http://michaelsikkofield.blogspot.com/2011/06/ataturk-neden-olduruldu.html
Yaptıklarımın ispat bölümlerinde onun yazdıklarından faydalanacağım. Yazısını yazarken Mustafa Kemal’i kurtarıcı yapmıyor, şeriatçıları da övmüyor. İki tarafa da eşit uzaklıkta duruyor bu çok güzel bir bakış açısı. Keşke Kürtler ve BDP meselesine de öyle baksa o zaman tamamen çatışmayı durdurabilir. Tersliğe düşüp kaybedecek bir tane bile vatandaşımız olmadığının farkına bir varabilse keşke… Ama herkesin fikrine saygı gösteriyorum eleştirmiyorum daha fazla. Kaynak olarak sunduğu şeyleri de araştırabilirsiniz.
İlk olarak Mustafa Kemal Sabetay mıydı? Mustafa Kemal anne tarafından koyu bir dindar olan Hacı Sofi ailesindendir. Mahalle mektebine gönderir Mustafa Kemal’i ama baba istemediğinden mahalle mektebinden Şemsi Efendi İlköğretim okuluna gönderir, Mustafa Kemal’i. Bu arada Sabetay Sevi’nin soyundan olan Şemsi Efendi’nin gerçek ismi Şimon Zwi’dir. Mezarı da Sabetay nüfusun bol olduğu Bülbülderesi mezarlığındadır. Zaten Selanik’te Sabetay nüfus diğer nüfuslardan daha yoğundur.
Bu konuda referanslar kendisinin de Sabetay olduğunu söyleyen Ilgaz Zorlu’dan geliyor. Kendisi Şemsi Efendi ile aynı ailedendir bu arada.
Uşakızade ailesinden Latife Hanım Atatürk ile 2,5 yıl evli kalmıştır. Latife Hanım da artık şaşıracağınızı pek sanmıyorum bir Sabetayisttir.
Aslında ben olayı artık şöyle analiz ediyorum. Bu adamlar yetenekli genleri avlıyorlar hocam. Cem Yılmaz yetenekli mi? Aile den mi emir geliyor içgüdüsel mi bilmem? “Ahu kızım git Cem’in genlerini kap familyamıza ekle” diyor aile. Ya da Ahu Yağtu’nun var böyle rahatsızlıkları. Bir başka örnek Özdemir Erdoğan eşinin sabetayist olduğunu 30 sene sonra öğrenmiş. Masonluktan mahkeme kararı ile ayrıldıktan sonra başına gelenleri ise acı bir şekilde anlatmış. Herkesin kendine sırt döndüğünü “Masonluktan ayrıldıktan sonra yaşadıklarımı bir ben bilirim, bir de Allah bilir” diyor.
http://www.zaman.com.tr/haber.do;jsessionid=888CC2AED93509FE08C4DE02B2FB461A?haberno=795405 adlı yazıdan alıntı yapıyorum.
“Eşimin ailesinin Sabetayist olduğunu, evliliğimizin 30. yılında öğrendim. İlişkilerimiz hiçbir zaman eskisi gibi olmadı tabii. Bende çok büyük bir düş kırıklığı oluşturdu. Hayatımdaki en büyük üzüntülerden bir tanesini yaşadım. Bu durum benim çok ağrıma gitti. Çünkü evlilik içerisinde bir kültürel çatışma ortamı oluşturuyor. Bu durum benden niçin gizlendi çok merak ediyorum. Sabetayizmde bir önyargı var, bir ön hedef, gizli bir yapı var. Böyle bir şey aile içerisinde kabul edilemez. Özellikle mütedeyyin insanlara karşı bir önyargı var.”
Yine ayrı bir röportajında da Özdemir Erdoğan diyor ki:
Türkiye’de bugün artık sanatçı denen kişilerin çoğu resmen çeşitli bloklarabölünmüşlerdir. Bugün Türkiye’de Sabetayistler vardır, sözde dinî kurallar içinde o şemsiyeyi düşünen insanlar vardır, kendisine çok milliyetçi diyen sanatçılar vardır, homoseksüeller kulübü vardır. Bütün bunlar çeşitli bloklar, çeteler halinde dağılmışlardır. Kendinize bir yerlerde yer bulabilmek için muhakkak oşemsiyelerdenbirinin altında bulunacaksınız. (…) Sonradan Müslüman olmuşgibi gözüken Musevî asıllı, ama sonradan Türkleşmişolanlar var. Bütün iletişim araçlarıellerinde! Herkese tavsiye ediyorum Yalçın Küçük HocamızınTekelistan’ ınını okusun.(Aydınlık,12 Ocak2004)
Tepelereçıkarsan bu ailelere genlerini bağışlaman şarttır. Özdemir Erdoğan yeteneği ve yaratıcılığıyla herkesi kendine hayran bırakmış bir isimdi. 80’li yıllarda aniden silinmesini bir türlü anlayamamıştım. Oysa bu cemaatin ünlü isimlerinden “Sezen Aksu” ile çok münasebetleri olmuştu. “Küçük bir aşk masalı”, “Yak bir sigara” gibi hoş şarkıları da vardır. Yani yetenekli olması güzeldir ama ünlü olmak bununla alakalı değildir. Onlar istediğini ünlü yapar. Genini de bağışlarsan uçururlar. Bak Demet Akalın’ın yeteneği var mı? Sinan Akçıl kendine özgü ne üretti ki? Ama tanınıyorlar.
Konumuza geri dönelim. Mustafa Kemal’e helal olsun, adam 2,5 sene sonra bu işi bitirmiş. Zaten bir de onun genleri ile saldırsalar bize küllüm ayvayı yedik. Adam yetenekli ve amansız. O genlerle gerekli malzemeyi ver Dünyayı ele geçirir alimallah. Bir de kafası attı mı kökünü, yedi ceddini temizler adamın.
Bakalım Atamızın siciline de:
ANEKDOT 1
Ayrıldığı eşi Latife Hanım Sabetay bir ailenin kızıdır.
ANEKDOT 2
Atatürk mason muydu? Bu konu daha net bir şekilde açıklanabilir, çünkü elimizde daha net bir materyaller var. İttihât ve Terakki Cemiyeti zaten ciddi oranda mason içermekteydi. Bunu zaten Fransız Devrimi bölümünde çok uzun bir konu olarak işlemiştik. Enver Paşa’nın vahlanmaları, Talat Paşa’nın Üstad-ı Âzam’lığı ile başlar bitmez biten bir konu olur. Böyle bir risk vardır. Ama net bir kanıt değil. Arkadaşların yüzünden sende mason olamazsın ya. Ama “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demişler.
ANEKDOT 3
Nutuk’tan bir kısım http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=Nutuk&IcerikNo=334
“Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, Hristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren «birleşik bir dünya devleti» kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.”
Bu lafı bir yerlerden hatırlıyor gibiyim. Sanki J. D. Rockefeller demişti. Bu tek dünya devleti ve dini kurma olayları bilindiği gibi hep masonların işidir. Bunu yazının başında gayet güzel özetlemiştim. Ata’mızın da böyle bir şey zikretmesi hoş olmuş doğrusu. Bu tek merkezden yönetme olaylarının sakatlığını daha ne kadar konuşacağız. “Tek ve merkezi güç, mutlak kontroldür” ki bu da imparatorluktur. Her zaman dediğimiz farklılıklar katarak büyümeliyiz.
ANEKDOT 4
Bunlar Masonlukta 3. Derece nizam pozlarıdır. Bakalım Atamız ne yapmış
İlk dini bütün Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’de elleri bir yerlere sokmuş. Allah’ın işine bak? Tesadüf mü acaba gene? Ama siyasette mucizelere yer yoktur. Demek ki oda bulaşmış bu işlere arkadaşlar. “Acı ama hakikat budur” Enver Paşa’nın dediği gibi. Şimdi Atamız bu işlere bulaştıysa, bu adamlar kötü bir şeyler yapmıyor olayına girecekseniz bu kadar yazıyı boşuna okudunuz demektir. Ama aşağıda Mustafa Kemal’in yaptığına bir bakarsanız, o zaman yaptığı hatayı düzeltmeye çalıştığını görürsünüz. O zaman kesin ikna olursunuz. Ama bir şey sormam lazım? Madem bilimin ışığında ve dogma karanlıktan uzak bu çocuk gibi nizam pozları, sadakat duruşları ne iş? Yakışıyor mu bilimin aydınlığına elini orana, burana sokman? Bir de bunun 4.nizam’ı var iki tane onlardan koyalım, gayet bilimin ışığında duruşlar onlarda.
Abraham Lincoln,
Mayer Rothschild,
Eski Amerika Başkanı Andrew Johnson,
Eski Amerika Başkanı Benjamin Franklin
Bu duruşun özelliği de tek el masada olacak.
Bakalım Mustafa Kemal kendini suikasta götürecek neler yapmış?
Dünya tarihinde bir ilk ile Mustafa Kemal Mason Localarını kapatıyor. Bu bin cami, dergâh, darülaceze, bakımevi, hastane açmaktan daha hayırlı bir işe imza atıyor demektir.
Olay şu ki 10 Ekim 1935’te ülkede Mason Localarının kapatılması tartışılırken, Vatanını çok seven masonlar, canı olan ülkelerinin başına bir zeval gelmesin diye, kendilerini kapatıvermişler ki ülkenin bekası daha önemli ya.
Ama araştırmayı yapan arkadaş bir dedektif gibi öyle bir yakalamış ki,efsaneleşmiştir. Hatta ülke kaderini bile değiştirir. Lineer Cebir denklemini çözmek, bu problemi çözmekten daha kolaydır. Nobellik bir buluşa imza atmış çocuk, bu konuda şaka yapmıyorum. 13 Ekim 1935’te mason locaları resmen kapatılıyor.
http://www.ata.boun.edu.tr/chronology/kronoloji/1935.htm adlı kaynaktan tamamına bakabilirsiniz. 10 Ekim 1935 Mason locaları faaliyetini durdurdu. 13 Ekim 1935 Türkiye Mason Locaları kapatıldı. Locaları emlakı hükümete devredildi. Bir de mason ağzından dinleyelim olayı neden kapatmışlar kendilerini,
Madem dergâhlar, tekkeler, zaviyelerkapanırken sende Diyanete bağlı bir kurum olmadığından kapatsaydın da kendini tartışmaya gerek kalmasaydı. Ülkenin bütün dini kurumları kontrol altında, bakıyorsun Masonlar özgür ne iş bu kardeşim? İmtiyazın ne ki? Bilimin ışığı kelimesi dedin diye mi? Görende ciddi bilimsel deney, termonükleer çalışmalar, Astrofizik, Tıp, Nörobiyoloji alanıyla uğraştıklarını sanır. O zaman her cemaat diksin senin gibi iki sütun desin bilimin ışığı, bir de damalı zemin hatta “Atom mikroskopu” da koysunlar devam etsinler hayatına. Kurnazlar…Kapatmaya 3 kala mı aklına geldi. Zaten sen kapatmakla uğraşmasaydın, adamlar seni kapatmak için yasa çıkarmışlar. Gidip kapatmak zorunda kalmaz, angaryadan kurtulurdun. Boş yere notere, devlet dairelerine gidip kendini yordun. Adamlardaki fesata bak yahu, kapatıldıklarını örtbas etmek için “Ali Cengiz” ayakları yapmalar gene. Ama haklarını vereyim çok zekice hareket etmişler çünkü bu yalanın yıllarca devam etmesini sağladılar. Diplomasi dilini bizimkilerden çok daha iyi bildikleri kesin. 40 yıl düşünsen aklına gelmez.
Acaba kendini kapatmanın başka ne faydaları olmuştur? Yukarıdaki kırmızı halka olayı tamamen özetlemektedir. Bir de kendilerini kapatarak, “kapatıldı” sıfatından kurtulmuşlardır. Soru 1: Madem Mustafa Kemal’e çok saygılıydı bu masonlar kendilerini neden tekrar açtılar? Soru 2: Madem ilerici ve bilimseller neden halen tarikat gibi çalışıyorlar? O önlükler, eldivenler, semboller, gözler falan ne demektir? Niye sırlarını herkese açmıyorlar? Soru 3: “Masonluk zamanında kanunla kapatılmadığından mahkeme kararı ile eski gayrimenkullerine kavuşmuştur.” Ne demektir? Ben Halkevlerine bağışladınız sanıyordum malı mülkü. Yahu bir lafta öbürünü tutsa bir şey demeyeceğim. Yani tası tarağı toplamak için mi kendilerini 3 gün önce kapattılar. Tarikat, dergâh değil yalan yuvası!!! Maalesef Türk, Kürt, Alevi, Müslüman, Ateistlerin milli faciası İsmet İnönü bir faciaya daha imza atarak, bin bir zorlukla kapatılan, dönemin efsaneleşmiş savaşçısı, kumandanı ve devlet adamını yiyen Mason Localarını 1948 yılında tekrar açıyor. Zaten yukarıdaki ispatım göz önünde bulundurulursa, Bir Hz. Muhammed, İki Mustafa Kemal kapatmayı başarmış. Peki bu suikast olayı nedir? Klasik mason tekniği zehirleyip öldürmektir. Bunu Papa 1. Jean Paul papalık bankasını kapatılmasını gerektiğini söylediği için masonluk açısından çok anlamlı bir şekilde, tahta çıkışının 33. Gününde zehirlenmiştir. Herhangi bir otopsi de yapılmamıştır. Lenin Komünizm’in büyük handikaplar barındırdığını, yanlışları bulunduğunu son dönemlerinde bol bol dile getirmiştir. Ve Devrimi tekrar gözden geçirmek gerektiğini söylediğinde önce suikasta uğramış sonra ölüvermiştir. Zehirlendiği artık Rus ve Amerikan kaynakları tarafından konuşuluyor. Google’a “Zehirlenme, Lenin” yazın gerisi kolay. Eee Mustafa Kemal’de aynı şekilde hayata gözlerini yumdu. Bu kadar büyük ve dünyada ismini duyurmuş bir devlet adamı ve komutanın ölümünden sonra bir otopsisi bile yapılmamıştır. Bu bizim iddialarımızı doğrulayan bir tesadüf müdür acaba? Albert Einstein’ın dediğine göre “Tanrı zar atmaz”… Bu bölümleri önceden belirttiğim web sayfasından direk kopyalıyorum. Kaynaklarını kontrol etme hakkınız vardır. Ben yaptım, bana güvenmiyorsanız sizde yapın lütfen.
ANEKDOT 5: Kimi kaynaklara göre 1936, kimi kaynaklara göre 1937’de Atatürk’ün rahatsızlığı baş gösterdi. Atatürk siroz değildi. Sıtma, hepatit, kanser vs şu bu, birçok şey söyleniyor, fakat ilk rahatsızlığı kesinlikle siroz değildi. Atatürk sıtma tedavisi gördü ve hastalığı, uygulanan civa tedavisi yüzünden siroza çevrildi. (Referans: Ceyhan Mumcu)
Atatürk’e yanlış tedavi uygulayan doktor, 1911 Libya cephesinden beri arkadaşı olan Mim Kemal Öke’ydi. Mim Kemal Öke kimdi biliyor musunuz? Türkiye Locaları Büyük Üstadı. Türkiye’nin en kıdemli masonu yani. Daha sonra Celal Bayar’ın ısrarlarıyla Fransız doktor Noel Fissenger Türkiye’ye getirilir. Tedaviyi o yürütmeye başlar.
ANEKDOT6: Atatürk’ün ölüm raporuna alkole dayalı siroz yazılır. Atatürk’ün ölüm sebebi sirozdu fakat ölüm sebebinin alkole dayalı siroz olduğu ne ispat edilmiştir, ne de zaten mümkündür. Zira alkole dayalı sirozda karaciğer şişmez, fakat Atatürk’ün ciğeri şişmiştir, doktor Noel Fissenger’ın raporları da alkole dayalı siroz olduğu yönünde değildir. (Referans: Prof. Dr. Utkan Kocatürk) Adamı yurtdışından tedavi etmek için doktorlar akın akın geliyorlar. Hemen ona da bir kılıf yazıyorlar. “Beni Türk hekimlerine emanet edin” Neler yaptıklarını kimse öğrenmesin diye yaz adamın ağzından palavraları. Mim Kemal Öke’nin bu komplonun tepesindeki isim olduğu hep dile getirilmiştir. Adamı da “Sarhoş” ilân et. Tam mason tezgâhı ha, ilk önce kötüle mahvet, imajını yık sonra öldür. “Yozlaştırma” tekniğini de mükemmel kullanıyorlar. O kadar da içmeyen bir adamı bana içkici olarak anlattılar. Ben yedim, benle birlikte bu ülkedeki herkes yedi. Zaten Micheal Jackson’da “çocuk tecavüzcüsüydü”. Cübbeli hani kaçamaklar yaptı ama “Kadın taciri” oldu. Bunun gibi dolu palavra, yalan, fesat silsilesi. Adam ömrünün sonlarına doğru gayet fikir değiştirmiştir. Ya da yıllardır gizlediği bir planı vardı da onu devreye soktu. Bakalım neler demiş son yıllarında 1937 yılında Bombay Chronicle gazetesinde Atatürk’ün 1937 yılında TBMM’de yaptığı bir konuşma bakınız nasıl haberleştiriliyordu: ” Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz, vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzu altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz! Yani, Müslüman yurdunda Yahudi devleti kurdurtmayacağız Devam ediyordu: “Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyet’e lâkayd olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Peygamber’in son arzusu, yani mukaddes toprakların daima İslâmiyet hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen bugün kanlarımızı dökmeye hazırız. Ceddimizin Selâhiddin-i Eyyûbi idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların, yabancı hâkimiyeti ve nüfuzu altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, -Allah’ın inayetiyle- kuvvetliyiz” Bu da işin öteki yüzü olmuştur. Adam bir yandan mücadele ettiği aşırı dinci kesim, islâm üzerine sert eleştiriler, Bektaşi dergâhlarına dair kapatma kararları, bir yandan da tamamen farklı bir politika. Ömrünün sonuna doğru ciddi politika değişiklikleri yapmış bu adam. Bunları da anlatmak gerekir. Bulunduğu ortamda ayakta kalmasının tek yolu buydu belki. Bunları yapmasa belki daha öncede öldürülebilirdi. Bir şekilde gizlice aralarına sızdı. Zaten Can Dündar’ın belgeseli de Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çıkışını anlatırken Vahdettin’le yaptığı gizli görüşmeyi anlatmıştır. Bu konuda konuşan bir diğer kişi ise Bülent Ecevit’tir. Bu konu üzerine kendisine hasta denmişti.
Hatta bir mektupta Mustafa Kemal, Afet İnan’a: “Afet, Vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususiyetle burundan yapılan atuşman üzerine gelen kusma neticesi, yapılan istirahatları hiçe indirmiştir. İstanbul’a gelince hükümet reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissenger’i getirtti…” Diyerek etrafına örülen komployu hissettiğini belirtiyor. Aşağıdaki linkte konuya daha detaylı değinmişlerdir. İnceleyebilirsiniz.
http://www.edebiyatgazetesi.com/2011/09/19/3329/
Bu yazı da çok mükemmel detaylar içeriyor.
http://ziyabekar.blogcu.com/ataturk-olmedi-olduruldu/5338027
Kısacası: Mustafa Kemal çok önemli bir liderdi. Bu kadar karışık ilişki ağlarına girip hatasız çıkmak diye bir şey söz konusu olmaz. Başarıya matematikteki gibi lineer bir şekilde ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Bizim elimizde bilgisayarlarla, Google’larla sayısız bilgi kaynağıyla ulaştığımız bu bilgilere 100 sene önce ulaşmak insan aklına gelemez. Bu kadar örtük bir ağ sisteminin ne yapmak istediğini, modernitenin ne olduğunu, etrafında dolu ihanet için bekleyen dolu arkadaş kitlesinin içinden çözmek bir rüya olurdu. Buna rağmen olayların sonunda Mustafa Kemal bu olayı çözmüştü. Bunu ise hayatıyla ödedi. Kendisine modernleşme hareketleri ve “Türk” etnisitesine bağlılığı yüzünden yaptığı hatalar ve kıyımlar yüzünden kızgınım ama yaptıklarını görünce değerini de görmek gerekir. Kaynaklarla M. Kemal Atatürk’ün dehşet verici ölümü
Karnından Tenekelerle Su Çıkarılmasına Rağmen Izdırabı Dinmiyordu Prof. Dr. Fissinger, Prof. Marcchionini, Ord. Prof. Dr. Erich Frank, Prof. Bergmann, Dr. Eppinger, Dr. Chabrol, Dr. Chiray gibi dünya çapındaki doktorların ve Türkiye’deki en meşhur mütehassısların(uzmanların) bütün ihtimamlarına(özenlerine), çırpınmalarına, didinmelerine rağmen M. Kemal’in hastalığı bir türlü iyileşmemiş, aksine gittikçe daha da ağırlaşmaya başlamıştı.
Bilhassa 1937 ve 1938 yıllarında hastalığı daha da şiddetlenmişti. M. Kemal 20 yaşlarında iken “Bel soğukluğu” hastalığına yakalanmış, bu hastalık sonraki yıllarda zaman zaman nüksetmişti. Derne’de iken de şiddetli bir göz iltihabı geçirmiş, bu hastalık nedeniyle bir gözünde şaşılık kalmıştı. Daha sonraki yıllarda da böbrek ve kalb rahatsızlığı geçirmişti, ama bu defaki hastalık hiçbirisine benzemiyordu. Doktorlar ne yapsa ızdırabı dinmiyor, bilakis günden güne artıyordu.
***
Hastalığın seyri M. Kemal’in “son anlarına dâir zengin bilgi kaynakları ne yazıkki “sansüre” tâbi tutulmuştur. Prof. Şehsuvaroğlu, 1923’ten son dakikasına kadar kendisine özel hekimlik eden Ord. Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp’in hatıra bırakabileceği ihtimalinin tek parti devrinin idarecilerini telaşlandırdığını yazmaktadır. Prof. İrdelp bir defasında yurt dışına çıkarken Cumhurbaşkanı İsmet İnönü kendisine şöyle demiştir:”Güle güle git! Fakat senden bir ricam var, katiyyen hatıratını yazma!” Bunun üzerine Neş’et Ömer Bey, “Hiç niyetim yok” cevabını vermiştir, ama o devirde iktidarı ellerinde bulunduranlar bu cevaptan tatmin olmamış olacaklar ki 1949-50 senelerinde bir hırsızlık süsü verilerek M. Kemal’in özel doktorunun evleri aranmış ve böyle bir hatırat olup olmadığı araştırılmıştır.
M. Kemal’in son anlarında konsultan hekimlerinden Dr. Mehmet Kâmil Berk’in tuttuğu hatıralar da Prof. Neşet Ömer tarafından elinden alınmış, daha sonra bu defter de sırra kadem basmıştır. İşte bu bakımdandır ki M. Kemal’in son demleriyle ilgili bilgi kaynakları sınırlıdır. Biz bu kaynakların en sağlıklısı olan Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu’nun eserinden faydalanarak bu mühim devreye ışık tutmaya çalışacağız. Yazının sonunda kaynağını yazdığımız “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” isimli kitabın mevzuumuzu ilgilendiren kısımlarına göz gezdirelim: 1937 senesinde M. Kemal’in en çok şikayetçi olduğu rahatsızlık, vücudunun muhtelif yerlerindeki, bilhassa ayaklarındaki kaşıntıdır.
1937 Ekim’inde bu kaşıntıların müsebbibinin Çankaya köşkündeki “et yiyen cinsinden küçük kırmızı karıncalar” olduğu söylenince, bu defa âdeta bir seferberlik ilan edildi. Genelkurmay zehirli gaz uzmanı Nuri Refet Korur’un tavsiyesi ile köşkün “Cyclon B” denen siyanidrik asit gazıyla dezenfekte edilmesi kararlaştırıldı. Bu zehirli gaz gemilerde farelere karşı da kullanılmaktaydı. Bu bakımdan Yavuz gemisinden uzman bir ekip getirtildi. 7 Şubat 1938 günü işe girişilerek, köşkün bütün pencere ve kapıları zamklı bez ve kağıtlarla kapatılarak gaz geçirmez bir hale getirildi.
48 saat müddetle köşk yoğun bir gaz altında tutuldu. Bütün bu faaliyetlerden sonra köşk kırmızı karıncalardan temizlendi ama M. Kemal’in kaşıntıları yine geçmedi. Bunun üzerine yurt dışından doktorlar getirtildi. O sırada M. Kemal’in karnı da çok miktarda su toplanmaya ve bu su şiddetli rahatsızlık vermeye başlamıştı. Doktorlar yaptıkları muayene neticesinde hastalığa teşhis koymuşlardı. Bütün belirtiler, hastalığın “Siroz” olduğunu ortaya koyuyordu.
M. Kemal o zamana kadar her gece yaklaşık bir litre rakı içmekteydi. Doktorlara göre hastalığın âmili bu alışkanlıktı.Doktorlar hastanın karaciğerinin artık vazifesini yapmadığını, zehirlenmenin başladığım, vücuttaki yağların tamamen eridiğini, şimdi de etlerin erimekte “olduğunu söylüyordu. ***
12 litre su Ağustos 1938’de hastalık iyice artmış, karında çok miktarda su toplanmıştı. Bu yüzden M. Kemal ızdırap içerisindeydi. Sonunda bu suyun alınmasına karar verildi. Prof. Mim Kemal Öke 7 Eylül 1938’de M. Kemal’in karnında toplanan suyu şırınga ile aldı. Karından 12 litre su çıkmıştı. Ne var ki bu müdahaleden birkaç gün sonra karında tekrar şu toplandı. Bunun üzerine 22 Eylül 1938’de yine Prof. Öke karındaki suyu aldı. Bu defa da yaklaşık 12 litre kadar mayi çıktı. Bu gibi çalışmalara, bütün bakım, tedavi ve ihtimamlara rağmen rahatsızlık günden güne şiddetleniyor, karında yine su birikiyordu.
Ekim başlarından itibarenki gelişmeleri Prof. Şehsuvaroğlu’nun kaleminden takip edelim: “(13 Ekim ’38’de yine karından su alındı.) Çekilen su şişelere boşaldıkça M. Kemal: ‘”Bu kadar su aşağı yukan bir gaz tenekesi doldurur. Karın içinde taşınabilir mi?’ diye sordu. “On buçuk litre dolayında su boşaltılmıştı. Su alınması sona erince M. Kemal: ‘”Oh… Çok rahat ettim. Şimdi bana bir sigara ile bir kahve verin’ dedi.” “16 Ekim 1938 Pazar: Dr. Neş’et Ömer İrdelp M. Kemal’in geçen geceden beri bozulduğunu ve yine bundan evvel olduğu gibi tenebbüh (üstün uyarlılık) arazı, fikirlerde confusion (kanşıklık) ve hareketlerinde gayri tabiilik meydana geldiğini anlattı.
Gece sıkıntılı ve uykusuz geçmiş. Bazan hiddet ve şiddet göstermiş. Sabah yatağından defi hacet (büyük abdest) için bidet (bide-alafranga oturak)ye binmiş. Arkaya doğru yatak tarafına düşmüş. Lâkin kendini bilmiyormuş. Günü agitation (ajitasyon çırpınma) ile geçirmiş. Yatakta çırpınıyormuş; bağırmış, hiddet etmiş. Birkaç defa kusmuş. Nihayet saat 18.50’de kendisinden tamamıyle geçmiş. “Bir gün evvel 40 dakika kadar bayanlarla görüşmüş ve diğer bazı zevatı kabul etmiş. Şüphesiz yorulmuştur. Odasına girdik. Yatakta yatıyor, kendini hiç bilmiyordu. Mütemadiyen bilhassa sağ bacağını çekiyor. Kollarını oynatıyor, başının vaziyetini değiştiriyordu. Gözleri açık, bakış mânâsız idi, bazen: ‘Off!…’ diyordu.”
***
“Aman dil” “Bu günler için Dr. İ. A. Özkaya da şöyle diyor: “’16 Ekim pazar günü saat: 14.30’u gösterirken Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp ile Prof. Dr. M. Kemal öke, M. Kemal’in yattığı odanın koridorunda bazı ilaçları hazırlamaktaydılar. M. Kemal yatağında oturmuş devamlı olarak öğürüyordu. Bir taraftan da: ‘”Bırak, bırak…’ diye bağırıyordu. “Etrafındakiler kendisini yatırmak istedilerse de o buna karşı geldi. Bu yüzden gerekli görülen ilaçların enjeksiyonu otururken yapıldı. ‘Bırak, bırak… Çabuk…’ gibi kelimeleri ardı sıra tekrarlıyordu. Bir ara ağzından az miktarda sarı renkte sıvı geldi. Küçük buz parçalan yutturuldu.
Aradan bir müddet geçince öğürtü kesildi. Bundan sonra M. Kemal: *** ‘”Beni kaldırınız’ dedi “Oysa yatırınız demek istemişti. Böyle olduğu anlaşılınca yatırıldı. Bu sırada baş ucuna yaklaşan Hasan Rıza Soyak’ın: ‘”Buz iyi geldi mi efendim?” sorusuna: “‘Evet’ cevabını verdikten sonra kendisini kaybetti. Komaya girmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyordu. Bir yandan da ‘aman’ kelimesini uzatarak: ‘”Aman dil, aman’ diye söylenmeye başladı.” “18 Ekim Salı sabah saat 10.30’dan başlamak üzere sık olarak ‘Aman dil, aman dil, bu geceden efendim’ sözlerini tekrarladı. 17.30’dan itibaren 65 dakika süre ile uyudu.
17.37’de bol idrar dolayısı ile yatağı değiştirildi. 19.45’te aynı hal tekrarlandı. “19 Ekim: çamaşırları, bu arada yatmakta olduğu büyük karyola çarşaflan ile birlikte küçük bir karyolayla değiştirildi. Saat 15.30’da kendisinden istenilen hareketleri yapabildiği dikkatleri çekti. Örneğin söylendiğinde dilini gösterdi. Vakit vakit uyukluyor ve etrafı ile ilgileniyordu. Saat 17.00’de kendiliğinden şişeyi isteyerek idrarını yaptı.” “21 Ekim: M. Kemal gözlertni açtı ve karşısında o anda yanında olan Başsofracısı İbrahim Ergüven’i gördü ve ona: ‘”İbrahim, sen burada mısın? Bu yatağı ne zaman değiştirdiniz?’ diye sordu.
“İbrahim Ergüven, bazı durumlardan dolayı yatağı sık sık değiştirdiklerini, bir defasında da dört kişinin yardımı ile kendisinin bir battaniyenin üzerinde başka bir yatağa alındığını, bu sırada üzerine çıkılan karyolanın kırıldığını ve şimdiki ile değiştirildiğini anlattı.” “7 Kasım 1938 Pazartesi: Bu günün ilk dakikalarında Atatürk arka üstü yatarken, bir ara tükürdü ve tükürüğünde kan dikkati çekti. Çok sıkıntı içindeydi. Arada bir öksürüyordu. Gece, aralıklı olarak bir saat uyudu. El ve ayaklarında farkına varılan soğukluk oğuşturularak giderilmeye çalışıldı. “Aynı günün sabahı saat 10.30’da doktorlar yanına geldiler. Karnında toplanan sudan o kadar rahatsız olmaktaydı ki bunun mutlaka alınmasını istedi.
“M. Kemal o gün öğleden evvel Dr. Nihat Reşat Belger’i çağırdı ve ona: “‘Doktor, karnımdaki bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü, bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın’ dedi. “Dr. Nihat Reşat Belger’in: “‘Emr-i devletinizi yarın ifa ederiz. Çünkü malum-u devletiniz üzere su çekilmeden önce kalbi takviye edecek tedbirler almak zarureti vardır,” demesi üzerine M. Kemal: ‘”Emrediyorum. Bunu bugün çekin’ diye çıkıştı. “Vakit öğleye yaklaşmıştı. M. Kemal başta özel doktoru Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp’le diğer doktorları yanına çağırttı ve: ‘”Ben çok muzdaribim, hemen suyu alın! diyerek isteğini tekrarladı.
“Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp: ‘”Efendimiz, yarın yapılacak, herşey hazırlanıyor’ diye cevap verdi.” Atatürk:'”Bugünle yarın arasında ne fark var? Hemen yapınız’ diye direndi. “İlk ponksiyonu yapmış olan Prof. Dr. M. Kemal Öke’nin halen Gülhane’de (Askerî Tıp Akademisi) ders vermesi dolayısı ile sarayda bulunmadığı, ertesi güne ertelenmesi gerektiği anlatıldı ise de o: “‘İşte Dr. Kâmil (Berk) Bey var, zaten bu işi en iyi beceren de o imiş, o yapsın’ dedi. “Bu direniş karşısında doktorlar yanından ayrıldılar. Doktorların dışarı çıkmalarıyla beraber M. Kemal’in kaşları çatıldı ve sesi de hiddetlendi: ‘”Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur’ dedikten sonra karnını göstererek, ‘Bu insupportable (dayanılmazdır) diye ekledi.
“Hazırlığını tamamlayan Dr. Kâmil Berk saat 12.00’de ponksiyona başladı. M. Kemal karnındaki bütün suyun alınmasını istedi ve boşaldıkça ne kadar su çıktığını soruyordu. Çekilen su miktarı litre hesabı olarak Dr. Nihat Reşat Belger tarafından izlenmekteydi. Gerçekte altı litre su alındığı halde Atatürk’e bunun iki katı söylendi. “Bu ikinci su alınmasından sonra M. Kemal epeyce rahatladı ve canı enginar yemeği istedi. Fakat bu sebze o zaman İstanbul’da bulunmadığından Hatay’a ısmarlandı. Enginar geldiğinde durumu ağırlaşmıştı ve yemesi kısmet olmadı.” “8 Kasım 1938: Gece fena geçti, derin confusion mentale (düşüncede, aklî çalışmalarda karışıklık) var.
Bu sabah daha açıktır. Saat: 18.00’de iki defa kay etti. Akşama doğru yine dimağî teşevvüşler oldu ve geceye doğru fazlalaştı. “‘Beni gezdir’ diyor, sonra: ‘”Beni sağ tarafıma yatır’ diyor, ‘ört, ört!’ diye emrediyor. Bay Rıdvan çıkmak istiyor. “‘Nereye gidiyorsun? Of beni kaldır, belki birşey olur’ diyor. Yatırılıyor, uykuya dalıyor. 6.00’da uyanıyor. Süt veriliyor. ‘”Denizde bir motor sesi var. Bu nedir?’ diye soruyor ve tekrar uyuyor. *** “7.40’da: “‘Rıdvan!’ diye çağırıyor.
Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lâkin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor. Ördek getirtiyor. İdrar ediyor. O esnada: ‘”Beni kaldır’ diye ısrar ediyor. ‘”ördek var’ deniliyor. ‘”Of! Of! diyor. Bir şey söylemek istiyor. Lâkin kelimeleri bulamıyor.” “9 Kasım 1938 : Gece, M. Kemal tekrar komaya girdi. Adalî secousse (sekus)lar (sıçramalar) var. Akşama doğru traşe (nefes borusu) ralleri (dolgunluk sesleri) başladı. Serum şırıngaları. Agoni (can çekişme). İdrar 560 (cm3). “10 Kasım 1938: Ehval-i umumiye(genel durum) fenadır.
Koma devam ediyor. Agoni raileri var. Saat 0.05’te sonda ile 140 cc.lük idrar boşaltıldı. Saat 2.00’de yarım balon oksijen verildi. “Saat 8.00’i geçerken M. Kemal’in yüzü daha da soldu: sapsarı oldu ve birden gırtlağından ‘Hi… Hi… Hi…” diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kâmil Berk gözleri yaşlı ve bir eli karyolaya dayalı olarak, diğer elindeki ıslatılmış pamukla M. Kemal’in ağzına su verme çabasında… üzüntüleri solgun yüzlerinden okunan Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmekteler.
“Saat 9.05 M. Kemal birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki durumuna getirdi… Ve son nefesini verdi.” “M. Kemal’in Sağlık Hayatı” isimli kitapta M. Kemal’in son anları bu şekilde naklediliyor. Prof. Bedii Şehsuvaroğlu’nun bu eseri bir araştırma ürünüdür. Şüphesiz M. Kemal’in yakınında bulunan doktorlar ve şahıslar hatıralarını nakletselerdi, yahut yazılmış hatıralar neşrolsaydı bu hususta daha geniş ve daha teferruatlı bilgi edinilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder