22 Mart 2021 Pazartesi

İnsanın en büyük gayelerinden biri kendini tanımak, anlamlandırmak ve konumlandırmaktır

 İnsanın en   büyük gayelerinden biri  kendini tanımak, anlamlandırmak ve   konumlandırmaktır. 

Bu gayeye yönelik temel sorular;- İnsan niçin yaratılmıştır, yaratılış hikmeti nedir?- İnsanın sorumlulukları ve sınırları nelerdir?Tarih     boyunca bütün düşünürlerin, filozofların, din   adamlarının bu   hususta çok   şey   söy-ledikleri bilinmektedir. Bizim üzerinde durmak istediğimiz bu   iki   temel soruya Kur’an’ın nasıl    bir   cevap getirdiği meselesidir. İnsanın yaratılış hikmeti ve   sorumluluğunun sırasıy-la  Allah ile,   kendisi ile,   sosyal çevresi olan    ailesi, akrabaları ve   komşuları ile   toplum ile ne   anlama geldiğini, bu   güne    kadar yapılan mülahazalara değinmekle birlikte, günümüzü de   göz    önünde bulundurarak Kur’an merkezli olarak ele   alacağız. Bu   bağlamda konunun izahı     için    insanın mahiyeti, inanma ihtiyacı, dindar tabiatı ve   dinin bu   yöndeki katkıları gibi hususlara değineceğiz.İnsanlar, dünyaya gelirken irsî   bir   takım kabiliyetleri de   beraberinde getirirler. Yani, Allah, insanı fıtrî    kabiliyetlerle donanmış olarak dünyaya getirmiştir. (Kırca, 1996, s. 21-22.) İnsan, ruh   ve   cesetten meydana gelmiştir. İnsanın bu   bileşimi, ancak iki   yönü     olan    bir yolda yürüyebilir. Bu   yönlerden biri    ceset, öteki ise   ruhtur. Bu   iki   yönden birini ihmal etme veya yıkma aslında insanın bizatihi kendisini yıkmaktır. (Azzam, 1995, s. 13-14.) Konu ile   alakalı bir   âyet-i Kerîme’de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “  ... Sonra  ona    düzgün bir   şekil    vermiş ve   ruhundan ona    üflemiş; sizi    kulak, göz    ve   gönüllerle do-natmıştır. Ne   kadar da   az   şükrediyorsunuz!”(Secde,32/9)Bu   âyet, insanoğlunun diğer bütün canlı    mahlukattan farklı yaratılışa sahip, ilahî    ruhun tecelligâhı, en   şerefli bir   varlık olduğunun delilidir. Ruh-Beden ilişkisi ile   ilgili    Öner’in görüşüne yer   verecek olursak; “Ruh ve   bedenle, dış   etken karşısında cereyan eden    haller birbirlerinden kopuk değillerdir. Birinde olan    bir değişiklik, diğerine de   geçer. Ruh-beden ilişkisi ta  ilk   çağdan beri    düşünürlerin dikkatini çekmiştir. Bir   taraftan filozof ve   psikologlar, normal şartlar içerisinde bu   ilişkiyi açıkla-maya çalışırken, diğer taraftan bedendeki her   hangi bir   hastalıkla ruh   halleri arasındaki etkilenme, hekimlerin uğraştıkları konu olmuştur.”(Öner,1989, s.12.)Yöntem Çalışmamızda, kaynaklardan elde    edilen bilgileri bilimsel bir   yaklaşımla yoruma tabi tutacağız. Konu ile   alakalı literatüre başvurmakla birlikte, Kur’an’ı esas    alarak konuya yaklaşmaya çalışacağız. Bu   noktada ilk   insan Hz.    Âdem’in yaratılışı, insanın nutfeden bedene kadar olan    safhaları ve   ilahi    menşeli ruha    sahip olması gibi    hususlara değinece-ğiz. 

Kur’ân’a Göre İnsanın Yaratılışı ve MahiyetiAllah’ın yaratıkları arasında en   basit    görülen toprak-su, insanın cevherini oluşturmak-tadır. Toprak ile   suyun karışımından ise   çamur-balçık oluşmaktadır. İşte    üstün vasıflarla Allah’ın donattığı, biçim verdiği insanın aslı    budur. Bu,    bir   âyette; “Gerçek şu   ki   biz insanı çamurdan alınmış bir   özden yarattık.” (  Mü’minûn 23/12.) şeklinde ifade edil-mektedir. Diğer taraftan,“İnsan türünü sudan yaratıp onların arasında soy    ve   sıhriyyet bağı    kuran da   O’dur. Rabbin üstün kudret sahibidir.” (Furkân, 25/54.)  buyurarak, insanın aslının, neslinin, basit    unsurlar olan    toprak, su,   çamur, balçık, nutfe, kan    pıhtısı olduğunu ifade    ettikten sonra, böylesi değersiz maddelerden, yeryüzüne halife olabilecek bir   varlığı meydana getirdiğini ve   bununla da   kendi azamet ve   üstün kudretine işaret etmiştir. Böyle olunca, insanın dünya hayatında rahat ve   huzurlu yaşayabilmesi için,    dinî    ve   dünyevî meselelerine rehberlik edecek, tabir    yerinde ise,   bir   yol   haritasına veya    hayat programına şiddetle ihtiyacı vardır. İşte    söz   konusu o  yol   haritası ve   program da,   Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin sünnetleridir. Zirâ    Kur’an, tamamen insanı hedef almakta ve   kendisini de; “insanlara rehber” olarak nitelemektedir. ( Bakara 2/185.) İnsan neslinin cevheri, menşei, oluşumu ve   yaratılışı ile   ilgili     birçok âyet-i kerime vardır. Bunlardan bir   kaçının meâlini hatırlatmak suretiyle konuyu biraz daha    belirgin-leştirebiliriz: “Hakikatte Biz   insanı katışık bir   nutfeden yarattık; İmtihan edelim diye    onu işitir ve görür kıldık.” (İnsan 76/2.) “Gerçek şu   ki  biz   insanı çamurdan alınmış bir   özden yarattık; Sonra onu sağlam bir   korunakta nutfe     haline getiriyoruz. Ardından nutfeyi alaka’ya çeviriyor, alaka’yı şekilsiz et  yapıyor, bu   şekilsiz etten    kemikler yaratı-yor,    daha    sonra da   kemiklere et  giydiriyoruz; nihayet onu    bambaşka bir yaratık halinde inşa    ediyoruz. Yapıp yaratanların en   güzeli olan    Allah çok yücedir.” (Mü’minun, 23/ 12-14.)“Hani rabbin meleklere demişti ki:Ben, şekillenebilir balçıktan yapılma kuru    bir   ça-murdan bir   insan yaratacağım.”; “Onun şeklini  tamamladığım ve   ona    ruhumdan üfledi-ğim vakit siz de  hemen onun için secdeye kapanın.” (Hicr, 15/28,29.)Bu   âyet    meâllerinden anlaşıldığına göre, insan da   diğer yaratıklar gibi    tabiî    bir   var-lıktır. Onlarla bir   takım ortak özelliklere sahiptir. Ancak yukarıdaki âyette ifade edildiği gibi,    Allah ona    bambaşka bir   yaratılış vermiş; farklı olarak ona    kendi ruhundan üfleyerek eşref-i mahlukât derecesine çıkarmıştır.Yine insan, inanan ve   dini    boyutu olan    bir   varlıktır. Onu    diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerinden birisi de   inanan bir   varlık olmasıdır. İnsan, düşünme ve   bilme yete-neği    sayesinde kendi öz   benliğini, çevresini ve   Rabb’ini tanır. Böylece inanan bir   varlık haline gelir.     Onun temel görevi Allah’ı tanımak, ona   kulluk etmek, insanî ve   ahlaki değer-lere bağlı olarak yaşayıp sonsuz hayata hazırlanmaktır. İnsan, yapıcı ve   üretici bir   varlıktır. En   küçük şehirlerden dev    sanayi ürünlerine, güzel sanatlardan mimariye kadar pek    çok    şey   meydana getirir. Bu   merakı sayesinde tabiatı ve 

kendisini keşfeder. Bu   gün    ulaşılan teknolojik gelişmenin ve   sosyal ilimlerin temeli, insa-nın   tabiatı ve   kendisini merak etmesine dayanır. Özetle İslam’a göre    insan akıllı, düşünen, irade sahibi, sorumlu, bilen, inanan bir   varlıktır. Aynı zamanda Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve yaratılmışların en üstünüdür.1İnsanın yaratılışı ve   mahiyeti ile   alâkalı olarak Koçyiğit’in şu   ifadesine de   burada yer vermekte fayda mülahaza ediyoruz: “İnsan, akıl,    kalp, duygu ve   düşünce yönünden diğer varlıklardan çok farklı yaratılmış sosyal bir   varlıktır. Yeryüzü üzerinde hem    kendi ha-yatını, hem    de   neslini devam ettirebilmek için    bir   eşe   ve   dolayısıyla bir aileye muhtaç olduğu kadar, diğer insanlarla da   yakın bir   işbirliğine ve yardımlaşmaya muhtaçtır. Bu   işbirliği ve   yardımlaşma olmadan, onun, hayatını devam ettirebilmesi mümkün değildir.” (Koçyiğit, 1993, VII.) Bir yazarımız insan ve mahiyeti ile alâkalı olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:“İnsanın iç  âleminde, düşünce dünyasında derin ihtiraslar, köklü arzular vardır. Bu   derin ihtiraslar, köklü arzulardır ki,   insanı kazanç vâdilerinde koşturur, imkân elde    etme    yolunda gecesini gündüzüne kattırarak çalış-tırıp,    menfaat elde    ettirir. Ancak, insan, benliğinde kökleşmiş bu   arzu    ve meylini başıboş bırakır, onun    önüne İslâmî ölçüleri düstûr ve   rehber ola-rak   çıkarmaz, hudutsuz arzuları peşinde koşmakta ısrar    ederse, ortaya huzur duymayan, tatmin olmak bilmeyen muhteris bir   insan tipi ortaya çıkar.” (Şahin, 1988:115) Harika bir   yaratılışa sahip olan    insanın boşuna yaratılmadığını, başıboş olmadığını, birtakım sorumlulukları ve   görevleri olduğunu ise   Yüce Allah şöyle beyan etmektedir. “Sizi sırf    boş    yere    yarattığımızı ve   sizin     artık    huzurumuza geri    getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”? (Mü’minûn 23/115). Bir   diğer âyette ise;    “İnsan, kendisinin başıboş bırakı-lacağını mı   sanır?”(Kıyame 75/36). buyurulmaktadır. Dolayısıyla insan yapıp ettiklerin-den    sorumludur. Hatta görülen alemde, sorumluluk bilincine sahip tek   yaratık insandır. Nitekim bir   Âyet-i Kerime’de; “  Biz    emaneti göklere, yerküreye ve   dağlara teklif ettik, ama    onlar bunu    yüklenmek istemediler, ondan korktular ve   onu    insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir” (Ahzâb 33/72) buyurulmaktadır.Sorumluluklarımızın en   önemli boyutunu Allâh’a karşı    olan    sorumluluklarımız oluş-turmaktadır. Çünkü yaratılış gayemiz, âyetlerde de   belirtildiği gibi    O’na kulluk etmektir. Yine    bu   anlamda Yüce Allâh,“ Ben    cinleri ve   insanları başka değil sırf   bana    kulluk et-sinler diye    yarattım.” (Zariyât 51/56). buyurarak insanların ve   cinlerin önemli görevleri olduğunu, diğer varlıklara yüklemediği yükümlülük ve   sorumluluklarının bulunduğunu ifade etmektedir. Bu   bağlamda Allâh’a karşı    sorumluluklarımızın yanında, kendimize ve diğer varlıklara karşı da sorumluluklarımız bulunmaktadır

KUR’AN’A GÖRE İNSANIN YARATILIŞ HİKMETİ VE SORUMLULUĞU

Sorumluluk duygusu, insanı hata    yapmaktan alıkoyabildiği gibi,    zaman zaman lüzum-suz   ayrıntılarla mücadele etmesine de   sebep olabilir. Şayet insanın bu   ayrıntılarla müca-dele    etmesi, sorumluluk duygusundan kaynaklanan amaç güdüyorsa yararlıdır. Çünkü bir çok başarı ayrıntıda gizlidir.Kültürler, inançlar ve   dini    değerler, sorumluluk duygusunun sınırlarını belirleyen önemli faktörlerdir. Kültür,  duyguların değere dönüşerek toplumun kalıbına uymasında temel faktördür. Bir   başka ifadeyle kültür, toplumun ortak kabulü olan    değerler sistemi şeklinde tanımlanabilir. Dini    değerler, toplumun ahlaki yapısını oluşturan değerlerden en önemli bir   tanesidir. Sosyal değerler de   insanların yaşam felsefesini oluşturan kriterler-den    bir   tanesidir. Zira,    yazılı kanun ve   kurallarla birlikte, yazılı olmayan ahlaki kurallar toplumsal hayatın sınırlarını belirler. Bir   kişi,    içinde yaşadığı toplumda kimliksizlik problemi ile   karşılaşmak istemiyorsa, o  toplumun değerlerine, inanç sistemine  ve   düşüncelerine ters    düşmemeye çalışmalı ve dengeyi iyi   kurmalıdır. İşte    bu   denge de,   kendi sorumluluklarını bilerek ve   yerine getire-rek   ama    toplum kurallarına da   ters    düşmeden yaşamayı başarmasında gizlidir. (Tarhan, 2006, s.112-114.) İnsan Yeryüzünün HalifesiYüce Allah, insana yüklediği vazifeyi, Kur’an-ı Kerimin bir   kaç    âyetinde şöyle izah eder:     “Semûd kavmine de   kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Dedi    ki:Ey kavmim! Allah’a kul-luk   edin, sizin     O’ndan başka tanrınız yoktur. O,   sizi    yerden var   etti   ve   size    orayı ma-mur    hale    getirme görevi verdi. O  halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz rabbim yakındır, duaları kabul eder.” (Hûd 11/61.) Yani    sizi,    yeryüzünü ma-mur    hale    getirmekle mükellef kıldı. “Hani rabbin meleklere, ‘Ben     yeryüzünde bir   halife yaratacağım.’demişti.” (Bakara 2/:30) Yani    yeryüzünde mahlukatın arasında benim ye-rime    adalet dağıtacak bir   halife. O  halife Hz.    Âdem ve   mahlukat arasında Allah’a itaat çerçevesinde hüküm ve adaleti icra edenlerdir.Ancak Kur’an, insanlara medeniyet kurma sorumluluğunu yüklemeyen bir   din    ve ibadet kitabı değildir ve   olmamıştır. Kur’an’ın insana yüklediği vazife aslında kapsamlı ve   genel manasıyla yeryüzünü imar    etmektir. Bu   vazife, muhtevası itibariyle sağlam bir İslam toplumu ikame etmeyi, şümullü bir   insan medeniyeti kurmayı içine alır   ki,   insan böylece icbar     ve   zor   kullanarak değil, öğreterek ve   severek yeryüzünde Allah’ın adaletini ve hükmünü göstersin.Kur’an’da benzeri çokça bulunan bu   âyetler, insana dünya hayatında yapması gereken esas    görevinin açık    bir   tarifini ihtiva etmektedir. O  görev, bu   dünya gezegenini imar    etme uğrunda faal    bir   insan topluluğu oluşturmaktadır. İmar     kelimesinin içine aldığı maddi, ilmi    ve   iktisadi manaların tamamını şâmil, topyekûn bir   imardır. Bunun için    Allah, ken-disinin çizdiği şekilde bu   görevi kabul eden    insanı “Halife” lâkabıyla şereflendirmiş, ona “imamlık-önderlik” sıfatını vererek ikramda bulunmuştur

Yüce Allah, insanı yeryüzünde kendisine halife olarak yaratıp, birçok nimetleri onun emrine- idaresine vermiş ve   bu   bağlamda dünyasını mamur ve   ahiret hayatı için    de   bir köprü olması için medeniyet kurma sorumluluğunu da yüklemiştir.İlk   bakışta, medeniyetle, medeniyetin problem ve   metodlarıyla Kur’an’ın alâkası yok-muş, o  sadece insanlara rableri karşısındaki ibadet ve   görevlerini hatırlatan bir   din   ve ibadet kitabıymış gibi algılanabilir.Fakat insanın bu   görevi yerine getirmesi, nefsinin arınıp yücelmesine, ahlaki bozuk-luklardan ve   kibir    ile   enâniyyet zehirlerinden kurtulmasına bağlı olduğundan, Allah bu mahlukuna terbiye yollarını uyguladığı takdirde nefsini bütün şaibelerden arındıracak ve kutsal görevini en   güzel şekilde edâ   etmesine yardım edecek olan    eğitim devrelerini çiz-miştir. Bu   eğitim ve   nefsi    arındırma yolları Allah’ın emrettiği itikadî ilkelerle ve   uyulma-sını emrettiği tâat, ibadet ve ahlakî faziletlerle kendini gösterir. (el-Bûtî, 1987, s. 23-25.)Dinimizde bireysel sorumluluk işin    temelini oluşturur. Bu   da   tek   tek   kişilerden top-lumsal sorumluluğa kadar gider. Bu   hususta yüce    kitabımız Kur’an-ı Kerim’deki; “...Al-lah   her   şeyin rabbi iken    ben    O’ndan başka bir   rab   mı   arayacağım! Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz rabbinizedir ve   O,   hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği size    haber verecektir.” (En’am 6/   164.) ifadesiyle, hiç   kimsenin bir   başkasının işlediği suç    veya     günahtan so-rumlu olmadığını ve   yapılan fiillerin ancak sahibini bağlayacağını ve   sonucuna da   onun katlanacağını ferman buyurmaktadır.Sorumluluklarımızı özetleyecek olursak;Yüce Allah insana dört    türlü sorumluluk yüklemiştir: Allah’a, topluma, kişinin kendisine, yaşadığı çevre ve   doğaya karşı insan sorumlu tutulmuştur. İnanç ve   ibadet ile   ilgili    yükümlülüklerle öncelikle Rabbine karşı sorumludur. Rabbini hakkıyla tanımak, farzları yerine getirmek ve   günahları terk    etmek zorundadır.Bu   sorumluluklar Allah tarafından yüklendiği için,    bu   görevlerden hangisini terk    ya da   ihmal ederse Allah’a karşı    önemli bir   kusur işlemiş olur.    Bu   nedenle yapılması gereken ya   da   terk    edilmesi gereken her   şey   Allah için    olmalıdır. O  zaman bir   kıymet ifade    eder    ve sorumluluk yerine getirilmiş olur.2Yukarıda özet    olarak izah    etmeğe çalıştığımız sorumluluklarla birlikte Yüce Allah İnsanoğlunu vücut azalarının yapıp işlediklerinden sorumlu tutacağını da   aşağıdaki âyet-lerde beyan etmektedir:  “O   ceza    gününde dilleri, elleri ve   ayakları, yapıp ettikleri hususlarda aleyhlerine ta-nıklık edecektir.” (Nur, 24/24); “  Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.’’(İsra,17/36) 

İslam alimlerine göre, sorumlu organların korunması ve   gözetim altında tutulma-sı  zorunludur. Çünkü organlar serbest ve   başıboş bırakılırsa kalbin yorulmasına neden olur.  İşte bu ve benzeri nedenlerden dolayı Allah bize    organların kontrol altında tutulma-sını emretmiştir. Sorumlu organlar ve bu organların yapması gereken şeyler;Göz; haram olan şeylere ve avret yerlerine bakmamalıdır. Kulak; ilim meclislerine devam ederek hayırlı şeyleri dinlemelidir. Dil; mümkün mertebe az   konuşmalı, Kuran, Hadis kitapları, İslami kitaplar okumalı ve   anladıklarını anlatmalıdır. Ayrıca, doğru konuşmalı, yalandan uzak    durmalı, zikir    ve tespih çekmelidir. İki El;  helal olmayan kadınlara veya erkeklere dokunmamalı, adam öldürmemeli, birine tokat atmamalı veya vurmamalı, hırsızlık yapmamalı, bevl    ve   istincada sağ    eli kullanmamalıdır. Mide;  haram lokmadan uzak    tutulmalı, helal     lokma ile   beslenmeli ve   tıka    basa    dol-durulmamalıdır. Cinsel organ; helal olan haricinde herkesten uzak tutulmalıdır. İki Ayak;  kardeşlerinin ihtiyaçlarına koşuşturmalı, nafakasına çalışmalı, camiye ve sohbetlere gitmelidir. Kalp;  Ayine-i Samed olduğu için masivayı batın-ı kalbe sokmamalıdır.3İnsanın ZaaflarıAllah, insanı diğer varlıklara nazaran daha    mükemmel yaratmış ama    dört    başı    mamur bir   biçimde yaratmamış, birçok noksanlık ve   zaafları birlikte yaratmıştır. Söz    konusu za-aflar    da   telâfi     edilemeyecek şeyler olmayıp, onlardan arınma ve   kurtulma yol   ve   yöntem-lerini de kendisine çeşitli vesile ve vasıtalarla bildirmiştir.Bundan böyle, insanoğlu, Allah’ın kendisine verdiği yaratılış kabiliyeti gereği, Allah’a inanç ve   diğer iman    esaslarını kabul edip,    Kur’an-ı Kerim ve   Hz.Peygamber’in sünnetine göre    hareket ederek, nefsinin hevâ    ve   heveslerini kontrol altına alabilirse, Allah’ın dile-diği    bir   insan tipi   ortaya çıkar ve   istediği mertebeye de   ulaşabilir. (Bkz: Bilgin,1987, s. 5-20.)  Allah, bütün bu   zaaf    ve   noksanlıklarıyla beraber insanı diğer varlıklardan daha    üstün vasıflarla donattı. Onu en güzel şekilde yarattığını bir âyetinde“Biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır.” (Tîn, 95/4.) şeklinde belirtmektedir.En   güzel konumda yaratılan insana arzın halifeliği görev ve   sorumluluğu verilmiştir. 

Zira    Allah-u Teala, milyarlarca mahlukat ve   mevcudat içinde ‘insanı’ en   güzel kıvamda, mümtaz ve   mükerrem olarak yaratmış, ucu-    bucağı bilinmeyen varlık alemi  içinde, eşsiz bir   konuma sahip kılmış, ruhuyla, cesediyle en   harika niteliklerle donatmıştır. Kur’an-ı Kerim, insanın bu   eşsiz özellikteki yaratılışını bir   başka ayette; “And olsun Biz,    insa-noğluna şan,    şeref    ve   nimetler verdik; onları karada ve   denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve   onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.” (İsra, 17/70) şek-linde ifade etmektedir.Böylece âyet, insanı dünyada Allah’ın lütfuna en   çok    mazhar olmuş, en   seçkin, en değerli varlık olarak göstermektedir.İnsanı çeşitli yönleriyle tasvir ve   tarif    eden ayetlerden edindiğimiz bilgilere göre insan, en   güzel biçimde yaratılan, mükerrem, şerefli, akıl    sahibi en   üstün bir   varlık ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi şeklinde nitelenirken, muhtelif âyetlerde ise   insanoğlunun zaaflarından ve   olumsuz yanlarından bahsedildiğine de   tanık olmaktayız. Nitekim, İsra Sûresi’nin 67.   âyetinde; “Denizde bir   tehlikeyle yüz    yüze geldiğinizde, O’ndan başka bütün yardıma çağırdıklarınız kaybolup gider. O  sizi   kurtarıp karaya çıkardığında ise   yüz çevirirsiniz. İnsanoğlu çok    nankördür!” (İsra    17/67.) buyurulmaktadır. Bu   âyet,    bir   kısım insanların günlük hayatlarında Allah’ı tamamen unuttuklarını, O’nu âdeta hayatlarından sildiklerini, Allah yokmuş gibi    davrandıklarını, fakat çaresiz kaldıkları zaman da   O’na sığındıklarını, normal şartlar dönünce, yine    mutluluklarını bildirerek bunun Allah’a karşı bir   nankörlük ve   dolayısıyla dinden uzaklaşma olduğuna işaret etmektedir.(Bkz: Kara-man, Çağrıcı v.d., 2008, s. 503.) 

Buraya kadar insanın mahiyeti ve   sorumluluklarına ilişkin delaletine başvurduğumuz ayetlerde insanın üstün ve   değerli varlık oluşuna vurgu yapılırken, bir   kısım ayetlerde de   onun; Eli   pek    sıkı,    (İsra, 17/100); Pek    aceleci, (İsra, 17/11); Çok    zalim ve   bilgisiz,( Ahzab, 33/72); Mal    sevgisine aşırı    derecede kapılmış, (Âdiyât, 100/8) ve   Şımarık-azgın Alak, 96/6-7) olduğu ifade edilmektedir. Kur’an’ın bize    bildirdiğine göre    Yüce Allah insanı bu   açmazlarıyla baş   başa    çaresiz bırakmamıştır. Söz    konusu zaaflar telafi edilemeyecek şeyler olmayıp, onlardan arınma ve   kurtulma yol   ve   yöntemlerini de   kendisine bildirmiştir. İnsanoğlu, Allah’ın kendisi-ne   verdiği yaratılış kabiliyeti gereği, Allah’a inanç ve   diğer iman esaslarını kabul edip, Kur’an-ı Kerim ve   Hz.    Peygamberin sünnetine göre    hareket ederek, nefsinin heva ve heveslerini kontrol altına alabilirse, Allah’ın dilediği bir   insan tipi   ortaya çıkar     ve   istediği mertebeye de ulaşabilir.Yüce Allah Meleklerine, insanı yeryüzünde bir   halife olarak yaratacağını haber ver-diğinde, melekler, insanın bir   takım zaaf    ve   noksanlıklarından dolayı endişelenmiş ve itirazda bulunmuşlar, kendilerinden daha    üstün mertebeye yükselebilecek bir   varlığı ya-ratacağına ihtimal vermemişlerdi. (Bakara 2/ 30, 31, 33.) İnsan ezeli    bir   varlık değildir. Madem ki  evren sonradan var   olmuştur, Dünya ve   onun güzide misafiri olan    insan da   sonradan yaratılmıştır. Kur’an, daha    önce    de   ifade   ettiğimiz gibi,    insanın ana    maddesinin toprak olduğunu beyan ederken, canlılık ve   neslini devam ettirme konusunda da yine toprak ve ürünlerine bağlı     olduğunu açıklamaktadır. 

Bir dam-lacık    meniden, gören, düşünen, konuşan, gülen, ağlayan,  bilen, bildiren, geçmiş ve   gele-cekle ilgilenen, canlı, hareketli bir   varlık yaratan Allah, küçük bir   kâinat mesabesindeki insanı boşuna yaratmamış, bir hikmete-gayeye yönelik olarak yaratmıştır. İnsanın Yaratılış Amacıİnsanın yaratılmasının amacı, dünyada iyi   işler    yapmasıdır. Yoksa kendini ilah    yerine koyarak ahlak kurallarını kendi çıkarı için    daha    uygun şekle çevirmek ve   yine    kendi ben-cil   ve   dar   görüşlü hedefleri için    bunları değiştirmek düşüncesine kapılmak değildir. İşte tabiat kanunları ile   ahlak kuralları arasındaki fark    budur; birincisi, yani    tabiat, kullanıl-mak    ve   istifade edilmek için    hizmet ettirilmelidir, fakat     ikincisi, yani    ahlaka uyulmalı ve itaat    edilmelidir. ,Bununla beraber Allah, çevremizdeki büyük-küçük, canlı-cansız çeşitli varlıklara, gerçeklere ve   hatta    bizzat kendi bünyemize, varlığımıza da   dikkatlerimizi çe-kerek, tüm    bu   olgu    ve   oluşumlardaki olağanüstü durumları düşünüp, araştırmaya, incele-meye dolayısıyla da aklımızı çalıştırmaya çağırmaktadır.İslam’da ibadet, sadece namaz, hac,    oruç,     zekat, kurban, nafile namazlar ve   dualar de-ğildir. Bazı    kimselerin aklına, ibadet denildiği zaman sadece yukarıda saydığımız ibadet çeşitleri gelir. Oysa İslam’da ibadet, yüce    Allah’a imanla birlikte teslim olmak, hayatta her   şeyi    onun    ve   emir    ve   kanunları dahilinde yapmaktır. Yukarıda saydığımız ibadet çeşit-leri,    ibadetin bir   kısmıdır. Yoksa, sanıldığı gibi    bunlar, ibadetin bütünü değildir. 

Bir   Müs-lümanın, yüce Allah’ın emirlerine uygun olarak yaptığı her iş ve davranış birer ibadettir. Bu   anlamda ibadet, yeryüzünde insanın hayatından ayrılmayan bir   parçadır. İnsan ve ibadet, birbirlerinden ayrılmayan bir bütündür.Çünkü, insanın hayatı yemesi, içmesi, çalışması, bakması, okuması, işitmesi, görme-si,   evlenmesi, çocuk yetiştirmesi gibi    yaptığı her   şey   ibadet kapsamına girmekte ve   yüce Allah’ın katında sevap olarak değerlendirilmektedir. Bu   sebepten dolayı, yüce    Allah’a ibadet etmeyen bir   insan, Şeytan’a veya    nefsine ibadet ediyor, diyoruz.. 

İbadet etmeyen hiçbir insan yoktur. Çünkü insan, ibadet yapma vasfında yaratılmış bir   varlıktır. Dünya-ya   gelen her   insan,- ister,     istemez- ibadet etmek zorundadır. Evet, yeryüzünde yaratılan her   şey   ve   her   insan ibadet etmektedir. Ancak, ibadetler şekil    yönünden insandan insana değişmektedir.Din Duygusu, İnsanda DoğuştandırDin    kavramı insanlık tarihiyle yaşıttır. Tarihin bütün dönemlerinde insanlar dine    ilgi duymuşlardır. Tarihte din    kadar süreklilik gösteren bir   başka kavram bulmak oldukça zordur. Din    en   ilkel    toplumdan, en   gelişmişine kadar her   toplumda var   olmuştur. Bu   da dinin evrensel bir gerçeklik olduğunun önemli bir göstergesidir. Din    bir   topluma ait,   inanç, ibadet ve   ahlaki ilkeler bütünüdür. İslam’a göre    din,    Allah tarafından, insanlara, peygamberler aracılığıyla, iki   dünya mutluluğunu sağlamak için gönderilen ilahi kanunlardır.

İnsanda din   duygusu doğuştan vardır. Sonradan kazanılmış değildir.   Çünkü her   insan-da   bir   kutsal varlığa inanma ve   O’na kulluk etme     duygusu vardır. Bu   özellik, bir   duygu halinde insana yaratılışında verilmiştir. Tarih boyunca insanlar, hiç   bir   dönemde din   duy-gusundan yoksun olmamışlardır. İster    gerçek, isterse batıl    olsun mutlaka bir   dine    bağlan-mışlardır. Tarihin her   döneminde olduğu gibi    bu   gün    de   ilkel    düşünceye sahip insanlar bulunmuştur. Bu   gün    bile    böyle toplumlara rastlamak mümkündür. Bunlar, bazı    doğa olaylarında ve   varlıklarda insanüstü güçler bulunduğuna inanırlar. İlkel    ve   yanlış ta  olsa bir   dine    bağlanma, insanda yaratılıştan gelen bir   din   duygusunun varlığını ortaya koy-maktadır.Din    duygusu doğuştan var   olduğuna göre, bu   duygunun tatmin edilmesi, dolayısıyla insan ruhunun huzura erebilmesi için,    bir   dine    ihtiyaç vardır. Bu   duygunun yerini başka bir   şey   dolduramaz. İnsan beden ve   ruhtan meydana gelmiştir. Nasıl bedenin yeme, içme gibi    birtakım ihtiyaçları varsa, ruhun da   manevi mutluluğa ihtiyacı vardır. Bu   ihtiyaç da din   tarafından doldurulur. Ruhun ihtiyacı giderilmezse, insan ve   toplumların yapısında büyük yaralar açılır.4İnsan, doğuştan bağlı bulunduğu aile    muhitini (çevre) seçme şansına sahip değildir. Bu   yüzden öncelikle aile    çevresinin verdiklerini almak ve   ona    göre    şekillenmek duru-mundadır. Kur’an-ı Kerim, insandaki din   duygusunun fıtrî    olduğunu şöyle beyan etmektedir: “O halde sen   Hanif olarak bütün varlığınla dine,    Allah insanları hangi fıtrat    üzere yaratmışsa ona    yönel! Allah’ın yaratışında değişme olmaz.İşte doğru din    budur; Fakat insanların çoğu    bilmezler.” (Rûm 30/30.) Bu   âyet’e göre; din   duygusu insanda yaratılıştan itibaren vardır. Bu   hususla alakalı olarak Hz.   Peygamber de;   “Her    doğan çocuk İslam fıtratı üzere do-ğar,    daha    sonra anne-babası onu    Yahudî, Mecûsî veya    Hıristiyan yapar.” (Sahih-i Müslim, Kitabü’l-Cenaiz, 80;)    demek suretiyle, din   duygusunun doğuştan çocukta var   olduğuna dikkat çekmektedir. Demek ki,   eğitimin amacı, doğuştan çocukta bulunan bu   duyguyu şuur    haline getirmektir. (Kırca, 1996,s. 22-23) Ve   bu   da,   insanı kuşatan aile,    okul, iş,   top-lum, millet v.s.nin yönlendirmesi ve etkilemesiyle kendini gösterir. Başka bir   ifadeyle Din,    insanın Yaratıcısıyla ve   diğer varlıklarla münasebetlerini dü-zenleyen kanun, nizam ve   yol   diye    tarif    edilir. Buna göre    din,    Yaratıcı tarafından insana, ölümden önceki ve   sonraki hayatında yol   göstermek üzere öğretilen bilgileri ihtiva eder. (Kaya, 2009, s.104.) Zaten insanın doğasında, din   duygusu olduğu, özellikle de   din   kitabımız Kur’an’da, insanın İslâm fıtratı üzere doğduğu, İslâm’ı kabul edecek ve   onu    yaşayabilecek kabiliyet ve özellikte yaratıldığı haber verilmektedir. Diğer taraftan din,    bireylere mukaddes duygu, ortak şuur    ve   vicdan etrafında birleş-tiren     bir   faktör olup, toplumları geliştiren, yükselten ve   onların ilerlemesini sağlayan


önemli    bir   kurumdur. Bununla birlikte ahlaki bir   kurum olmasıyla da   insanları yönlen-diren, güçlü kanun ve   nizamların üzerinde yaptırım etkisi olan    manevi bir   sistemdir. Bu yönüyle din,    insanı tamamen içten kuşatır, vicdani sorumluluklar yükler ve   kişinin Ya-ratıcı ile   Yaratıcı’ya olan    bağının devamlı sağlam olmasını sağlar. Dolayısıyla da   birey, Yaratıcı’nın emir    ve   nehiyleri doğrultusunda hareket etmek suretiyle istenilen bir   kul   ol-maya hak kazanır. Din,    Allah tarafından korunan değerler manzumesidir. Bu   da   hem    Allah, hem    insan, hem    de   âlem ile   ilişkileri düzenlemek ve   insicam içerisinde olmasını sağlamak içindir. Bundan hareketle de,   insanın gerçek manada dünyada mutlu bir   hayat sürdürmesi din vasıtasıyla olmaktadır. Allah ile   içten, güvenli bir   bağ    ve   bu   bağın uzantısı olarak başkalarıyla manevi bir beraberlik duygusu üzerine kurulmuş olan    dini    yaşantı, insan ruhunun özelliklerinin ve güzelliklerinin ortaya çıkarılmasında önemli bir   fonksiyon görmektedir. Dinin insanlar-dan    uymalarını istediği inanç, ibadet ve   ahlak ilkelerinin insanın beden, ruh    ve   sosyal hayatları açısından hayati önemleri vardır. Dinin koyduğu birtakım ahlak kuralları, bireyi ruhen olgunlaştırıp bencillikten kurtar-makta ve onun sosyalleşmesine yardımcı olmaktadır.İnsanın Anlam Kaynağı Olarak Din Duygusu ve Dinin LüzumuKısmen değindiğimiz gibi    insanın anlam arayışında en   doğru yolu    gösteren din   oldu-ğu gibi sorumluluğun niteliği ve sınırlarını belirleyen de dindir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden birisi de   inanan bir   varlık olması-dır.   İnsan, düşünme ve   bilme yeteneği sayesinde kendi öz   benliğini, çevresini ve   Rabb’ini tanır. Böylece inanan bir   varlık haline gelir. Onun temel görevi Allah’ı tanımak, O’na kulluk etmek, insanî ve   ahlakî değerlere bağlı     olarak yaşayıp sonsuz hayata hazırlanmak-tır.   Dolayısıyla din,    insan için    lüzumludur. Bununla birlikte akıllı olması da   gereklidir. Zira    onun akıllı olması ile   hür   olması doğru orantılıdır. İnsanın diğer varlıklardan farkı akıllı olmasıdır. Ayrıca canlı    varlıklar arasında irade     kabiliyetiyle hareket eden    tek   varlık da   insandır. Bu   özelliği ile   aklını kullanarak iradeyle hareket eder, düşünüp taşınır, se-çenekler arasında seçim yapar ve   sonunda eyleme geçme kararını verir. Kısacası, onun akıl    nimetini kullanarak gerçekleştirdiği eylem, iradeli eylemdir. İrade hürriyetine sahip olduğunu gösterir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde buyurduğu emir    ve   yasakların tamamı, günah ve sevap gibi    kavramlar insanın sahip olduğu iradesini veya    hürriyetini kötüye kullanmasına engel olmak içindir. Zira    söz   konusu bu   kavramlar, insan hürriyetinin sınır    taşları duru-mundadır. Gerçek Din İslamFarklı kültür, medeniyet ve   çeşitli din    mensuplarının yaşadığı dünya milletlerine Kur’an-ı Kerim, gerçek dinin İslâm olup, ortak bir   paydada herkesi birleşmeye çağır-


maktadır. Nitekim bir   âyet-i kerimede Peygamberimizin şahsında diğer semavî din   men-subu    Ehl-İ Kitap’a şöyle seslenmektedir: “De    ki:   ‘Ey    Ehl-i     Kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan    bir   söze    gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi    ortak koşmayalım ve   Allah’ı bırakıp da   içimizden bazıları diğer bazılarını rab   edinmesin. Eğer yine    yüz çevirirlerse, Şahit olun ki biz Müslümanlarız’ deyin” (Âli-i İmran 3/64.) Yine Kur’an-ı Kerim’in haber verdiğine göre, en   son    ve   en   mükemmel din   olarak bizim için    İslâm’ı seçtiği, Allah katında gerçek dinin İslâm dini    olup, herkese hitap etti-ğini,    evrensel olduğunu da;   “...Bugün sizin    için    dininizi kemale erdirdim, size    nimetimi tamamladım,sizin için     din   olarak, İslâmiyet’i beğendim...” (Mâide 5/3.); “Kuşkusuz Al-lah katında din, İslâm’dır...” ( Âl-i İmrân 3/19.) den anlıyoruz.

İnsanın Yaratılış Hikmeti ve Sorumluluğunu Bilmesinde Terbiye/Eğitimin Yeriİnsanın; Allah tarafından yüklenen sorumlulukları, görevleri sağlıklı bir   şekilde yerine getirebilmesi için,    bir   takım becerileri geliştirmesi, çeşitli branşlarda eğitilmeye (terbiye edilmeye) ihtiyacı vardır. Yani    böylesi önemli misyonu gerçekleştirebilmek için    yeterli vizyona sahip olmalıdır.

Kâmil insanın terbiyesi, bütün meleke ve eğilimlerini içine alır:

1-  Hastalıklardan korunarak cismin geliştirilmesi, bedeni bir terbiyedir.

2-  Dilin kuvvetlendirilip konuşmanın güzelleştirilmesi, edebî terbiyedir.

3-  Aklın şuurlandırılarak yanlış fikir ve hükümlerden korunması, aklî terbiye.

4-  Aklın faydalı malumatlarla beslenmesi, ilmî terbiye.

5-  Ona bazı kazanç yollarının alışkanlığını vermek, meslekî terbiye.

6-  Şuuru kâinatın güzelliği karşısında uyandırmak ve   ona    bu   güzellikleri ifade     etme-de yardımcı olmak, fennî terbiye.

7-  Ona, içinde yaşadığı toplumun haklarını, orada geçerli kanunları ve   mevzuatı öğ-retmek, içtimaî ve vatanî terbiyedir.

8-  Onun ufkunu insanî duygu ve düşünce yönlerinden geliştirmek, insanî terbiye.

9-  Fiillerini devamlı olarak doğrulu şartlarına uydurmak ve   bu   doğru ve   düzenli ha-reketleri güzel ahlakî alışkanlık, yüksek karakterler halinde elde    etmek, ahlakî ter-biye.10- Sonra da   ruhu    ile   bir   hamle yapıp en   yüce    ufuklara yükselmek, o  da   dinî    terbiyedir. (Draz, 1983, s. 167-168.) İbadetlerin Mükafatı Bu   ilahi    emaneti (ibadeti )  eksiksiz yerine getiren kimselere yüce    Allah, kendi rahmet ve   bağışının bir   hediyesi ve   ikramı olarak cennetini ihsan buyurur. Cennette sonsuz bir hayat vardır. 

Bu,    ibadetin ahiret hayatına bağlı olan    yararıdır. İbadetin asıl    gayesi, Yüce Allah’ın rızasına ermek ve   onun    emrine uygun hareket etmektir. Bunun bir   neticesi olarak ahirette sonsuz nimetlere   sahip olmaktır. İbadetin dünya hayatı ile   ilgili yararlarını da şöyle özetleyebiliriz

1  –  Kişinin kendisine karşı    olan    güvenini artırır. İradesini pekiştirir. İbadet eden    kişi, kendisini yüce Allah’ın huzurunda zinde ve mutlu olarak bulur.Ruh    ve   karakter yönünden sağlam ve   güçlü olur.    Bu   sağlam ve   güçlülüğü hiçbir ilaç veremez. Bu   güven duygusunu, ne   içkide ne   de   herhangi uyuşturucu maddede bulamaz. İman ve   ibadet duygusundan yoksun olan    kişilerin boşluğunu, hiçbir maddi varlık ve güç    dolduramaz. Oyun ve   eğlenceye dalan kişilerde, gene     bu   huzur ve   mutluluğu elde edemezler. Bütün bunlar, geçici bir   zaman için    sadece kendilerini avutur veya    uyutur. Bu durumdan ayrıldıkları zaman, iç  boşlukları ve   bunalımları daha    da   artar.    Artan bu   korkunç bunalımdan kurtulmak isteyenler ise, intihardan başka çıkar yol bulamazlar.2  –  İbadet, Hakk’a (Allah’a) kulluk, halka hizmeti gerektirir. İnanan bir   kişi,    Allah’a ibadet ettiği gibi,    insanlara ve   Müslümanlara da   hizmet eder. Çünkü ibadet eden kişi,  hayatının her alanında iyilik ve yardım ilkelerine bağlı kalır.3  –  Müslümanları sosyal çalkantılardan korur. Gençlerin aşırı    arzularını frenler. Allah korkusunun egemen olduğu bir   toplumda bütün kötülükler ve   haksızlıklar kendiliğinden ortadan kalkar. (Kutup, 1984, s.24-38.)  Sonuçİnsanın yaratılış hikmeti ve   sorumluluklarının ne   olduğu net   ve   berrak olarak orta-dadır. Bu   kısaca Yüce Yaratıcıya, O’nun kitabının çizdiği hudutlar çerçevesinde kulluk yapmak ve O’na gereği gibi ibadet ve kullukta bulunmaktır.Din,    insanın varlığını sağlıklı devam ettirebilmesi, dünya ve   ahiret mutluluğunu ka-zanabilmesi için    ilahi    kılavuzdur. Yüce Allah, insanlığın doğuşundan itibaren, insanlığa dönem dönem kitaplar ve   peygamberler göndermek suretiyle onları dinsiz bırakmayıp onlara dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak için dinî öğretilere muhatap kılmıştır. Demek ki,   din,    Kur’an, Peygamber ve   vahiyler, insan için,    insan varlığının sağlıklı idamesi, dünya ve ahret mutluluğuna eriştirmek içindir. Tabiî ki, burada onun hür iradesi devreye girer. Eğer    akıl    nimetini iyi   kullanıp, doğru yolu    seçerse mutluluğa, eğriyi seçer-se her iki dünyada mutsuzluğa muhatap olur.Dinimizin Yüce Kitabı Kur’an-ı Kerim ve   Sevgili Peygamberimiz Muhammed (s.a.s)’in bizlere ve   tüm    insanlığa daveti, iyi   insan olmak hedefine matuftur. Bu   çağrılara kulak verip onun gereğini yerine getiren kişiye Mü’min ve   Müslüman diyoruz. İnsan di-ninin kendisine yüklediği görev ve   sorumluluklarının idraki içerisinde hareket etmesiyle Yüce Yaratıcını emri    gereği en   başta     Yaratıcısına, kendisine, ailesine, çevresine, bütün in-sanlara ve   diğer canlılara karşı    da   görev ve   sorumluluklarını yerine getirmiş olur.    Sonuçta her   bir   davranışın bir   karşılığının olduğunu da   unutmamak gerekir. Nitekim buna delil olarak “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu    (karşılığını) görür. Kim    de   zerre miktarı şer   işlemişse onu    (karşılığını) görür.” (Zilzal, 99/7,8) âyet    meâlini hatırlatmak suretiyle çalışmamızı noktalamış olalım.

KAYNAKÇAAzzam, Abdullah. (1988). İnsanlığın geleceği ve İslam, (Çev: Said    Haliloğlu). Ankara: Mesaj Yay.Bilgin, B. (1987). İslâm ve çocuk. Kocatepe-Ankara: D.İ.B. Yayınları.Bolay, S. H. (1988). Kur’an davet ediyor. Ankara: Diyanet Vakfı Yay.Buhari. (t.y.). Sahih-i Müslim,Kitabü’l-Cenaiz.Bûtî, Ramazan. (1987). Kur’an’da insan ve medeniyet,  (Çev: Resul Tosun). İstanbul: Risale yay.Draz, Abdullah. (1983). İslam’ın insana verdiği değer,  (Çev: Nurettin Demir). İstanbul: Kayıhan Yay.Eren, Ş. (1995). İnsan ve eğitim. Erzincan.Ergün, M. (1993). İnsan ve eğitimi. Ankara: Ocak Yayınlar.Fazlurrahman. (1993). Ana konularıyla Kur’an,  (çev:    Alpaslan Açıkgenç). Ankara: Fecr Yayınları.Karaman, H.   ve   Çağrıcı, M.     v.d.    (2008). Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c.I-V.Kaya, M. (2009). Ebedi yol haritası İslam. İstanbul: Altınoluk Yay.Kılıç, S.   cehennem kapıları ve   sorumlu organlarla bağlantısı |http://www.risaleajans.com/said-kilic/cehennem-kapilari-ve-sorumlu-organlarla-baglantilari Kırca, C. (1996). Kur’an ve insan. İstanbul: Marifet Yay.Koçyiğit,T. (1993). Kur’ânı Kerim ve Türkçe meali.  Ankara: Kılıç Kitabevi Yayın ve Dağıtım.Kur’an-ı Kerim.Kutup, Muhammed. (1984). İslam insanlığa neler verir,  (Çev: Ramazan Nazlı). İstanbul: Şelale Yay.Müslim. (t.y.). Kitabü’l-Kader.Öner, N. (1989). Stres ve dini inanç. Ankara: Mas Matbaacılık.Özdemir, H.   (1985). Din    eğitimi ve   öğretiminin, lüzumu. M.E.B. Din Öğretimi Dergisi,s.4.   Ankara.Şahin, A. (1988). Hayatın gayesi. İstanbul.Tarhan, N. (2006). Duyguların dili. İstanbul: Timaş Yay.Yılmaz, A.   İnsanın sorumlulukları.http://www.gazeteipekyol.com/koseyazisi/insanin_sorumluluklari_81.html Yılmaz, K..(2000). Çevre faktörü ve insan. Altınoluk Dergisi. İstanbul.__________. (1996). Tasavvufta insan. Altınoluk Dergisi.(Haziran), s.124.dinibil.com/default.asp?L=TR&mid=991 - Önbellek, İnsanın Evrendeki Konumu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion