibi, orduların yeneceği kuvvetlerden de değildir.» Bu sözleriyle merhum A-dıvar dilde yapılan zorlamaları tasvip elmiyordu ve Prof. Baş-gil’in fikirlerine yıllarca önce tercüman olmuş bulunuyordu. A-ğır bash olarak tanınan Cumhuriyet Gazetesi böyle asılsız polemiklere girmemeliydi.
- MEMLEKETÇİLİK VE GARPÇILIK
Anadolunun acı realitelerini iyice kavramış olan Başgil, memleketimizin maneviyat, ahlâk ve kültür bakımından yükselmesini memleketçi ve milliyetçi zihniyette buluyor. Türkiye-nin yıllarca süren uğraşma ve didişmelere rağmen halledilmeyen dâvalarını bırakıp gözünü yabancı ülkelerdeki milletlerin konforlu hayatına çeviren ve millet gerçeklerine sırtını dönen garp hayranlarından zaman zaman şikâyetçi bir lisanla bahsetmekteydi.
Ona göre memleketçi tâbirinden şunu anlamak lâzımdır;
«Mü’minler, idealist muhafazakârlar, ve milliyetçiler.» Bu mefhumları daha önce tetkik etmiştik, izahını yapmıyoruz. Gelelim. garpçı tâbirinin ihata ettiği anlama:
Garpçılardan maksat, münkirler, maddeci politikacılar, fırsatçı ve menfaatçiler anlaşılır» diyordu. Bu tavsif belki biraz sert karakterdeydi. Prof. Sadi Irmak «Yeni Sabah» da yayınladığı iki makalede indî ve şahsî görüşlerini ortaya koydu; gerçek namına özlediğimiz hususları izah edemedi. Sadi Irmak Beyin yazısından sonra ayni mevzuda kısaca temas eden Başgil, memleketçilikle garpçılığı, te’lif etmiş ve garp medeniyetini bir bütün olarak kabul ederek, garbı ya bütünüyle almak, yahut da hiç almamak gerektiğine işaret etmişti. «Yeni Sabah, 4 Tem. 1960)
Bu mevzuda Başgil, garbın biri esans, öteki de küsbe sayılabilecek iki varlığı bulunduğunu söyledikten sonra birinci gru bun unsurlarını şöyle açıklıyordu:
«Garp medeniyetinin ilim, san’at, metod, teknik, yüksek ahlâk şuuru (karakter terbiyesi), an’anevî temizlikten ibaret o-lan esansını bir mü’minin bir idealist muhafazakârın ve bir milliyetçinin sevmemesine ve benimsememesine imkân yoktur. Gü neşten kaçmak ölüme gitmektir.»
«Bunun aksine olarak bir mü’minin, bir idealist muhafazakârın hülâsa bir memleketçinin garptaki «curûfu» yani: «Münkirliği, maddeciliği, menfaatçiliği, (existantialisme) yani boşverciliği sevmesine ve benimsemesine imkân yoktur.»
Bu suretle, garpçılık ve memleketçiliğin çarpıştığı noktaları keskin hatlariyle gösteriyor ve bu noktaları birikirinden iyice ayırıyordu.
Şunu da ilâve edelim ki, Birinci Cumhuriyetin mânevi temellerine harç koyan mütefekkirlerden merhum Ziya Gökalp’ın «asrîleşmek» diye tavsif ettiği garpçılık konusunda en güzel e-seri Edebiyat Fakültesi Pedagoji Profesörü Mümtaz Turhan Bey (Garplılaşmanın Neresindeyiz?) adını taşıyan değerli eseriyle vermiş bulunmaktadır. Garplılaşma mevzuundaki tarihî ve sos yolojik görüşlerin tenkidini ise Prof. Dr. Tarık Zafer Tuna'-mn (Türkiyede Batılılaşma Hareketleri) adını taşıyan etüdünden okumak mümkündür.
ANAYASA PRENSİPLERİ
İstanbul Teknik Üniversitesine mensup gençler hukukî bilgilerini de arttırmak için Ali Fuat Başgilden «Anayasa Prensipleri» mevzuunda bir konferans rica etmişlerdi. Başgil 12 Mayıs 1948 günü Teknik Üniversite kon ferans salonunda yüzlerce genç üniversiteli huzurunda Anayasanın hedeflerini göstermek suretiyle konuşmasına başlıyor ve iki nokta üzerinde duruyordu:
· 1) Devleti organlaştırmak,
· 2) Organlaşan devlet karşısında vatandaşların hak ve salâhiyetlerinin hududunu tâyin etmek,
Bundan sonra Anayasanın umumî prensiplerini şu noktalarda topluyordu:
· 1— Millî hâkimiyet prensibi.
· 2 — Millî hâkimiyetin BMM. de temsili prensibi,
- 3 — Vatandaşların hak ve hürriyetlerini temin prensibi,
4— Cumhuriyet prensibi, (Bu prensipleri derslerinde genişçe anlatmıştır.)
1924 Anayasasının ikinci maddesinde CHP. sinin prensiplerine yer verilmesiyle «Anayasanın çehresi değişmiştir» diyen Başgil:
« — Anayasamız için tamamiyle liberaldir veya tamamiyle devletçidir, demeğe imkân yoktur. „ diyordu. Bu arada Türkiye Cumhuriyetini «Temsilî, millî hâkimiyet esasına müstenid Cum hurî bir devlettir» diye tavsif ettikten sonra Cumhuriyeti de Montesquieu’nürı tarifine uyarak: «İçtimaî fazilete dayanan bir rejimdir» diye tarif ediyordu. (Bak: Vatan, 13.54948)
Başgil’in Milliyetçiler Demeği adma verdiği birçok. konferanslar vardır..Metinlerini pide edemediğimiz için neşredemedik. .96
DEMOKRASİDE PARTİLER
1948 yılının 26 Mayıs günü Eminönü Halkevinde «Demokraside Partiler» mevzuunda bir konferans vereceği önceden ilân edilmiş olan Başgil’den, bu konferansın (siyasî mahiyette olup olmadığının tetkiki için) konferansın tam, metni idari makamlarca istenmişti. İBu teklifi haklı olarak reddeden Başgil:
« — Halkevi Başkanı hangi konferans siyasidir, hangisi İh midir, nasıl ayıracak bilmiyorum? Fakat (Demokraside Partiler) mevzuunun ilmi olduğunu anlamak için metni görmeğe ihtiyaç olmasa gerekir. Yapılan hareket şahsıma karşı değil, biri partiye müteveccih olsa gerektir.» diyordu ve o< zamanlar muhalefet saflarında bulunan hâlen münfesih olan bir siyasî partiye karşı Cumhuriyet Halk Partisi erkânının takındığı soğuk tavra işaret ediyordu. >
Böylece dar bir görüşe ve mutaassıp bir zihniyete sahip o-lan zamamn Halkevi başkanının mümanaatı yüzlünden konferansın verilmesi mümkün olmamıştı. Çünkü o devrin iktidarı ilim adamlarının konuşmasını toleransla karşılayacak kadar siyasî olgunluğa erişememişti. O zamanın Halkevi Başkanı 1949 yılında da milliyetçi bir talebe teşekkülünün Eminönü Halkevi salonunda yapmak istediği (Komünizmi Tel’in Toplantısı) na bazı küçük endişe ve vehimlerin şevkiyle izin vermemiş bulunuyordu. Bunlar hiç de hoş karşılanmayacak acı vakıalardır. (Bakınız: Vatan., 27 Mayısı 1948, sah: 3, sütun: 8)
Aslında Anayasa hukuku, devletin siyasî hukuku sayılırdı ve bu mevzuda bir prbfesörün serbestçe konuşmasına izin verilmeliydi.
Başgile göre Devlet
Siyasî bir organizasyon olan devleti Başgil şöyle tarif ediyor:
1) «Devlet muayyen (bir ülke üzerinde ve hükümetle temsil o-lunan, üstün ve merkezî bir otoritenin hükmü ve gözcülüğü altında muayyen hukukî ve otonom bir nizama bağlı olarak yaşayan insanlardan mürekkep siyasî ve en geniş birliktir.»
Başgil’e göre âmme hukukunun hareket noktası devlettir. Devletin menşeini ailede gören ve devleti muayyen bir hukukî nizama bağlı olan insanlardan mürekkep «siyasî bir birlik» olarak vasıflandıran Başgil, devlet birliğinin hususiyetlerini şu nök talarda toplar:
«Devlet insan birliklerinin en genişidir. Dikkat 'edersek, bir devlet, meselâ bir temerküz kampı gibi, teker teker ferdlerden teşekkül etmiyor. İnsanlar devlet muhiti içinde bir atom gibi yaşamıyor. Bilâkis devlet, birbirine bağlanan hattâ birbirini içi ne alan ve âdeta soğan zarları gibi birbirini kuşatan irili, ufaklı bir takım biyolojik, sosyolojik ve coğrafî birliklerden terekküp ediyor.» diyerek, insanların çevresi itibariyle önce aile, köy, mahalle, nahiye, kaza, vilâyet grupmanları teşkil ettiğini, saniyen san’at ve meslekleri, dinî, felsefî ve siyasî kanaat ve temayülleri itibariyle bu insanların muhtelif gaye gruplarma men sup olduklarını belirttikten sonra:
«Devlet ise bütün bu hususî ve mahallî çevre ve gaye grup-manlarını kucaklayıp birbirine siyasî bir surette perçinleyen ayni bir bayrak ve bir sevk ve idare merkezine bağlamak suretiyle kaynaştıran, sosyal taaddüt ve tezat içinde siyasî bir ' vahdet - vifak yaratan inikler manzumesidir.» der.
| 2) «Devlet, merkezî bir sevk ve idare teşkilâtına bağlı olarak yaşayan insanlardan mürekkep bir siyasî birliktir. Millet madde ve öz, devlet ise bir formüldür. Devlet hâline gelmemiş bir millet sadece psiko-sosyolojik bağlarla birbirine bağlı insanlardan mürekkep bir camiadır.»
· 3) Devlet, mdmleketi olan ve hududu belli bir ülke üzerinde yaşayan bir insan birliğidir. Ülke bir sosyal nizam çevresidir. Bu nizamın prensibi hukukîdir, yani, doğruluk ve hâkimiyet duygusunun maddî bir cebir müeyyidesine ve bir icbar sistemine dayanmasıdır.»
· 4) «Devlet birliğinde maddî cebre dayanan ve ülke sınır-lariyle sıralanan umumî bir nizam vardır.
· 5) «Devlet birliği hükümetle temsil olunup hâkimiyet tâbiriyle ifade edilen merkezî ve üstün bir kuvvet ve otoritenin hükmü, gözcülüğü altındadır.M
Devlet birliğindeki nizam, sosyal ifadesini otoritede bulmaktadır. Başgil’e göre: «Birlik, nizam fikrini, nizam da otorite fikrini istilzam eder. «Fakat bu otorite mahallî ve mahdud otoriteleri aşarak bir üstünlük arzetmektedir. Deyi et birliğinin bu üstünlüğünü ise «hâkimiyet kelimesiyle ifade edebiliriz.» diyor ve bunu üstün, merkezi ve umumî bir otorite ile bağdaştırıyor.
Böylece mütefekkirin devlet hakkmdaki fikirlerini 'özetlemiş oluyoruz.
DÜNYA BARIŞ NİZAMI NASIL SAĞLANABİLİR?
İkinci Dünya Harbi 1945 yılı baharında sona erdikten sonra dünya milletleri sulh ve sükûn içinde yaşamanın yollarını a-ramağa başlamışlardı. Daha önceki yıllarda kurulmuş olan Milletler Cemiyeti dünya sulh nizamını koruyamamış, harbin ö-nüne geçememişti. Nasıl geçebilsin ki dünyada mutlak bir sulh, ebedî bir sükûn sağlamak için dünya milletleri anlaşamamıştı.
O tarihlerde Başgil bir hakikate temas .ediyordu:
«Ebedî sulbün hüküm sürdüğü iki âlem, vardır: Biri mezarlıktaki ölüler âlemi; , diğeri de göklerdeki melekler âlemidir. Zira mezarlıkta hayat yok, meleklerde ise dinlerin, haber verdi-
Kenan öner gibi milliyetçi ve mukaddesatçı şahsiyetler varaı. Fakat müteşebbisler arasmidia Zekeriya Serte! ve C. Baykut gibi sapık ideolojilere sahip kişiler sızmışlardı. Bu vakıa, o zaman Hukuk Fakültesinde bulunan hâlen de avukatlık yapmakta olan milliyetçi bir genç tarafından cemiyet mensuplarının yüzüne karşı söylenmiş, bundan sonra merhum Çakmak 19.10. 1946 günü gazetelere şu beyanatı vermişti:
«Aşırı solculukla malûl kimselerin kanaatleri bir nevi 'kızıl faşistliktir. Bence tek şef sistemine dayanan aşırı solculuk da insanlık ve kanun haricidir
’ «Hayır işine ideoloji dâvaları karışırsa elbette böyle bir cemiyette yerim olmaz. Fikren milliyetçi olduğumu tekrar etmeğe lüzum yoktur. Ve herkes beni bilir ki sol temayüllerin muhalifiyim.» diyordu. Kenan Öner de beyanatında:
«’Bazı kimseler Mareşalin evine gitmişler ve böyle bir cemiyetin tesisi için kendisini teşvik etmişlerdir.» diyor ve bilhassa bu teşviki solcu olarak tanınan -Zekeriya Sertel’m yapmış olduğunu açıklıyordu. /
Cami Baykut ile Z. Sertel’m, temiz nâsiyeli insanlar yanında giriştikleri bu teşebbüs uyanık milliyetçi gençlerin gözünden kaçmamıştı.
BAŞGİL’İN MÜHİM BEYANATI
«insan Haklarını Koruma Cemiyeti» nin kurucuları arasına bir kısım solcuların ve bazı partizanların sızması ve cemiyetin temiz gayesinin lekelenmeğe çalışılması üzerine Prof. (Başgil Vatan gazetesine mühim bir beyanat vermişti. 21.10.1946 günkü Vatanda yayınlanan bu beyanatta Başgil özet olarak diyordu ki;
«Ne Ankara’daki ne de İstanbul’daki teşebbüsle alâkadarım.
| «Kendi cevvim, kendi a’fakımda kendim tâirim.»
· I Ankara’daki Cemiyetin C. Halk Partisi hükümeti emriyle I kurulmuş bir siyasî ve resmî teşekkül olduğunu belirten Başgil:
(«Benim bu işte çözemediğim bir düğüm var: İnsan hak ve I hürriyetlerini korumak gayesi uğrunda çalışmak üzere Ankara'da kurulduğu iddia, edilen bu resmî cemiyet, kimi kimden şikâyet edip, müdafaa edecektir?
.«— Doğrusu yalnız ahlâk buhranı içinde değiliz, ayni zamanda ve daha mühim olarak mantık ve aklî selim buhranı .geçiriyoruz.» (diyerek sert tenkidlerde bulunduktan sonra şu enteresan teşbihi yapıyordu:
..-«Doğrusunu isterseniz insan hak ve hürriyetlerini korumak gayesiyle Ankara’da da resmî bir cemiyet kurulduğunu haber aldığım zaman - teşbihte hatâ olmaz derler - tıpkı, sevgilisini bir Donjuanm kolları arasında görüp de şaşkına dönen 'bir nişanlı vaziyetine düştüm. Gerçi elmas ağyar eline düşse de yine elmastır, deyip cananını affetmek de var ama zannediyorum ki bundan sonra ve ihdas edilen bu vaziyet karşısında benim için yapılacak bir şey kaldı; o da:
«Başına çalsın felek âineyi tskenderi.»
deyip oturmaktır. (Bak: Vatan, 21.10.1946).
Bu sert beyanat, Ankaradâıki grubun önderlerinden Prbf. Nihat Erim’in asabına çok dokunmuş olacak ki 23 Ekim 1946 günü bir İstanbul gazetesinde, Ali Fuad Başgil’e verdiği cevapta hırçın bir üslûp kullanıyordu: «Siyasî bir teşekkül meydana getirmekten, ihtimamla kaçınıldığını» söyleyen N. Erim: «Biz fikir ve kanaatler üzerinde telkin ve inanıdirmia yolunda yürüyerek tesir yaratmak emelindeyiz. Sayın Başgil’in de bize katılacağını ummak isterdim...
«Sayın Başgil, Türk grubu Halk Partisi emrindedir, demekle onu kuranlara karşı hiç de insaflı davranmamıştır. Ne arkadaşlarım, ne ben kanaat hususunda emir almağa alışmış insanlar değiliz.» diyerek şahsına isnad edilenleri reddetmişse de bir müddet sonra- C. Halk Partisine girerek siyaset adamı olmuştur. Eğer -Başgil o zamanlar haklı müdahalesinde geç kalmış olsaydı belki de bu iki cemiyet solcularla beraber ku-, rufmuş olacaktı ve insan haklan gibi mukaddes mefhumların himayesi altında ne cinayetler işlenecekti. Gerçekte insan hak ve hürriyetlerini koruyucu bir teşekküle o zamanlar şiddetle ihtiyaç vardı, ama bunu partizanlar yapmağa kalkıştığı için hoş karşılanmamıştı. Aradan kısa bir müddet geçtikten sonra «Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» kurulmuş ve mühim mücadeleler yapmıştır.
Totaliter İrticaya Karşı Mücadelesi
1951 yılının başlarında memlekette cereyan eden münferit bazı irticaî vak’alardan sonra, Ankara’da yayınlanan bir sabah gazetesinde «Totaliter İrticaın Sebepleri ve Gafletten Uyanış 'Belirtileri» başlıklı bir makale yayınlayan Baggil, İnsan Hakları Beyannamesinin kabulünün ikinci yıldönümü münasebetiyle fikirlerini serdetmişti. O zamanlar bu mevzuda şöyle diyordu: «Millî Anayasalarda yer alan İnsan hak ve hürriyetleri, sırf millî hukuka aittir; bunlar devletler hukuku çerçevesine girmez.» Bu hükmün sebeplerini izah ettikten sonra:
«Daha düne kadar, medenî dünyanın insan, hak, kanun ve devlet telâkkisi bu idi, Dünya sulbü ve insanlığın huzur ve selâmeti bakımından, tamamiyle anarşik bir mahiyet taşıyan bu telâkki karşısında ve kontrolsüz bir dünya, mes’uliyetsiz bir devlet boşluğu içinde, iki harp arası devirde, bu totaliter irticaın hortlamasına şaşmlamak lâzımdır.» diyor ve Almanya ile Faşist İtalya’yı totaliter irticaa misâl veriyordu.
Diğer taraftan Amerika’da devlet reisi Roosevelt (6 İkinci-kânun 1'941 Amerikan Kongresinde) meşhur «dört Hürriyet Mesajı» m neşretmiş ve aradan 10 yıllık bir zarnlan geçmiş bulunuyordu.
DÖRTLÜ HÜRRİYET
'Gafletten uyanmamak ’ve yanlışlıkları düzeltmemek suretiyle «harp ve zulmün kaide haline geleceğini» sözünün bidâyetin-dte söyleyen Başgil, yazışma bu dört hürriyet mesajından şu prensipleri alıybrdu:
«— İstikbal için bizim, çalıştığımız şey, dünyayı aşağıdaki dört insan hürriyeti üzerine oturtulmuş görmektir :
· 1 — Dünyanın her yerinde söz ve her çeşit ifade hm.diyeti.
· 2 — Dünyanın her yerinde herkesin inandığı Allah’a diledi ği gibi ibadet etmek hürriyeti.
· 3 — Dünyanın her yerinde ihtiyaçtan kurtulma hürriyeti,
· 4 — Dünyanın her yerinde korkudan ve tehlikeden kurtulma hürriyeti.
Başgil bu dört prensiple «dünyamızın müstakbel hayat yolunun açıldığını» belirtiyor ve «poltiika canavarları göklerden altın yağdıran beşeriyeti bu yoldan çeviremez.» diyordu. 10 Bi-rincikânın 1948 de yazdığı makalede dünyanın en büyük vesikası olarak vasıflandırdığı «İnsan, Hakları Dünya Beyannamesi» ne ayrı bir ehemmiyet veriyordu. Başgil’in makalesinden bir ay sonra (10.1.1951) de Muvaffak Sami Garan imzasiyle «İrtica Baş Kaldıramaz.» başaklı bir yazıda da ayni mevzua temasla deniytordü ki:
«Biliriz ki dinin üç unsuru vardır;
· 1 — İman ve itikad,
· 2 — İbadet ve dua,
· 3 — Neşir, propaganda ve öğretim... Lâik bir devletin, bu unsurlardan hiçbiri üzerinde tesir yapmağa hakkı yoktur. Halbuki 27 senelik Cumhuriyet Halk Partisi hükümetleri Arapça ezan, Arapça hutbe ve tekbiri yasak etmekle dinin ibadet ve dua kısmına, mekteplerden din dersini kaldırmakla da neşir ve öğretimi hususuna müdahale etmekte idiler. Böyle bir tazyik din bahsinde hassas olan ve her şeye rağmen inanışlardan vaz geçmeyen halk kütleleri üzerinde aksülâmel yaratmış bulunuyordu.
«... Şüphesiz, o hükümetler, dini büsbütün yasak etmiyorlar ve ibadete mâni olmuyorlardı. Fakat o zamanlar devlet, lâiklik prensibi güttüğünü iddia etmekle beraber dine karşı tam bitaraf kalmıyor, bu mevzuda fazla evhamlı ve haşin davranıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi erkânının âdeta dinden ürker ve korkar gibi bir hâli vardı.» deniyordu.
İRTİCA YAYGARASINA KARŞI MuCAÖELESİ
1951’de memleketin bazı köşelerinde münferit irticaî olayların zuhur ettiği gazetelere akseden haberler arasında yer alıyordu. O günlerde Milliyet gazetesinin sahibi merhum Ali Naci Karacan devrin Başvekiliyle bir mülakat yapmış ve gazetesinde aynen neşretmişti.
Öteden beri îslâmiyeti, '«irtica» diye yanlış bir mânaya bü-ründürmekte mâhir olan bazı matbuat erkânı O' günlerde durmadan kalemlerini birer tehdit ve dehşet âleti olarak kullanıyorlardı. Meydanı boş bulduklarını ve istedikleri gibi at oynar-tabileceklerini sanan İslâmiyet düşmanlarına karşı «dur, yeter!...» diyecek ve 25 milyon Müslümanm rencide olan şeref ve haysiyetini müdafaa edecek birkaç kalem erbabı çıkmıştı. Bunların yazdıklarından yukarda kısaca bahsettik.
İşte o günlerde sun’î olarak irtica fırtınasının koparıldığı ve bir avuç suda koskoca bir milleti boğmak için gayret sarfe-dildiği sırada, Ali Fuad Başgil’in kaleminden çıkan bir makale, ruhlara ferahlık verecek kıymet taşıyordu. «İrtica Yaygarası» başlığım taşıyan bu makale ilkönce «SAVAŞ» gazetesinin 16 Mart 1951 günkü sayısında neşredilmiş, bilâhare Komünizm me Karşı Mücadele ve Son Posta (2 Nisan 19^1) de iktibasen yayınlandı. Aradan 7 yıl geçtikten sonra Türk Ruhu Mecmuasının (23 Mayıs 1958) tarihli nüshasında ve bazı Anadolu gazetelerinde tekrar yayınlandığını müşahede ediyoruz.
Her türlü müdafaa imkânlarından mahrum, olan millet çoğunluğunu haksız saldırışlara karşı koruyan bu makaleyi tarihî ehemmiyetine binaen buraya alıyoruz.
BİZİM DE DİYECEKLERİMİZ VAR DOSTLAR!
Onlar konuştular. Günlerden beri ağız dolusu lâf ettiler. Çerçeveli sütunlar içinde birer karışık satırlar doldurdular. Yeniden hakaret savurdular, tahrikçilik ettiler. İçlerinin zehirini döktüler. Temiz nâsiyelere çamur sürdüler. Namuslu insanları bir defa daha üzdüler. Masum gençleri kışkırttılar. Kırk yıllık 31 Mart faciasını tekrara koyuldular: Etrafa terör saçtılar. Gece yarılarında gazete idarehanelerine baskın hazırladılar. Hülâsa okuyucum, İstanbulun Tröst şefleri bir fincan suda yaman bir fırtına kopardılar. Yok yere ortalığı velveleye verdiler. Galiba maksatlarına da ferdiler: Son zamanlarda çok düşük olan gazetelerinin satışı arttı.
Fakat dikkat ettim, aralarında kimler yok ki. ıMülti - milyonluk vurgunculardan, profesyonel kundakçılardan, kadife eldivenli gangsterlerden tutunuz da eski sabıkalılara, cezasız kalan mücrimlere, siyasî irtica hortlaklarına, varıncaya kadar nere de mazisi karanlık, suyu bozuk, menfaat, şöhret ve sefahat düşkünleri varsa hep o tarafta Resmî otoritelerin açık ve mükerrer teminatına rağmen, irtica var diye hep bir ağızdan hâlâ bağrışıyorlar. Kasalarında hakir gördükleri ve yobaz diye vasıflandırdıkları namuslu halkımızın sırtından kazanılmış milyonlar ve el lerinde elli, yüz bin satışlı gazeteler varken o taraf için yaygara koparmak, menfaatlerine engel saydıklarını al aşağı etmek, mesele ve gaile çıkarmak ve bu vesile ile satışı bir kat daha artırmak işten bile değil. Beride devletin bekâsını düşünenlerin ve bu memlekete ömür vermiş olanların ise ellerinde, seslerini duyuracak, çocuk oyuncağı bir düdük bile yok.
Bu sıklet ve kuvvet muvazenesizliğinden faydalanan tröst şefleri niye hem tekme atmasın, hem, de kişnemesin? Kimi Ca-ğaloğlundaki baykuş yuvasından, kimi mülti - milyonluk, idarehanesinden iktidarı avucuna alıp oynatmağa kalkışmasın? Dün Moskof geliyor, vatan elden gidiyor diye bağırdılar, gazete sattılar, para kazandılar. IBugün irtica var, inkılâp elden gidiyor diye bağırıyorlar, gazete satıyor, para kazanıyorlar. Yarın da keçinin sakalı uzadı diye bağıracaklar, gazete satacaklar, eğlenecekler. Fakat kör olsun o doymak bilmeyen gözler ki, yarın bir tutam kara toprakla dolacaktır. O dînmek bilmeyen ihtiraslar kî, yarın son nefeste bir yudum su ile sönecektir.
Fakat irtica diye haykıran asker kaçakları, tabanlarına memleket toprağı bulaşmamış: fitne ve fesadçılar, nihayet millet bünyesini kundaklayıp parçaladılar: İnkılâpçı - mürteci diye memlekette husumet zümreleri yarattılar ve onları birbi-riyle çarpışmağa günlerce teşvik ve tahrik ettiler. Neredesin cumhuriyetin savcısı, müsavatın koruyucusu! Yoksa ceza kanunu yalnız âcizler için mi vardır? Zümre tahrikçileri, irtica körükçüleri, dumanlı havanın azılı kurtları ceza kanunundan müstesna mıdır? Savcı! Eğer Türkiye de kanun önünde müsavat diye bir kaide varsa, onu bir taraflı değil, hakkiyle tatbik et. Ve göster ki gazetecilik kundakçılık demek değildir. Yok eğer İstanbulda türeyen tröst şeflerinden sen de korkuyorsan, söyle de hep beraber susalım.
MİLLİYETÇİLER DERNEĞİ BEYANNAMESİ
(Başgil’in hakikatlere ışık tutan makalesinden sonra, Müslümanları mürtecilikle itham eden mlâneviyat ve mukaddesat düşmanlarına karşı o günlerde Türk Milliyetçiler Derneği mühim ıbi'r beyanname yayınlamıştı. Sözde yenilikçi görünüp, aslında bütün tarihî kıymetleri ve mukaddesatı tahkir ve tezli! etmek gayesini güdenlere karşı bu beyanname de iyi bir cevap teşkil ediyordu. Bu beyannamede deniliyordu ki:
«Bu millet kendi hayat ve mukadderatının sahibi ve hâkimi olmasını isteyen garbı, şarkı bilir münevverleri yetiştirdi. Bunların, millî hayatı her zerresine kadar muhafazaya çalışan ve zaman zaman fedakârlık derecesine kadar yükselen, hareketlerine, muhafazakârlık, taassup (veya irtica diye karşı gelen zümre/ azgınlığını gitgide artırdı. Millî hayata ihtiras ve sevgi ile bağlılığı anlamayan, milliyetçiliğin milleti meydana getiren unsurların hepsini şiddetle muhafaza edecek, yani «muhafazakâr» bir sistemden asla ayrılmaz olduğunu bilmeyen ilim ve irfanı hiçe sayan, insanlık hattâ insan sevgisine asla sahip olmayan bu zümre, muazzam tarihin ufukları arasında tecavüzlerle bunalmış duran koca bir millet vücuduna «hasta adam» teşhisi koymuş, 'ona ait olan, bütün mukaddesat! inkâr edip çiğneyerek yemlik adına bir millet tarihinden intikam alır gibi saldırmıştır.»
Beyannamede o zamanlar (1951 de) yenilik maskesi altında yapılan saldırganlıklara şöyle cevap veriliyordu:
«Yirminci asırda ilim ve irfan yerine, fazilet ve hikmet yerine, felsefe ve san’at yerine taş ve sopa ile inkılâbı koruyacağım ilân eden bu zümre, tarihte dünyanın büyük medeniyetlerini yaşatan şehirlerde, şimdi yenilik adına millet kanı, kardeş kanı akıtmak hırsıyla huzursuzluklar yaratıyor..» deniliyordu.
Bu isabetli fikirlerle dölü beyannamede irticai ileri süren donkişotlara şu sual soruluyordu:
«Bu memlekette yeni bir fikir, bir sistem bir felsefe doğsa da maazallah yalnız bir zümrenin yenilik anlayışına uygun olmasa hemen sahibine -Ve ona inananlara hücum mu edeceksiniz?» Bir kaç mantık ve iz’an sualinden sonra:
«Bugün yine yeniliğin cephesinde Haşan Âliler, II. Cahitler, R. Şemsettinler, Ahmet Eminler, Nadir Nadiler, M. Nermi-ler, Behçet Kemaller var. Onların karşısında Ali Fuad Başgil-ler, ve bütün Hüseyin Avnilerin, Mehmed Âkiflerin sahabesi duruyor. Kimlerle yanyana olduğunuzu ve kimlerle çalıştığınızı görüyor musunuz? Siz kimlerin kurbanısınız? Hürriyet ve istiklâlin şairi, şehidi, kahramanı bir tarafta, bunlara karşı cephe alanlar da öbür safta duruyor. Siz hangi tarafın ideal ve iradesine bağlanıyorsunuz?
«... Mukaddesatını ve varlığını koruyabilmiş Türk Anadolu halkını her şeyi ile beraber, her felâketiyle birlikte seviyor, kurtarmak istiyoruz. Onlarla birlikte sizin ruh sefaletiniz de bize ısdırap vermektedir.» İşte farkımız burada: Siz bizi vurmak istiyorsunuz, biz sizi kurtarmak istiyoruz. Millet mukaddesatına hürmetkâr, ilim ve ahlâka âşık zümrenin kahramanlan. Sizi vurmak isteyen bu insanları kurtarmak ilk vazi-fenizdir. Onlara acıyınız;! Zâlim kardeşlerinizi affedin, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.»
Gerek Başigil’in gerek münfesih Türk Milliyetçiler Derneğinin sevgi ve şefkat duygulariyle bezenmiş beyannameleri muz-darip gönülleri ferahatmıştı. Fakat o zamanki mukaddesat düşmanları el altından durmadan çalışmışlar ve Türk Milliyetçiler Derneğinin kapatılmalına vesile olmuşlardı. Başgil 4.9.1960 günü Yeni Sabahta çıkan ve «Nemmamlik Ahlâksızlıktır» adını taşıyan bir makalesinde R. Koraltan’m ı«Türk Milliyetçiler Derneğinin beyannamesini sizin yazdığınızı söylediler, ihtimal vermedim, ama » dediğini ve cevaben de kendisinin;
,«— Benden isteselerdi memnuniyetle yazardım. Ben yazmadım, yazanın da kim, olduğunu bilmiyorum ama beyannameyi çok beğendim» demesi milliyetçi gençleri savunduğunu göstermektedir.
TÜRK MEDENİ KANUNU VE BAŞGİL
«Yerinde ve iyi niyetli tenkidler, yalnız içtimai yükselmenin değil, aynı zamanda gerçek mânasiyle bir millî birliğin ve bütünlüğün bile şartıdır.1944
192'6 da Adliye, Vekilliğinde bulunan Mahmud Esaâ (Boz-kurt) Medenî Kanunumuzun yabancı bir devlet kanunundan iktibasını o zamanlar «Lozan muahedesiyle yüklendiğimiz bir iş» olarak vasıflandırıyordu. Avrupanın en iyi kanunlarından biri olarak tanınan İsviçre Medenî Kanununun Türkiye tara-Çından iktibas ve kabulünün XV. nci yıldönümünde, İstanbul Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Hıfzı Timur’un teklifi ve Rektör Profesör Cemil Bilsel’in tasvibiyle «Medenî Kanunun 15. Yıldönümü» nde mütehassıs ilim adamlarının görüş ve tenkidlerini ihtiva edecek bir eser hazırlamak için bir komisyon kurulması kararlaştırılmıştı. Ord. Prof. Dr. Ebul’ûlâ Mardin, Ahmed Samim, Gönensay, M. Reşit Belgesay, Dr. And-reas B. Schwarz ve Prof. Dr, Ernest ITirc.ı ile Doç. Hıfzı Ti-murdan mürekkep olan bu komisyonun başkanlığına Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil getirilmişti. .
Türk Medenî Kanunu hakkında 22 ilim ve ihtisas adamının yazdığı ağır başlı ve İlmî etüdlere 22 sahiifelik bir önsözü yazan Başıgil, bu yazısında 955 sahife olan, bu muazzam, esere bir ışık tutmuş dolayısiyle Türk Medenî Kanunu hakkındaki fikir ve görüşlerini serdetmişti.
Medenî Kanunun 15 yıllık tatbikatından sonra «Memleketin İçtimaî bünyesinde aldığı yeri, .geriye ve ileriye djoğru bakışlar ve İlmî tahliller ile ölçüp tâyin etmenin faydalı olacağını» düşünen ve İstanbul Hukuk' Fakültesi öğretim üyelerinin değerli çalışmalarının miahsulü olan bu eserin önsözün de Baş-gil, Türk Medenî Kanununa karşı olan yakın alâkasını belirtmektedir. Dr. Ferit Atayerin fıkıh mevzuu,ndaki görüşü ile beraber «hususî hukukumuz fıkıhtan, ilham, almıştır. Fıkıh, yalnız bir milletin hukuku olmamakla beraber «buna Türk milletinin öz hukuku da» denemez, bütün İslâm-, dünyasmA. şâmil üniversalist mahiyette bir hukuk olması itibariyle bunun milliyetçi Türkiyedeki durumu bir nevi yabancı kanun durumuna benzetilebilir.» demekte ve Mahmut Esat (Bozkurt) un: «Türk ihtilâlinin kararı batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mlal etmek, benimsemektir.» sözünü de alarak, Medenî Kanunun İsviçreden .iktibasına âmil olan ana fikri açıklamaktadır. Bununla beraber haddi zatında garp medeniyetinin ilim ve tekniğini almamız gerekirken fena itiyadlarını alışımız, gayeden inhirafın tam. kendisidir,
Başgil eski hususî hukuktaki (poligami) çok kanlılık rejimine de temas etmekte ve bu sistemi M. Eisad Beyin fikrine iştirak ederek reddetmektedir. Mahmut Esat (Bbzkurt) un çok zevceli aile müessesesi, hakkında söylediği: «Bugünkü medenî milletler gözünde anlamı bir ahlâksızlıktan başka bir şey değildir.» cümlesini ele almakta ve bu fikre iştirak etmektedir.
Medenî Kanunumuzu İsviçre’den almakla iş bitmiş mi oldu? .Hayır. Milletler arasında alınıp verilen şey daima kanunlar ve mevzulardır. Yoksa hukuk değildir.» Dr. Ferit Atayer’in tabiriyle: «Bir millet hukukunun Ibaşka bir millet tarafından tam mânasiyle alınması imkânsızdır.» diye Türk inkılâbının asıl .gayesinin ve vazâîesmin: «Bu muhtelit kaynaklardan millî ve müstakil bir varlık olarak Türk Hukukunu en yeni münasebetlere tekabül edecek bir surette meydana getirmektir.» fikrini benimsiyen Başgil’e nasıl «gerici» denebilir. İhsanın havsalası. almıyor. Onu iyice anlamak için fikirlerini takip edelim. Garp-ten alman kanunların müsbet temassüle (kabule) mazhar o1 ması için hâl çaresi nedir? Bunun için en iyi yol,. Profesör Say-man’ın belirttiği gibi Türk milletinin, ruhunda yaşayan hukuk fikri ve kanaatiyle garpten alınan kanunları yoğurmak, işlemek ve geliştirmek lâzımdır.
Bu fonksiyonu kim yapacak? Bunu ancak millî ve «İçtimaî menfaat akışlarından ilham alan tatbikatçılardan.» beklemeliyiz. Bütün mesele «İçtimaî mlenfaat ile millî hukuk telâkkisini birleştirebilmektedir. Zira Başgil’in deyimi ile:
Bu fonksiyonu kim yapacak:? Bunu - ancak millî ve «İçtimaî menfâat akışlar mıdan ilham alan hâkimlerden umumiyetle tatbikatçılardan» beklemeliyiz: Bütün mesele İçtimaî menfaat ile millî hukuk telâkkisini ibirleştirebilmektir. Zira Başgil’in fikrine göre:
«Bir kanun her memlekette ayni surette tatbik edilemez; zira her memleketin hâkimi ne ayni bir millî ruh taşımakta, ne de ayni bir «İçtimaî menfaat vaziyeti» ile karşılaşmaktadır.
Bütün bu kanaat ve fikir tahlilleri gösteriyor ki Başgil, Batının iyi bir kanun gözüyle baktığı İsviçre Medenî Kanununu beğenmezlik etmiyor. Ancak «İçtimaî menfaat» ve «millî hukuka» kıymet vermesi milliyetçi ve memleketçi bir görüşe sa-: hip olması, onu garp aleyhtarı gibi gören bazı basiretsizlerin zuhuruna vesile olmaktadır. O halde bu yersiz târizlerde bulunanlar onun, fikirlerine vakıf olmayan kimselerdir.
Birçok Profesörlerin itiraf ettikleri gibi Medenî Kanun İsviçre aslından acelelikle alınmıştır. Daha mükemmel bir kanunun hazırlanması için uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Önce «memleket içinde (geniş anketler açarak ve tetkikler yaparak
gerek -hâkim ve gerek bu kanunu tatbik ile mükellef olanların edindiği kanaatleri de öğrenmek... Millî camianın hâlde ve gelecekteki yüksek menfaatleri uyarınca gidebilmek» lâzımdır ki, ancak bu takdirde millî bünyeye uygun bir kanun meydana getirilebilsin.
Nitekim 1958 denbcri Adliye (Bakanlığınca Medenî Kanunun ahvali şahsîye ve miras hukuku kısmının yeniden gözden geçirilip tâdil edilmesine çalışıldığım herkes: bilmektedir. Prof. Başgil bundan 17 yıl önce Medenî Kanunumuzda millî bünyeye uygun bir tadilâtın yapılmasına işaret etmişti. Bu da onun ileri görüşlü ibir ilim adamı hüviyeti taşıdığına işaret değil midir? Unutmayalım ki Başgil tedris hayatına «Hukukta Mes'uliyet. .Nazariyeleri» adlı doçentlik teziyle girmiş bulunuyordu ve Medenî hukuka hizmeti o yıldan itibaren başlamıştı.
HÜR DEMOKRATİK NİZAM İDEALİ
Memleketimizde çök partili 'demokratik nizama girildikten iki yıl sonra yapılan her İlmî münakaşa ve yazılan bazı yazalar -«politik mahiyette telâkki ediliyor ve -o zamanki iktidar fikirlerin yayılmasına engel olucu bir baskı yapmaktan geri durmuyordu...Bunun çeşitli misalleri karşısında 1 Ekim 1947 ne Qrd,. Prof. Başgil’in başkanlığı altında Türk, liberalizminin fikrî cephesinin kurulması için ilk adımın atıldığına şahit oluyo ruz. «Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» adiyle kurulan ve Üniversite prpfesör ve doçentlerinden bazılarının bu arada serbest meslek sahiplerinin politikaya girmeden her türlü totaliter gidişlere ve fikrî taassuba karşı cephe alındığını görüyoruz.
Hak ve hürriyet dâvalarının-.fikir sahasından .yayılması an cajk. böyle, liheyal bir cemiyetin teşkiliyle mümkün olabilmişti. Başgil çok partili rejimde- hürriyetin öncüleri arasında, demokrasimizin gelişmesine büyük hizmetlerde bulunmaktan geri kalmamıştı: Bu çümledeh olarak bundan epey önce neşredileli «Hür dernokratik nizam ideali» mdyzuundaki beyannâmesini ^gedebiliriz.
BEYANNAME
Hür Fikirleri Yayma Cemiyetinin kuruluş gayesini belirten bu beyanname Prof. Başgil tarafından kaleme alınmıştı. Türkiyede hürriyet mücadelesinde büyük tarihî hissesi olan bu beyannamenin mühim kısımlarım dercediyorua.
«Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» sıfat ve siyreti her Türk vatandaşına açıktır. Ve cemiyete âza olmak için kanunî şartlardan başka herhangi bir hususiyet aranmaz. Elverir ki bize katılacaklar, bizim, gaye ve prensiplerimizi samimiyetle benimsemiş ve hürriyet nuruna doğru bizimle beraber1 sadakatla yürümeğe karar vermiş olsun.»
Milletleri felâketten felâkete sürükleyen hak ve hürriyet düşmanı ideolojilerin, gölgesine sığındıkları totaliter rejimlerin «İnsanî hak telâkkilerini ve yüksek hürriyet idealini kirletip gözden düşürmeğe çalıştıklarına» işaret edildikten sonra teşkilâtlanmanın zarureti belirtilmekte ve beyanname şöyle devam etmektedir;
,«Hülâsa devrin totaliter rejim istidatları ve propaganda hücumları karşısında iyi niyeli insanların birleşmesi ve hak-hür-riyet müdafaası uğrunda tek bir fikir cephesi teşkil etmesi bugün artık medenî ve İnsanî bir vazife olmuştur. İşte Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti bu vazifeyi yerine getirmek isteyen ve vatandaşlara bir hizmet kadrosu ve faaliyet muhiti olmak üzere kurulmuştur.»
İLK GAYE: TESANÜT VE ÜLKÜ BİRLİĞİ
« — İlk gayemiz hak ve hürriyet seven vatandaşlar arasında sıkı bir tesanüt ve ülkü birliği yaratmak ve bu sayede nimetlerin en mukaddesi olan hürriyet nimetini, ister sağcı ye ister solcu bütün totaliter düşmanlarına karşı elbirliğiyle müdafaa edip korumaktır. Hürriyet sevgisini, yüksek hak telâkkilerini' ep ıgeîîde kalan halk tabakalarına kadar yaymaktır. Memlekette hür ve serbest düşünme zevk ve istidadının gelişmesine hizmet etmektir. (Aramızda karşılıklı saygı duygularını kuvvetlendirmeğe, İçtimaî ve ahlâkî kıymet ölçülerimizi yükseltmeğe çalışmaktır. Millî camiada muvazeneli ve devamlı bir terakki hareketinin muhtaç olduğu temelleri ve esas şartları belirtmek ve bu şartları gerçekleştirme yolunda yürümektir.»
GERİLİK VE BARBARLIĞI ÖNLEMEK
İkinci bir gayemiz de, dünya yüzünden totaliter usullerle bunlara temel teşkil eden dar ruhlu ideolojilerin yarattığı zalim taassupların kalkmasına yardım etmek ve bu sayede medenî insanlığı; tehdit eden gerilik ve barbarlık tehlikesini önleme ğe çalışmaktır. Hâl ve istikbalin emniyetsizlik ve huzursuzluk karanlığı yüksek hak ve hürriyet ideali meşalesiyle yeniden aydınlatmağa karar veren dünya liberalleri safında yer almak ve insanlığın binlerce asırlık tarih boyunca karınca sabriyle biriktirip vücuda getirdiği moral medeniyeti müdafaa edenler ordusuna, küçük de olsa bir kuvvet hissesi katmaktır.»
« — Bu gayelere erişmek için faaliyetlerimize hareket noktası ve istikamet ibresi teşkil eden prensip, kanaatler şunlardır;
«1 — İnsan akıl nuruna ve irade kuvvetine sahip, iyiyi ye kötüyü seçme istidadı ve hareketlerinin mesuliyetini duyma kabiliyetiyle mücehhez bir mahlûktur. Binaenaleyh cemiyette asıl olan, herkesin hakka ve hürriyete ehil addolunmasıdır. Hilafı sabit oluncaya kadar her ferdin kanun hükümleri ve ahlâk ölçüleri dairesinde hareket edeceği kabul olunur.
«2 — Kimse kanunların emrettiği bir1 işi yapmağa ve- men etmediği bir hareketi yapmamağa cebrolunamaz.
«3 i— Cemiyetin hakikî temeli insan şahsına ve vatandaşların emekleri mahsulü olan şeyler üzerinde tasarruf, haklarına ve aileye saygıdır. Hükümeti erin ilk ’ve. en esaslı vazifesi,, camiada bu saygının hükümran olmasını sağlamaktır.
« 4 — Ferdin bedenî, fikrî ve mânevi kuvvet -ve kabiliyetlerini aklının erdiği ve gücünün yettiği yolda serbestçe inkişaf ettirmeğe ve bu hususta cemiyetten himaye görüp müsavi imkânlara mâlik olmağa hakkı vardır.
« 5 — Cemiyet nizamının fazilet, ehliyet, sây ve hizmet e-sasları üzerine oturması ve İçtimaî istifa siyasetinin bu esaslara. ıgöre ayarlanması lâzımdır.
«6 — İktisadî zaruret gayeûyle iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalan kadınların ve bilhassa analarla küçük yaştaki gençlerin emek, sıhhat ve şereflerini muhafaza için cemiyetten himaye görmeğe hakları '•'Zardır.
(Dikkatle tetkik edilirse Yeni Anayasamızda bu idealler tahakkuk etmiş ve ideolojik değerini kazanmıştır.)
«7 — Medenî bir cemiyet varlığı otoriter bir tehdit ve cebre değil, ancak fertlerin idrâk ve basiretine vazife ve mes’uli-yet duygusuna olan güvene dayanır. Böyle bir güvenden doğabilecek mahzurlar, otoriter bir vasilik zihniyetinin yaratacağ fenalıklardan kat kat ehvendir.
8 — Devlet, cemiyetin emniyet ve selâmetinin ancak bir vasıtası 've umumî menfaatlerin hadimidir. Binaenaleyh devlet vatandaşlar camiasının üstünde ve umumî efkâr ve kanaatlerin dışında bir kudret iddiasın,dia bulunamıyacağı gibi, fertlerin ana hak ’ve hürriyetlerine aykırı bir gidiş, de alamaz.
«Bu hak ve hürriyetler şunlardır:
· a) İdare ve adliye cihazlarının kanunî istiklâli ve politika tesir ve müdahalelerinden âzâde kalması sayesinde sağlam bir teminata bağlanan şahıs hürriyeti:
· b) Dinî ve felsefî vicdan hürriyeti;
· c) Söz ve kalem hürriyeti;
· d) Cemiyet kurmakta veya bazı cemiyetlere girip girmemekte tam hürriyet;
· e) Ferdin dilediği mesleği seçme hakkı;
· f) Kabiliyet ve arzuya göre, herkesin dilediği mektep veya müessesede tahsil ve terbiye görmesi imkânının doğuş ve servet imtiyazları veya politika mülâhazalariyle tahdide uğramaması ve şayet, mevcut imkânlar mahdud ise, bu hususta yalnız meziyet ve istidadın süzgeç teşkil etmesi;
· g) Hususî meslek sahibi olmak ve ferdî teşebbüse geçmek hakkı;
· h) Herkesin ihtiyacını memleket içindeki istediği kaynaklardan tedarik etmesi serbestiği;
· i) Hastalık, işsizlik, sakatlık ve ihtiyarlık .gibi âfetlere karşı korunma, çocuk doğumu ve çocuk korumana dair yardım tedbirleri;
«9 — Bu haklara ve şartlara ancak HAKİKİ .HÜRRİ3YET R-EjİMİ ile varılabilir. Bu rejim ise ferdî hürriyetlerle gerçekleşebilir. Bu hürriyetlerin de temeli ekseriyetin temsil ettiği millî iradenin hür ve samimî surette ve ekseriyet karşısındaki azınlıkların kanaat hürriyetine saygı ve müsamaha gösterilmesidir.
« yo — İktisadî hürriyetin ortadan kalkması; ve vatandaşların teşebbüs ve sây serbestliği keyfî surette engellenmesi, siyasî hürriyeti yok ettiği gibi İktisadî sefalet yaratan sebeplerin de başında gelir. İster devlet sermayediarl.ığı ve kontrolü ile, ister kartel ve tröstler gibi hususî inhisarlar açık veya kapalı menfaat grupları ile İktisadî hürriyetin yok edilmesine taraftar değiliz.
-Devletleştirmeyi ancak ferdî ve hususî teşebbüs sahası dışında kalmasında hakikî ve millî bir zaruret olan işlerle; İktisadî rekabetin faydalı bir rol oynamasına ihtiyaç görülmeyen işlerde caiz görürüz. Bu işlerde de gaye, kâr kastı değil, millî ihtiyaçların yapılmasını emrettiği bir hizmetin ifası olmalıdır.
«Cemiyet içinde umumî menfaatler mütevazin ve ahenkli bir şekilde ayarlanmalıdır.
— Çiftçi ve işçinin hayat şartlarını, mesken Vaziyetini -çalışma ve yaşama tarz ve1 imkânlarını devamlı bir surette ıslâh etmek esastır. Ve millî bir vazifedir. Sây ile sermayenin farkları vazife ve menfaatleri birbirini tamamlar. Binaenaleyh iş sahipleri ile işçilerin şuurlu bir müşavere teşkilâtiyle işbirliği yapmaları İçtimaî adalet şartlarının tahakkuku ve sanayinin ve dolayısiyle cemiyetin gelişmesi için hayatî bir şarttır.
«Hürriyetin zarurî bedeli hizmettir. Her hakkın, mukabili olarak bir vazife vardır. Ferdî hürriyetten ve hür müesseseler-den beklenen mesut neticelerin elde edilebilmesi için, her vatandaşın diğer insanlara karşı, Ibir mânevi mesuliyet hissi taşıması, vatandaş1 şahsında insanlığın şeref ve haysiyetine saygı göstermesi *vıe cemiyetin müşterek işleriyle yakınıdian alâkalanıp faaliyetine canlı bir surette katılması lâzımdır.
(«Gösterdiğimiz gayelerin tahakkuku Türk vatandaşının bütün kabiliyetlerini geliştirmesini bütün haklarına fiilen sahip olmasını ve her itibarla medenî seviyesini !bir kat daha yükseltmesini mümkün kılar. Bu gayeleri benimseyen, vatandaşları bu uğurda bizimle çalışmağa dâvet ediyoruz. Bilen, bilmeyene öğretmeği vazife edinirse, umumî hayatımızda elbirliğiyle geniş bir vatandaşlık mektebi yaratırız, haklarımızı koruruz, türlü türlü İçtimaî musibetleri bu sayede önleriz.»
« — Hür Fikirleri Yayma Cemiyet Bşk. Ord. Prof. A. F. Başgil.»
2.10.1894 günü yayınlanan bu beyannamedeki fikirler tazeliğini hâlen muhafaza etmiyor mu?
TÜRKÇE MESELESİ
Başgil’e göre: Millî dil, yaşıyan, yani konuşulan ve yazılan, gönüllere ve zekâya hitap eden dildir.
Ve bir dilin milliyeti, kelime ve unsurlarında değil, bünyesinde ve üslûbunda, umumî ahenk ve edasmdadır. Nitekim mimarî bir eserin millîliği, meselâ Süleymaniye camimizin Türklüğü • taşında toprağında değil, inşaası tarzında Me terkibindedir. Süleymaniye camiini ötesinden berisinden yıkıp Buhara ve Se-merkant mesçitlerine benzetmek, o canım şaheserin asil milliyetine ihanet etmektir.»
'Türkçemize hükümet zoru ve tamim- yolu ile yıllarca önce yapılan haksız ve yersiz müdahaleler karşısında 25 - Ekim, ve 13 - Kasım - 1945 de Cumhuriyet gazetesinde yazdığı iki makale, o devirde büyük bir münakaşanın doğmasına sebep olmuş tu. Eline kalemi alan, Ali Fuat Başgil’e cevap vermeğe çabalıyordu. Bu arada yeni dili hararetle müdafaa edenler başta geliyordu. Başgile yapılan şiddetli hücumlar, zamanla kayalara çar pan sular gibi dağlıdı, hakikat ortaya çıktı Dil meselesinde tutulan yol yanlıştı, Sosyoloji profesörü muhterem Fındıkoğlu Z. Fahri Bey ile muvazi bir görüşe sahip olan Başgil ecdat mirası olan dilimizi zamanında hakkiyle korumuştu.
Şöyle iki:
Başgil Î945 de yazdığı bir makalede Türkçemizi şöyle övüyordu:
«Yerli ve yabancı muhtelif dil elemanlarının tarih kazanında kaynaya kaynaya helmelenip hamur olmasından meydana 'gelen W her büyük milletin dili gibi iç ve dış mantığın icaplarına göre, yavaş yavaş devamlı bir tekâmül süzgecinden geçerek süzüle süzüle bugünkü berraklığını bulan memleket dili 120
Türkçemiz sayısız fikir ve kalem sahibi nesillerin asırlar içinde göz nuru dökerek karınca sabrı ile işleyip şimdiki inceliğine e-riştirdiği atalar mirası Türkçemiz,» Çatısı ve yâıpısı itibariyle dünyanın en lojik, ahenkli ve edası itibariyle en şirin, sedası ve telâffuzu itibariyle, dünyanın en hoş ve tatlı dillerinden biri olan güzel Türkçemiz. Her kelimesinde asil bir milletin en az bin yıllık bir tarihin biriktirdiği mâna ve hâtıralar saklı bulunan lisan şekline girmiş millî huzurumuz, hararet ve heyecan ocağımız, ana ve baba dili canım Türkçemiz.»
İşte bu güzel TürkÇemize yapılan suikastı Başgil affedemiyordu. Nasıl affetsin ki, bir takım endişelerle dilimiz öz cevherini kaybetmek tehlikesiyle karşılaşıyordu. Onun: ifadesiyle: «Memleket dili Türkçemiz tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir diyarında rastlanmadık bir hükümet hâtasmın kurbanı olmakta.» idi.
.ROMA TARİHİNDEN BİR MİSAL
Geçmiş devirlerde demokrasinin ve rönesans hareketinin sahnesi olan Roma tarihinde, ibret verici vakıalar vardır; işte Başgil o zamanlara ait bir hâdiseyi şöyle anlatıyordu:
«Rivayet olunur ki, eski Romanm şiddeti ve dehşetiyle meşhur olan hükümdarlarından Tiberus, bir gün Roma ayanına yaptığı bir hitabede uydurma bir kelime kullanıyor. Yüksek otoritesini iyice göstermek için olacak ki, kelimeyi bir iki defa da üstüne basarak tekrarlıyor. Ayandan Marsellus, hükümdarın sözünü keserek, memleket diline hürmet etmesini rica ediyor. Derhal efendisini müdâfaaya atılan saray adamlarından Capito, diyor ki:
«— Marsellus bahis mevzuu ettiğin kelime, tutalım ki, memleket dilinden değildir. Fakat madem ki Roma imparatorunun şanlı sahibi Sezarın ağzından çıkmıştır, artık memleket
li olmuştur. Bilesin ki, Sezar her şeyin üstünde ve her şeye kadirdir.»
«Bunun üzerine Marsellus, salonu 'kaplayan soğuk bir sükûn perdesini yırtarak, sade hikmet ve hakikat elan şu cevabı veriyor; . .
« — Capito yalan söylüyor. Sezar. Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı verir, mevki ye rütbe ihsan edersin; fakat, memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkı veremezsin.»
«Elbette veremez.
«Zira bir memleketin dili, o memleket tarihinin ve psiko -sosyolojik varlığının mahsulü, ve asırlar içinde nesillerin birbirine devredip emanet ettiği bir ocak mirası ve bir ecdat mül küdür. Bundan kimsenin, hükümet adamı sıfat ve otoritesiyle, tasarrufa hakkı yoktur.»
Başgil’in tarihî vakıalara dayanan bu fikirleri bugün de bütün tazeliğini muhafaza ediyor. Aradan hayli zaman geçmiş olmasına rağmen aşırı öztürkçeciler dilimizi tahrif etmek gayretini bırakmamış bulunuyorlar ve O’na göre:
«Hükümetçe girişilen ve bu memleketin modern ilimi ve irfan hayatının gelişmesini en az bir asır geciktirecek olan dil dâvasının halli gerekmektedir.»
DİLDE ZORLAMA
Bu konuda hayli mücadeleleri olmuştur. Netice itibariyle tarihin nesilden nesile intikal ettirdiği dil mirasını korumak, konuşulan, yazılan ve yaşayan Türkçemizi, aşırı dilcilerin e-linden kurtarmak lâzımdır. Dilde zorlama olmamalıdır. Baş-gil 1945 de:
«Sadece hükümet zoru, kanun yasağı ve sansür satiriyle dil budayıp değiştirmek, gebeyi tekme ile doğurtmaktır.» diyordu. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Türkçe dâvası yeniden alevlenmiş ve BaŞgil «Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» başkanı sıfatiyle tarihî ve millî vazifesini yapmıştır.
ı«Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» ,1948 yılının Haziran ayında bir dil anketi açmış ve Türk dili hakkında aydınların düşüncelerini alıp ilmi ve umumî bir dil kongresine hazırlanmağa başlamıştı. Dilimizde yapılan zorlamalara ve yersiz müdahalelere karşı bir beyanname kaleme alınmıştı. Bu beyannamede:
«Asırlar boyunca yoğrulup yayılan ve bugün millî (varlığımızın en sağlam bir unsuru hâlini alan Türkçemiz, millî delimizdir. Bu dille konuşup yazmak da en tabiî haklarımızdandır. Bununla beraber bir zamandan beri vatandaşlar mekteplerinde, hükümet dairelerinde millî benliğe tamamen yabancı bir dile cebredilmektedir. Bu muameleyi vatandaşın hak: ve hürriyetlerine açık bir surette aykırı bulan idare heyetimiz dil meselesini müzakere mevzuu yapmağa karar vermiştir.» deniliyor ve ankete verilecek cevaplardan sonra bir «DİL KONıGRESiİ» nin toplanacağı haber veriliyordu. Bu mevzuda Vatan gazetesinin bir muhabiriyle konuşan Başgil o zamanlar diyordu ki:
« — Dil meselesini bundan ,çok evvel ele almış olduğumuzu biliyorsunuz. iGelçen yaz içinde âzalarımız arasında açmış olduğumuz anketi de hatırlarsınız. Bu ankete peyderpey cevaplar ye. mütalâalar ıgelmiş ve bunları tasnif ederek neticelendirmiş bulunuyoruz.
«Binaenaleyh hazırlıklarımız tamamdır. Ocak ayının 15 inde, (1948 yılı) Cumartesi günü saat 15 te azalanımızdan mürekkep umumî heyet mahallinde toplanacak ve anket mevzularını ele alarak meseleyi topluca ve alenî surette müzakereye girişeceğiz.
«Bu toplantıyı daha yaz başında yapmağı kararlaştırmıştık. Fakat ansızın İstanbul Muallimler Birliğinin aynı mesele üzerinde bir kongre toplayarak müzakereye girişmek teşebbüsünü haber alınca, bu kongrenin neticesini beklemeği muvafık bulduk» diyor ve M. Birliğinin bu meseleyi esaslı surette ve bütün şümulüyle ele alıp incelemiş olduğunu ifade ettikten sonra 5-10 seneden beri tutulan yolun yanlışlığının açıkça ortaya konmuş olduğunu belirtiyordu. Netice olarak:
«Maksadımız Türkçemizi altında bulunduğu fuzulî baskıdan kurtarmak; atalar mirası olan dilimizi hakikî sahiplerine, yani millete mal etmektir» diyordu. (Vatan, i2.1.1®59).
Gerçekten Muallimler Birliğinin Dil Kongresi çok faydalı olmuş, birçok ilim , ve ihtisas adamlarının hazırladığı raporlar 200 sahifelik bir kitap halinde neşredilmişti. Bu ilmi harekete müvazi olarak Hür Fikirleri Y. Cemiyeti de dil kongresini yapmıştı.
H.F.Y.C. NİN DİL KONGRESİ
Bu kongre Hür Fikirleri Yayma Cemiyetinin Çarşıkapıda-ki cemiyet merkezinde yapılmıştı. Kongre başkanlığına seçilen Prof. Ali Fuat Başgil, toplantının maksadını şu surette .belirtmişti:
Bizim mevzuumuzun mihrakı Türkçeyi hükümet otoritesi tasallutundan kurtarmaktır. Bu nasıl olur? Bu noktayı düşünmek mecburiyetindeyiz. Açtığımız ankete gelen cevaplardan 110 u «dilin tasalluttan kurtarılmasını» istemiştir.
« — Biz işin İçtimaî politika safhasını aldığımız cevaplarla halletmiş bulunuyoruz. Burada karara varacağımız nokta şudur:
«Mekteplerde, resmî yazılarda acaip dil kullanılmıştır.; Bunun 9—10 senelik ikamet hakkı vardır. Bu çıkmazdan nasıl kurtulabiliriz? idare heyetince kararlaştırılmış bir plân yoktur. Mü zakereye umumî heyet hâkimdir.» .
Başgil’in bu sözlerinden sonra konuşmaların şu. dört nokta etrafında yapılması kararlaştırılmıştı:
· 1 — Resmî yazı dili kanun dili İye ıstılâhlar meselesi,
· 2 — Mektep kitapları, Türkçe gramer meselesi.
· 3 — Serbest dil akademisinin kurulması için nasıl hareket etmeli?
· 4 — Verilecek kararları memleket ve hükümete nasıl buyurmak? ;
Müzakere mevzuunun tesbitinden sonra söz alan Abdülkâ-dir Karahan, Galip Kemali Söylemezoğlu, Osman.Demir, A. Emin Yalman, ismet Alkan, Adil Aşçıoğlu. Ihsan Yurdoğlu, Gaye Nail ve iki avukat dil meselesinde dikkate değer fikirler ser delmişlerdi. (Bu arada bir avukat: «Bu memleketin haksızlıklar memleketi olduğunu, birçok hususlara müdahale edildiğini, sonunda da dile el uzatıldığını, Türk Dil Kurumamın uydurma dilin müessesesi olduğunu söyliyerek bu kurumun raporlarından bazı parçalar okumuştu. Hatip devamla:
«Millet Meclisi dilimizi katletmiş durumdadır. (Biz merhamet istiyoruz, fakat gösterilecek mi?» diyordu. Diğer azalar da Türk dilini himaye edici sözler söylemişler ve toplantı akademik bir hava içinde dona ermişti.
TÜRKÇE MESELESİNDEN DOĞAN TARTIŞMA
Cumhuriyet gazetesinde 25 Ekim 945 ve 13 Kasım 1945 tarihli nüshalarda «Türkçe Meselemiz» başlığı altında iki makale neşretmiş olan Başgil,;b zamanlar bazı yazarların hücumuna hedef, bazılarının da takdirine mazhar olmuştu. Onu tenkit edenler arasında Nurullah Ataç, Ulus gazetesinin 6.11.945 günkü sayısında (Günümüzün MarsellUs’ü) başlıklı bir yazı negret-mişti. Diğer yazılar şunlardı:
· — (Dil Devrimine Takılanlar), î. H. Baltacıoğlu, Ulus 17.11.945
· — (Köy Kanunları ve Dil Meselesi), Saim Ali Dilenire, Ulus: 5.11.945
· — (Politika: Yanık Bir Yazı), F. Rıfkı Atay, Ulus 4.11.945,
· — (Beşinci Dil Kurultayı), F. Rıfkı Atay, Ulus: 26.11.945
· — (Dikte Ülkümüz ve Bugünkü Yolumuz) Naim H. Onat: Ulus: 26.11.945 :
· — (Beşinci Dil Kurultayı), Nurettin Artanı, Ulus: 26.li.945
· — (Dil Meselesinden Korktum), O. S. Orhon, Tasvir; 1.11.945
· — (Dil İşlerinde Yanlış Bir .Görüş), M. Adalan, Açık Ses (Bursa), 28.11.945
· — (Son tartışmalar dolayısiyle: Dil Devrimi Ve Bugünkü durum), Agâh Sırrı Levend. Ulus: 9.11.945
· — (Devrim üzerinde düşünceler: Dilin Sadeleşmesi .dçğil, dilin Türkçeleşmesi), Halil Nimfetullah Öztürk, Vakit: 7.10.14 Kasım, 1945.
· — (Türkçe Meselesi, Ord. Priof. A. Fuad Başgil’e Açık Mektup), Y. Şekip Mu.sluoğlu, Tasvir: 15,11.1945
· — (Dil Bahisleri: Sayın Ord. Prof. Ali Fuad Başgil’in yazısı dolay isiyle), Besim Atalay, Tasvir: 18.1.946
Başgil’in fikirlerini destekleyen yazılar:
· — (Dil İnkılâbını tehlikeye düşüren düşünceler), Prof. Fm-dıkoğlu Z. Fahri, Cumhuriyet: 29,11.045
· — (Yalnız Dile Dokunamazsınız), Tan Gz. 27.10.945.
· — (Dil Derdimiz), Burhan Belge, Hür Ses: '1.11.945
· — (Dil Yarası), Vatan, 30.11.945.
· — (Dil Meselesi), Dil dâvası etrafında görüşülen üç cereyan) Ahmed Halil, Cumhuriyet: 2.11.945
· — (Dil mevzuu üzerine yazılmış iki yazı hakkında düşünceler), Bahir Çepeci, Açık Ses (Bursa), 5.12.1945
Pakistanda, 1952 yılının Mayıs ayında toplanan kongreye Türk delegesi olarak iştirak eden Başgil, orada Türkistanlılarla Türkçe konuşup anlaşmıştı. O günlere ait bir hâtırasını şöyle naklediyor:
«Konuşmalarımda bir ara: « — Bizim, yargıçlar, yargılama tutanaklarını öz Türkçe diliyle tutarlar» gibi bir söz sarf ettim. Karşımdaki Öz Türk evlâtları bundan bir şey anlamadılar. Çevirdim,
«— Bizim hâkimler, zabıtlarını hâlis Türk lisaniyle tutarlar..» dedim:. Anladılar. Ve dil diye bizde hayvanların ağzındaki malûm unsura derler. Konuşma mânasına biz «lisan» deriz, dediler.
«— Haklısınız biz de öyle derdik ama, günün birinde içimizde bir hırsız kedi türedi de gece uykuda iken bazılarımızın dilini yedi» dedim ve işi şakaya döktüm.»
Bu lâtif etten sonra Başgil, Türkistanlı dostlarına, öz Türk-çecilerin Osmanlıca dedikleri o güzel, zarif ve zengin Türkçe ile konuşmaktan duydukları hazzı belirtmiştir.
Din ve Laiklik
DİN HÜRRİYETİ VE LÂİKLİK GÖRÜŞÜ
Eski Türk Anayasasının 75. maddesi üzerinde hayli çalışmış din hürriyetiyle lâiklik mevzuunda mühim) bir telif eser meydana (getirmiş olan Başgil, modern (bir düşünüş ve objektif bir görüşle hareket etmiştir. En önemli kültür dâvalarımızdan biri olan bu mevzuda vatandaşların, en tabiî hak ve hürriyetlerinden biri olan din hürriyetini tahlil eden müellifin bu eserinin şemasına şöyle bir (göz atalım1:
Giriş: Bugünkü cemiyetlerde din ve devlet münasebetleri.*:
· I — Din mefhumunun unsurları: îman ve âmel
Âmelin nevileri: İbadet, dîne hizmet, insanlığa hürmet.
· II — Din hürriyeti ve bundan doğan haklar:
· 1 — İnanma hakkı,
· 2 — İbadet ve dua hakkı,
· 3 — Talim ve tedris, neşir ve telkin hakkı,
(Bundan sonra sırasiyle şu başlıklar yer alıyor):
— Din, okutulup öğretilmekle beka bulur.
— Neşir hakkı din hürriyetinin en hayatî cephesidir.
— Din neşriyat ile himaye ve müdaafa edilir.
— Dinî talim Ve tedris faaliyetinin İçtimaî ve millî ehemmiyeti,
— İç huzuru, maneviyat terbiyesinin meyvası, din dle bu meyvanın ağacıdır.
— Dinin emirlerini yerine getirmek hakkı.
· III — Din hürriyetihih ve 'buna bağlı hakların hududu:
— Din hürriyetinin hudutlanması lâzımdır.
— İnanma hakkı hüdütlandırılabilir mi?
-^- İbadet hakkının hududu: Ferdî fiil mahiyetindeki ibadetler kanun mievzuu olamaz.
— İçtimaî fiil vasfı olan ibadetlere devlet müdahalesinin ölçüsü.
— Dindarın secdegâhma devlet kuvvetleri ayak basamaz.
— Tâlim ve tedris, neşir ve telkin hakkının hududu.
— Dinin emirlerini yerine getirme hakkının hududu. - Hülâsa.
Bu etüdü kısaca anlatalım:
Prof. Başgil, din hürriyeti hakkındaki bu etüdünde, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyûnunun ilânından sonra Türkiyede hâkim olan devirlerdeki realiteleri nazara alarak 1924 Anayasasının 75 inci maddesinin vatandaşlara tanıdığı din hürriyetini İlmî ve hukukî prensiplerle incelemekte, dinî tâlim ve tedris müessesesinin lüzumlu öldüğünü, dinî neşriyat ve telkin hakkının himaye ve müdafaa edilmesinin şart olduğunu, ferdin inan ma ve ibadet hürriyetine devletin müdahale edemiyeceğini, «din ile devleti aynı bir ülkede, yanyana, barışık bir halde yaşatmak üzere» modem bir devlet nizamının esaslarını yanında objektif bir görüşle belirtmektedir. Şu halde lâik bir devlette dine karşı cephe alınmaz, dine «barışık» bir hareket beklenir.
DİN HÜRRİYETİNİN ŞÜMULÜ
«Din ve Lâiklik» adını taşıyan eserinde dinin ulviyetini vu kufla ele alan ve tarihî seyrini takiben dinin fert vicdanında ve devlet otoritesi yanındaki durumunu tetkik eden Başgil, ansiklopedicilerin din, hakkındaki düşüncelerini dinin iflâs etmediğini ve etmiyeceğini, maddecilerin söylediklerini, rönesans ve modem ilmin hareketlerini, dinlere göre hayat ve kâinatı izah ettikten sonra İlmî maddeciliği şiddetli bir lisanla tenkit etmektedir. Eserin ikinci bölümünde:
« —' Allah ve Din» — Din ve kendiliğinden var olma fikri, — Din, insanda derin bir temayül ve ihtiyacın ifadesidir. İlim ve hayat muamması — Din ve hayat maumması — Bırakınız her-128
kes gönlünün ışığını kendisi yaksın — 'Din ahlâkının kıymeti ve İçtimaî hayat için ehemmiyeti» başlıkları altında dinin mahiyetini bütün genişliğiyle tetkik etmektedir. Bu, arada idin hürriyetinin şümulünü şöyle anlatmaktadır:
«Şunu bilmelidir ki, din hürriyeti sadece mabede girip çıkma serbestisi değildir. İsteyen müzeye, parasını veren sinemaya da girip çıkıyor...
«Din müessesesinin dayandığı hakların bugün ehemmiyet itibariyle başta geleni, hiç şüphe edilemez ki, tâlim ve tedris, neşir ve telkin hakkıdır. (Bugün herhangi bir memlekette din hürriyeti olup olmadığını anlamak için, göz önünde tutulacak ölçü, budur. Yani, eğer (tâlim ve tedris, neşir ve telkin) hakkı serbestçe kullanılıyorsa, o memlekette din hürriyeti Vardır. Kullanılmıyorsa ıda bu hâk, resmî veya gayrî resmî, kanunî veya İdarî bir tazyik ve tehdit altında kalıyorsa, din hürriyeti yok tur.» (İslâm M. 1958)
DİN SEVGİSİ
Başgil’e göre din, evvelâ bir «duygudur» ve «yüksek san’at ve ahlâk duygusu» gibidir. Fakat bunlardan daha üstün hattâ daha yüksek duyguların sentezidir. BaŞgil’in nazarında: «Din, yalnız fert için bir fazilet ve feragat kaynağı değil; aynı zamanda ve böyle olduğu için İçtimaî hayat temizliğinin en kuvvetli teminatıdır... Sevmek ve Müslümanlığı müdafaa etmek hakikatte insanlığı sevmek ve insanlık hakkını müdafaa etmektir.» (Din ve Lâiklik. 1: ©).
Ona göre: Din, yok olmaktan ve hiçliğin karanlığında boğulmaktan korkan insan gönlünün ışığı ümit ve imkânların tükenip söndüğü yerde başlayan ümit ve teselli yolu, ilâçların din diremediği acıların ilâcı. Harap gönüllerin sığmağı, iyilik, iç iman melekesinin de kaynağıdır.» Din temizlik ve nasihattir.
Böylece mütefekkirin dine karşı olan derin ve samimî sevgisinin dayandığı en esaslı noktalara kısaca temas etmiş oluyoruz.
DİNİN FAZİLETİ
Dünyanın yaratıldığı günden (bugüne kadar dinin insan cemiyetlerinde büyük bir mânevi kuvvet, yüksek, ahlakı bir mü essese olduğu muhakkaktır. Başgil dinin ulviyet ve faziletini şöyle izah ediyor:
«On dokuzuncu ye yirminci asırların tarih ve sosyoloji a-raştırmaları ile anlaşılmıştır ki, din, derin bir duygu ve mânevi bir mesnet olarak, insanoğlu ile beraber var olmuş ve ilk medeniyet eserleri, medenî duygular ve düşünceler, hep dinî inançlardan doğmuştur. Hukuk, ahlâk ve siyaset, hattâ teknik ve san’at .bile zuhur ve inkişafını dinî duygu ve düşüncelere borçludur.
«Din, insan ye cemiyetle beraber doğmuş, sayısız asırlar ve milletler içinde binbir çeşit inkılâp ye istihdâlelerin muştası altında'bugüne kadar yaşamıştır; Bugün dünyâyı sevk ve idare eden kuvvetlerini de başında gelmektedir. Böyle bir müessese, yalan, hile ve menfaat üzerine kurulmuş ve bütün bir insanlık dünyası, bu bahiste asırlarca yanılmış olamaz. Bunu iddia etmek için, müşterek ve maşerî kanaatlerin ehemmiyetini anlamamış olmak lâzımdır.
«Din müessesesinin kökleri insanın yaratılışmdadır. Ve bü lün dinlerde bu yaratılışa cevap vermek üzere, Allah ve ahı-ret kaideleri gibi, bazı müşterek hakikatler vardır. Bu hakikatlerdir ki, dinlere yaşama ve tarihî fırtınalara karşı mukavemet gösterme kuvvet ve imkânını sağlamıştır. (Din ve Lâiklik, S: 8)
Görülüyor ki, din bir fazilet kaynağıdır ve insanlığın manevî gıdası, desteğidir.
DİN İLE İLMİN MÜNASEBETİ
Din ile ilim arasındaki münasebeti araştıran Başgil, bu iki mefhum arasındaki mesafeyi, dinin âkidelerinin ilmin tecrübeye dayanan metodlariyle izah edter. Şöyle ki:
«iDinî mevzular, meselâ Allah ve âhıret âkideleri ve bunlara bağlı diğer dinî meseleler tamamiyle lâmaddî ve lâmah-sûs bir âleme ait hakikatlerdir. İlim namına bunlar hakkında hüküm vermeğe kalkışmak ve bu hakikatleri inkâra yeltenmek, ilme iftira etmek ve ilmi bazı maksatlara âlet olarak kullanmaktır. Çünkü tekrar edelim ki, dinî mevzular ,ilmin tetkik sahası dışındadır. İlim dinî âkide ve kanaatler hakkında ne müsbet ve ne de menü bir hüküm: veremez.
«Çünkü bunlar tecrübe, müşahade, mukayese altına girmez. Âkide ve kanaatler arabaya yükletilip, lâboratuara nak -ledilemez. Bunların dinî değerini laboratuar değil ancak yaşanılan hayatın tecrübeleri gösterir. İnsan hâyat yolunda yürüyüp ilerledikçe, anlar ki, gönül âkide boşluğunu ne feervet, ne mevki ve nüfuz, hülâsa dünya değerinden hiçbir şey dloldu-ramaz. Hattâ dikkat edersek, ilmin tatbik sahası dışında k’â-lan mevzular yalnız dinî olanları da değildir. Maddenin ve'kuvvetin mahiyeti, hareket ve muhtariyet gibi lâmaddî, iyilik ve kötülük, adalet ve zulüm, fazilet ve redâet gibi ahlâkî daha bîr çok mevzu var ki, bunlar da ilmin sahası dışında olanlar, içinde olanlara nisbetle bir okyanustur. Bugün, beşerin bildiği, bilmediklerine nazaran, deryalardan bir damladır.
«İlim de neticelerinde, din gibi bir inanç sistemidir. Şii farkla ki, İlmî inanç, tecrübe, müşahade ve muhakemeden neş’et ettiği halde, dinî inanç sezişlerden, belli belirsiz hislerden teşekkül etmekte, zekâdan, diri ve iman; his ve iradeden doğmak tadır. Binaenaleyh ilim dine, maddecilerin tahmin ettiği gibi, yabancı değildir.
DİN RUHİ BİR İNANÇTIR
Dinî âkideleri zayıf olanları, münkirleri ruhî bakımdan nok san telâkki ederiz.» Başgil ilmin ilerlemesiyle dinin iflâs etmeyip bilâkis kuvvet kazandığını şöyle ifade ediyor:
«İlerleyen ilmin meş’alesi önünde dinlerin iflâs edip talihe karışacağını zanneden onsekizinci asır ' âdamlarî' bu bahiste- * ' ki. görüşlerini tıpkı kendi hayallerini hakikat Sanan çobüklar gi-
bi yanılmışlardır. İlim anahtarlariyle her meçhulün kilidini a-çacağma inanan zavallı münkir; görmüyor .ki, ilmin çözdüğü har muammanın altından binbir muamma daha çıkmakta ve biçare ilmimiz, sonsuz bir meçhuller deryası içinde bir saman çöpü gibi kalmaktadır. Hayır! Din iflâs etmedi, ilim aczini anladı...»
Görmeyen gözlü münkir. Düşün ki, üstünde yaşadığın şu yer yuvarlağı, sayısız ecram ve nihayetsiz bir kâinat içinde en küçük bir varlık ve âdeta bir noktadır. Sen ise, bu noktanın karnında ve sathında mevcut zerresin, Varlığın fâni, ömrün mahdut, aklın âcizdir. Sen bu hiçliğini unutuyorsun da hudutsuz ve sonsuz bir'kâinatı idrâk ve ihataya kalkışıyor ve kendi hayalini hakikat sanarak, inkâra sapıyorsun. Görmüyorsun ki, çok güvendiğin 've dünyaların ışığı sandığın aklın sana, kâinat muamması karşısında, hiç değilse, insaf edip susmayı olsun öğ-retmemiştir. (Din (v© Lâiklik S.: 9)
«Din duygusu ve dinî müesseseler, insan zekâsının daha genişlemesi ve' incelmesiyle, kaybolma ve zeval bulma şöyle dursun; bilâkis, daha kökleşmekte ve ruhî bir ihtiyaç olarak kendilerini daha da şiddetle hissettirmektedirler. Bugün, İkinci Dünya Harbi ferdasında, yüksek duygulu insanların din ve mâ-neviyatma karşı hissettikleri ihtiyaç kadar, yakın devirlerde ihtiyaç hissedilmemiştir, denilebilir.»
«Hattâ ilim ve iman ayni bir insanın hayatında yanyana yaşı-yabilir. Nitekim, fiiliyatta birçok büyük âlim ve filozoflarda yaşamaktadır. İlim ile iman arasında tezat tasavvur edenler, hu susiyle dini ilmin terakkisine engel görenler âlimler değildir, âlim yamakları ve taslaklarıdır.» (Din ve Lâiklik. S. 23,33,-40)
Böylece din ile ilim arasındaki münasebeti izah etmiş olan. Başgil, tekâmülcü felsefî doktrinin mümessillerinden Bergson’-uıı. fikirlerini ele alarak: «Filozof Bergson’un diliyle konuşmak lâzım gelirse, din aynı zamanda insan vicdanının ilk ve doğrudan doğruya bir mutası ve insanın mânevî yani düşünen ve ina-
nan bir mahlûk oluşunun bir tecellisidir. Dini, sırf bir cemiyet tasavvuruna irca edip, onun sübjektif yani enfusî mahiyetine göz yummak, dumanı görüp de ateşi inkâr etmektir» demekte ve netice olarak:
«Din kısaca, gaybî imandır. Yani içinde yaşadığımız maddî ve mahsûs âlemin dışında bir takım hakikatlerin var olduğunı kabul etmek ve, içten bir bağlanışla, bu hakikatlere inanıp bağlanmaktır.»
«Bütün ilim deyince bundan herhangi bir bilgi değil, fakat sırf müşahade, mukayese ve tecrübe ile elde edilerek sistemleştirilmiş bilgi kastedilmektedir.»
İLİM VE DİN MÜCADELESİ
Başgil’e göre ilimcilerle dinciler arasında bir mücadele vardır. Yoksa ilimle din arasında bir mücadele yoktur. «Çünkü kudret eli kâinatın bütün varlıklarını eş yaratmıştır. Bu .bir kanundur ki, âlemde tek başına var olan Allahtan başka hiçbir varlık yoktur.» (Bakınız: Başgil, İlim, Din Mücadelesi, İslâmm Nuru Mec. Tem,. 1952)
İlimle dinin birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayan iki arkadaş olduğunu, her birinin ,,bir yardımlaşma ile insan varlığını meydana getirdiği iki unsurdan birini karşıladığını söyleyen mütekeffir:
«İlim, insan mevcudunun maddesi ve azmini, din ise mânasını ve ruhunu tatmin eder» demekte ve ilim ile din arasında bir çatışma - mücadele olmadığı neticesine varmaktadır.
İlim adamlarının «modern ilim nazarında dinin yeri yok tur» şeklindeki yanlış telâkkisini ele alan Başgil, bu hatalı görüşü tenkid etmekte ve ilim ilerledikçe dinlerin ilân ettiği hakikatlerin daha iyi aydınlanacağını ileri sürmektedir.
Başgil’e göre dine olan ihtiyaç, ilme olan ihtiyaç kadar ha-ıyatî, daimîdir. «İnsanlığın çektiği ıstıraplar, gerçekte, kaybet-itiği imanın boş kalan yerinden geldiğini hissetmekte ve bu yeri doldurmak için, maneviyata sarılmaktan başka çare olmadığını ifade etmek suretile, maneviyata önem vermektedir.
Hayatı - aşk, iyilik, ahlâk ve adet olarak tarif eden Başgil, hayatta hakikî mürşidin yalnız yalnız ilim, değil, ilimle beraber dinin olduğuna kanidir. İlmin hayat, ve cemiyette faydalı ve hakiki bir mürşid olabilmesi için «din ve maneviyat ile birleşmeğe ve bu sayede insan ruhunun yüksek temayül ve tecellilerine cevap vermek üzere, ahlâkîleşmeğe muhtaç olduğuna inanmaktadır. O’na göre «maneviyatsız ilim, mürşid olmak şöyle dursun şeytanî -bir rehberdir.»
İki asırdan beri yolunu şaşıran ye ıstıraba boğulan dünyada terakkiye ulaşabilmek için ilim ve dinin aynı noktada birleşmesi gerekmektedir.
: «Düşünelim ki, terakki, yani basit ve fakir bir hayattan müreffeh ve zengin bir hayata çıkış, insanlığa hakikaten bahtiyarlık getirebilmek için, yalnız maddî ve mekanik değil, hem de manevî ve ahlâkî olmak lâzımdır.»
Bu fikirlerin gerçekleşmesi için maneviyat ve ruh terbiyesine mekanik ve teknik terakkiler kadar önem, verilmesini ar-zulamıştır. Bugünkü medeniyeti bir ayağı topal bir yolcuya benzeten müellif, onun geri kalmaması için geriliği giderecek tek çarenin hayatta manevî kıymet ve hakikatlere lâyık oldukları yeri vermek olduğu fikrini savunmuştur.
NETİCE OLARAK
. Yukardan beri özetleyerek izah etmeğe çalıştığımız fikirler şu sözd.e düğümlenmektedir:
«Terakkinin hayırlı ve faydalı olmak için insanın - maddî ve manevî, ruhî ve bedenî iki varlığının atbaşı gitmesi ve mu-vâki'şekilde ilerlemesi -gerektiğini, dünyamız nihayet anlayacaktır.» .
LÂİKLİK GÖRÜŞÜ
Lâikliğin münkirlik ve din düşmanlığı değil, din ile devlet nizamının ayrı, birebirlerine karşı tarafsız .bir vaziyet alması gerektiğini savunan Başgil, Türkiyede lâiklik mevzuunda en mükemmel etüd ve makaleleri kaleme almış bulunmaktadır. Dine bağlı defvlet sistemini tenkit etmiş ve «siyasetten yakasını kurtarıp vicdanlarda hüküm süren ve mâbet hareminde kalan dinin terakkiye mani olmak şöyle dursun, bizzat terakkiyi kamçılayan bir kuvvet» olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Başgil’in yıllardan beri üzerinde titizlikle dlurduğu lâiklik mevzuu, bizde öteden beri yanlış bir tatbikata sahne olmuş ve dindar zümrenin tahakküm erbabı politikacıların bir silâhı haline gelmemesini arzu etmiştir. Bazı küçük endişelerle 950 yılından Önceki iktidarın vatandaş vicdanına kadar uzanan elleri sonradan bir suçlumun elleri gibi titremeğe başlamıştır.
DİN HÜRRİYETİ VE LÂİKLİK FORMÜLÜ .
Eski (1924) Anayasasında lâikliğin tarif edilmemiş olmasını tenkid eden Başgil, Yeni Cumhuriyet Anayasasının hazırlandığı günlerde lâiklik ve din hürriyeti mevzuunda' bir formül1 kaleme almıştı. Bu, bir kanun tasarısı mahiyeti taşımakta ve uzun zamandan beri lâiklik konusundaki düşüncelerinin özünü teşkil etmektedir. Ehemmiyetine binaen bu .formülü aşağıya t dercediycruz. İlerde belki de kanım vazımın istifade etmesi de mümkün olur veya temiz yürekli hâkim ve şavicılarımiz T.. Ceza K. nunun 163 ncü maddesini tatbik ederken.bir ölçü olarak, bu formülü gözönünde bulundururlar. Hakkaniyet ve. adaletle, hükmetmekte, yardımcılık yapacak kıymet. taşıdıığı için bu formülü derce,tmekte. fay da. mülâhaza ediyoruz:», ...
M. — «Devlet ve din, herbiri kendi; sahasına.-dahil olan ' işlerde muhtar ve müstakildir.
M.: — «Türkiye Cumhuriyetinde mevcut ve müesses- bütün din ve mezhepler: kanunun himayesi, altındadır.»
«Umumî ahlâk ve adaba aykırı olmamak ve âmme nizamını bozmamak şartiyle herkes mensup öldüğü, din ve mezhebin nasları ve temayülleri gereğince, o din W mezhepte yerleşmiş dil, usûl ve erkân üzere ibadet etmekte, gerek tek başına ve gerek topluca, o din ve mezhebin âyinlerini icra etmekte serbesttir. ,
«Hiç kimse, herhangi bir dinî akide ve kanatlerinden ve bunları açıklamasından dolayı rahatsız edilemez.
M. — ı«Hiç kimse herhangi bir din ve mezhebi benimsemeye, o din ve mezhebin emir ve icaplarını yerine getirmeğe zorlanamaz.
«Çocukların, on altı yaşlarını bitirmelerine kadar dinî terbiyelerini ana, babaları serbestçe tâyin eder.
M. — «Hiç kimse herhangi bir din veya mezhebe mensup olmadığından dolayı rahatsız edilemez.
«Türkiye Cumhuriyetinde mevcut ve müesses din ve mezr heplerden başka yeniden herhangi bir din, mezhep veya tarikat, gizli teşekkül veya teşekkül kurulamaz.
«İlga edilmiş olan tarikatlar ve bunların âyinlerini icraya mahsus tekke ve zaviyeler yeniden açılamaz.
«Türkiye Cumhuriyetinde mevcut ve müesses din ve mezhep mensuplarının sırf dinî ihtiyaçlarını el birliğiyle karşılamak ve yardımlaşmak .gayesiyle kuracakları cemiyetler, umumî hükümlere tâbidir. Devlet gerek çeşitli din ve mezhep mensupları ve gerek hiç bir din ve mezhebe mensup olmayanlar arasında çıkan her türlü, ihtilâfları, kânun hükümleri dairesinde halletmek için icap eden tedbirleri alabilir.
M. — Umumî ahlâk ve âdaba aykırı olmamak ve âmme nizamını bozmamak şartiyle, herkes mensup öldüğü din ve mezhebin âkide ve esaslarını, söz veya yazı ile, yaymakta ve okutmakta serbesttir.
«Dinî neşriyat ve öğretim, umumî neşriyat ve öğretim, dışında ayn bir kânuna, murakabe ve tahdide tâbi ^tutülâıiıaz.
M. — « Her hangi bir din ve mezhebin akide ve esasları, herhangi bir partinin veya siyasî bir kanaatin lehinde veya aleyhinde, öğme veya küçük düşürme şeklinde, konuşma mevzuu yapılamaz. (Propaganda vasıtası yapılamaz.)
Müslim veya gayri müslim diyanet makamları temsil ettikleri din ve mezhebin mensuplarını vergi, hibe, vakıf, zekât ve sadaka gibi adlar altında bir para vermeğe, aynî veya nakdî bir yardımda bulunmağa mecbur tutamaz.» (Bakınız; Y. Sabah, -.10 Temmuz 1960 ).
Bu formülden başka dinî mesele ve işlerin müzakere edilebilmesi için yüksek din ve ilim adamlarından müteşekkil bir (Din şûrası) nın teşkilini lüzumlu görmüş, devlet adamları da böyle bir şûranın toplanmasına karar vermişlerdi. Fakat henüz Din Şûrası teşkil edilmemiş bulunmaktadır.
Devlet ve din 'kendi sahasına dahil işlerde muhtar ve müstakil bir hüviyet taşıdığı müddetçe lâiklik prensibi zedelenmi-yecektir.
Ama dinin devlete veya devletin dine müdâhale etmesi halinde lâiklik prensibi, çiğnenmiş olacaktır. Devletten beklenen, dine ve ferdin hürriyetine saygı beslemek ve onu korumaktır. O halde lâik devlet nedir Başgil bu soruyu yıllarca önce şöyle cevaplandırmıştı.
LÂİK DEVLET
«Lâik devlet demek, esaslarını, hükümet ve icraat prensiplerini, kanun ve nizamlarını dinî kayıtlarla ve mülâhazalarla bağlı olmayarak, doğrudan doğruya ilmin ve tekniğin mutalarından, ferd ve camia ihtiyaçlarından alan, sırf 'vukuatın ve vaziyetin icaplarını göz önünde tutarak hareket eden devlet demektir.
«Lâik devlette din kaideleri, devlet esaslarından ve prensiplerinden tamamiyle ayrılır ve ferdî vicdanlara çekilir. Dikkat edelim iki lâik devlet, demek, diyaneti nefyeden, din düşmanlığını güden devlet değildir. Lâikliği maddilikle karıştırmamak lâzımdır. Lâiklik bir İçtimaî siyaset prensibi olarak, akide ve diyanet meselelerinde devletin bitaraflığıdır, muayyen bir dini benimseyerek diğer din ve kaidelere hor bakmamak, halk arasında teessüs etmiş olan dinlere ve dinî kanaatlere karşı ayni derecede hürmet etmektir.»
Görülüyor ki müellif lâik devleti «din düşmanlığı .gütmeyen» «dine ve dinî kanaatlere hürmet eden» devlet olarak vasıflandırmaktadır. Bu mevzuda daha (geniş bilgi edinmek için Başgil’in (Din ve Lâiklik.) adlı eseriyle (Hukuk İlminin Işığı Altında Günün Meseleleri) adlı eserine bakmak lâzımdır.
TÜRKLÜK VE MÜSLÜMANLIK
«Yeni Sabah» gazetesinde 27 Mayıs 1960 millî inkılâbından sonra neşrettiği makalelerden birinde: «Müslüman Türk» tâbirini kullanan Başgil, bazı kalem erbabını tarizlerine hedef olmuştu. Hattâ malûm Sabah gazetesi bir anket açmış, üniversite doçent, ve profesörlerini tahrik ederek yalnız bu fikrin aleyhindeki cevapları - hiç bir İlmî kriter ve kaynağa dayanmadan - neşretmişti. Ankete verilen cevaplarda «Önce Türküz, sonra Müslümanız» deniyordu. '
Tarihî ve İlmî düşünceye dayanmayan. bu sıralanış, gerçeğe hiç de uymuyordu. Zira Büyük Peygamberimiz salla'llâhü aleyhi ve sellem asırlarca, önce şöyle buyurmuşlardı:
«KÜLLÜ MEVLÜDUN ALÂ FITEATİL İSLÂM,
Yani: «Her doğan çocuk, fıtraten İslâm olarak doğar. Sonra anası, babası Yahudi ise Yahudi olur, Hristiyan ise Hristi-, yan olur, Mecusî ise Mecusî olur.» meâlindedir.
Allahın büyük Resulünün pırlanta sözlerinden habersiz olanların hadîs kitaplarına bakmalarını tavsiye ederiz. Meselâ Camlüs? Sagir’i veya Sahih-i Buharî’yi (Shf. 95) gözsen geçirmeleri yeter de artar bile. İmanın şartlarından birisi de Büyük Re^ -şule inanmak olduğuna, gîöre, onun hâdîslerini de iyide bilmek’ lâzımdır ki bu mevzuda , konüşulâbilsin. Yoksa önce? «Türküm sonra Müslümanım.» diyenler bu milletin varlığında ırk unsurunu en ön plâna almış ve bir nevi ırkçı rolünde görünmüş 'olmuyorlar mı?
DEVLET VE HAKİMİYET
Devletin siyasî unsuru olan hâkimiyet mefhumunu Başgil şöyle tarif ediyor:
«Hâkimiyet, ülke üstündeki insanlara emir veren ve kanun koyan üstün ve rakipsiz bir iktidardır 'ye (devletler camiasında devletin benliğinin, irade muhtariyeti ve istiklâlinin ifadesidir.»
Hâkimiyet kelimesi «hüküm» maddesinden gelmekte; hâkim, hakem, mahkeme, muhakeme, mahkûm ve tahkim gibi geniş bir kelime ailesine bağlı bulunmaktadır. Hâkimiyeti önce cemiyet realitesinde arayan mütefekkir, onun hukukî kıymeti üzerinde de durmaktadır.
I) Sosyoloji bakımından hâkimiyet:
Devlet dediğimiz siyasî organizasyon, cemiyetten doğmakta, otorite ve iktidarı sayesinde fonksiyonunu icra etmek-, tedir. Şu halde ilk görünüşüyle hâkimiyet «devlet dediğimiz teşkilâtın dayandığı kuvvettir ve sosyolojik bakımdan cemiyetin kendi bünyesinden doğmaktadır.» Cemiyet ise insanlardan, akıl ve irade melekeleriyle hareket eden varlıklardan teşekkül etmektedir. Millî irade dediğimiz manevî, siyasî kuvvet de cemiyetten doğmaktadır. Hukuk kaideleri müşterek ihtiyaçlar, müşterek akıl, müşterek ahlâk ve adalet duygularının mahsulü olduğuna göre bu kaidelere mecburilik vasfı keren, cemiyetin bünyesinde saklı olan faktörlerdir.» Cemiyet iktidarını tebellür ettirmek için Başgil:
«Bir cemiyetin insanları arasındaki müşterek düşünceler, müşterek menfaat telâkkileri, müşterek kanaat, dilek ve duygular birbiriyle kaynaşarak «Umumî, yahut millî irade» denilen ve bir sentez vücude getiren ve ferde yukardan hükmeden ve emir .. veren üstün bir iktidar şeklini âlır ki, devlet haline gelen cemiyette hâkimiyet bu üstün iktidardan başka bir şey değildir.» demekte ve millî hâkimiyetin «sosyolojik realiteyi ifade eden» bir mefhum öldüğünü kabul etmektedir. Demek ki sosyolojik bakımdan, devletin üstün iktidarı «Tıpkı cemiyet hayatının üstün safhasını tanzim eden hukuk 'kaideleri gibi, içtimaî-liğin bir lâzimesi olarak camianın bünyesinden doğmaktadır;»
II — Hukuk Bakımından hâkimiyet:
Mütefekkir, bu bakımdan hâkimiyeti ülke içi ve ülke dışı hâkimiyeti olmak üzere iki şekilde mütalea etmektedir.
1) Devletin ülke içi hâkimiyeti, üstün bir iktidar ve salâhiyettir:
İnsanlar irili ufaklı cemiyetler halinde yaşamakta, başta aile olmak üzere coğrafî, İdarî, İktisadî, mülkî, hayrî, siyasî bir çok teşekküllere bağlı bulunmaktadırlar. Bu teşekküllerin atr birinde «mensuplarına emir ve direktif veren, bir hâkimiyetçik yani nisbî ve mahdut bir iktidar ve selâhiyet mevcuttur.» Bu selâhiyetleri şahıslar, heyet ve meclisler temsil etmektedir. Bunlar nisbî ve mahdut kalmaktadır. (Meselâ bir belediye reisinin salâhiyeti, yalnız o belde hudutları dahilindedir.) Halbuki devlet daha muhteşem bir siyasî teeşkküldür ve «emir ve kararları umumidir, ülke üstündeki bütün insanlara, cemiyet ve teşekküllere şâmildir.» Şu halde devletin ülke içi hâkimiyeti Ibir üstünlük arzetmektedir.
Devletin ülke içi hâkimiyeti aynı zamanda aslî bir iktidar ve selâhiyettir:
Ülke üstündeki bütün cemiyet ve teşekküllerin iktidar ve salâhiyetleri devletten alınmış (mıukteseb) olduğu halde «devlete mahsuş olan iktidar aslîdir, başka bir salâhiyet ve iktidar merkezinden iktibas edilmiş ve âriyet alınmış değildir.»
Devletin ülke içi hâkimiyeti, parçalanmaz bit iktidar ve salâhiyettir:
Devlet canlı bir Uzviyete benzemekte, hâkimiyet de bunun cam mesabesinde ğörühmektedih Binaenaleyh bölünmez, parçalatılnaz ve bir ülkede birden fazla hâkimiyet icra edilmez. (Siyasî adem-i merkeziyet.)
2 — Devletin ülke dışı hâkimiyeti diğer devletlerle münasebetlerinde istiklâli ve karar verme muhtariyeti demektir:
Her devlet irade muhtariyetine ıgöre hareket eder, karar verir. Bunun içindir ki küçük - büyük 'bütün devletler müsavi bir statüye sahiptir.
III — Hâkimiyetin gayesi ve hududu:
Hâkimiyet; bir ülke üstündeki insanlara emir veren, kanun koyan rakipsiz bir iktidar olması hasebiyle devletin benliğinin, irade muhtariyetini ve istiklâlini ifade etmekte ve muayyen bir hudut ve gayeye sahip bıdumnaktadır. Başgil: «Hâkimiyet, hukuk nizamının’ koruyucusu olarak, muayyen bir cemiyet insanlarının iyilik, adalet, huzur ve emniyet ihtiyacından dbğan beşerî bir kuvvettir.» demekte ve her beşerî kuvvet gibi onun da bir gayesinin mekcut olduğunu ifade etmektedir.
Ona göre: «Hâkimiyetin gayesi bu iktidarın varlığının mânasında ve mantığında mündemiçtir. Bir devlet ülkesinde niçin ferdî iradelere gitmeden üstün bir iktidar vardır? Herkesin huzura, emniyet ve hürriyete ihtiyacını, ammenin temin edilecek menfaatleri, başarılacak iş ve hizmetleri vardır jdh onun için. Binaenaleyh iktidarın gayesi bu ihtiyaç, !bu menfaat, bu iş ve hizmetleri temin etmektir. Bu gayeyi gütmeyen ve bu gaye hududunu aşan bir iktidar., vatandaşlarca itaate lâyık değil dir.»
İktidarın meşru gayesi yolunda yürüyebilmesinin, hududu aşmamasının teminatını araştıran müellif, dine bağlı hukukçuların bunu İlâhî kanunlarda, tabiî hukukçuların «tabiî kanun» da ve ferdî haklar doktrinini müdafaa edenlerin bunu «insan hakları» doktrininde bulup bu iktidarın hududu olarak kabul etmiş olduklarını izah ettikten sonra:
«Nihayet demokratik inkılâplar ayhi meseleden hareket etmiş ve ayni teminatı iktidarın el değiştirmesinde, halka mal edilerek, bizzat olamazsa halkın seçeceği mebus ve mümessiller marifetiyle kullanılmasında ve kontrol edilmesinde görmüştür.» demektedir.
Hâkimiyeti elinde bulunduranların haiz oldukları iktidarı hayır yolunda kullanmalarını «iktidar adamlarının kültür Ve medeniyet seviyesinde, ahlâkî terbiyesinde» bulan Başgil, devlet i'ktidarınm huzur, emniyet ve hürriyetin • silâhı olduğuna inanmaktadır.
FERDİ HAKLAR VE DEVLET
Ankarada kurulmuş olan «Hukuk İlmini Yayma Kurumu» nun tertip etmiş olduğu konferanslardan birini de Prof. Başgil «Klâsik Ferdî Hak ve Hürriyetler Nazariyesi ve Muasır Devletçilik sistemi» mevzuunda: vermişti. Bû konferansta ele alman problem şuydu:
«Devlet muayyen bir ülke üzerinde yaşayan insan birliğinin siyasî ve sosyal, bağlılığını ve teşkilâtını ifade eden bir varlık olduğuna göre, ferdin bu varlık içinde ve bu teşkilât karşısında yeri ve değeri nedir?.»
Devlet bir takım âmme vazifeleri ifa etmekte, bir takım, hizmet ve işleri icra eylemektedir. Devletin bütün bu hizmet, faaliyet ve icraatının ferde karşı ye «fert hesabına» bir hududu olup olmadığını araştıran Başgil, bu meselenin tarihte iki türlü cevaplandırıldığmı ifade etmektedir:
Birinci telâkkiye göre hareket noktası cemiyet veya devlettir. Bu telâkki: «Ferdî tabiî muhit olan cemiyet içinde almakta, ferdî gaye ve menfaatleri cemiyet gayesine ve menfaatlerine bağlamaktadır.» Buna sosyologların tabiriyle «Cemiyet-çilik» veya siyasî hukukçuların tabiriyle «Devletçilik» diyoruz.
İkinci telâkki ise, ferdin «manevî ve insanı tamamhğı» nı hareket noktası olarak ele almakta, «cemiyetin gaye ve menfa-atlerinin tahakkukundan ibaret» olarak «devlet varlığının sebebini ve -hikmetini ferdin hayat ve refahında bulmaktadır.» Bu görüşe de sosyolojide ve hukuk sahasında «fertçilik» adı verilmektedir.
Meseleyi bu tarzda ortaya koyan Başgil eski Yunan âlimlerinden Eflâtun’un. Sokratûn ve Fransız âlimlerinden Descar-tes’in fikirlerini, devletçilik ve fertçilik halkındaki görüş ve düşüncelerini, tarihî seyir içinde devletçiliğin ve fertçiliğin değişiklikler vfe gelişmeleri izah ettikten sonra Fransız ihtilâlinin doğurduğu «İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi» ne işaret etmektedir. Malûm olduğu veçhile bu beyannamenin 2. maddesi; «Siyasî cemiyetin ıgayeısi ferdin tabiî haklarını himayedir. Bu haklar, mülk, emniyet ve zulme mukavemettir.» denmekte, 17, madde ise: «Mülk mukaddes .bir hak olduğundan kimse bundan mahrum edilemez» denilmek suretiyle ferdî mülk korunmaktadır. Tarihimizden, hususiyle 1876 Kanunu . Esasi’sin-deki Osmanlı tebaasının âmme haklarının 1909 Anayasasında da yer aldığını belirten Başgil, ferdî hak ve hürriyetlerin Anayasalarda fasıllar işgal etmiş olmasına rağmen zamanla ferdin istiklâli ve hürriyetinin «nazarî kalmağa başladığı» nı,.realitelere istinat ederek belirttikten sonra. Birinci Dünya Harbinden sonra dünya devletlerinde fertçilik ve devletçiliğin aldığı şekilleri incelemektedir. 'Devletçiliğin ferdî gaye ve menfaatleri hudutlandırdığmı söyleyen Başgil, ferdi şöyle anlamaktadır:
«Ferdî hak ve hürriyetlerin klâsik nazariyesinin görmek istediği devlette fert âdeta kendi başına bir âlem farzedilmek-te ve yalnız bazı nevi hareketleriyle devlet nizamı altına girmektedir. Halbuki devletçi sistem ferdi, bir heyetin uzvu (olarak) alacak ve onu millî hayat atölyesinde muayyen bir fonk siy on ifa eden bir işçi gibi görecektir.
Bu sistemde içtimaileşen fert ile 'beraber hak ve hürriyet mefhumları da içtimaîleşecektir. Hukuk fertten, ferdin tabiî imtiyaz ve istiklâlinden değil; cemiyetten hareket edecek, ferdi tabiî ve moral muhiti olan cemiyet içinde, kendine, etrafındakilere karşı muayyen vazifeleri olan bir insan olacaktır. Devletçi sistemin hukuku, fertçi hukuk gibi, mücerret bir hak sahibi şahıs fikrinden ve mücerret bir müsavat telâkkisinden hareket etmiyecektir. İçtimaî hayatta muayyen bir yer işgal eden ve işgâl ettiği yere göre sosyal vazifeleri bulunan şahıstan hareket edecek ve mücerret olarak kalınmakta olan müsavat fikri yerine hakta ve vazifede muadelet fikrini koyacaktır. Devletçi sistemin hukuku! millet fertlerinin birbirleriyle olan münasebetlerine, fertçi hukuk gibi, sırf ferdî münasebet gözüyle bakmıyacaktır. Bu münasebetleri bütün cemiyeti ve geleceği alâkalandıran birer sosyal iş ve münasebet telâkki edecek ve bugün hukuku hususiye münasebetleri dediğimiz münasebet ve muamelelerin bile arkasında daima devlet çehresi peyda olacaktır; hakta ve vazifede muadelet esasından hareket eden devlet, bu muamelelere müdahaleye daima hazır bulunacaktır.
FERTÇİ HUKUKUN İDEALİİ
Fertçi hukuk ile cemiyetçi hukuk arasındaki farka temas eden Başgil, bunun pratik neticelerine temas etmektedir: «Ezcümle fertçi hukuk, ferdî cemiyetten önce mevcut olan bir varlık olduğu için cemiyet, devlet, nizam ve disiplin gibi sosyal •hayatın en esaslı icapları bu hukukun gözünde bir takım tahammülü zarurî şeylerdir. Fertçi hukukun ideali, ferdin mümkün olabildiği kadar geniş istiklâlidir. Bu istiklâli, başka türlü temine imkân mevcut olmadığı içindir ki disiplin ve otoriteye razı oluyor. Cemiyetçi hukuk ise cemiyeti ilk ve son bir muta alır ve devlet nizam ve disiplin gibi lâzimeleri bu muta’-nm en tabiî vasıflan görür. Bu iki telâkki arasındaki fark bilhassa hürriyet fikrinde ve hürriyetin nizamlanması meselesinde daha iyi tebarüz eder.»
Cemiyetçi hukukun mahiyetini de şöylece izah etmektedir: «Cemiyetçi hukukta ve bunun siyasî ve sosyal formülünü teşkil eden muasır devletçilik sisteminde fert ve hukuk içtimaî-Jeştiği gibi hürriyet fikri de içtimaîlpşecektir.
Hürriyet fert için bir imtiyaz ve hâkimiyet olmaktan çıkacak ferdin nefsine ailesine cemiyete karşı olan vazifelerini ifa edebilmesi için lâzım, ve zarurî bir faaliyet halini alacaktır.» Şü halde cemiyetçi hukukta fayda yoktur.
Devletçi sistemde hürriyet fert için tabiî bir imtiyazdan ziyade beki «.ferdî ve İçtimaî vazifelerin ifası için .bir imkân ve sosyal faaliyet «telâkki»olunacağmd'an devlete de mühim vazifeler düşmektedir, Müellifin ifadesiyle: «Çünkü hürriyet cemiyet içinde yaşayan ferdin maddî, fikri ve manevi kuvvet ve kabiliyetlerini serbestçe kullanması ve inkişaf ettirmesidir. Bu ise fert için bir vazifedir.
«Şu halde devlet hürriyetlerin hududunu tâyin ederken ferdin tabiî hakkına ve imtiyazine tecavüz etmiş olmıyacak; sosyal bir faaliyet ve vazifenin sureti ifasını tanzim etmiş olacaktır.
DEVLETE DÜŞEN VAZİFE
«Bunu tanzim edereken, devletin de ferde karşı ifasiyle mü-olduğu vazifeler vardır. Sosyal nizam içinde ferdin maddî, fikıü ve manevi, kuvyet ve kabiliyetlerini serbestçe istimaline ye inkişafına meydan ve imkân .vermesi ve bu y olda âmme, hizmetleri kurması bu vazifelerin başında gelir. Fert yaşamak için huzur ve emniyet içinde çalışmağa: maddî, fikrî ve. manevi kuvvet ve kabiliyetlerini kullanmağa ve bunları inkişaf ettirmeğe , muhtaç ve mecburdur. Bu bir tabiî hâk ve imtiyaz meselesi değil, cemiyet içinde yaşayan insan için hayatî ve İnsanî bir za- ' ruret ve sosyal bir vazifedir. Buna mukabil de ferdi huzur ve > emniyet içinde yaşatmağa, bunun için de ferdin kuvvet ve ka-biliyetlerini kullanabilmesini, inkişaf ettirebilmesini temin etmeğe ve iş başında ferdî ve sâyini himaye etmeğe mecburdur. Bu temin' ve himaye keyfiyeti devlet tarafından ferde karşı bir âtıfet değil, bir mecburiyet vft bir vazifedir.»
Bu izahlardan anlaşılacağı gibi fert ile devlet’ arasındaki münasebet •«bir sosyal iş, faaliyet ve vazife münasebetidir.»
BÜTÜN MESELE FERDİ HİMAYEDİR
Fert hususî menfaat ve gayeleri çerçevesinde kendi başına «bir âlem teşkil etmekte» dir; halbuki ddvlet ferdî kuvvetin üstünde onu. kat kat aşarak «ferde tahakküm etmeğe hazır bulunan bir siyasî kuvvet» olarak görünmektedir. Şü halde: «Bütün mesele bu kahir kuvvet karşısında ferdi himayedir. Ferdi ve tabiî hak ve imtiyaz fikri bu tasavvurdan doğmuştur.»
Devleti bir. çiftlik, vatandaşları da bu çiftlikte çalışan emek çi veya; yanıcı gözüyle görmiyen Başgil, devleti «millet cemiyetinin, millet ailesinin gayri şahsî ve objektif nizam, teşkilât, olarak» ,ele almakta bunun yanında devletçiliği, de «bu nizam, ye teşkilâtı namütenahi terakki ve inkişaf ettirmeğe matuf sosyal ye ekonomik bir siyaset telâkki» etmektedir.
Şu halde fert ile millet ve fert ile devlet arasında bir tezat yoktur. «Hayat ve refah için, .müşterek ve mukabil bir vazife ve faaliyet münasebeti ve tesanüdü hüküm sürer.»
' Hürriyeti fert için ferdî ve tabiî bir hak olarak bir imtiyaz olarak telâkki eden mütefekkir, bu hakkın her fert için müsavi olmasını kullanılmasında ferdin muhtar ve muhayyer olmasını temenni etmektedir. Ferdî menfaatlerin üstünde yer alan umumî menfaatlerin himayesi de devlete düşmektedir.: Burada devlete geniş bir takdir serbestisi tanınmaktadır. Şöyle ki:
«Ferdî hareket ve faaliyetlerin - ki Teşkilât Kanunlarında temellük ve tasarruf hürriyeti, çalışma ve çalıştırma hürriyeti, söyleme ve yazma hürriyeti ilh.. gibi namlar almaktadır -şeklini ve hududunu dtevlet takdir ve tâyin edecektir.» Şu halde devletin iki mühim vazifesi vardır:
«Devletin zabıta vazifesinin hedefi can ve mal emniyetidir.
«Vesayet vazifesinin hedefi de umumî memleket menfaatleri, medeniyet ve terakki icapları ve halk terbiyesidir.»
DEVLET MABUTLAŞTIRILAMAZ
Medenî bîr memlekette dfevletin faaliyet ve icraatının bîr hududu olması lâzım geldiğine işaret eden Başgil, .fertle insanî bir değer tanınmasını istemektedir;
«Devletçilik, devlet diye hayalî bir mabut yaratmak ve bunun gölgesine sığınarak hükümet edenlerin her yaptığı ve bütün icraatını meşrulaştırmak değildir. Bugün medenî olduğunu söyleyen Ibir millette devlet mabutlaştırılamaz. Devlet sadece millet cemiyetinin .sosyal ve moral tesanüd'ünü, ve bağlılığını ifade eden ve bu cemiyeti gayesine götürmeğe vasıta olan bir teşkilâttır. Devletçilik ise bütün bu sosyal faaliyetleri faal bir devlet kadrosu içine almak ve bunlar arasındaki tabiî tesanü-dü ve bağlılığı şuurlandırmak, devleti sosyal faaliyetlerin şuurlu merkezi haline koymak siyasetidir. Bu siyasetin hukukî bir değer alabilmesi için devlet, faaliyet ve .icraatına bir hudut kabul etmesi, ferde-İnsanî değer tanıması lâzımdır; Hülâsa Eta-tizm (devletçilik) bugün devletin umumî vesayet vazifesini faal bir surette başarmasından başka bir şey değildir.»
.Devlet faaliyetlerinin de bir hududu vardır. Bu hudut, sosyal vazife fikrinde, duygusu ve terbiyesinde aranmalıdır. Mütefekkirin deyişiyle; «Devlet de, fert gibi sosyal vazife fikriyle bağlıdır ve faaliyetlerinin hududu vazifelerinin vüs’atinde ve ehemmiyetinde bulur.» Devlet faaliyetlerinin ferdî faaliyetlerin üstünde bulunması, sırf ferdî kuvvetlerin başaramayacağı işlerin var olmasındadır. Bu türlü güç işleri başarmak, devletin vazifesidir. Buradan asıl mühim noktaya gelen Başgil; «Şu halde esas olan devlet başındakilerin bilgisi, vazife duygusu, sevgisi ve terbiyesidir. Bundan ötesi hayaldir. Ne mutlu o memleketlere ki, işlerinin başında bilgili ve vazife duygusiyle bezenmiş adamlar vardır ve ne mutlu o milletlere ki işlerini böyle adamlara emanet eder.» demekte, devlet faaliyetlerinin ve devlet icraatının hududunun mücerret fikir ve prensiplerden ziyade, hukuk tekniğinde, «mevzu hukukun teminatında aramak lâzım» geldiğini hatırlatmaktadır. Kanunî teminat, geçmiş asırların ferdî hak ve hürriyetleri yıpratan devletçilik sistemi yanında bugün dünya milletlerinde daha çok kuvvet kazanmış, «devlet icraatı bugün birçok kanunî kayıtlara ve hudutlara bağlanmıştır.»
Türkiyedeki fert - devlet münasebetine de tasaca. temas eden Başgil, devlette mes’uliyet şuurunun yer aldığını, Anayasanın üstünlüğü prensibine göre kanun, nizamname, talimatname ve vekâlet emirlerinin muayyen hudutlarının var olduğunu belirtmektedir. Devletin idari muamele ve icraatından dolayı, hukukî bir şahıs sıfatiyle ferde karşı mes’ul olmakta; âmme hizmetlerinin görülmemesi, noksan ifa edilmesi veya hiç ifâ edilmemesi halinde devletin şahsî veya malî bir zararı tazmin etmesi de fert için büyük bir teminat sayılmaktadır. Ayrıca: «Ferdin devlet faaliyetine karşı tabiî hak ve hürriyetleri vardır demek kâfi değildir. Asıl mesele bu faaliyetten doğan zararlarm ferde tazminindedir ki bu esas geçen asırların hukukuna hemen hemen yabancı kalmıştır,». (Bakınız: Başgil, Hukukun Ana Mesele Ve Müesseseleri, Shf: 88-11)4).
Devletin ferde karşı mesul olduğu hallerdeki durumu, devletin kendi yaptığı kanunlara tabî kalmasını icap ettirmekte, böylece hukuk, devleti fikri doğmaktadır.
Klâsik mânadaki devletçiliğin İktisadî müdahaleye bağlandığı malûmdur. Fakat bu sistem «İktisadî sahayı aşar da siyasî ve İçtimaî bir totalitarizm gidişi alırsa, /bu türlü devletçilik yolunu yarılamış bir komünizmdir» diyen Başgil netice olarak devletçiliği red ve liberalizmi müdafaa etmektedir. (Bk: Son Havadis: 14.5.961) Liberalizmi siyasî ve İktisadî mânada mütalâa ettikten sonra: «Siyasî liberalizm, demokrasinin kendisidir.» diyerek fertçi ve liberalist bir düşünceye sahip olduğunu belirtmektedir.
MAKALESİNDEN ÖRNEKLER:
DİL BEYANNAMESİ. MÜNASEBETİYLE
Senelerce süren itiraz ve tenkidlere rağmen, iktidar adam-l«Miijifc hiç tınmadan ve irkilmeden uydurma dili bütün fecaa-tile devam ettirmektedir. Mektep kitaplarımda, kanunlarda mahfeme ve dâirelerde soysuz kelimeler her giiıî biraz dâhâ çoğalmaktadır. Memleket diline karşı ccphederi hücumun yerini, şimdi sinsi bir pusu hücumu almıştır. Eski açık emirlerin ve taarruzların yerine, sinsice bir sokuşturma vb sindîrrne‘politikası kaini olmuştur. Üeİe’Anâyasanm uydurma dile çevrilmesinden sonra, bir de kanunilik kaftanı giyen bu dil, esef edelim iki. Üniversitelere kadar ğirmiŞtîr. ’öerçi bu muhitlerde öte-denberi uydurmacılık hastalığına yakalanan ve zaman zaman bunu açıkça söyleyip öğünenler yek değildi. Fakat şimdi resmiyet dışında herkes gibi konuşup düşünen ve herkesten ıçtok muarız görüneni..>r, bile, resmî yazılarında, kanun otoritesine arkalanan, uydurma kelime kullanmağa mecbur olduklarını sanıyorlar. Muhtariyet üniformasını kaybetmek endişesinden bir türlü kendilerini kurtaramayan Üniversite idarelerini bir dereceye kadar olsun haydi mazur görelim. Ve zaten ekmeğini hükümetten ve yaşama imkânını kanu.ii vazılarmdan bekleyen bir Üniversite için muhtariyet, horoz göğsünde Sultan Aziz, nişanıdır deyip geçelim. Fakat muhalefet partilerimize ne buyurulur?
Hükümet ve idarenin en küçük hatalarını bile sektirmeden takip* edip ortaya koyan bu partiler, bu memleket tarihinde irtikâp edilen hükümet hatalarının en büyüğühe karşı hayret edilecek bir, lâkaytlık göstermektedirler. Anlıyorum, uydurma dil âdeta bir tekke öldü. Muhalefet bile el sürüp çarpılmaktan korkuyor. Fakat bilmelidir ki, politikada sirkeyi sarmisağı hesap eden paça yiyemez. ' .
Dil meselesinde muhalefet yalnız lâkaydliğiyle kalsaydı, o kadar gam yemezdim. Esefle görüyoruz ki, muhalefet partilerimiz uydurma kelimelerin en soysuzlarını bile fütursuzca benimseyip resmen kullanmakta ve, belki farkında olmaksızın, iktidarın dil kâhy acılığını desteklemektedir.
Hüiâsa, dil dâvası gibi neticeleri itibariyle en şümullü bir memleket dâvasında muhalefetten büyük himmetler ve hizmetler beklemek hakkımızdır ,sanırım.
Eğer uydurma dilciler bu millete daha büyük fenalık yapamamışlarsa, bunu daha çok; evvelâ aklıselim sahibi metin halkımıza sonra iz’anlı ve vatansever mektep hocalarımıza ve nihayet matbuatımıza borçluyuz.
Halkımız hattâ bu meyanda (gençlerimiz bile soysuz kelimeleri daima alayla karşılamış ve uydurmacıları eğlenceye almakla cezalandırmıştır. Yersiz ve haksız hükümet emirlerine ve tedbirlerine karşı halkın en tesirli silâhı, bunları alaya alıp eğlence mevzuu yapmaktır. Uydurma kelimelerle nasıl alay edildiğini (görüp içinin üzüntülerini kahkaha şeklinde dışarıya fırlatmak için orta oyunlarına akın eden halkımızı kmamıya-lım. Halkın kuvvet ve otoriteye karşı en müthiş silâhlı kahkahadır. Takdir edelim ki uydurmacıları kötülük yolunun yarısında olsun durduran bu kahkahalardır. Düşününüz, halkımız bay, bayan kelimelerini bile hâlâ alay olsun diye kullanmaktadır. Senelerden sonra, bugün hanigi ciddî insanlar muhitinde bay diye hitaplaşılıyor? Gerçi bir zamanlar mecbur tutulan tramvay biletçileri ağzından. Haydarpaşa civarındaki meşhur İbrahim ağa çayırı durağında (Bay İbrahim!) sesleri işitip tiksinmedik değil. Tarihçi geçinenlerimizden (ıSalâhaddini Eyubî) yi gayretkeşlik olsun diye (Eyüblü Salâhaddîn) yapanları ve bu meşhur, şahsiyeti (Kasımpaşalı Çolak Mustafa) ya benzetenleri görüp gülmedik değil. Eakat (bu da geçer yahu) dedik, geçti. Ölmeyenler en uzun gecelerin bile sabahını muhakkak görürler.
Mektep hocalarımıza gelince bu münevver ve izanlı insanların belki yüzde doksan dokuzu kullanmağa resmen ve ekmekleri pahasına mecbur tutuldukları uydurma kelimelere karşı daima nefret duymuşlar ve memleket dilini yaşatmak için ellerinden geleni yapmışlardır,
Bilirmisiniz ki, beş bin küsur kanunlarımızdan biri, Maarif Vekillerine muallimleri istediği yerde ve istediği işte kullanmağa salâhiyet vermiştir? Ve bu salâhiyete dayanarak Maarif Vekili istemediği bir muallimi cehenneme, istediğini de cennete gönderir? İşte bu kanunun, görünürdeki mucip sebepleri ne olursa olsun, hakiki maksadı ve asıl hedefi mukavemetleri kırmak' ve uydurma dile karşı kalkacak başları ezmektir. Buna rağmen ve ekmekleri pahasına, diyorum, muallimlerimiz büyük bir feragat Ve selâmetle memleket diline karşı vazifelerini ellerinden geldiği kadar yapmaktan geri durmamış ve uydurma dilin belini kıran hareketler safında yer almıştır.
Muallimler mukavemetinin en güzel ve takdire değer tezahürü, İstanbul Muallimler Binliğince tertiplenen (Dil Kongresi) olmuştur. Bu kongrede en (gencinden en yaşlısına kadar Türk milletinin fikir ordusu kumandanları hep bir ağızdan, tutulur tarafını bırakmamak üzere uydurma dili hırpalamıştır. Gerçi burada da bazı (Yehuda) la" görülmemiş dfeğildir: Fakat Muallimler Birliği Dil Kongresi, bütünlüğü ile, son devir hareketlerinin en mühimmi olarak memleket tarihine mal olmuştur.
Burada matbuat erkânımızın ötedenıberi gösteregeldiği hassasiyet ve hizmet de takdirle anılmalıdır. Matbuat erkânımız derken, bundan otorite şakşakçılarını kasdetmiyorum. Bence bunlar, cenaze evinde feryad ve figanı bastırmağa memur ücretle tutulmuş şamatacılardır. Matbuat erkânından, halk efkâr ve kanaatlerine hakkile tercüman olmağı 'vazife bilen fikir ve kalem sahiplerini kasdediyorum. Dil bahsinde bunlar, muallimler kadar kahra uğrayan, fakat buna rağmen, vazifelerine ihanet etmeyen muhterem, insanlardır.
Matbuatımızın bu erkânı, dil baskısının bütün şiodetile hüküm sürdüğü devirde bile, çeşitli dil sansürlerinin amansız yumruklarına göğüs germiş ve halkın istediği ve beğendiği dil ile halka hitap etmekten çekinmemiştir. Ve bununla bu memlekette teşri, icra ve kaza kuvvetlerile seçmenler kuvvetinden sonra 'gelen fakat, ehemmiyet ve şümul, itibariyle, bütün bu kuvvetlere kumanda eden beşinci bir matbuat kuvvetinin varlığım işba t etmiştir. Nitekim bu nokta, Hür Fikirleri Yayma Cemiyetinin Dil Kongresinde gözden kaçmamış ve matbuatımızın dil dâvasındaki hizmetleri minnetle yâd edilmiştir.
Nihayet dil dâvasında — Gerçi bahsi bize düşmez ama, hakikâte âÖ^lemek tevazu göstermekten daha büyük bir edepdir — HÜr Fikirleri'Yayma Cemiyetinin hizmetlerini de anlamak lâzımdır. Geçen senenin ilkbaharında «Üniversite kürsülerinde tedris hürriyeti» meselesinin müzakerelerini bitiren umumî heyet gelecek toplantı ruznamesine ittifakla dil meselesini almış ve bu yolda idare heyetini vazifelendirmişti.
Evvelâ, âza arasında dokuz sualli bir anket açıldı. Peyderpey Cevaplar geldi. Her sual üzerinde düşünülmüş ve emek verilmişti. Hattâ bunlara ayrıca sabiteler dolusu yazılı mütalâalar -eklenmişti. Bu cevap ve mütalâaları uydurma dilciler o k u s a 1 a r d i, pişman olurlardı diyemiyorum, fakat bu memlekette yaptıkları kötülüğün derecesini olsun anlarlardı.
Cevaplar ve mütalâlar tasnif edildi en nihayet kongre halin de müzakereye girişildi. 15 Sonkanundan '12 Şubata kadar süren kongre ıhüzakereleri ciddCn öğürülecek bir ölgünlük ve ağırbaşlılık içinde yapılmıştır. \ ’
Şu noktaya dikkati çekmek isterim ki, beyanname kongrece seçilen komisyon tarafından hazırlanmış fakat ihtiva ettiği fikirler tamamiyle kongre zabıtlarından alınarak her noktasıyle azanın ittifakına mazhar olmuştur.
Yalnız, komisyonca hazırlanan beyanname tasarısında bir iki nokta vardı ki bunlar kongrede kabul edilmemiştir. Bu noktalardan biri şu idi.
(Beyannamenin bir yerinde vaktiyle Atatürk’ün dilde bir inkı lâp yapmağa geçtiği, fakat çdk geçmeden, dilin bir inkılâp mevzu olmadığı ve dil bahsindeiki keyfi müdahalenin memlekete telâfsi imkânsız zararlar getereceğini üstün zpkâsile sezerek bundan »Güneş — Dil Teorisi» ile vazgeçtiği belirtilmekte ve bu suretle bugün uydurma dili Atatürk inkılâbına mal ederek onun, hâtırasına sığınmak isteyen safsatacılara cevap verilmekte idi.
Bu fıkra ve bu fikir, bir hatayı göstermek için, «Güneş — Teorisi» gibi daha büyük diğer bir ilmi hatanın damı altına sığınmanın Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti gibi açık düşünüp konuşan bir teşeküle yaraşmayacağı mütalâasiyle kongrece çıkarılmıştır.
Kongrece tasvip edilmeyen diğer bir nokta da su oldu:
Beyannamenin sonunda protestomuzda bizi haklı gören ve bize iltihak eden vatandaşlara düşen vazifeler gösterilirken, bu arada: (Vatandaş! Siyâsî seçiirilerde reyini kulladır veyâ partilerden birine âza ölürken rey verdiğin kimse veya partice memleket diline verilen yeri ve kıymeti dikkatle nazara al) deniliyordu. Beyannamede dilde tasarruf işi bir hükümet ve parti işi olmadığı gösterilirken, burada partilerden medet ummanın yersiz olduğu mütalâasiyle kongrece Ibü fıkra da kaldırılmıştı.
Muhterem okuyucum! Bizler merhlekât diliıhizi iktidarın tahakkümünden kürtarmak've ona tabiî mecrasında yölünca inkişaf ve tekâmül etme imkânını verfnek için elimizden geleni yaptığımıza kaniiz ve bundan dolayı bahtiyarız. Siz de kendinize düşeni yapınız. Herkes evinin önünü süpürürse, sokak temizlenir.
«HÜR FİKİRLER» MECMUASI — Mart.1949
GARP DEMOKRASİLERİNİN DAYANDIĞI İNANÇ
Avrupaya seyahat eden bir yabancı geçtiği memleketlerde, şehir ve köylerde, ayni demiyelim ama birbirine çok benzeyen yaşama şekilleri, hareket ve münasebet tarzlariyle karşılaşır.
Millî renkler ve mahallî farklar bir tarafa, insanları bir-biriyle münasebetlerinde dürüst, edepli ve çok nezaketli bulur. Uğradığı ülkelerde dil, mezhep hattâ ırk ayrılıklarına rağmen her yerde ayni çalışma ve yaşama usûl ve vasıtaları, ayni bir emniyet ve himaye teşkdâtı, ayni bir teknik ve konfor görür.
Hususî münasebetlerde olduğu gibi, resmî münasebetlerde yani fert ve devlet karşılaşmasında da ayni güleryüzlülük, iyilikseverlik ve müsaade ederlik ahlâkına şahit olur. Sanki geniş bir devlet ülkesinin muhtelif bölgelerinde geziyormuş intibaını alır. Eğer yolcumuz durup düşünebilirse, gördüğü bü benzerliklerin garp milletleri arasındaki müşterek bir tarihin, müşterek bir tefekkür ve muhakemenin, müşterek bir hayat ve dünya görüşünün, hülâsa müşterek bir kültür ve medeniyetin belirtileri olduğunu anlamakta güçlük çekmez.
Filhakika garp, her şeyden -evvel, müşterek bir kültür ve medeniyetin vatanıdır. Sayısız zekâların ve kol kuvvetlerinin asırlar içinde karınca sabriyle çalışıp meydana getirdiği bir şaheserdir. Ve, garbin yalnız -bir veya birkaç milletinin değil, bütün milletlerinin alınteriyle yoğurulmuştur. Gerçi, her insan eseri -gibi, onun da zayıf ve düşük tarafları hattâ hazan zalimane tecellileri yok değildir; fakat esasında asil ve insanidir. Şehvanî tarafları olmakla beraber, ruhî itibariyle, «Maneviyatçı» hattâ dindardır.
Bu müşterek medeniyet, insan hayatı üzerindeki derin bir müşahededen doğan neticedir. Bu inanç vaktiyle büyük Fransız filozofu Descartes «düşünüyorum o halde varım» vecizesiyle ifade etmiş ve garp ümanizmasınm temelini atmıştı. Modern ferdî hakların özünü teşkil eden, bu fikirden şu netice çıkar; Mademki varım, o halde cemiyet içinde İnsanî benliğimin sahibi kalmağa hakkım vardır. Ayni neticeye varmak üzere, Alman filozofu Kant da «insan, gayesini nefsinde taşıyan bir varlıktır,» demek suretiyle ferdin değerler üstü bir değer olduğunu ifade etmiştir. Bu fikirden de şu çıkar: Mademki insan, hayvian ve eşya ıgibi başkasının gayesine bir vasıta ve âlet değil, mutlak bir gayedir, o halde cemiyet içinde herkes .birbirine karşı insanlığın yüksek şerefine yaraşır şekilde muamele etmeye borçludur.
, İşte garbın ailesinde, mektebinde, fert ve devlet münasebetlerinde, hülâsa bütün İçtimaî hayatında, gizli bir kuvvet halinde, hüküm süren inanç budur. Ve bu inanç garpta müşterek bir hükümet ve idare rejimi doğurmuştur ki, buna «liberal demokrasi» denir. Bu rejim, yukarıdaki belirtisi halinde, cemiyet meselesine fertten ve ferdî hak, hürriyet, teşebbüs ve gayret esasından hareket eder. Cemiyetin huzur ve refahını, onun terkibine bir gaye unsuru olarak giren ferdin huzur ve refahında arar. Ve bugün yaşayan ferdi ve nesli gelecekte yaşayacağı ve mesut olacağı tahmin edilen ferde ve nesle feda etmez. Buna bu rejim kendisinde hak (görmez. Çünkü geleceğin var olup yok olmıyacağını bugünden kimse bilmez.
Liberal demokrasi kabul eder ki, dünyaya gelen her insan ferdinin kendisine mukadder olan ömrünü huzur içinde yaşamağa tabiî bir hakkı vardır. Ve, bu hak kanunlar üstü bir insanlık hakkıdır. Gerçi cemiyetin de fertten icabında varını hattâ canını feda etmesini istemeğe öylece hakkı vardır. Fakat cemiyetin bu hakkı zarurete bağlı ve zaruretle ölçülüdür. Fert ve cemiyet hakkındaki bu görüşü ve inancı itibariyle liberal demokrasi fertçi, hürriyetçi ve müşaedekârdır, ve yine bu görüş itibariyle bu rejim, yaşayan ferdi ve nesli ileride yaşaya cak olan ferde ve nesle kurban eden ve, bu inadı uğrunda, insanları demirden bir çember içinde yaşatan Şark tipi demokrasilerle taban tabana zıddır.. Aradaki benzerlik ise sırf bir demokrasi kelimesinden ibarettir.
Hülâsa, garp demokrasilerinin birlik noktası fert ve ferdin •hürriyetidir. Cemiyet nizamına bu ruh ve bu inançtan hareket eden bu demokrasiler, zaruriliği sabit olmadıkça, ferdin huzurunu, emniyet ve hürriyetini hiçbir hayale feda etmez. Esasen edemez, çünkü garp tipi demokrasi bir hükümet ve idare rejimi olarak, kuvvetini ve direktifini umumî efkârdan alır. Ferdî fikirler örgüsü demek olan umumî efkâr ise hükümeti, gaye-
VATAN, (19 Mart 1946 dan 26 Şuşat 1950 ye kadar olan zaman zarfında 41 makalesi neşredilmiştir.)
YENİ İSTANBUL, (13 Mayıs 1958 den 19 Ekim 1958 e kadar 29 makale) '
YENİ SABAH, (17 Mayıs '1950 den 29 Aralık 1960 a kadar olan on yıllık zaman içinde 58 makalesi yayınlanmıştır.) '
ZAFER, (5 Kasım 1950 den 1 Ocak 1951 e kadar 6 makale)
NOT; Yukarıdaki tabloda iktibaslar hariç — bütün makalelerin sayısı 170 e varmaktadır, Anadolu gazetelerinin kollek-siyonlarmı bulmadığımız için onların iktibas suretiyle neşrettiği yazıları tarihleriyle göstermek mümkün olamadı.
BAŞGİL’İN MECMUALARDAKİ ETÜD VE MAKALELERİ
AKADEMİ MECMUASI, 15 Temmuz 1946 da «Demokrasi ve Hürriyet adlı etüd,
BARIŞ DÜNYASI, (25 Şubat 1944 de «Nüfus Siyasetimizin Ana Hatları» başlığını taşıyan bir makale,)
ÇAPAR, (7 Nisan 1950 de «Çarşambada İlân-ı Hürriyet Fermanı» başlıklı bir yazı.)
DÜŞÜNEN ADAM, (5 Ocak 1961 günkü nüshasından itibaren «İnsan Hakları» konusunda 5 makale,)
HUKUK FAKÜLTESİ MECMUASI, (1940 yılından 1954 yılına kadar 9 büyük etüd,)
HÜR FİKİRLER, (Kasım 1948 den Ağustos 1949 a kadar 7 makale,)
İSLIMIN NURU, (20 Nisan 1951 den Nisan 1953 e kadar 9 makale.)
İSLÂM DÜNYASI, (fl'l Temmuz 1952 den 2 Ocak 1953 e kadar 4 makale)
İSLÂM MEC., (Ağustos 1957 den Ağustos 1960 a kadar 10 makale)
İSTİKLİÂpi», (2 Aralık 1960 dan itibaren 7 makale)
İŞ VE DÜŞÜNCE, (Sayı 30, 31, 50, 51 de 4 makale.)
KOMÜNİZME KARŞI MÜCADELE, «Bizim de Diyeceklerimiz Var, Baylar» başlıklı beyanname, Nisan 1951 sayısında.
MUHALEFET, (7 Nisan 1951 ıgünkü sayısında «Teşriî Masuniyete Dair» bir makale.)
TÜRK RUHU, (23 Mayıs ve 27 Haziran, 1958 de iki makale)
TÜRK YURDU, (Mart 1959 dan Mayıs 1960 a kadar 6 makalesi neşredilmiştir.)
YENİDEN DOĞUŞ, (Kasım — Aralık 1946 tarihli nüshasında «Milletvekillerinin istifası meselesi» başlıklı etüd.)
SON HAVADİS, (10 Marttan itibaren 9 makale)
— Ayrıca çeşitli gazete, mecmua ve yıllıklarda D00 den fazla etüd ve makalesi neşredilmiştir.
BAŞGİL’İN ARMAĞANLARDA ÇIKAN BÜYÜK ETÜDLERİ
—Türkiye Teşkilâtı Hukukunda Nizamname Mefhumu ve Nizamnamelerin Mahiyet ve Tâbi Olduğu Rejim, Prof. CEMİL BİLSEL’E ARMAĞAN, 1939, Sahife: 17-100.
— Vatandaşların B. Millet Meclisine Müracaat Hakkı, E-BUL’ÜLÂ MARDİN’e ARMAĞAN, 1944, Shf. 537-566.
— Medenî Kanunun XV inci Yıldönümü için Önsöz, 1944 Shf. XII—XXIII,
— Din Hürriyeti, Ord. Prof. Dr. A. Samim Gönensay’a armağan, 1955, Shf.: 228-262.
BAŞGİL’İN FRANSIZCA VE İNGİLİZCE ETÜDLERİ
— La Vie Juridique des Peuples
Bibliotheque de droit contemporain: Turquie.
(La constitution et le Regime Politique) 1939, Belgiuue, Librene de la Grave, Page; 5—8
— La Vie Juriıique’de (Türk İş Hukuku Elemanları) 1940, Orijinali Fransızca yazılmıştır.
ANNALES de la Faculte de Droit D’İstanfouTda yayınlanan büyük etüdleri;
— Le droit de petition devant la Grande Assamblee Natio-nale, Premiere anne No: 2 — 1952, Page; 277 — 298
— Le Pobleme de L’humanite Parlemantaire, Deuxieme annee, No: 3-1953, Page: 213-246
— Le Probleme de la responsabilite de L’etat et des autres personnes de droit public. Quatrieme anne, No: 5, 1954 - 956, Page; 38-76
— Le Probleme de la Protection des droits dans la democ-ratie et les lacunes de nötre lei constitutiones, 1957, Page: 56-97
— A Şummary of Constitutional du droit Social develop-ments in Turkey and on thehistorical present constitution, 1960 Neuvieme anne, Page; 74-78
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder