| Pandora'nın kutusu Azınlıklara yapılan haksızlıklar çalışma kampı, icra ve haciz demek olan Varlık Vergisi'yle sınırlı değildi Kutu bir kez açıldı. Tarihte yaşananlara dair bütün olumsuzluklar, toplumsal hafızaya nakşetmiş anılar birer birer canlanıyor. Kimileri yaşadıklarını, kimileri de yorumlarını anlatıyor. İlk kez sınırlı bir tarih tartışmasının ötesinde, daha kamusal alanda Cumhuriyet döneminde yaşanan 'Türkleştirme politikaları' gündeme geliyor. Bu politikalar sadece Varlık Vergisi'nden ibaret değildi. Sadece Varlık Vergisi ile azınlıklara dönük ayıp/haksız/yanlıß/ırkçı (bunlardan istediğinizi seçebilirsiniz. Zira her bir yorum bir ideolojik bakışı yansıtıyor) politikalar uygulanmadı. Bu politikaların geçmişi ve sonrası vardı. Dolayısıyla Pandora'nın kutusu açıldı. İçinden mağdurlar çıkıyor. Tarihi yargılıyor. Kutudan şöhret ve popülarite çıkacağını umanlar ise telaşla yeniden kapağını kapatmaya çalışıyor. Artık çok geç. Neydi Varlık Vergisi? Varlık Vergisi ilk bakışta bir iktisat politikasıydı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ekmeğin fiyatı yüzde 284, etin yüzde 336, şekerin yüzde 1107, odunun yüzde 255 arttığı günlerdi. Vurgunculuk ve karaborsanın piyasayı ele geçirdiği bu dönemde Meclis'te bir konuşma yapan milletvekili Kazım Duru, vekillerin bile stokçuluk yaptığından yakınıyordu. Ülkede verimli işgücünden bir milyon kişi askerdeydi ve hükümetin gelirlerinin yarısı milli savunmaya gidiyordu. İşte bu kaotik günlerde Rüşdü Saraçoğlu hükümeti, gizliden gizliye bir önçalışma başlattı. 1942 yılının eylül aylarıydı. Maliye Bakanlığı azınlıklarla ilgili bilgileri defterdarlıklardan istemeye başladı. Bu bilgilere dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı olan Milli Emniyet tarafından elde edilen veriler, vergi daireleri, bankalar, CHP il ve ilçe örgütlerinin raporları ve 'güvenilir' işadamlarından alınan istihbaratlar eklendi. Fişleme tamamlanmıştı. Saraçoğlu projesini hayata geçirmeden önce cepheyi genişletmek istiyordu. Tek parti dönemiydi. CHP'nin gizli oturumunda milletvekillerine projesini açtı. Söylediği şuydu: "Piyasaya hakim olan yabancılar ortadan kaldırılarak, Türk piyasası Türklere verilecekti." Seçmenlerinden gelecek tepkiden çekinerek vergiye tavır alabilecek milletvekilleri böylece uygulamanın azınlıklara dönük olacağını öğrenerek ikna edilmiş oluyordu. Ancak bu projeden azınlık cemaatleri de haberdar olmuştu. Gidip Saraçoğlu'nun kapısını çaldılar. "Siz ne kadar vergi toplamak istiyorsunuz? 300 milyon mu? Siz bunu bize bırakın kendi aramızda toplayıp verelim" dediler. Ancak Osmanlı'nın millet sistemini çağrıştırabileceği kaygısıyla Saraçoğlu bu teklifi reddetti. Zira parayı toplasa bile 'piyasa Türkleşmiş' olmayacaktı. 1942 yılının kasım ayında kanun çıktı. Kanunun çok önemli özellikleri vardı. 1. Kimin ne kadar Varlık Vergisi ödeyeceğine takdir komisyonları karar verecekti. Daha sonra bu komisyonların bütünüyle Müslüman-Türk işadamı, bürokrat ve politikacılardan oluşturulduğu görüldü. 2. Takdir komisyonunun belirlediği vergiye 'kesinlikle' itiraz hakkı yoktu. 3. Takdir komisyonu kimin ne kadar vergi ödeyeceğine 15 gün içinde karar verecek, mükellefler de 15 gün içinde 'nakit olarak' parayı vergi dairelerine yatıracaktı. 4. Vergisini öde(ye)meyenlerin bütün mal varlıkları, ev eşyaları hatta birinci dereceden yakınlarının servetleri haczedilecek ve icra marifetiyle satışa çıkarılacaktı. 5. Vergisini öde(ye)meyenler zorunlu çalışmaya tabi tutulacaktı. Günlük 2.5 lira karşılığı çalışacaklar. Bu paranın yarısı barınma ve yemek masraflarına sayılacak, yarısı da vergiden mahsup edilecekti. Kanun, Meclis'te oy birliğiyle kabul edildi. Oylamaya sonradan Demokrat Partisi'ni kuracak olan kadrolar katılmamıştı. Kanunda "bu kanun azınlıklara daha yoğun uygulanacaktır" gibi bir madde yoktu. Ancak uygulama neredeyse bütünüyle azınlıkları içeriyordu. Vergi mükelleflerinden 4.195'i Müslüman (yüzde 7), 54.377'si gayrimüslim (yüzde 87) ve 4.003'ü de (yüzde 6) ecnebi - Müslüman ve gayrimüslim şirketleri ve şahıslardı. Vergi sadece gayrimüslimleri kapsamıyordu. Özellikle Nazi Almanya ve mihver ülkelerinden (Bulgaristan, Romanya, Avusturya vd.) Türkiye'ye sığınan başka ülkelerin vatandaşlarına da gayrimüslimler kadar vergi konmuştu. Dönmeler yani Sabetay Sevi'yi mesih olarak gören, sonradan Musevilik'ten Müslümanlığa geçmiş ve Selanikli olarak bilinenlere de Müslümanların iki misli vergi konmuştu. Varlık Vergisi ile 465 milyon lira toplanması öngörülmüştü. 315 milyon lira toplandı. Bu paranın yüzde 53.5'ini nüfusun yüzde 2'sini oluşturan gayrimüslimler, yüzde 36'sını Müslümanlar ve yüzde 10.5'ini de ülkedeki yerleşik yabancılar ödedi. Varlık Vergisi'nin en dramatik uygulamaları çalışma kampı ile icra ve haciz süreci oldu. Kamplara sadece gayrimüslimler yollandı. Resmi verilere göre 1.400, kamplarda yaşayanlara göre 5-6 bin kişi Aşkale ve daha sonra da Eskişehir Sivrihisar'daki kamplara gitti. Bunlardan 21'i orada yaşamını yitirdi. Vergisini öde(ye)meyenlerin ev eşyaları dahil bütün servetleri icrada haraç-mezat satıldı. Dönemin basını evlere hücum eden ve koltuklara, masalara ayaklarıyla basarak açık artırmaya katılan 'açıkgözlerden' söz etti. Varlık Vergisi sadece 'varlıklı' olanlara uygulanmadı. Amele, hizmetçi, kapıcı, seyyar satıcı olan gayrimüslimlerden 26 bini de bu vergiyi ödedi. Oysa aynı alanlarda çalışan Müslümanlar vergiden muaf tutulmuştu. Varlık Vergisi bir duraktı Bir duraktı zira geçmişte de azınlıklara yönelik politikalar vardı. 1932'de çıkan bir kanunla, emek - yoğun bazı işlerde sadece Türk olanların çalışması kararı alındı. Bu işler amelelik, kapıcılık, garsonluk, hademelik türünden işlerdi. Kentlere göçü hızlandıracak ve burjuvaziye ucuz işgücü sağlayacak bu karar nedeniyle 35 bin Rum Türkiye'yi terk etti. 1934'te Trakya'da Turancıların kışkırtmasıyla 15 bin Yahudi'ye dönük vandalizm uygulandı. Evleri yakıldı, yağmalandı ve kadınlar taciz edildi. 1938-1940 yıllarında azınlıkları terörize eden "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyaları düzenlendi. Kimi yazarlara göre o dönemde azınlıklara saldırılar oldu. 1940'da anti-semit bir kararla 26 Musevi kökenli Anadolu Ajansı çalışanı işten atıldı. Bu dönemde, Nazi Almanyasının işbirlikçisi Romanya'dan kaçarak Türkiye'ye sığınmak isteyen 778 Yahudi'nin Türkiye'ye girişine izin verilmedi. Bir yıl boyunca Struma gemisinde izin bekleyen bu insanlar gerisingeri açık denize gönderildi. Açık denizde bekleyen bir denizaltı gemiyi torpilledi. Biri dışında hepsi öldü. Dönemin Başbakanı Refik Saydam, "Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekân olamaz" diyordu. 1941'de 25 ile 45 yaş arasındaki bütün gayrimüslim erkekler aynı anda askere alındı. 500'er kişiden oluşan "amele taburlarında" çalışmaları istendi. Çoğu birlik bulaşıcı hastalıklarla boğuştu. Azınlıklara "beşinci kol" muamelesi yapıldı. İsrail resmi arşivleri bu kararın Nazi Almanyasının isteği üzerine alındığını yazdı. 1942'de Varlık Vergisi uygulandı. 1955'te İstanbul'da emekli bir generalin itirafıyla "özel harp dairesi" 6/7 Eylül olaylarıyla ilk deneyimini yaşadı. Azınlık vatandaşlarının yaşadığı 4.348 dükkân, 2.000 ev, 73 kilise, 110 restoran, 26 okul, 5 spor klubü tahrip edildi. Üç kişi öldü, yüzlercesi yaralandı. 1964'te 12 bin Yunan pasaportlu Rum sınırdışı edildi. Oysa onların Türkiye'de kalması kararı 1930'da Atatürk ve Venizelos tarafından imzalanan bir anlaşmayla garanti altına alınmıştı. Bu insanların da gitmesiyle Türkiye'den ayrılanların sayısı 40 bini buldu. Bu insanların bütün mal varlıklarına, bankalardaki paralarına el kondu. Sadece 20 kilo kişisel eşya ve 22 dolar da para götürmelerine izin verildi. Bugün hâlâ 1936 yılından sonra mülk edinen gayrimüslim vakıflarının malları yağmalanıyor. 1936'da verdikleri servet beyannamesi baz alınarak son 63 yılda bu vakıfların edindiği gayrimenkuller ilk sahiplerine iade ediliyor. Son söz Varlık Vergisi, uygulanan ilk ve son "azınlık karşıtı" devlet politikası değildi. Bütün bu anlatılan olayların filmi yapılacak mı bilinmez ama hepsi gerçekti. Yaşandı. Ancak bu tarihsel gerçekleri ifade ettiğimiz bir televizyon programında ANAP milletvekili Yılmaz Karakoyunlu bunları "kişisel fantezilerim" olarak niteledi. Fantezi sözlüklerde, "eğlenceli, eğlendirici davranış" ya da "tabiattan ve gerçekten çok hayale dayanan eser" olarak tanımlanıyor. Geriye tek soru kalıyor. Bu olaylar "hayal miydi?" Karakoyunlu, Pandora'nın kutusunu açmak cüretini gösterdi. Şimdi içinden çıkanlardan rahatsız oluyor. Zira ufku, ikbali ve dünya görüşü daha fazlasına tahammül edemiyor. O nedenle de "Varlık Vergisi'nin olumlu tarafı Müslüman-Türk kitlesine yeni iş sahaları, yeni bir güç kattı" (Hürriyet- 28.11.1999) ya da "Varlık Vergisi'ni hazırlayan kadro çok milliyetçi, vatanperver insanlardı... Vergiyi uygularken bunu ırkçı bir yaklaşımla değil de, 'aman devlet biraz daha para alsın bunlardan' fikriyle milliyetçi bir yaklaşım içinde yaptılar... Tekrar ediyorum, bunların hiçbiri ırkçı değildi" (Şalom - 1.4.1992) diyebiliyor. Oysa dönemin Başbakanı Saraçoğlu bile Karakoyunlu kadar "itidalli" değildir. Zira Saraçoğlu, "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar - altını biz çizdik. R.A. bir kültür meselesidir" diyordu. Şimdi Karakoyunlu, "ayıp" diye eksik - kusur haline getirdiği bir tarihsel olayın "ırkçı" olarak nitelenmesinden rahatsız oluyor. Zira İshak Alaton'un dediği gibi "Yılmaz Karakoyunlu'nun bulunduğu pozisyon itibariyle böyle konuşması normal. Çünkü devletin devamlılığı var, devlet de bugüne kadar açık ve kabul eder pozisyonda konuşmadı" (Hürriyet-28.11.1999).
Medyamız Salkım Hanım tartışmasını yürüttüğü üslupla kendini bir kere daha kanıtladı. Tartışmayı MHP'nin milletvekili, o zaman da yazdığım gibi, erişilmesi güç bir üslupla açmıştı. Ama medyamız, en güzel başlıkları seçmeyi bilen yazı işleri uzmanlarıyla ve bu konuyu ele alan nice tanınmış yazarıyla, bu konulara gelindiğinde öyle MHP'liye filan da pabuç bırakmayacağını gösterdi. Hamidiye Paşası'ndan girmiştik konuya, hangi etnik kökenden gelen paşaların ırza geçebileceğini, hangilerinin geçemeyeceğini tartışmaya başlamıştık (MHP milletvekilinin katkısıyla). Medya bu konu üstünden nahoş sonuçları olabildiğini sezdi -sezgileri kuvvetlidir- ve Etyen Mahçupyan'a açmaya kararlı olduğu davayı başka maddeden açtı: Yahudi'yi Ermeni yapma maddesinden. Bu konu, film yeni piyasaya çıkmışken de tartışılmıştı. Ama ne gam! Unutkan Türk milleti nasıl olsa çoktan unutmuştur. Üstelik bu sefer Yahudi cemaatinden de kaçınılmaz bir pas gelmişti. "Romanda Yahudi olan iki kardeşin Ermeni'ye çevrilmesi, ucunda Ermeni Kıyımı olan bir komplonun bir aşamasıdır" dendi bir kere. Birkaç gazete açıkça 'Yalancı' diye yazmaktan çekinmedi- 'birkaç'tan fazla kalem ve sütun sahibi de. Bugün İshak Alaton Yahudi cemaatinin bu filmle ilgili herhangi bir rol oynamaktan titizlikle kaçındığını açıkladı. Ben de söyleyeyim: bunun böyle olduğunu ben de izledim o günlerde (izlemeden önce de böyle olacağını tahmin ediyordum). Yahudi tiplerden Ermeni tiplere dönüşün tamamen bu nedenle verildiğini biliyorum. Buna itiraz etme hakkına sahip dünyada tek bir kişi var: romanın yazarı! O, bu seçimi beğenmezse, sözgelişi, "Benim romanımdan senaryo yazdığınızı söylüyorsunuz. O halde romanıma bağlı kalın. Ben şu şu nedenlerle o iki kardeşin Yahudi olmasını uygun gördüm" diyebilirdi. Ama Karakoyunlu kendisine yapılan açıklamayı yeterli buldu ve bu değişikliğe ses çıkarmadı. Ondan başkasının bu değişikliğe itiraz etmeye hakkı yok. Biri yazıyordu: "Nazilere Yahudi yerine Ermeni öldürten film çekilse ne olurmuş?" Bu bir mugalata! Naziler Ermeni öldürmediler. Varlık vergisi Ermenilere çıkartılmadı mı? Aşkale'ye Ermeniler sürülmedi mi? Varlık vergisi üstüne bir filmde, bu zulme uğrayanların Ermeni veya Yahudi veya Rum olması neyi değiştiriyor, neyi 'tahrif' ediyor? Ha, bir de bunu estetik düzeyde tartışabilirsiniz. Gadre uğrayan üç ana unsur varken (dördüncüsü de Selanikliler ama onların ödediği yüzde daha düşüktü) filmde birinin biraz fazla öne çıktığı ya da öteki iki unsurun da anlatıma dahil edilmesi için yeterince çaba gösterilmediği için eleştirebilirsiniz. Ama böyle bir şey yapıyorsanız, bu zaten kendi başına 'düzeyli' bir şeydir. Şu kaç gündür yürürlükte olan üslupla olmaz bu. Ve dediğimiz gibi yazarın itirazı yoksa, sütunundan bar bar bağıran beylerin böyle bir gerekçeyle onu bunu 'yalancı' diye suçlamasının âlemi yoktur. Karakoyunlu kendisi böyle yazmış olamaz mıydı? Onun Nora'sı da bir Ermeni olamaz mıydı? O zaman neye takacaktı bu beyler? Bulurlardı, neye takacaklarını. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Çünkü burada olan, şu bu roman kahramanının etnik kökenindeki isabeti tartışmak falan değil. 'Büyük Türk Milleti'nin büyüklüğüne yakışmayan bir iş olmuş. 'Olmadı' diyemiyorlar, ama 'oldu' denmesinden de hoşlanmıyorlar- hele diyenler arasında bir de haddini bilmez Ermeni varsa! Onun için, öyle olmazsa böyle, bir kulp bulunacak ve 'vatan haini' edebiyatı yapılacak. Ki Büyük Türk Milleti büyük kalsın. Nasıl olacak bu? Büyük Türk Milleti'nin işlediği ayıpları örterek ve saklayarak... Bununla sorun çözdüğüne inanmak ne kadar acınası ve ne kadar 'küçük' bir şey. Aynı zamanda korkunç bir şey, |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder