Osmanlı Devleti Padişahları ve Hayatları
Osmanlıların Oğuzların Kayı Boyu’ndan geldikleri konusunda günümüz araştırmacılarının çoğunluğu hemfikirdir. Ancak, kronikler arasındaki çelişkilere dikkati çeken ve konunun dönemin tarihçileri tarafından işlendiği şartları göz önüne alan araştırmacılar ise, Oğuz Efsanesi’nin Osmanlıların hükümranlık iddialarını meşrulaştırmak üzere uydurulduğu görüşünü benimsemektedir. İlk Osmanlıların yarı göçebe bir aşiret olduğu da genel kabul gören olgular arasındadır.
Osman Gazi (1258(?) – 1326(?)) – Beyliği (1299(?) – 1324(?))
Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve Osmanoğulları’nın atasıdır. Babası Ertuğrul Bey’dir. Annesinin Hayma Ana olduğu rivayet edilir. Türkçe kaynaklarda Osmancık, Kara Osman, Osman Gazi, Osman-ı Evvel, yabancı kaynaklarda Ottoman adıyla geçer.
14. yüzyılda Anadolu’da Moğol kontrolünün zayıflamasını fırsat bilen Osman Gazi, uç bölgelere atanmış Selçuklu emirlerinden biri olarak bağımsızlığını ilan eder. Osman Gazi ile Osmanlı Beyliği, gazâ liderinin adını alan, tipik patrimonyal (yönetimin babadan oğula geçtiği monarşi esasıyla yönetilen) devletçiklerden biri olarak tarih sahnesine bu dönemde çıkar.
Aşıkpaşazade Tarihi’nde Osman Gazi’nin yönetiminin meşruiyetini gördüğü rüya, Şeyh Edebali tarafından “Hak ta’âla sana ve neslüne padişahlık verdi” yorumu ile aktarılır. Osman Gazi’nin sadece Şeyh Edebali’nin rüya yorumu ile temellendirilemeyecek olan yönetici karizmasını, bir gazâ lideri olarak 1302 yılında Bizans ile karşılaştığı ve iki önemli ticaret merkezinin fethedildiği Koyunhisar Savaşı (Bafeus Muharebesi) ile pekiştirmiştir. Bu fetih ile bir bey olarak da meşruiyetinin temellerini sağlamıştır.
Halil İnalcık, Osmanlı Devleti’nin 1299’da değil, 1302’de Koyunhisar Savaşı’yla kurulduğunu yazar. Osman Bey’i diğer padişahlardan ayıran özellikler ise, bir hükümdar konumunda olmaması, Türkmen geleneklerini bırakmayarak basit bir yaşam sürmesidir.
Osman Gazi
Orhan Gazi (1281(?) – 1362) – Beyliği (1324(?) – 1362)
Babası Osman Bey’in bıraktığı Türkmen beyliğine siyasal, askeri ve kültürel ilk kurumları kazandıran Orhan Bey’in annesi Mal Hatun’dur. Gazi sanı yanında, Şücaeddin, İhtiyareddin, Seyfeddin gibi unvanları vardır. Adına tuğra çekilen ilk Osmanlı beyidir.
Orhan Bey döneminde, Bursa, İznik ve İzmit alınır. Bursa’yı Osmanlı’nın ilk başkenti yapar. Kuşkusuz bundan daha önemlisi Rumeli’ye geçip, Gelibolu yarımadasının tamamını ve Silivri yakınlarına kadar Trakya’nın fetheder. Bunun sonucunda, Türkler Avrupa’da yurt edinirler.
Osmanlı teşrifatının ilk kuralları, tımar ve yaya asker sınıfları ve bunların nizami giyim kuşamları, Orhan Bey döneminde belirlenir. İlk Osmanlı parası kabul edilen ve resmen bey olduğunun kanıtı da olan Şubat 1324 tarihli akçe basılır. İlk Osmanlı Medresesi’ni 1331’de İznik’te Orhan Bey yaptırır.
Halil İnalcık’ın da belirttiği üzere, Osmanlı Beyliği kesinlikle Gazi Osman Bey tarafından kurulmuş, Orhan Bey zamanında bir sultanlık haline gelmiştir. Babası Osman Bey gibi Bursa’ya defnedilmiştir.
Murad Hüdavendigar (I. Murad) (1326 – 1389) – Beyliği (1362 – 1389)
Babası Orhan Gazi, annesi ise Yarhisar tekfurunun kızı, Rum kökenli Nilüfer (Holofera) Hatun’dur. Murad Hüdavendigar, Gazi Hünkar, Hüdavendigar Gazi adlarıyla bilinir. Hüdavendigar (kısaltması hünkar, padişahla eş anlamlı) sanı, sonraları merkezi Bursa olan il topraklarının adı olmuştur.
Orhan Bey öldükten sonra hükümdar ilan edilen I. Murad, Eskişehir ve Bilecik yakınlarında ayaklanma hazırlığında olan üç kardeşini boğdurur. Dedesi Osman Gazi de beylik için amcasını öldürtmüştü. Osmanlı tarihinde sıkça karşımıza çıkacak olan bu durum, ilk kez I. Murad döneminde gerçekleşir.
1365’te tutsak ve devşirme gençlerden oluşan Yeniçeri Ocağı’nı kurar. Bu askeri örgütün giderlerini karşılamak için Osmanlı ulemasından Karamanlı Kara Rüstem ilk Osmanlı maliyesini örgütler. Tımar sistemi uygulanmaya başlar. Tımar en yaygın tanımı ile, geçimleri veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, belli bölgelerden nam ve hesaplarına tahsili salahiyetiyle birlikte tahsis edilmiş olan senelik gelirleri 20.000 akçeye kadar olan topraklardır.
I. Murad döneminde, Osmanlı hakimiyetindeki topraklar genişleyip bilhassa eski Anadolu İslam topraklarının büyük bir kısmını içine alırken, Osmanlı Devleti uç beyliği olmaktan çıkıp, klasik türde bir Müslüman İmparatorluk olma yoluna girmeye başlamıştır. Bu değişim, hükümdarın kullandığı unvana da yansımış, Osmanlı hükümdarı artık iktidar sahibi bir hükümdar olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
1389’da Sırpların önderliğinde Balkan birliklerinden oluşan bir orduyla yapılan I. Kosova Savaşı’nda, savaş meydanını gezerken bir Sırplı tarafından şehit edilir. İç organları öldüğü yere defnedilen I. Murad’ın cenazesi Bursa’ya defnedilmiştir.
Yıldırım Bayezid (I. Bayezid) (1360 – 1403) – Saltanatı (1389 – 1403)
I. Murad ile Rum asıllı Gülçiçek Hatun’un oğludur. Yıldırım, Yıldırım Han, Sultan Yıldırım Bayezid adlarıyla anılır. Yıldırım lakabını Karamanoğulları’yla yapılan savaştaki gözüpekliği, çevikliği ile aldığı yazılır. Kitabe ve vakfiyelerde adından önce Sultani, adından sonra Han sanlarını alan ilk Osmanlı hükümdarıdır.
1389 – 1402 yılları arasında hüküm süren Yıldırım Bayezid’in dönemi, hem siyasi faaliyetler, hem de içeride devleti dönüştürecek bürokratik, mali ve askeri hamleler ile Osmanlı Devleti’nin ilk imparatorluk denemesi olarak kabul edilir. Ülke yönetiminde merkeziyetçiliğe önem vererek, yerel beylikleri tek çatı altında toplamaya çalışan Yıldırım Bayezid, Osmanlı saray örgütü Enderun’un da kurucusudur. Yıldırım, ilki 1395, ikincisi 1396’da olmak üzere İstanbul’u iki kez kuşatsa da başarılı olamaz. Diğer üç padişahtan farklı olarak, Yıldırım okuma yazma bilir ve içki meclisine düşkündür.
I. Bayezid’in sarayı, güzel sanat dallarından üretimlerin sergilendiği ve icra edildiği, hükümdarın bu üretimleri çeşitli hediyelerle ödüllendirdiği bir platformdu. I. Bayezid, Ahmedî ve Şeyhoğlu gibi şairlerin hamisi olmuştur. Bayezid’in Kahire’deki halifeden Sultanu’r-Rum (Rum ülkesinin sultanı) unvanını alması, onu öne çıkarılmış olmalı. Böylelikle, Yıldırım Bayezid Selçuklu varisi iddialarını İslami sultanlık kavramıyla daha da perçinlemiş olur. 1396’da Niğbolu’da Haçlılara karşı kazandığı zafer, İslam dünyasında şöhretini artırır.
Timur ile Anadolu’nun hakimiyeti konusundaki hesaplaşmalarında bu iki unsur (Selçuklu varisliği ve Rum sultanlığı) onun meşru bir hükümdar olarak davasını haklı kılabilecek bir önem taşır. I. Bayezid’in Osmanlı İmparatorluğu’nu yaratma süreci, 1402’de Ankara Savaşı’nda esir düşmesi ve ardından ölmesi ile yarım kalmıştır. Ölümüyle ilgili olarak, tutsaklığı sırasında hastalıklarının ilerlemesi, intihar etmesi, Timur tarafından öldürülmesi gibi çeşitli rivayetler söz konusudur.
I. Bayezid’in ardından oğulları Emir Süleyman Çelebi (1377 – 1411), Musa Çelebi (1388 – 1413) ve Çelebi Mehmet (1389 – 1421) arasında taht mücadeleleri başlar ve her bir şehzade ayrı bir bölgede bağımsızlıklarını ilan eder. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu 1402 – 1413 yılları arasında, bir kaos dönemi olan Fetret Devri’ne girer.
Çelebi Mehmed (I. Mehmed) (1373(?) – 1421) – Fetret Dönemi’ndeki Beyliği (1403 – 1413) & Tek Başına Sultanlığı (1413 – 1421)
Yıldırım Bayezid ile Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’un oğludur. Sikke ve kitabelerde Sultan Gıyaseddin Mehmed, kaynaklarda Sultan Çelebi/Çelebi Sultan, Arap ve Bizans tarihlerinde Kirişçi (çocukluğunda yaycılıkla uğraştığı için) olarak anılır.
Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu olarak görülen Çelebi Mehmed’in diğer kardeşlerinden en büyük farkı, Anadolu medeniyetinin ve Anadolu kültürünün önemli merkezi olan Amasya’da çok yönlü bir kişi olarak yetişmesi ve olgunlaşması olabilir.
I. Mehmed’in zaferi, şehzadeler arasındaki saltanat kavgasının sonu ile Osmanlı Devleti Anadolu ile Rumeli’deki toprakları yeniden bir sultanın idaresi altında toplanır. İktidarının ilk yıllarında Rumeli’de uzlaşmacı bir tavır sergileyerek harekat merkezini Anadolu’ya kaydırır. Böylece, kimi Anadolu Beyliklerini ilhak edip, kimilerini haraçgüzar (haraç veren) konumuna indirerek Osmanlı Devleti’nin yeniden güçlenmesini sağlar. Bunun yanında Şeyh Bedrettin İsyanı ve Düzmece Mustafa İsyanı gibi isyanlarla uğraşmak zorunda kalır. Bir av sırasında at üstünden düşüp felç olur, ardından ölür. Mezarı Bursa Yeşil Türbe’dedir.
II. Murad (1404 – 1451) – Saltanatı (1421 – 1444) ve (1446 – 1451)
Çelebi Mehmed’in büyük oğludur. Annesi olarak, Dulkadirli Süli Bey’in kızı Emine Hatun ya da Amasyalı Divittar Ahmet Paşa’nın kızı Şehzade Hatun gösterilir. Bazı kaynaklar ise annesinin bir cariye olduğunu yazar.
II. Murad, 1421’de Çelebi Mehmed’den devraldığı Osmanlı Devleti’ni batıda ve doğuda daha güçlü bir coğrafyaya dönüştürür. Birçok sefer ve fetihin gerçekleştirildiği 1434 – 1442 yıllarından sonra, 1442 – 1444 yıllarında yaptığı barış antlaşmaları ile Osmanlı’nın her tarafında barışı garanti altına aldığını düşünen II. Murad, Ağustos 1444’te 12 yaşındaki oğlu II. Mehmed’e tahtını bırakır. Böyle bir görevi küçük yaştaki oğluna bırakmasını anlamak zor. Halil İnalcık bu durumu, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar I isimli çalışmasında, çok sevdiği oğlu Aleaddin Ali’nin ölümünün yanı sıra 1444 Buhranı ile de ilişkilendirmektedir. II. Murad’ın askerler ve uçbeyleri ile anlaşmazlıklar yaşadığı bu döneme 1444 Buhranı denmektedir.
Şehzade Mehmed’in tahta çıkması ile kralların antlaşmayı bozup yeni bir haçlı seferi düzenlemeleri üzerine, oğlu Mehmed’in ağzından ferman yazılarak ordunun başına dönmesinin sağlandığı rivayet edilir. II. Murad, büyük bir hızla ordunun başına geçer ve 1444 Varna Savaşı ile Haçlıları yenilgiye uğratır.
Yeniçeri ayaklanmasını fırsat bilen Veziriazam Çandarlı Halil Paşa, II. Murad’ın tahta geri gelişini hızlandırır, hem otoritesini hem de nüfusunu II. Mehmed ve çevresinde kümelenmiş paşalara kanıtlar. 1446 yılında ava gönderilen II. Mehmed, geri döndüğünde birinci saltanat hayatının nihayetlendiğini öğrenir, babası II. Murad’a tahtı devreder.
Tarihçilerin Koca Murad Han, Sultan Murad Han-ı Sanî olarak andığı II. Murad, bilgeliği, bilime, sanata okumaya düşkünlüğünün yanında ilk şiir yazan padişahtır. Bir hükümdar olarak şairliği ve meclis kültürüne yatkınlığı, kişilik özellikleri ile birlikte ele alınarak içki ve eğlenceye düşkün olduğu dile getirilmektedir. II. Murad’ın Anadolu’da ve Rumeli’de topluma ve ülkeye kazandırdığı çok sayıda eser vardır. Bu nedenle Ebu’l-Hayrat olarak da anılır. Ayrıca Hicaz’a surre (para ve armağanlar) gönderme geleneğinin başlatıcısı olmuştur.
Fatih Sultan Mehmed (II. Mehmed) (1430 – 1481) – Saltanatı (1444 – 1446) ve (1451 – 1481)
Avnî mahlasıyla şiirler yazan II. Mehmed, divanı olan ilk Osmanlı padişahıdır. Arap ve Fars dillerini bilip zamanın doğu ilimlerine hâkim olduğu anlaşılan Fatih, aynı zamanda Batı kültürü ile de yakından ilgilenmektedir. İtalyan Rönesans’ına kuvvetli bir ilgisinin olduğu görülmektedir. Bazı kaynaklara göre yabancı dillerden Yunanca, Lâtince, Slâvca, bilmektedir. Bu husus henüz kesin olarak anlaşılmış olmamakla beraber, onun batı kültürü ile ilgilendiğine hiç şüphe yoktur. Bilim adamı Ali Kuşçu’yu Tebriz’den bir kafileyle İstanbul’a getirtip Saray’da baş astronom yapar.
Fatih’in son seferi İtalya üzerineydi, Gebze’de rahatsızlanır. Fatih Sultan Mehmed’in ölümü bir sır; deniz mahsullerine çok düşkün olduğu için bir türlü gerekli perhizi uygulamadığı gut hastalığı dışında bir hastalığı yoktur. Fatih birçok defalar Venedik, Papa tarafından zehirlenmek istenir. Ölümü böyle bir zehirlenme girişiminden mi, yoksa gut hastalığından mı oldu net değildir. Daha sonraları İtalyan hekime Venediklilerin rüşvet vererek zehirlettiği, Şehzade Bayezid’in adamlarının zehirlettiği gibi söylentiler çıkar.
Gentile Bellini, Fatih Sultan Mehmed, 1480
II Bayezıd (1447- 10 Haziran 1512) – Saltanatı (22 Mayıs 1481 – 24 Nisan 1512)
Bayezıd’ın talihsizliği en başta kardeşi Cem Sultan’ın isyanı ile başlar; bu da onun daha sonraki yıllarda korkak bir siyaset izlemesine neden olur. Fatih’in ölümüyle II. Bayezıd ve Cem Sultan arasında taht kavgası başlar; Bayezıd’a yenilen Cem, Mısır’daki Memlûklular’a sığınır. Ardından yeniden Anadolu’ya gelen Cem Sultan bir daha taht mücadelesine girişir; fakat başarısız olur, Rodos adasına kaçarak Saint Jean Şövalyeleri’ne sığınır. Onlarda Cem’i Papaya teslim ederler; ardından Fransa’ya sevk edilen Cem burada hastalanarak ölür ya da zehirlenir.
II. Bayezıd’ın diğer bir şansızlığı ise yaşanan doğal afetlerdir. 1488 yılında İstanbul’da büyük bir deprem yaşanmış, aralıklarla yaklaşık 2 ay sürmüştür. 1509’da küçük kıyamet (Kıyamet-i Suğra) adı verilen ve 45 gün aralıklarla süren ikinci deprem nedeniyle ise Bayezıd, Edirne’den ülkeyi yönetmek zorunda kalmıştır. İstanbul’a dönen Sultan, imar çalışmalarıyla yakından ilgilenir ve pek çok yapı yeni baştan yapılırcasına onarılır.
Bayezıd saltanatının son 2 yılında, oğulları Ahmed, Yavuz ve Korkut’un saltanat mücadelesine şahit olur. Yeniçerilerin desteğini alan Yavuz’a 24 Nisan 1512’de tahtı teslim eder. Yaklaşık 2 ay sonra ölür ancak o dönem kaynakları, oğlu Selim tarafından zehirlendiğini ve bunu anlayan Bayezıd’ın oğluna: “Kılıcın keskin olsun ama ömrün kasîr (kısa) olsun” dediğini yazar.
Yavuz Sultan Selim (I. Selim) (1467 – 21 Eylül 1520) – Saltanatı (24 Nisan 1512- 21 Eylül 1520)
Yavuz Sultan Selim çıkacağı seferleri herkesten gizli tutardı; yine nereye olduğu bilinmeyen son seferine çıkacağı günlerde sırtında çıban ortaya çıkar. Çıbanı cerrahlara göstermeyip hamamda sıktırır sonrasında şikayetleri artar. At üzerinde ilerleyemez ve Çorlu yakınlarında konaklar, burada hayatını kaybeder.
Kanuni Sultan Süleyman
Kanuni Sultan (I. Süleyman) (6 Kasım 1494 – 7 Eylül 1566) – Saltanatı (30 Eylül 1520 – 7 Eylül 1566)
Sultan II Selim (28 Mayıs 1524 – 15 Aralık 1574) – Saltanatı (30 Eylül 1566 – 15 Aralık 1574)
Kanuni Sultan Süleyman ile Slav, İtalyan ya da Fransız asıllı cariye Hürrem Sultan’ın oğludur. Selim-i Sanî, Sarı Selim, Selim bin Süleyman adlarıyla bilinir. Atalarının aksine herhangi büyük bir sefere çıkmayan, Topkapı Sarayı’nda vefat eden ilk Osmanlı İmparatorudur. Saltanatı döneminde en önemli başarısı 1571’de Kıbrıs’ın fethidir. Devletin neredeyse tüm işlerini Vezir-i Azam Sokullu Mehmed Paşa’ya devreder. Böylece ilerde sarayla bütünleşen padişah tipinin ilk örneği olur. Sokullu Mehmed Paşa’yı tüm saltanatı boyunca görevde bırakır.
II. Selim ava meraklıdır bu nedenle çoğunlukla Edirne’de oturur. Osmanlı mimarisinin en seçkin örneklerinden Selimiye Camii’ni Edirne’de yaptırması da manidardır. Yıkılma tehlikesi olan Ayasofya’yı Mimar Sinan’a onartır ve çevresindeki çirkin yapıları kaldırarak bir meydan açtırır. Çevresinde Müverrih Alî, ressam Nigarî ile ozan Samî, Hatemî, Fırakî, Ferdî gibi birçok aydın ve sanatçı bulunan II. Selim, Selimî mahlasıyla şiirler yazar.
İçkiden kaynaklanan rahatsızlıklarının artması nedeniyle 1574’ün Ekim ayı sonlarında tövbe eder. Hekimler giderek sağlığının bozulup, zayıf düşmesini içki ve keyif verici maddelerin birdenbire kesilmesine bağlayıp, içkiyi ilaç diye tekrar verseler de, II Selim almamakta direnir. Biraz toparlanır gibi olunca Tersane bahçesine dinlenmeye gider; yanında bulunan Şemsi Paşa’ya ağlayıp dertleşir. Saraya dönünce komaya girer, 15 Aralık 1574’de ölür.
III. Murad (4 Temmuz 1546 – 16 Ocak 1595) – Saltanatı ( 21Aralık 1574 – 16 Ocak 1595)
II. Selim ile Yahudi ya da İtalyan asıllı cariye kökenli Nurbanu Sultan’ın oğludur. Murad-ı Sâlis, Sultan Murad Han bin Sultan Selim Han olarak bilinir. Padişahlığı süresince sefere hiç çıkmayan Sultan III. Murad’ın, saraya kapanıp cuma selamlığına dahi çıkmaması nedeniyle eleştirildiği bilinir. Topkapı Sarayı Harem Dairesi, en kalabalık cariye ve hizmet kadrolarını bu padişahın saltanatında barındırır; gösteri sanatları, düğün ve şenlikler, saray protokolü ve görkemi dönemin öne çıkan özellikleri olur.
Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan tımar sistemi bozulur. Devrin tarih kaynaklarında rüşvet, adam kayırma, ahlaki yozlaşma ve yolsuzluklarla ilgili kayıtlar mevcuttur. Sarayda dengeler kadınlar lehine değişir; annesi Nurbanu Sultan ve karısı Safiye Sultan’ın çevresindeki kadınlardan oluşan bir grubun, haremde yetkinliği artar. Eyaletlerdeki beylerbeyi ve sancak beyleri, kadılar kanunsuz işler yapmaya başlar. İlmiye sınıfı ve kadıların tayininde rüşvet ve iltimas yaygınlaşır. Veziriazam Sokullu Mehmed Paşa’nın 1579’da öldürülmesi ile ekonomik ve siyasi anlamda kötü gidiş, Osmanlı Devleti için duraklama devrini başlatır.Bu dönemde sık sık yaşanan veba, yangın, zelzele gibi felaketler yüzünden halk arasında uğursuzluk gibi batıl itikatlara ilgi artar; devlet adamlarına bile tesir eder.
III. Murad sanata ve edebiyata ilgisi diğer padişahlardan daha fazladır. Yabancı elçilerin kendisine değerli kitap hediye etmeleri; sanatçıların ona divanlar, minyatürlü eserler sunmaları bu ilgisine bağlanır. Eğlence ve müziğe tutkusu nedeniyle çevresi rakkaslar, rakkaseler, mukallid ve maskaralar ile dolar. Kadına ve harem hayatına düşkünlükte padişahlar arasında ilk sırayı alır. Mücevhere, takılara aşırı düşkündür, sarığına paha biçilmez sorguçlar takar. III. Murad’ın, annesi Nurbanu Sultan ve kardeşi İsmihan Sultan’ın teşvikiyle cariyelere rağbet ettiği söylenir. Haseki ve cariyelerden doğan çocuklarının sayısı hakkında mübalağalı rivayetler vardır.
Türkçe, Arapça, Farsça divanları bulunan III. Murad, Fütûhât-ı Sıyâm adlı tasavvuf konulu bir eser yazar. Şiirlerinde Murad, Muradî mahlasını kullanır. Sülüs, nesih ve talikte başarılı bir hattat’dır. Münirî Divânı’nı kendi hattıyla kopya ettiği bilinir. Sultan III. Murad’ın sakin, nazik, merhametli, zeki olduğu söylenir. Yük hayvanlarına eziyet edilmemesi için Divan-ı Hümayun toplantısında verdiği bir fermanı onun sadece insanlara değil, hayvanlara da müşfik olduğunu gösterir. Bir padişahın inançlı, sanat düşkün, münzevi; hem de zevk ve işrete düşkün olduğunu III. Murad’ta görürüz.
III. Mehmed (16 Mayıs 1566 – 21 Aralık 1603) – Saltanatı (27 Ocak 1595 – 21 Aralık 1603)
Halim, selim, dindar olarak tanıtılsa da; tahta çıktığı gün 19 kardeşini ve taht için gizli faaliyetler içinde bulunduğunu öğrendiği oğlu Şehzade Mahmud’u boğdurması; çabuk etki altında kalması, kararsızlıkları, iç dünyasının karmaşıklığını düşündürür. Osmanlı padişahları arasında III. Mehmed derecesinde annesinin etkisinde kalan başka bir padişah gösterilemez. Zevk, eğlence düşkünü babası gibi bir hayat sürmemesine, saltanatının kısalığına rağmen saray harcamaları yine de yüksek olmuştur. Saltanatı süresince, Celali İsyanları ve orduda çıkan isyan fikirlerinin yayılması; paranın ayarının bozulması, avarız ve ayniyat vergilerinin yüksek olması, rüşvet ve iltimas, vezir-i azamların bilerek veya bilmeyerek idarenin her alanına karışması, bu dönem yaşanan çözülmenin sebeplerindendir.
I. Ahmed
Sultan I. Ahmed döneminde Estergon, Tepedelen gibi kalelerin fethi; Avusturya (Alman İmparatorluğu) ile savaşlara son veren 11 Kasım 1606 tarihli Zitvatorok Antlaşması onun dönemine has zaferlerdir. 1612 yılında Nasuh Paşa Antlaşması’yla İran Savaşları da sona erdirilir. Celali isyanları onunla başlamaz, onun döneminde de bitmez. Sükuneti getiren en sert tedbir ihtiyar vezir Kuyucu Murad Paşa’nın suçlu, suçsuz ayırmaksızın kör kuyuları attığı cesetler, kestiği kellelerden oluşan tepelerle sağlanır.
I. Ahmed’in İstanbul’a bıraktığı en büyük eser Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’ya yaptırdığı Sultan Ahmed Cami’dir. Dinine bağlı bir insan olan Sultan I. Ahmed, caminin temelleri kazılırken eteğinde toprak taşır. Cami, I. Ahmed’in ölümünden kısa bir süre önce 9 Haziran 1617’de tamamlanır. I. Ahmed devrinin çok uzun bir zamana yayılmasına neden olan; çok sevdiği hasekisi Kösem Sultan’ın, iki padişahın annesi (IV. Murad, I. İbrahim) ve bir padişahın (IV. Mehmet) büyük annesi olarak oynadığı roldür.
I. Mustafa (1591 – 20 Ocak 1639) – Saltanatı (İlki 22 kasım 1617-26 Şubat 1618) (İkincisi 19 Mayıs 1622 – 10 Eylül 1623)
III. Mehmed’in oğludur. Annesinin adı bilinmeyen tek padişahtır, kardeşinin yerine geçen padişahların ilkidir. Deli Mustafa, Sultan Mustafa-yı Evvel olarak bilinir. Sultan Mustafa, ağabeyi I. Ahmed’in saltanatı boyunca cellat tehdidi altında yaşadığı için şuuru bozuktur. Buna rağmen I. Ahmed’in ölümünden sonra, tahta büyük oğlu II. Osman’ın değil de, kardeşi Mustafa’nın neden oturtulduğu kesin olarak bilinmez. Tarihçi Naîmâ, I. Ahmed’in şehzadelerinin küçük olmasına, söz sahibi devlet adamlarının da Mustafa’yı uygun görmelerine bağlar. Osmanoğulları’ndan gelip geçen bütün şehzade ve sultanların arasında, deli denecek tek şahıstır. Kadınları yanına yaklaştırmadığı için çocuğu da olmaz.
I. Mustafa’nın 3 ay 4 gün süren ilk saltanatı sonrası yerine II. Osman (Genç Osman) tahta çıkarılır. Mustafa, 4 yıl boyunca çok kötü koşullarda hapis tutulur bu süreçte akıl sağlığı tamamıyla bozulur. Genç Osman’ın ıslahatlarından memnun olmayan ve çıkarları zedelenen yeniçerilerin, Genç Osman’ı öldürmeleri sonucunda; I. Mustafa 19 Mayıs 1622 tarihinde tekrar tahta çıkarılır. Boğaz’da gezerken balıklara altın serpecek derecede dengesizlikler gösteren hükümdar, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin “Muhtellu’ş-şu’ûr olanın hilâfeti câiz olmayacağına” dair fetvasıyla tahttan indirilir. İki kez tahta geçtiği için, hazineye çok zarar verir. İkinci saltanatında sonra Topkapı Sarayı’ndaki dairesine kapatılır, giderek aklını bozan Mustafa yaklaşık 16 yıl daha yaşar.
II. Osman (15 Kasım 1603 – 20 Mayıs 1622) – Saltanatı (26 Şubat 1618 – 19 Mayıs 1622)
I. Ahmed ile cariye kökenli Mahfirûz Sultan’ın oğludur. Genç Osman, Şehid Osman, Osman-ı Sâni adlarıyla bilinir. Genç Osman, tahta geçtiği zaman 13 yaşındadır. I. Osman’ın, babası gibi silahşor, süvari ve sportmen olarak bilinir. Bu vasıflar, derin bir tahsil, terbiye ve kültürle bezenmiştir. Fâris ve Fârisî mahlasıyla yazdığı şiirlerini toplayan Divanı bulunur.
II. Osman, amcasının tahta geçirilerek hakkının çiğnenmesine çok kızar. Tahta geçer geçmez yazdığı hatt-ı hümâyunda babadan oğula geçen Osmanoğulları tahtı kanununun çiğnendiğini söylemek suretiyle hislerini ve fikirlerini açıklar. Bazı aşırı hareketlerinde, bu kızgınlığın tesirlerini görmek mümkündür. Hemen hemen babası I. Ahmed’le aynı yaşta tahta oturur. Babası da, oğlu da büyük bir kabiliyetle devleti yönetir. II. Osman, aklına koyduğu meseleleri uygulamak için bütün imkanları kullanacak kadar iradeli, fakat pratikte yetkilerinin hayli sınırlı olduğunu kavrayamayacak derecede tecrübesizdi.
Avrupa hakimiyeti ideallerini gerçekleştirmek amacıyla bizzat ordusunun başında fethe çıkan genç padişah daha ilk seferde derin bir hayal kırıklığı yaşar. Yeniçeri Ocağı yozlaşıp, siyasete ve ticarete bulaşmıştır. Her geçen gün devletin başına iş açan Yeniçeri ve Sipahi ocaklarını ortadan kaldırarak, yeni bir ordu kurmak; başkenti İstanbul’dan büyük olasılıkla Bursa’ya taşımak; ilmiye sınıfının artık yozlaşmaya başlaması nedeniyle, onların ekonomik ve siyasi güçlerini kırıp devlet üzerindeki etkilerini yok etmek; artık padişah ve yakınlarının devşirmelerle evlilik yapması yerine Türk ailelerinden kız almasını sağlamak; gösterişli kavuk ve kaftanlar yerine daha yalın giysilerin giyilmesini sağlamak; Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptıkları yasaları yeniden düzenlemek gibi yenilik hareketleri birçok düşman kazanmasına neden olur.
İlk bakışta çocuk denecek yaşta bir gencin, atalarının yapmaya cesaret edemediği slahatı düşünmesi hayrete değer görünür. Çeşitli araştırmalar bu fikirlerin, esasta II. Osman’a ait olmakla beraber, bir takım yardımcılar tarafından geliştirildiğini ortaya koyar ki; bunların başında padişahın baş hocası (hace-i sultani) Ömer Efendi gelmektedir. II. Osman devrinde İstanbul’da bulunan 3 Fransız elçisinin raporlarına dayanarak, II. Osman’dan bir asır sonra bu padişah hakkında 2 ciltlik Histoire d’Osman’ı yazan Madeleine-Angélique de Gomez, genç hükümdarın mükemmel Latince, Yunanca ve İtalyanca bildiğini, bu dillerde yazılmış klasik eserleri okuduğunu yazar. Bunu doğrulayacak bir Türk belgesi yoktur; eğer bu rivayet gerçekse, II. Osman’ın geniş ufkunu izah edebilmek biraz daha kolaylaşır.
II. Osman birçok çevrenin nefretini kazanır. Padişahın bizzat başkomutanlığı üstlenmesi, hacca gitmeye karar vermesi üzerine bu nefret artar ve isyana dönüşür. Yeniçeri ve Sipahi Ocakları öncülüğünde başlatılan ve bir sonraki gün ulemanın da katılımı ile güçlenen isyancılar; saray’ın kapısına dayanırlar. Genç Osman başlangıçta isyancıların taleplerini reddeder ancak bu tavrını fazla sürdüremez. Sonunda isyancılar saraya girer ve padişahın amcası I. Mustafa’yı ikinci kez sultan ilan ederler. Genç Osman ise Yedikule Zindanları’na kapatılır orada katledilir. Genç Osman, bir ihtilal sonucu öldürülen ilk Osmanlı padişahıdır. Bu olay Haile-i Osmaniye (Osmanlı faciası, trajedisi) diye geçer. Genç hükümdar öldürüldüğü zaman, doğan üç çocuğu da bebekken öldüğü için yaşayan hiçbir çocuğu yoktur.
IV. Murad (9 Temmuz 1611 – 8 Şubat 1640) – Saltanatı (10 Eylül 1623 – 8 Şubat 1640)
I. Ahmed ile bir Rum papazın kızı ve asıl adının Anastasya olduğu rivayet edilen Mahpeyker Kösem Sultan’ın oğludur. Murad-ı Râbi, Fatih-i Bağdad, Sultan Murad Han Gazi olarak bilinir. Şiirlerinde ve bestelerinde Muradî, Şah Murad mahlaslarını kullanır. IV. Murat’ın sözlü eserleri yanında saz eserleri de bestelediği bilinir. I. Mustafa ikinci kez getirildiği tahttan tekrar indirilir; harem’de saklanan 12 yaşındaki Şehzade Murad, tahta getirilir. Annesi Kösem Sultan, saray’da ve devlet işlerinde en nüfuzlu makam sahibi olarak devlet işlerinde doğrudan doğruya söz sahibi olur. IV. Murad 9 yıl sonra ı632 yılında doğrudan doğruya devlet işlerinin başına geçinceye kadar Kösem bir çeşit saltanat naibi gibi devleti idare eder.
IV. Murat devrindeki en önemli askeri olay 1623-1639 Osmanlı-Safevî Savaşı’dır. Doğu Anadolu, Ahıska, Revan (Erivan) ve Kafkaslar’ın önemli bir bölümü Revan Seferi ile ele geçirilir. Safevîler çaresiz kalınca barış istemek zorunda kalır; 1639 mayısında Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalanır. Bu antlaşma büyük önem taşır çünkü günümüzdeki Türkiye-İran sınırı hemen hemen buna göre çizilmiştir. IV. Murad, Anadolu’da bozulan otoriteyi sağlamak adına Bağdat seferini bir fırsat olarak görür. 1638 yılındaki Bağdat Seferi ile 1624’ten beri İran işgali altında bulunan bu şehri yeniden Osmanlı topraklarına kazandırır. Bağdat Seferi, Osmanlı tarihinin en gösterişli seferlerinden birisi olur ve IV. Murad, Bağdat Fatihi olarak anılır.
Oldukça sert, disiplinli bir kişiliği olan, yasaklarıyla bilinen IV. Murad, emirlerinin kesin olarak yerine getirilmesini bekler ve verdiği emirlerin uygulanışını takip ederdi. İstanbul’da çıkan büyük yangınlara sarhoşların neden olduğunu düşündüğü için tüm kahvehanelerin kapanmasını ister, afyon, şarap ve tütün yasağı getirir. Emirlerine uyulup uyulmadığını tespit etmek için kıyafet değiştirerek halk arasında gezer. Kızdığı zaman kolayca ölüm emri verebilen biri olması dolayısıyla korkulan bir padişahtır. IV. Murad Osmanlı sultanları arasında fiziksel kuvvetiyle de ünlüdür. İri yarı olan padişah erken yaşlardan beri güreşe, cirite, biniciliğe ilgi duyar. Çok içki içen IV. Murad, her ne kadar hastalığı nedeniyle içkiyi bir müddet bıraktıysa da; hastalığı biraz düzelince tekrar içkiye başlar. Sağlık durumu giderek kötüleşen IV. Murad 28 yaşında yaşama veda eder.
Biri dışında hasekilerinin adlarının bilinmeyişi, şehzadelerinin yaşamaması, az sayıda kız çocuğu ile farklı bir aile tablosu çizer bu padişah. Kösem Sultan, hareme ve yönetime egemen olabilmek amacıyla oğlunu tahta geçtiği ilk yıllarda haremden uzak tutar; Enderun ortamında kalmasını sağlar; Murad bu yönlendirme nedeniyle hareme ilgi duymaz.
Sultan İbrahim (4 Ekim 1615 – 18 Ağustos 1648) – Saltanatı (8 Şubat 1640 – 8 Ağustos 1648)
I. Ahmed ile Mahpeyker Kösem Sultan’ın küçük oğludur. Sultan İbrahim Han, Deli İbrahim olarak bilinir. IV. Murad’ın ölüm haberi Şehzade İbrahim’e haber verilir fakat o bunun bir sınama olduğunu düşünerek odasından çıkmak istemez. Sadrazamın bütün sözlerine rağmen çıkmayınca Kösem Sultan’a haber verilir onun telkinleriyle cenazeyi görüp inanır ve tahta çıkmayı kabul eder.
Kadınlar Saltanatı, Kanuni Sultan Süleyman’ın Hasekisi Hürrem Sultan ile başlayıp IV. Mehmed döneminde Köprülü Mehmet Paşanın sadrazam olmasına kadar devam eder. Bu tabir ilk olarak Türkiye’de popüler tarihçiliğin öncüsü Ahmet Refik Altınay tarafından dile getirilmiştir. Bu dönemin etkin sultanları şunlardır: Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbanu Sultan, Safiye Sultan, Kösem Sultan ve Hatice Turhan Sultan’dır. Ama Kösem Sultan dışındakiler idareyi bizzat ele alamamışlardır. İbrahim’in tahta geçmesiyle Kösem Sultan; Valide Sultan sıfatını sürdürmeye devam eder ve iktidarına kaldığı yerden devam eder. Hanedanın devamlılığını sağlamak için İbrahim’den olacak bir şehzadeye ihtiyaç vardır; ancak Sultan İbrahim’in yaşadığı psikolojik sıkıntılar ve ölüm korkusu ruh halini iyice bozmuştur bu nedenle kadınlara uzaktır. Türlü cariyeler, ilaçlar, şerbetler, macunlar ve hocalar denenir. Hekimlerin tedavisi, saraya dadanan bir büyücünün ve Safranbolulu Cinci Hoca’nın telkinleri ile sorun çözülür. Bundan sonra da İbrahim’in kadınlara düşkünlüğü baş gösterir.
Sultan İbrahim aslında deli falan değildir; ama sinirleri çok bozuktur, ani hiddet patlamaları yaşar. Bu sinir buhranları neticesinde yanlış idam kararları verir. Akıllı vezir Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı ardından Hanya fatihi Yusuf Paşa’yı idam eder. Venedik’le savaş çıkar, Venedikliler Çanakkale ağzını tutarlar. Enflasyon ve kıtlık baş gösterir. Yerli yersiz idamlar, devlet işleriyle ilgilenmemesi, kadınların nüfuzunun artması, kız kardeşlerini hasekilerine hizmetçi yapması, samur kürk ve amber sevdası İbrahim’in hal edilmesine zemin hazırlar. Ulema, asker ve Kösem Sultanın müştereken aldığı karar neticesinde İbrahim hal edilir.
Kösem, saraya gelen ulema ve ocak ağaları ile başını siyah ipek bir örtüyle örterek, harem dairesinin girişinde yüz yüze görüşür. Ulemayı, oğlu İbrahim’i uyarmadıkları için eleştirir; daha sonra oğlunun tahttan indirilip yerine torunu IV. Mehmed’in oturtulmasını kabul eder. Sultan İbrahim, direnmeye çalışsa da başarılı olamaz. Yanına yeterince yiyecek ve içecek ile iki cariye verilerek odasına kapatılır; kapısının kilidine kurşun dökülerek dış dünya ile irtibatı kesilir. Bu olaylar sırasında kapısına duvar örme emrini Kösem’in verdiği söylenir. İbrahim’in yerine oğlu 6- 7 yaşlarındaki Şehzade Mehmed geçirilir; fakat bu taht değişikliğinden dolayı halk, sipahiler ve sarayda yaşayanlar arasında hoşnutsuzluk baş gösterir. Kösem Sultan ile ulema birlik olup İbrahim’in tekrar tahta çıkarılmasını önlemek için öldürülmesine karar verir. Sultan İbrahim, tahttan indikten 10 gün sonra boğdurulur.
IV. Mehmed
IV. Mehmed (1 Ocak 1642 – 17 Aralık 1692) – Saltanatı (8 Ağustos 1648 – 8 Kasım 1687)
Sultan İbrahim ve Rus asıllı olması kuvvetle muhtemel Hatice Turhan Sultan’ın oğludur. Sultan Mehmed-i Râbî, Avcı Mehmed olarak da bilinir. Tahta çıktıktan yaklaşık 2 ay sonra sünnet olur. Kösem Sultan torununu tahta geçirdikten sonra da iktidarı elinde tutar; çünkü padişah daha çocuk, annesi ise toy ve tecrübesizdir. Saray kanunlarına göre eski saraya gitmesi gerekirken devlet erkanı tarafından gönderilmez naibeliği devam ettirir. Kendisine Valide-i Muazzama, padişahın annesi Hatice Turhan Sultana ise Küçük Valide denir. Hatice Sultan ilk başlarda ses çıkarmaz; fakat bu durum çok uzun sürmez. Gelin ve kaynana arasındaki mücadele gün yüzüne çıkar. Nihayetinde 2 Eylül 1651’de ikisi de karşılıklı suikast planları uygulamaya koyarlar; Hatice Turhan Sultan, Kösem Sultan’ı boğdurur. Bu tarihten sonra Hatice Turhan Sultan oğlunun naibeliğini üstlenir.
IV. Mehmed döneminde devletin mali durumu çok kötüdür; maaş ödemeleri için para bulunamaz. İki başarısız veziriazamdan sonra gelen Tarhuncu Ahmet Paşa; ilk olarak gereksiz bütün harcamaları önler. Devletin alacaklarını tahsil etme konusunda çok titiz davranır. Devletin gelir ve giderlerini karşılaştıran bir rapor hazırlayıp, bütçe açığını kapamaya çaba gösterir. Modern anlamda ilk kez bütçe çalışmasını yapar. Tarhuncu Ahmet Paşa’nın çalışmaları, çıkarları zedelenen bazı çevreleri rahatsız eder; bu çevrelerin entrikaları sonucu idam edilir.
Çanakkale Boğazı’nda yaşanan Venedik ablukasını, çıkan siyasi kriz sırasında yaşanan sorunları çözemeyen IV. Mehmed ve Hatice Turhan Sultan, 78 yaşındaki Köprülü Mehmed Paşa’ya sadrazamlık teklif ederler. Köprülü, ağır şartlarını kabul ettirerek, diktatörce yetkilerle 1656 yılında sadrazamlığa atanır. Görevde kaldığı beş yılda çok sert yöntemlere başvurarak, merkezi otoriteyi ve iç güvenliği yeniden sağlar. Çanakkale Boğazı’nı abluka altına almış olan Venediklileri püskürtmede de başarılı olur. Böylelikle sadaret makamında uzun yıllar sürecek olan Köprülü Ailesi dönemi başlar.
1656 yılında yeniçeri ve sipahilerin başlattığı, Çınar Vakası ya da Vaka-i Vakvakiye denilen isyan IV. Mehmed döneminde yaşanır. Ayaklananlar, 8 Mart 1656 günü idam edilirler. Vakvak, söylenceye göre, meyvesi insan başı olan bir cehennem ağacıdır. İsyan bastırılınca, elebaşları çınar ağacına asılan insanlardan ötürü olaya bu ad verilir.
IV. Mehmed, Köprülü Mehmed Paşa’dan sonra yerine oğlu Fazıl Ahmed Paşa’yı getirir. O’nun ölümünden sonra, Köprülü Mehmed’in damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı sadarete getirir. Kara Mustafa Paşa 1683 yılında, Osmanlı’yı ihtişamlı durumuna yükseltmek ve Almanya’ya karşı kesin bir zafer sağlamak için Viyana’yı ikinci kez kuşatır ancak başarısız olur. Bundan sonraki süreçte Osmanlı ordusunun bozguna uğradığı savaşlara Avusturya, Lehistan, Venedik (1684) Rusya’da (1696) karışır; böylece Osmanlı ordusu dört ayrı cephede savaşmak zorunda kalır.
IV. Mehmed’in saltanatının son dört yılı, annesinin de vefatından sonra başarısızlık hatta felaket seneleri olur. Annesi Turhan Sultan’ın ölümü ve Köprülü ailesinden olanların işten el çektirilmelerinin ardından devlet işlerindeki tecrübesizliği ortaya çıkar. IV. Mehmed’in mübtela derecesindeki av merakı dönemin tarihçileri tarafından belirtilir; Edirne’yi de av alanlarına yakınlığı dolayısıyla tercih ettiği vurgulanır. Art arda gelen askeri başarısızlıklar sonucu asker isyan başlatır. İstanbul önüne gelen asker, av merakı yüzünden devlet işleriyle ilgilenmediği gerekçesiyle 8 Kasım 1687’de IV. Mehmed’i tahttan indirir. 6 Ocak 1693’de vefat edene kadar Edirne’de oturur.
Tarihe düşkünlüğüyle de bilinen IV. Mehmed, Hezarfen Hüseyin Efendi’den tarih dersleri alır, Sır katibi Abdi Ağa’yı döneminin olaylarını yazmakla görevlendirir ve zaman zaman her şeyin yazılıp yazılmadığını kontrol eder. Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden Yeni Cami’de onun döneminde tamamlanır.
II. Süleyman (15 Nisan 1642-22 Haziran 1691) – Saltanatı: (8 Kasım 1687-22 Haziran 1691)
Sultan İbrahim ile cariye kökenli Saliha Dilâşub Sultan’ın oğludur. Süleyman-ı Sâni de denir. Saltanatı sırasında ekonomi öylesine kötüdür ki; hazinenin cülus bahşişi için parası kalmadığından, sarayda iç hazine ve kilerden toplanan altın ve gümüş kaplar darphaneye gönderilip, para basılarak askere dağıtılır böylelikle ortalık yatıştırılır.
Devletin otoritesini sarsan iç ve dış olayların etkisini azaltmak, saltanata yeni bir parlaklık kazandırmak amacıyla padişahın ordunun başında sefere çıkması istenir. II. Süleyman’ın sağlığı uzun bir sefere çıkmasına elvermese de; 10 Nisan 1689’da Macaristan seferi için hareket edilir. Bir müddet Sofya’da kalan Sultan, başlangıçta fetih haberleriyle sevinse de, büyük bozgun haberlerinin gelmesiyle Edirne’ye geri döner.
1 Temmuz 1690’da Kanije Kalesi’nin hiç bir çatışma olmaksızın düşmana teslim edilip, 158 yıl sonra kaybedilmesi Sultan II. Süleyman’ı ağlatacak kadar üzer; ancak hemen arkasından 8 Ekim 1690’da Belgrad Kalesi’nin alınması bu üzüntüsünü biraz hafifletir. İyi huylu, yumuşak bir karakteri olan Sultan II. Süleyman’ın hiç çocuğu olmamıştır.
Sultan II. Ahmed (25 Şubat 1643 – 6 Şubat 1695) – Saltanatı (23 Haziran 1691 – 6 Şubat 1695)
Sultan İbrahim ile yabancı ve cariye kökenli Hatice Muazzez’in oğludur. Fatih Sultan’dan sonra cülus ve kılıç alayı törenleri Edirne’de yapılan ilk padişahtır. Kısa saltanatı boyunca Edirne’de kalır, İstanbul’a hiç gelmez. Babası Sultan İbrahim boğdurulduğunda 5 yaşındadır; sarayın Şimşirlik Kasrı’nda 43 yıl göz hapsinde tutulur. Kapatıldığı bu odada zamanını ilm-i nücûm ile (yıldız bilim) uğraşarak geçirir.
II. Ahmed’in saltanat yıllarında, art arda bozgunlarla sonuçlanan Avusturya- Macaristan savaşları devam eder. Hicaz’da, Suriye’de ayaklanmalar, Kuzey Afrika’da önlenmesi olanaksız karışıklıklar vardır. Osmanlı Donanması Girit ile meşgulken, Venedikliler Sakız Adası’na asker çıkarırlar. Devlet işlerinin görüşülüp konuşulduğu Divan-ı Hümayun, kendi dönemine kadar haftada iki gün toplanır; saltanatı ile birlikte haftada dört gün toplanmaya başlar.
Gösterişten hoşlanmayan II. Ahmed, saraydan ara sıra çıkarak halkın arasına karışır, onların dertleri ile ilgilenirdi. Özellikle gıda maddelerinde halka eksik mal satan, fazla para alan esnaf ile şahsen ilgilenir, gerektiğinde cezalandırılmalarını sağlardı. Değişik zamanlarda fırıncılardan ekmek aldırır ve tarttırır; eksik gramajlı veya has undan ekmek yapmayan fırıncıları şiddetle cezalandırırdı. Bazen çarşı, pazar dolaşır bazı yiyeceklerin fiyatlarını kendisi tespit ederdi. Sağlıksız bir yapısı olan II. Ahmed gut ve istiska (su toplaması) hastalığından muzdaripti, 52 yaşında vefat eder.
Levni, II. Mustafa
Sultan II. Mustafa (5 Haziran 1664 – 20 Aralık 1703) – Saltanatı (6 Şubat 1695 – 22 Ağustos 1703)
IV. Mehmed ile Girit’in Resmo kentine yerleşmiş Venedikli Verzizi ailesine mensup olan Emetullah Rabiâ Gülnûş Sultan’ın oğludur. Mustafa Han-ı Sâni, Gazi Sultan Mustafa Han adlarıyla da bilinir. II. Mustafa, tahta geçtiği sırada Avusturya ile karada, Venedik’le denizde ve karada savaşlar; Lehistan ve Rusya ile sorunlar devam etmekteydi. II. Mustafa’nın ilk sözü ataları gibi fetihler yapmak, kaybedilen toprakları geri almak için ordunun başında sefere çıkacağını bildirmek olur.
Saltanatının ilk günlerinde Koyun Adaları zaferi kazanılarak; Sakız Adası, Venediklilerden geri alınır. Bu zafer Sultan Mustafa’nın moralini güçlendirir. Devlet, Sakız Adası ile uğraşırken bunu fırsat bilen Rusya, Azak Kalesi’ne asker yığar. Kalede bulunan askerler desteksiz ve malzemesiz kaldıkları için teslim olurlar. Padişah Haziran 1695’de ordusunun başında Avusturya seferine çıkar; önce bazı zaferler kazanılsa da netice alınamaz. 26 Ocak 1699’da Osmanlı Devlet’i için önemli bir dönüm noktası sayılan Karlofça Antlaşması imzalanır. Osmanlı Devleti’nin ilk defa büyük çapta toprak kaybettiği antlaşmadır, bu tarihten sonra devlet gerileme dönemine girer.
Sultan II. Mustafa, hocası da olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin etkisiyle hareminde pasif bir hayat sürer. Feyzullah Efendi, tam anlamıyla otoritesini kurmak için padişahın İstanbul’dan, Edirne’ye eski saraya gitmesini sağlar. Devlet harcamalarının Edirne’ye geçmesi, İstanbul’da ticari faaliyetlerin daralmasına, İstanbul esnaf ve tüccarının hoşnutsuzluğuna yol açar. Kapıkulu Ocakları yılda birkaç kez dağıtılan ulufelerden mahrum kalır. Bu durum karşısında ulema, askerler 1703 yılında Edirne Olayı diye anılan ayaklanmayı gerçekleştirirler. 22 Ağustos 1703’de, II. Mustafa tahttan indirilir, şeyhülislam öldürülür, pek çok devlet adamı azledilir. Sultan, muhtemelen yaşadığı üzüntü nedeniyle yaklaşık 4 ay sonra ölür. Sultan II. Mustafa babası gibi ava, eğlenceye ilgi duymuş, edebiyatla ilgilenmiş, ikbali mahlası ile şiirler yazmıştır. Hat sanatı ile de ilgili olan padişahın bir diğer merakı ise okçuluktu.
Sultan III. Ahmed (31 Aralık 1673 – 1 Temmuz 1736) – (22 Ağustos 1703 – 1 Ekim 1730)
IV. Mehmed ile Emetullah Rabiâ Gülnûş Sultan’ın oğludur. Ahmed-i Sâlis, Sultan Ahmed Han-ı Sâlis olarak da bilinir. Osmanlı Devleti’nde, III. Ahmed’le başlayan dönem batıya açılmanın başlangıcı olarak kabul edilir. Hoşgörülü, batı ile doğunun medeniyetlerini birleştirebilen modern dünyayı anlayan bir padişahtır.
Sultan III. Ahmed devrinin ıslahat hareketlerini iki dönem halinde ele almak gerekir. Birinci dönem 1703 yılından, 1718 yılında yapılan Pasarofça Antlaşmasına kadar olan zamandır. Avusturya ve Venedik karşısında yenilgi sonrası 1718’de her iki devlet ile Pasarofça Barış Antlaşması imzalanır. Antlaşma, Osmanlı dış politikası ve diplomasisi için önemli bir prestij kaybı olmakla birlikte, aynı zamanda saldırı politikalarının yerini savunma anlayışına bıraktığı yeni bir dönemin başlangıcıdır. Birinci dönemdeki ıslahat hareketlerini sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa’nın ıslahatları meydana getirir. Hudutların tahkimi, askeri, idari, mali alanlarda bir çok düzenlemeler yapılmıştır.
İkinci dönem 1718 yılından, 1730 yılında gerçekleşen Patrona Halil isyanına kadar olan devirdir. III. Ahmed’in ikinci dönem ıslahatlarını kapsayan döneme Lale Devri denilir. Eğlenceleri nedeniyle çok eleştirilen bir dönem de olmuştur. Osmanlı Devleti’nde ilk defa askeri ıslahat teşebbüsleri başlamış; itfaiye, kağıt fabrikası, kütüphaneler, elçilikler açılmıştır. Lale Devri bir iç isyanla, 1730 yılında gerçekleşen Patrona Halil İsyanı ile biter. Bu isyanın bir çok sebebi olduğu muhakkaktır. En önemli nedenleri sıralarsak: Padişahın kendi yakınlarını en önemli görevlere getirmesi ve bunların lüks bir yaşam içinde olmaları; askeri ıslahat teşebbüsünün ulema ve vükeladan bazı devlet adamlarına haber verilmemesi yüzünden başarılı olunamamasıdır.
Bu devrinin ıslahat hareketlerinin arka planında en önemli sima; Sait Efendiyle beraber matbaayı getiren İbrahim Müteferrika’dır. Yazdığı eserlerin içinde Risâle-i İslâmiyye’si ile Usulü-I-Hikem Fi Nizamü’l-ümem’i en önemlileridir. İkinci kitabı Osmanlı garplılaşma tarihinin beyannamesi addedilir. Bu eser III. Ahmed için hazırlanmasına rağmen I. Mahmud’a sunulabilmiştir. Müteferrika bu eserinde Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin sebeplerini; Avrupa’nın güçlenmesi, coğrafi keşiflerin neticeleri, Osmanlı Devleti’nin jeopolitik konumunun önemi ve askeri nizamların değişmesinde görmektedir.
Patrona Halil İsyan sonucu III. Ahmed tahttan indirilir; oğullarıyla birlikte Kafes Kasrı’nda göz hapsine alınan padişah, 6 yıl daha yaşar. Döneminin ünlü hattatlarından olan III. Ahmed’in, bazı levha ve kitabeleri günümüze ulaşmıştır. Necîp ve Ahmed Han mahlaslarını kullanarak şiirler de yazmıştır.
Sultan I. Mahmud (2 Ağustos 1696 – 13 Aralık 1754) – Saltanat (30 Eylül 1730 – 13 Aralık 1754)
II. Mustafa ile cariye kökenli Saliha Sultan’ın oğludur. İmara, su tesisleri yapımına düşkünlüğü nedeniyle, çağdaşı tarihçiler tarafından Muammer-i Bilâd Sultan Mahmud Han olarak anılır.
Şehzadelik yıllarında, kafes sistemine maruz kalan Sultan I. Mahmud, 7 yaşından sonra 27 yıl kafes hayatı yaşar. Sultan I. Mahmud, bu süre içerisinde iyi bir eğitim alır ve devlet yönetimi konusunda tecrübe sahibi olur. Tahta geçtikten sonra, ülke içerisinde huzur ve güven ortamını tekrar sağlayarak, saltanatı sürecinde önemli bir toparlanma süreci yaşanır. Üç cephede savaşların yapıldığı ve önemli başarıların kazanıldığı bu dönemde; Osmanlı Devleti’nin tarihinde son kazançlı antlaşması olan Belgrad Antlaşması 1739 yılında imzalanır. Antlaşmayla Pasarofça Antlaşması ile verilen yerler geri alınır.
Lale Devri’nden hemen sonra göreve gelen I. Mahmud, batının üstünlüğünü kabul etme ve gelişmeleri yakından takip etme anlayışını devam ettirir. Bu çerçevede ıslahat ve yenilik fikirlerine oldukça açık olan Sultan I. Mahmud döneminde; özellikle askeri alanda batı tarzında pek çok ıslahat yapılır, model olarak Fransa örnek alınır. Hendesehane, top dökümhanesi, baruthane ve tüfek fabrikası kurar. Yapılan ıslahatlar sadece padişah ve devlet adamları tarafından düşünülüp, bir devlet politikası haline getirilmediği için istenen neticeleri vermez. Bu dönemde pek çok eser yapılır özellikle İstanbul mamur hale getirilir.
I. Mahmud, Arapça şiirlerinde Sebkâti mahlasını kullanır. Harem yaşamını seven, kadınefendileri ve gözdeleriyle sık sık halvet eğlenceleri düzenlediği söylenen I. Mahmud’un çocuğu olmaz. Hastalıklı, zayıf bünyeli olan Sultan I. Mahmud, 1754 yılında cuma namazı dönüşünde yığılır, öldüğü anlaşılıp hızlı bir şekilde defnedilir. Daha sonra ani bir baygınlık geçirdiği, ölü sanılıp gömüldüğü, başucunda Kuran okuyan hafızın mezardan ses duyup kaçtığı gibi söylentiler uzun bir süre konuşulur.
Sultan III. Osman (2 Ocak 1699 – 30 Ekim 1757) – Saltanatı (13 Aralık 1754 – 30 Ekim 1757)
II. Mustafa ile cariye kökenli Şehsuvar Kadın’ın oğludur. Osman-ı Sâlis, Sultan Osman bin Sultan Mustafa olarak da bilinir. Bu tarihe kadar tahta çıkan padişahların en yaşlısıdır. 55 yıl kapalı kaldığı dairesinden çıkarılıp tahta oturtulduğunda, gelişmemiş hastalıklı vücudu, mütevvekil ama iradeden yoksun sinirli yapısı, dar görüşlülüğü ile saray yaşamına müdahale eder. Hizmetine bakan birkaç cariye dışında harem kadınlarının kendilerine görünmelerini yasaklar. Bu nedenle haremdeki kadınların ayak seslerini duyar duymaz göz önünden kaybolmaları için ayakkabılarının altına iri gümüş kabaralar çaktırır. III. Osman tahta çıktığı senelerde İstanbul’da görülmemiş şekilde çok uzun ve şiddetli geçen bir kış yaşanır, büyük yangınlar meydana gelir.
Saltanatı sırasında, ağabeyi I. Mahmud’un ıslahat çalışmalarını durdurması, meyhanelere baskınlar yapılması, kadınların sokağa çıkışlarını kısıtlaması, emirlerini cami imamları aracılığıyla duyurması, gayrimüslimlerin giyim-kuşam hatta yaşamlarını birtakım koşullarla sınırlandırması hoş karşılanmaz. Üç yıllık saltanatı, hastalık nedeniyle 3o Ekim 1757’de son bulur. Ağabeyi gibi III. Osman’ın da çocuğu olmaz.
Levni, III. Mustafa
Sultan III. Mustafa (28 Ocak 1717 – 21 Ocak 1774) – Saltanatı (30 Ekim 1757 – 21 Ocak 1774)
III. Ahmed ile cariye kökenli Mihrişah Kadın’ın oğludur. Mustafa-yı Sâlis, Sultan Mustafa Han bin Ahmed-i Sâlis olarak da tanınır.
lll. Mustafa saltanatı süresince ıslahatların devamından yana olmuştur. Padişaha, ıslahatlarında yardım eden sadrazam Koca Ragıp Paşa’dan başka Baron De Tott adında bir Fransız bulunur. III. Mustafa döneminde, teknik yenilikler bakımdan öne çıkan isim Baron de Tott’dur. 1768- 1774 tarihli Osmanlı-Rus savaşlarının yenilgisi üzerine; Yeniçeri Ocağı’na yönelik düzenlemeler gündeme gelir. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarındaki kale ve savunma sistemlerinin güçlendirilmesi; Topçu Ocağı’yla, Tophane’nin düzenlenmesi, Hasköy’de bir top dökümhanesinin yapılarak yeni topların dökülüp top arabalarının ıslah edilmesi; Baron de Tott önderliğinde yapılan askeri yeniliklerdir. Ekim 1772’de Topçu Okulu’nun açılıp bir yıl faaliyette bulunduğu, 1774’de ise Sürat Topçuları Ocağının kurulduğu ve Baltacılar Ocağının kaldırıldığı bilinir. 1774’de Mühendishane-i Bahr-i Hümayun okulu açılır. Türk eğitim tarihinde batılı tarzda, modern anlamda ilk örnek okuldur. I.Mahmud zamanında açılan Hendesehane’de bunlara temel teşkil eder.
Hazineyi altın ve gümüşle doldurmak için çaba sarfeden III. Mustafa; saltanatının ilk on yılında topladıklarını son altı yılda Ruslarla savaş, Çeşme faciası ( İngilizlerin de yardımı ile Cebelitarık’tan Akdeniz’e gelen Rus donanması Çeşme önlerinde Osmanlı donanmasını yakmıştır, 1770), İstanbul depremi gibi nedenlerle sarf etmek zorunda kalmıştır.
Ulema düzeyinde din ve genel kültüre sahip olmasına, Cihangir mahlasıyla şiirler yazmasına rağmen İlm-i nücuma (astroloji) düşkünlüğü ve olaylara ilm-i nücum yöntemleriyle çözüm araması onun zaafı sayılmıştır. Prusya Kralı’ndan 3 tane müneccim istediği, Fransa’dan astroloji kitapları getirttiği bilinir. Kadınlara düşkün olan III. Mustafa, saray dışında da sevgili edinen farklı bir padişahtır. Rıf’at Kadın adındaki bu sevgilisini daha sonra haremine aldırmasıyla ilgili mektuplar Topkapı Müzesi arşivindedir. Gençliğinden itibaren zehirlenmekten korkan bu nedenle aldığı panzehirler nedeniyle solgun yüzlü ve durgun bakışlı sağlıksız yapıda olan III. Mustafa’nın, yaşadığı sıkıntılı günler nedeniyle sağlığı iyice bozulur, 21 Ocak 1774’de ölür.
Sultan I. Abdülhamid (20 Mart 1725 – 7 Nisan 1789) – Saltanatı (21 Ocak 1774 – 7 Nisan 1789)
III. Ahmed ile cariye kökenli Şermî Râbia Kadın’ın çocuğudur. Sultan Abdülhamid Han-ı Evvel, Hâmid-i Evvel olarak bilinir. 49 yaşında tahta çıkana dek İstanbul’u görmekten mahrum olan padişah; 15 yıllık saltanatı boyunca şehri, karış karış, tebdil-i kıyafet gezer. Aşırı dindar bir kişiliği olduğu için şeyhlere, hocalara çok güvenir.
lll. Mustafa devrinde başlamış olan ve beş yıldır devam eden Osmanlı-Rus savaşını kesin bir sonuca bağlamaya karar verir. Osmanlı ordusunun Kozluca ve Şumnu’da bozguna uğrayıp dağılması, padişahı Ruslar tarafından yapılan barış teklifini kabul etmeye mecbur bırakır. 21 Temmuz 1774 tarihinde Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyılda imzaladığı en ağır antlaşma Küçük Kaynarca Antlaşması imzalanır. Bu antlaşma ile Osmanlılar ilk kez savaş tazminatı öder; Ruslar, Balkanlar’daki bütün Ortodokslar üzerindeki hami rollerini daha da kuvvetlendirir, Kırım Osmanlı Devletinden ayrılır.
Sultan tahta geçtikten sonra daha önceleri yapılan ıslahatların devamından yana tavır koyar. Sadrazamları Seyyit Mehmet Paşa ve Halil Hamit Paşa’yı ıslahatlar için seçer ve onları hareketlerinde serbest bırakır. Sadrazam Halil Hamit Paşa, ordunun tamamen çağdaşlaştırılmasından yanadır. Fransız teknisyenlerinin yardımıyla hendesehaneleri genişletir ve sınır kalelerini Fransız modellerle güçlendirir. Tımar sahiplerinin topraklarında oturmalarını talim ve eğitim yapmalarını savaşa çağrıldıklarında gelmeleri için taşraya müfettişler çıkarılmasını ister. Eğitim ve disiplini kabul etmeyen yeniçerileri ordudan atar. Yeniçeri ve Sipahilerin Avrupai tipi taktiklerle ve silahlarla eğitilmesine başlanır. Denizcilik sahasında daha önceleri başlatılan çalışmalar da, bu devirde bir başka ıslahatçı Cezayirli Hasan Paşa tarafından devam ettirilir.
Geç yaşta tahta çıkmasına rağmen, harem yaşamını seven I. Abdülhamid’in baş kadını Ruhşah Hatice’ye yazdığı aşk mektupları yaşı, hükümdar kişiliğiyle bağdaştırılamaz üslupta ve samimi duygular içeririr. 1787 yılında hem Rusya’ya hem de Avusturya’ya savaş ilanı; ağır bir buhranın doğmasına neden olur. Cephelerden bozgun haberlerinin gelmesi üzerine I. Abdülhamid felç geçirir ve 7 Nisan 1789 yılında vefat eder.
III. Selim (24 Aralık 1761 – 28 Temmuz 1808) – Saltanatı (7 Nisan 1789 – 29 Mayıs 1807)
III. Mustafa ile Gürcü asıllı Mihrişah Valide Sultan’ın oğludur. Selim-i Sâlis, Sultan Selim bin Sultan Mustafa olarak da bilinir. Babası öldüğünde 13 yaşında olan III. Selim, tahta geçen amcası I. Abdülhamid tarafından kafes dairesine kapatılsa da, özgürlük de tanınır. Burada 15 yıl boyunca müzikle uğraşır, besteler yapar; İlhâmi mahlasıyla şiirler yazar. Saltanatı sırasında başta İsmail Dede Efendi, Hacı Sâdullah Ağa gibi pek çok sanatkarı himaye eder. İleri seviyede bir müzisyen olarak tambur çalar, ney üfler. Türk Müziğine önemli katkılarda bulunan III. Selim ayin, durak, tevşih, ilahi gibi dini müzik formlar; peşrev ve saz semaisi gibi enstrümantal formlar, kâr, beste, semai gibi büyük sözlü formlar ve şarkı formunda pek çok eserler verir. Makamlar terkip eder ve bunlardan yeni eserler besteler.
III. Selim tahta geçtikten kısa bir süre sonra 1790’da Ziştovi Antlaşması ve 1792’de Yaş antlaşmasını imzalar.(Yaş ile, Osmanlı için gerileme dönemi biter dağılma ve çöküş dönemi başlar.) Bu antlaşmalarla Avusturya ve Rusya ile yapılan savaş sonlandırır. III. Selim döneminde askeri ve mali alanda gerçekleştirilen kapsamlı yenilikler ile yönetimin Osmanlı bürokrasisi üzerindeki etkisi önem kazanır. Devletin içine düştüğü zorluk, yeniçerilerin olumsuz davranışları ve savaş sırasında ortaya koydukları yetersizlikler nedeniyle Nizâm-ı Cedîd adıyla yeni bir ordu kurar. Askeri yapılanmayı yenilemek üzere kara ve denizcilik okulları kurar. III. Selim donanmaya da önem verir tersaneyi yeniden düzenler.
Sultan III. Selim döneminde de; devletin ekonomik sorunlarının giderilmesi yönünde büyük çaba harcandığı görülür. Sultan III. Selim döneminin en belirgin ve en önemli uygulamalarının başında İrad-ı Cedid ve Tersane-i Amire hazineleri gelir. Bu dönemde ilk defa Viyana, Paris, Berlin ve Londra’ya elçilikler açılır. III. Selim döneminde gerçekleştirilen yenilikler sadece askeri alanla sınırlı kalmaz, yönetimsel ve sosyal hayatla ilgili birçok değişimin bir kısmı gerçekleştirilir. Halkın yerli malı kullanması teşvik edilir. Yerli ticareti korumak için Avrupalıların ülke içinde ticaret yapmaları yasaklanır. Nizâm-ı Cedîd olmak üzere yapılan diğer köklü değişiklikler tam anlamı ile yerleşmemiş olsa da; II. Mahmud döneminde yapılan reformların temelini oluşturur. III. Selim’in yaptığı yeniliklerle Tanzimat Dönemine giden yolu açarak devletin ömrünün uzamasını sağlamıştır.
29 Mayıs 1807’de, Nizâm-ı Cedîd karşıtlarının Kabakçı Mustafa önderliğindeki isyanla; yeniçerileri ayaklandırması sonucu III. Selim Nizâm-ı Cedîd’i kaldırdığını ilan ettiyse de; asilerin baskısı sonucu tahtı IV. Mustafa’ya bırakmak zorunda kalır. Hiç çocuğu olmayan III. Selim, IV. Mustafa’nın on dört aylık saltanatı boyunca inzivaya çekilir; 28 Temmuz 1808’de kendisini tekrar tahta çıkarmak üzere İstanbul’a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa’nın saraya gelmesi sırasında, amcazadesi IV. Mustafa’nın tahtını kaybetmemek için yaptığı bir planla hazin bir şekilde öldürülür.
Sultan IV. Mustafa (8 Eylül 1779 – 17 Kasım 1808) – Saltanatı (29 Mayıs 1807 – 28 Temmuz 1808)
I. Abdülhamid ile cariye kökenli Ayşe Sineperver Valide Sultan’ın oğludur. Annesinin adını Nükhet Sezâ olarak veren kaynaklar da vardır. Mustafa-yı Râbi, Sultan Mustafa bin Abdülhamid Han olarak da bilinir.
III. Selim’in çocuğu olmadığından yeğenlerine karşı son derece yumuşak davranır. Şehzade Mustafa’nın adamları vasıtasıyla dışarıyla irtibat kurmasını görmezden gelir, bazı ufak uyarıların dışında ona karşı herhangi bir olumsuz tavır takınmaz. Onun bu ılımlı tavrına karşılık isyancılarla anlaşan IV. Mustafa, tahta çıkar ve ancak on dört ay tahta kalabilir. Sultan III. Selim, saltanattan çekilmesi yönünde kendisine yapılan telkinler sonucunda tahtan feragat eder ve bizzat IV. Mustafa’ya saltanata çıktığını müjdeler. Bu sırada dehşete kapılan IV. Mustafa’nın baygınlık geçirdiği ve canına kıymaması için amcasına yalvardığı ifade edilir.
IV. Mustafa kısa süren iktidarında yeniçerilere olan inancını yitirmiş gibiydi; bu nedenle herhangi bir yenilik hareketinde bulunmaz. IV. Mustafa’nın, çökmekte olan geniş bir İmparatorluğu yıkılma tehlikesinden kurtarmak görevini yerine getirmek için gerekli olduğu düşünülen karakterden fazlasıyla yoksun olduğu da yazılır. Bazı kaynaklarda ise muhakeme ve zekası az, zamanın icaplarından habersiz, devletin bekasını tehlikeye düşürecek bir isyanı hazırlayanlarla işbirliği yapacak kadar haris ve merhametsiz, eski düzen taraftarı, aklen zayıf, cahil, uzağı göremeyen, fitneci, düşüncesiz, saf, devletin genel durumdan habersiz, ahmak, asilerin her istediğini yapan, saltanat sürmekten başka bir şey düşünmeyen gibi sıfatlarla nitelendirilir.
IV. Mustafa tahta çıktıktan sonra ocak ileri gelenleri ve devlet ricaliyle yaptığı toplantıda isyana iştirak edenlerden hesap sorulmayacağını söyler. Karşılığında ise bundan böyle yeniçerilerin devlet işlerine karışmayacaklarına dair onlardan taahhüt alır. Kısa bir süre sonra ise saltanat değişikliğini gerçekleştirenlerin devlet işlerine karışmaları ve istediklerini zorla yaptırmalarının önü alınamaz. Bu nedenle IV. Mustafa’nın saltanat devri; asayişsizlik, kargaşa, devlet yapısındaki çözülme ve reform karşıtları arasındaki mücadelelerle geçer.
Nizâm-ı Cedîd’i destekleyen bazı devlet adamlarının teşvikiyle harekete geçen Alemdar Mustafa Paşa; IV. Mustafa’ya hoş görünmek suretiyle; Nizâm-ı Cedîd’i ihya etmek ve III. Selim’i tekrar tahta geçirmek üzere İstanbul’a gelir. Bu hareketi hızlandıran asıl neden IV. Mustafa’nın, III. Selim’i öldürmek üzere hazırlık yaptığının duyulmasıdır.
28 Temmuz’da Sultan’ın sarayda olmamasını fırsat bilerek harekete geçilir; fakat muhtemelen içlerinden birisi tarafından IV. Mustafa’ya haber verilir. IV. Mustafa, sarayın kapılarının kapatılmasını emreder, adamlarının tavsiyesine uyarak kendi güvenliği ve saltanatı için de amcası III. Selim ve kardeşi II. Mahmud’un öldürülmesine onay verir. III. Selim öldürülür, Şehzade Mahmud ise katillerin elinden hamamdaki ocağa saklanarak kurtulabilir.
Athanasios Karantzoulas, II. Mahmud
II. Mahmud (20 Temmuz 1785 – 1 Temmuz 1839) – Saltanatı ( 28 Temmuz 1808 – 1 Temmuz 1839)
I. Abdülhamid ile Fransız asıllı Nakşidil Sultan’ın oğludur. Sultan Mahmud Han-ı Sâni, Sultan Mahmud bin Abdülhamid, Adlî mahlasından dolayı Sultan Mahmud-ı Adlî olarak anılır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Mahmud dönemi, modern bürokratik bir yapıya göre şekillenen geleneksel kurumları dışlayarak, merkezi bir devlet şeklini geliştirme yaklaşımıyla oldukça önemli bir dönemi ifade eder. II. Mahmud, Osmanlı tarihinde klasik dönemi kapayarak modern yeni bir dönemi başlatır. Merkez teşkilatında yapılan değişikliklere ek olarak kılık-kıyafet inkılabı, politik ve sosyal amaçlı yurt gezileri; devlet müesseselerinin ve saray teşrifatının Avrupalılaşması, müzik zevkinin değişmesi; Türk ordusunun çekirdeği olan Asâkiri Mansûre-i Muhammediye’nin kurulması, Mızıka-i Hümâyun ve Harbiye mekteplerinin açılması; Rüştiyelerin devreye girmesi, posta teşkilatının kurulması, karantina teşkili, ilk nüfus sayımı, donanmada modernleşmeye gitmek, tercüme odalarının açılmasını sayabiliriz. Otoritesini ayanlarla paylaşıldığı Senedi ittifak, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, arazi yazımı, tebaalar arasında eşitlik, ilk gazete Takvîmi Vekâyi’nin çıkarılması; valilerin merkeze bağlanarak maaşlı memur haline getirilmesi, Cihadiye adı verilen sikkelerin çıkarılması ve benzeri askeri alanda birçok ilkler dönemini başlatır. II. Mahmud o döneme kadar yapılmayanları yapar ve çok da eleştirilir. Saray haremindeki kadınlara özgürlük tanır, gezilere çıkmasına izin verir.
Padişah olunca ayanlarla bir antlaşma yaparak merkezi bir devlet gayreti içinde görülen padişah buna mecbur da denilebilir. 1808 tarihli Sened-i İttifak adlı uzlaşmadan sonra ıslahatlar başlatılabilir. 16 Haziran 1826’da gerçekleşen Vaka-i Hayriye diye bilinen hadise tarihimizdeki ıslahat hareketlerinin dönüm noktasıdır. Sürekli ayaklanan Yeniçeri ocağını devlet erkanı ve ulemanın desteği, halkın da gayretleri ile kaldırır.
Sultan II.Mahmud döneminde yapılan ıslahatlar, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde özellikle, İmparatorluğun mali sistemi üzerinde olumsuz sonuçlar meydana getirir. Sultan, imparatorlukta merkezi bir vergi sistemi kurmaya çalışmasına rağmen imparatorluğun devlet gelirleri artması yerine düşmeye başlar. II. Mahmud, ülkedeki ıslahat çalışmalarıyla devlet gelirlerinin büyük çoğunluğunu orduya aktarmak istemesine rağmen bunu gerçekleştiremez; onun döneminde imzalanan 1838 tarihli Balta Limanı Antlaşmasıyla imparatorluk bağımsız bir dış ticaret politikası takip edemez.
II. Mahmud bu ıslahatları gerçekleştirirken yakalandığı verem de vücudunu tüketmektedir. Doktorları bir yoksul hastalığı olan veremi kendisine yakıştıramadığından akciğer iltihabı tanısı koyarlar; 1 Temmuz 1839’da yaşama veda eder.
Sultan Abdülmecid (25 Nisan 1823 – 25 Haziran 1861) – Saltanatı (1 Temmuz 1839 – 25 Haziran 1861)
Sultan II. Mahmud ile Gürcü ya da Çerkez cariye Bezmiâlem Kadınefendi’nin oğludur. Küçük yaşta tahta çıkan (16 yaşında) padişahların, uzun bir aradan sonra sonuncusudur.
Abdülmecid Han, 38 yıllık ömründe 22 yıl saltanat sürer. Babası II. Mahmud’un başlattığı köklü değişimleri devam ettiren Sultan Abdülmecid; birçok ilke imza atarken batıyı taklit eden reformlarıyla da eleştirilir. Son dört Osmanlı padişahının da babası olan Abdülmecid Han; Fatih’ten beri dört asır boyunca kullanılan Topkapı Sarayı’nı terk edip; Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırarak, değişimi saraydan başlatır. Abdülmecid döneminde ilk banka, ilk kağıt para, ilk telgraf, ilk tren, ilk vapur işletmesi (Şirket-i Hayriye), batı üslubunda ilk saray (Dolmabahçe), ilk opera, ilk tiyatro, ilk balo, ilk devlet yıllığı, ilk yurt gezisi gibi ilklerin yanında; ilk dış borçlanma, ilk ekonomik kriz, ilk toplu protestolar gibi ilkler de yaşanır. Kırım savaşı sırasında, 28 Haziran 1855’de artan savaş masraflarını karşılamak maksadıyla, İngiltere’den borç alınır. Batı Avrupalı bir modelde, medreselerden farklı ve dinler arası karma bir Osmanlı Üniversitesi olarak tahayyül edilmiş Darülfünun’un önce İstanbul’da açılarak zamanla ülkenin geri kalanına yayılması fikri yine bu dönemde ortaya çıkar.
Avrupa nişanları takan ilk Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid’ti. Yetenekli çocukların Avrupa’da eğitim almaları için Paris’te Mekteb-i Osmani açılması da; yine Sultan Abdülmecid dönemine ait bir uygulamadır. Anadolu’da ilk demir yolu yapımı, Abdülmecid devrinde İzmir-Aydın arasında başlar. İstanbul’da asırlardır devam eden kadılık yönetiminden belediye yönetimine bu padişah döneminde geçilir; ilk belediye dairesi olan Beyoğlu (6. daire) yine bu dönemde kurulur. İstanbul Boğazı’nda ilk tüp geçit projesi olan Sarayburnu-Üsküdar arasına yapılacak olan Tünel-i Bahri (Tüp Geçit) Sultan Abdülmecid’e aittir. Galata Köprüsü’nü ilk kez yaptıran da Sultan Abdülmecid’tir.
II. Mahmut döneminde hazırlanıp Sultan Abdülmecit döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı ya da Gülhane Parkı’nda okunmasından dolayı Gülhane Hattı Hümayunu; 3 Kasım 1839 tarihi ile Osmanlıda yeni bir devrin başlangıcı olur. Bu fermanın en temel mesajı kanun karşısında eşitlik, can ve mal güvenliğinin sağlanması, vergi ve askerlik gibi halkı doğrudan ilgilendiren konular üzerinde durmasıdır. Tanzimat Fermanı’nın üstünden 16 yıl geçer, Avrupalı devletler, Tanzimat Fermanı ile verilen ancak tam olarak uygulanamayan hakları yetersiz bulur, verilen sözleri de tutulmamış sayar. Bu nedenle Islahat Fermanı, 18 Şubat 1856’da Babıali’de, devlet ricali ve ruhani reislerden oluşan kalabalık bir topluluk önünde okunarak ilan edilir. Bir hafta sonra toplanacak olan Paris Konferansı’nda, Osmanlı Devleti yararına bir atmosferin de oluşturması amaçlanır. Islahat Fermanı’na birçok tepki olur; bunlardan biri de, 14 Eylül 1859’da tarihe Kuleli Vakası diye geçen olaydır. Olayı gerçekleştiren Müdafaa-i Şeriat cemiyeti, Sultan Abdülmecit’in tahtan indirilerek eski düzenin yeniden kurulmasını amaçlar; ancak bir ihbar üzerine yakalanıp tutuklanırlar.
Camiler yaptıran, aksatmadan cuma namazına giden, Kuran okuyan, hatta en az 55 hat eseri vererek geleneksel yapısını muhafaza eden padişah; aynı zamanda Fransızca yayınları izleyen, diplomatlarla Fransızca konuşan, piyano çalan, balolara katılan Batılı bir kimliğe de sahipti. Avrupalı krallara benzeme isteğiyle baloya ilk giden Osmanlı padişahı olur; zaman zaman içki içtiği de tarihlerimizde yazılıdır. Nazik, terbiyeli ve merhametliydi; özellikle saltanatının son yıllarına doğru kendisini eğlenceye kaptırır. Babası gibi veremdi, 38 yaşında bu dünyadan ayrılır.
Sultan Abdülaziz
Sultan Abdülaziz (9 Şubat 1830- 4 Haziran 1876) – Saltanatı (25 Haziran 1861 – 30 Mayıs 1876)
Sultan II. Mahmud ile Kafkasyalı Şapsığ Çerkez kökenli Pertevniyal’in oğludur. Halk arasında Sultan Aziz olarak tanınır. Osmanlı Devleti’nin en buhranlı asrında tahta geçen Sultan Abdülaziz; yenilikleri sürdüreceğini bildirir. 1 Nisan 1868’de devlet yönetiminde köklü değişikliklere gidilir. Kuvvetler ayrılığı prensibi kabul edilir; mahkemeler bağımsız hale getirilir. Bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin temeli olan Şûrâ-yı Devlet kurulur.
Sultan Abdülaziz gittikçe şiddetlenen mali sıkıntı ve Balkanlarda peş peşe ayaklanmalara rağmen; yönetimdeki kontrolünü gevşetmek niyetinde değildir. Alınan sıkı tedbirler, devletin mali durumunu biraz düzelttiyse de; sonraki yıllarda saray masraflarının aşırıya kaçması ve Avrupa’dan alınan borçlarla yürütülen yenileşme çabaları, mali vaziyeti tam bir iflas noktasına getirir. Abdülaziz döneminde baş gösteren mali sıkıntının en önemli nedenlerinden biri yaptığı yeniliklerdir. 1863 yılında yerli üretimi canlandırmak ve modernleştirmek üzere Islah-ı Sanayi Komisyonu kurulur. Bu doğrultuda Hazine-i Hassa’dan esnafa düşük faizli kredi verilir.
Bayındırlık ve askeri alanda yapılan yeniliklerini sıralarsak: Tersane ve Tophane’nin modernleştirilmesi, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının Avrupa’dan alınan toplarla tahkim edilmesi, Taksim, Gümüşsuyu, Taşkışla kışlalarıyla; Mekteb-i Harbiye ve Seraskerlik binalarının inşa edilmesini sayabiliriz. Bunun yanında Feshane’nin genişletilmesi, Haydarpaşa-İzmit, İzmir-Aydın ve İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan demiryollarının yapımı; telgraf şebekesinin genişletilmesi, dünyada ilk metrolardan biri olarak kabul edilen Karaköy-Beyoğlu tünelinin açılması, ilk atlı tramvayın hizmete sokulması, donanmanın yenilenip büyütülerek güçlendirilmesi ve modern askeri fabrikaların kurulması.
Eğitim alanındaki yenilikler ise: Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Darülfünün (İstanbul Üniversitesi), Dârülmuallimât (kız öğretmen okulu), tıbbiye ve sanayi mektepleri gibi modern okulların açılması; eğitim sistemini yeniden teşkilatlandırmak üzere Maarifi Umumiye Nizamnamesi’nin kabul edilmesi sayılabilir. Türk matbuatının gelişmesi, özel gazete ve mecmuaların artan sıklıkta yayın hayatına başlaması, kahvehane ve tiyatro binalarının çoğalması; kulüp, suare ve baloların sosyal hayatta yaygınlaşması Abdülaziz döneminde gerçekleşir.
Güçlü kuvvetli, güreşe, ciride, ava meraklı, kahraman yapılı bir hükümdardır. Halk kendisini sever, ikinci bir Yavuz Sultan olarak görür. Fransızcayı ana dili gibi konuşur, şiir yazar, beste yapar. İyi derecede resim yapar; hatta ısmarlayacağı gemilerin planını kendisi çizer. Ney üfler, iyi saz çalar, hem şark hem de garp müziği enstrüman ve formlarına hakim, virtüöz derecesinde bestekar bir padişahtır. Batı müziği tarzında eser besteleyen ilk padişahtır. Piyano ve lavta çaldığı bilinir; yayınlanmış 4 kısa piyano parçası, 3 alaturka bestesi bulunur.
Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876’da başta Serasker Hüseyin Avni Paşa olmak üzere diğer bazı Osmanlı bürokratlarının tertip ettikleri bir darbe ile tahttan indirilir. Abdülaziz’in tahttan indirildikten üç sonra yapılan resmi açıklamada, gözetim altında tutulduğu Topkapı Sarayı’nda intihar ettiği kamuoyuna duyurulur. Ölümü çokça tartışılan bir konu olarak tam anlamıyla açıklığa kavuşturulamaz. Abdülaziz’in naaşını yıkayan imamlar sonradan verdikleri ifadelerde; Sultan’nın iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol göğsünün altında büyük bir çürüğün bulunduğunu belirtirler.
Sultan V. Murad (21 Eylül 1840 – 29 Ağustos 1904) – Saltanatı (30 Mayıs 1876 – 31 Ağustos 1876)
Sultan Abdülmecid ile Çerkez asıllı cariye Şevkefza Kadınefendi’nin oğludur. Sultan Murad-ı Hamis, Sultan Murad bin Abdülmecid Han olarak bilinir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda anayasalı ve parlamentolu bir yönetim kurmayı amaçlayan Yeni Osmanlılar, meşrutiyet taraftarı bir padişaha ihtiyaç duyar. Meşrutiyet taraftarlığıyla birlikte, V. Murad kendisini tahta taşıyacak bir destek arar. Her iki taraf da Sultan Abdülaziz’i meşrutiyetin önünde başlıca engel olarak görür. Kadıköy Fikirtepe’deki, V. Murad Av Köşkü’nde, veliahd ile Yeni Osmanlıları (Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi) bir araya getiren gizli görüşme ve toplantılar yapılır. Bu köşk ve buradaki toplantılar, Abdülaziz’in askeri bir darbeyle tahttan indirilmesi ve yerine yeğeni V. Murad’ın geçirilmesinde mühim bir rol üstlenir.
Sultan Abdülaziz tahttan indirilir; ihtilalden Şehzade Murad’ın haberi vardır. Darbe bir gün önceye alınır, Şehzade’ye haber verilmez. Askerleri karşısında bulunca korkar, bir türlü dışarı çıkmak istemez. Amcasının tahttan indirildiği, kendisinin padişah olduğu defalarca söylenir. En sonunda çekine çekine avluya çıkıp, kendisini bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın arabasına biner. V. Murad’ın sinirleri düzeleceği yerde bozulur. Amcası Sultan Abdülaziz’in öldürüldüğünü duyunca akli dengesi daha beter olur. Avaz avaz bağırmaya başlar: “Kan istemem! Padişahlık istemem!” Güçlükle teskin edilse de; delirme emarelerinin sonu gelmez. Bazen merdivenleri çıkar gibi yaparak geri geri iner; bazen huzuruna çıkan devlet büyüklerine sarılıp öper; bazen de kendisini Yıldız Sarayı’nın havuzuna balıklama atar. Padişahın giderek kötüleşmesi üzerine bakanlar kurulu (vükela heyeti) Viyana’dan meşhur akıl hastalıkları doktoru Leidersdorf’un getirilmesini kararlaştırır. Doktor bir şey yapamayacağını bildirince, padişahın tahttan indirilmesi mecburiyet haline gelir.
Padişahlığı 93 gün süren, tahttan inince Çırağan Sarayı’na yerleştirilen V. Murad’ın hastalığı sonradan iyileşir. Vaktini okumak ve torunlarını okutmakla geçirir. 29 Ağustos 1904’de bu dünyadan ayrılır. V. Murad, okumayı çok sever, veliahtlığı döneminden itibaren yabancı ülkelerden kitap getirtir. Nezaketi, kibarlığı, çağına göre bilgisi ve yumuşak huyu ile sevilir. Müsrifliğinin yanında, içkiye düşkünlüğü ile de bilinir; bu alışkanlığını sık görüştüğü Namık Kemal sayesinde edindiği söylenir. Müziği sever; özellikle de piyano ve keman çalmaya çok düşkündür. Osmanlı hanedanı içinde en çok beste yapan padişah olup 3 cilt dolusu alafranga bestesi günümüze ulaşmıştır.
II. Abdülhamid
Sultan II. Abdülhamid (21 Eylül 1842 – 10 Şubat 1918) – Saltanatı (31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1909)
Sultan Abdülmecid ile Çerkez asıllı cariye Tirimüjgan Kadınefendi’nin oğludur. Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî, Sultan Hamid olarak bilinir. Sultan II. Abdülhamid hakkında bugüne kadar olumlu ve olumsuz olarak pek çok şey söylenir ve yazılır. Onun için kimileri çok olumlu kimileri ise çok olumsuz şeyler yazmıştır.
II. Abdülhamid tahta çıktıktan sonra Osmanlı dış politikasında çok zor bir döneme girilir. Yeni Osmanlıların (Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Agah Efendi ) baskısıyla II. Abdülhami, 23 Aralık 1876’da, I. Meşrutiyet’i ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk ve son anayasası Kanun-i Esasi’yi ilan eder. I. Meşrutiyet, hem Avrupa devletlerinin baskısı hem de çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin yenilenmesi ve yaşatılması amacıyla ilan edilmiştir. Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis ise 19 Mart 1877’de açılır. Meşrutiyet: Hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halkoyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı, bir hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan yönetim biçimidir.
Osmanlı-Rus savaşını bahane gösteren Sultan; 1877 yılında Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırır; böylelikle I. Meşrutiyet sona erer. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı diğer adıyla 93 Harbi, Osmanlı Devleti için mağlubiyetle sonuçlanır. Plevne’de Gazi Osman Paşa’nın destansı savunması ve Doğu Anadolu’da Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın bazı başarıları dışında Osmanlı ordusu Rus ordusu karşısında tutunamaz. Rus ordusu Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar gelir; İstanbul düşmek üzeredir, barış yapmak zorunludur. Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması imzalansa da uygulanmaz.
II. Abdülhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonuna kadarki dönemde; genellikle Tanzimat ideallerine bağlı kalır; özellikle savaşın sevk ve idaresi konusunda mevcut kadroların önerilerine çoğunlukla uyum gösterir. 1878-1882 dönemi ise, II. Abdülhamid’in mutlak iktidarı ve otoritesini oluşturabilmek için bir geçiş dönemi olur; 1880 yılı başlarından itibaren iç ve dış politikada kendi ilkelerini belirleyerek uygulamaya başlar.
Osmanlı Devleti, 1875 yılına gelindiğinde dış borçlarının faizini bile ödeyemeyecek duruma gelip, mali iflasını ilan eder. II. Abdülhamid, Mebusan Meclisi’ni feshettikten sonra planladığı mali politikasını geliştirmek için imkan bulur. Padişah kendi geliştirdiği, içinde çok önem verdiği mali konuların bulunduğu Osmanlı mali sisteminin hemen tamamını kapsayan programını, 1879 yılı başlarından itibaren uygulamaya başlar. 1881 yılında Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını denetleyen ve 7 üyesinin sadece 2’si Türk diğerleri Avrupa Devletlerinden oluşan Düyûn-ı Umûmiye İdaresi kurulur. Ne yazık ki bu kurum, Osmanlı mali kaynaklarının önemli bir bölümünü doğrudan denetleyecek ve sağladığı gelirleri Avrupa ülkelerine aktaracak ve merkezi hükümetin bağımsız kararlar almasının da önünü tıkayacaktır. II. Abdülhamid döneminde, devlet siyasetinde özellikle eğitim, sağlık ve kültürel alanlarda değişim yoğun olarak yaşanır. Döneminde yapılan ilk kız okulları, Etfal Hastanesi, Darüşşafaka, Darülaceze gibi kurumlar, Avrupa’da görülen sosyal politika uygulamaları örnek alınarak oluşturulur.
24 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki’nin baskıları ve ayaklanmaları karşısında II. Meşrutiyet ilan edip, Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koyar. II. Meşrutiyet çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmak amacıyla ve uzun süren bir baskı dönemine tepki olarak ilan edilir. II. Abdülhamid 31 Mart Ayaklanması sonrasında; ayaklanmanın bastırılmasında etkin rol oynamadığı; hatta onlarla birlikte olduğu iddiaları ile 27 Nisan 1909 tarihinde tahttan indirilir. II. Abdülhamid tahtan indirildikten sonra üç buçuk sene Selanik Alatini Köşkü’nde gözaltında tutulur. Balkan Savaşları sırasında İstanbul Beylerbeyi Sarayı’na nakledilerek burada gözaltı süreci devam eder; 10 Şubat 1918 tarihinde İstanbul’da vefat eder.
Sultan Abdülhamid çok kaygılı, şüpheci bir yapıya sahiptir. Bu duruma saltanatının ilk senelerinde yaşamış olduğu olayların önemli bir etkisinin olduğu açıktır. Kendisini tahtan indirmek üzere yapılan bir kısım faaliyetler ve İngiltere’nin desteklediği Genç Osmanlılardan Ali Suavi’nin; Çırağan Baskını olarak bilinen başarısız darbe girişimi bu olaylardandır. Gerek siyasi konularda; gerekse sağlık ve tedavi noktasındaki vehminin kuvvet kazanmasında etkili olan bir diğer unsur ise döneminin önde gelen siyasi şahsiyeti Said Paşa olur. Bazı geceler yatmak için karyolasının üstü yerine altını tercih eden; yatmadan önce evini köşe bucak kontrolden geçiren; hastalanınca doktorların yazdığı reçetelere değil; kendi kütüphanesindeki tıbbi kitapların danışmanlığına öncelik veren Said Paşa’yı, Sultan Abdülhamid sanki örnek almış gibidir.
II. Abdülhamid, kitaplara ve okumaya meraklıdır. Polisiye romanlara çok düşkün olmasının onun sahip olduğu aşırı vehimle yakın bir alakası vardır. İktidar yıllarında Yıldız Sarayı’nda özel bir tiyatro yaptırır, burada tanınmış oyunları sahneye koydurtarak seçkin davetlilerin de katılımı ile izler. Sultan Abdülhamid’in ilgi alanlarından biri de musikidir; özellikle batı musikisinde bilgisi oldukça ileridir. Abdülhamid, resim gibi güzel sanatlarla da ilgilidir; ince marangozluk ve oymacılıkta maharetlidir. Bu iş için Yıldız Sarayı’nda bir marangozhane inşa ettirir. Sultan Abdülhamid’in hayvanlara özel bir merakı vardır. Şehzadeliği ve özellikle padişahlığı sırasında; hatta tahtan indirilip sürgünde bulunduğu Selanik günlerinde hemen her türden hayvan besler.
Sultan V. Mehmed Reşad (2 Kasım 1844 – 3 Temmuz 1918) – Saltanatı (27 Nisan 1909 – 3 Temmuz 1918)
Sultan Abdülmecid ile Çerkez cariye Gülcemal Kadınefendi’nin oğludur. Annesinin Sofia adında ve Arnavut asıllı olduğunu yazan kaynaklarda vardır. Abdülmecid’in padişah olan dört oğlundan üçüncüsüdür. Sultan Mehmed Han-ı Hâmis, Sultan Mehmed Reşad, Sultan Reşad olarak bilinir.
Sultan V. Mehmed Reşad tahta çıktığında 65 yaşındadır. Jön Türklerin tercih ettiği bir padişah değildir; V. Murad sonra Yusuf İzzeddin Efendi tercih edilir; fakat sağlık problemleri nedeniyle tek aday olarak kalır. Sultan Reşad, Sultan II. Abdülhamid’in padişahlığı sırasında hapis hayatı yaşadığı için devlet işlerinde tecrübe edinemez; zaten yumuşak huylu ve zayıf iradelidir. Bu nedenlerle padişahlığı sırasında devlet yönetimi daha çok İttihat ve Terakki Partisi’nin genç ve dinamik ileri gelenlerinden Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın elinde kalır. İttihat ve Terakki’nin yönettiği saltanat yılları halk arasında; Sultan Reşad Zamanı, Devr-i Meşrutiyet, Hürriyet olarak anılmıştır. Reşat Altınını piyasaya süren; zırhlılara, gemilere, köy ve kasabalara Reşadiye adını veren İttihat ve Terakki Fırkası liderleri, kapalı kapılar ardında padişahın bunaklığından söz ederler.
V. Mehmed’in ilk saltanat günlerinde adi suçluların ve özellikle 31 Mart Olayı ile ilişkili ve İttihat ve Terakki Partisi aleyhtarı siyasi suçluların kentin meydanlarında asılmalarına onay vermeyeceğini mabeyn üyelerine ısrarla bildirmesine rağmen; İttihat ve Terakki’nin ısrarlarına karşı gelemeyip bunlara onay vermek zorunda kalır. Şehir halkı meydanlarda kurulan darağaçlarına asılan suçluların cesetleri İstanbul’da olağan görüntüler haline gelir. Mehmed Reşad saltanat döneminde, çok sayıda kanun, kararname ve irade-i seniyye hiçbir itiraz şerhini koymadan; hatta farkına varmaksızın onay verir.
Padişah olarak ilk icraatları ikamet ettiği sarayı ve cuma alaylarını değiştirilmesi olur. Abdülhamid’in ikamet sarayı olan Yıldız Sarayı’ndan ayrılır ve Dolmabahçe Sarayı’na yerleşir. Haftalık cuma alayı semtin değişik camilerinde yapılmaya başlar; bu nedenle Abdülhamid döneminde kullanılmaması nedeniyle çürüyen landolar ve saltanat arabaları onarılır. Şehir yollarına alışık yeni atlar satın alınır; seyis ve arabacılara yeni sırmalı üniformalar hazırlanır. Alman hayranlığının zirvede olduğu yıllardır. Hatta V. Mehmed’in bıyıkları bile etkilenir bundan; Wilhelm kâri bıyık erkeklerin simgesi olur.
Sultan V. Mehmed Reşad’ın saltanatının ilk yıllarında; Doğu Anadolu’da, Balkanlar’da çeşitli karışıklıklar çıkar. Sultan Reşad bu karışıklıkları önlemek için Rumeli’ye gider. Trablusgarp Savaşı (1911-12) sonunda, İtalyanlarla Uşi Antlaşması (1912) yapılır. Trablusgarp ve Bingazi İtalyanlara bırakılır. Bu savaşta Atatürk, kurmay yüzbaşı olarak Enver Paşa birlikte yer alır.
8 Ekim 1912’de yaşanan I. Balkan Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti Makedonya’yı, Batı Trakya’yı, Edirne’yi, İtalyan işgali dışında kalan Ege adalarını kaybeder; 1912 yılında Londra Antlaşmasını imzalamak zorunda kalır. Bu antlaşma ile; Ege adalarının geleceğinin belirlenmesi Arnavutluk sınırlarının çizilmesi büyük devletlere bırakılır. Girit hukuken Yunanistan’a bırakılır, Midye-Enez hattının batısında kalan topraklarda Balkan Devletlerine bırakılır, Edirne Bulgaristan’da kalır.
Balkan Savaşları’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı bozgunun ardından; 22 Ocak 1913 günü Meclis toplanır ve Balkan devletleri ile nasıl bir anlaşma yapılması gerektiği konusu tartışılır. Bu toplantıdan bir an önce barış anlaşmasının imzalanması kararı çıkar. Hükümete muhalif olan ve Bulgar kuşatması altında bulunan Edirne kentinin barış müzakereleri döneminde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tertiplediği ve başrolde de Enver Paşa’nın bulunduğu bir girişim neticesinde Kâmil Paşa kabinesi kanlı bir şekilde devrilir. Bâb-ı Âli Baskını olarak tarihe geçen bu olayın ardından 23 Ocak 1913 Perşembe günü Mahmut Şevket Paşa, Sadrazamlık makamına getirilir. İttihat ve Terakki Partisi artık siyasi olarak bütün kontrolü ele geçirir. Bu askeri darbe Kâmil Paşa’nın istifası ve Nâzım Paşa’nın öldürülmesi ile sonuçlanır. İttihatçı fikirlere sahip bir grup genç subayın yaptıkları bu operasyon sonucunda İttihat ve Terakki’nin diktası tam anlamıyla başlar. Bu baskınından sonra artık Sultan V. Mehmed Reşad devlet yönetimindeki bütün denetimini yitirir.
Birinci Balkan Savaşı sonrası, oluşan sınırlar yüzünden tüm devletler rahatsızdır; toprak paylaşımının adaletsiz ve taraflı olduğunu, Bulgaristan’ın hak ettiğinden daha fazla toprak aldığını düşünürler. Bu savaşın, tek hedefi Bulgaristan’dır. Böylece Yunanistan, Romanya, Karadağ, Arnavutluk birlik olunca, Bulgaristan ağır bir yenilgi alır. Bunu fırsat bilen Enver Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, 21 Temmuz 1913 tarihinde Edirne’ye girer. Tek kurşun atmadan, Edirne, Kırklareli ve Dimetoka geri alınır. II. Balkan Savaşı sonrasında imzalanan antlaşmalar arasında, en zararlı çıktığı Yunanistan ile imzalanan 14 Kasım 1913 tarihli Atina anlaşması olur.
İttihat ve Terakki liderlerinin özellikle de; Enver Paşa’nın etkisiyle devlet hiç hazır olmadığı Birinci Dünya Savaşı’na girer. Sultan Reşad, Birinci Dünya Savaşının sonucunu göremeden 3 Temmuz 1918 tarihinde kalp yetmezliğinden vefat eder.
Sultan VI. Mehmed Vahdettin (Şubat 1861 – 15 Mayıs 1926) – Saltanatı (3 Temmuz 1918 – 1 Kasım 1922)
Sultan Abdülmecid ile Çerkez asıllı cariye, Gülüstü Kadınefendi’nin oğludur. Sultan Vahidüddin, Vahdettin, Sultan Mehmed Han-ı Sâdis olarak da bilinir. Sultan II. Abdülhamid kardeşleri arasında en çok Vahdettin’i sever ve en çok onunla ilgilenir. Vahdettin özel hayatında nazik, yumuşak; resmi ilişkilerinde ciddiydi. Az konuşur hatta kimilerine göre hiç konuşmazdı. Sultan V. Mehmed Reşad tahta çıktığında Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzettin veliaht olur. Kendisinden 6 ay büyük kardeşi Şehzade Süleyman’ın o yıl ölmesiyle Vahdettin tahtın ikinci varisi olur. Yusuf İzzettin intihar edince Vahdettin veliaht olur.
Vahdettin tahta çıktığı sıralarda, Birinci Dünya Savaşı hemen her cephede Osmanlı ordularının yenik düşmesiyle bitmek üzereydi. Saltanatının daha dördüncü ayını bile doldurmadan zor duruma düşen Sultan, zaman kazanmaya çalışır. Devletin içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesinin ancak İngiltere ve Fransa’nın kazanılmasıyla mümkün olabileceğine inandığından İngiliz dostluğu ve Fransız yakınlığı politikasını benimser.
I. Dünya Savaşı’nın sonlarında ortaya çıkan şartlar, müttefiklerinin durumu, mali sıkıntılar, Irak, Suriye-Filistin ve Hicaz cephelerindeki başarısızlık ile birlikte; Trakya üzerinden İstanbul’a yönelik bir harekat ihtimali karşısında Osmanlı yöneticileri mütareke istemekten başka çıkar yol bulamazlar. İtilaf Devletleriyle 30 Ekim 1918 tarihinde, Osmanlı devletini fiilen bitiren Mondros Mütarekesi’ni imzalarlar. Boğazlar tüm devletlere açık olacak ve İtilaf Devletleri tarafından işgal edilecek, bütün haberleşme-ulaşım araç ve gereçleri İtilaf Devletleri’nin kontrolüne verilecek, güvenliği sağlayacak askerden fazlası terhis edilecek, Osmanlı savaş gemileri derhal teslim edilecek ve gösterilecek olan Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacak, İtilaf Devletleri güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktı.
10 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan toplanır; Rauf Orbay, saltanat hükümetiyle temaslarda bulunur. Devlet yönetiminde artık iki başlı bir durum söz konusudur: İstanbul Hükümeti ve Atatürk önderliğinde Milli Mücadele Hareketi. 11 Nisan 1920’de Sultan Vahdettin Meclis-i Mebusan’ı kapatır. Dağılan meclis üyelerinin birçoğu Ankara’ya giderek, 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’ye katılırlar.
Sadrazam Damat Ferit Paşa 22 Temmuz 1920’de, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Ermenistan, Yunanistan, Polonya, Hicaz, Romanya, Çekoslovakya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ile Sevr Antlaşmasını imzalar. Misak-ı Milli’ye aykırı olması ve Türk milletinin bağımsızlığını tamamen ortadan kaldıran bir anlaşma olması nedeniyle TBMM tarafından tanınmaz ve hiç uygulanmaz. Atatürk bir yıldız gibi parlar ve Milli Mücadele hareketi ile bağımsızlığımızı kazanırız.
Milli Mücadele’nin kazanılmasının ardından hayatını tehlikede gören Sultan Vahdettin, İngilizlere sığınır. Sığınma talebini kabul eden İngilizler önce onu Malta’ya götürür ancak burada fazla kalamayan Vahdettin; Hicaz Kralı’nın daveti üzerine Mekke’ye gider. Bu arada İngilizler onun halife sıfatından faydalanmayı düşünmüşlerse de; bu hususta ciddi teşebbüslerde bulunmazlar. Hicaz’ın havasına alışamayan son sultan bu kez vefatına kadar ikamet edeceği San Remo’ya gider; 16 Mayıs 1926’da orada vefat eder. İtalyan esnafına ödeyemediği 120 bin liralık borçtan ötürü tabutuna haciz konulur ve yaklaşık bir ay rehin tutulur. Ölümü üzerine açılan küçük çekmeceden çıkan 17 tane Osmanlı altını ile taşları sökülmüş Hanedan-ı Âli Osman Nişanı bile borcunu kapatmaz. Cenazesi Şam‘a getirilerek defnedilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder