3 Ekim 2021 Pazar

A'MÂK-I HAYÂL Derin Hayâller



A'MÂK-I HAYÂL

Derin Hayâller
Bu fena mülküne ibretle nazar kıl, ey can, 
 Gafleti eyle heba, hail değildir meydan. 
 Hani Sultan Süleyman, hani İskender han ? 
 Sat hezar ömrü sürür ile geçir sen bir an. 
 Ne güle, bülbüle bakî a gözüm bağ-ı cihan, 
 Kime yâr oldu muradınca felek — i devr — i zaman* 
 
*Ey can! Yok olacak bu âleme ibretle bak. 
 Gafletten kurtul, meydan boş değildir. 
Hani Sultan Süleyman,  Hani İskender Han neredeler? 
 Yüzbin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de, hepsi "bir an"
 A gözüm! Bağı Bu Yalan Dünya ne güle, ne bülbüle kalacaktır. 
Zaten felek, kime isteğine göre yâr olmuştur. 
 Tamah ve hırsa uyup nejs ile mahkûr olma, 
 Rahatın zail olur, nam-ı meşhur olma! 
Sohbet-i ârij-i billaha eriş dür olma, 
 Saltanat — ı mesned — i dünya ile mağrur olma!* 

Zevk — i dünyaya jirîb olmadılar ehl — i kemal 
 Bildiler hasılı hep zill-ü heva lüb-ü hayal. 
 Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal, 
 Dâmen — i aşkı tutup buldu kamu feurb-i visal.** 

 *Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama. 
 Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar. 
 Allah'ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma. 
 Dünya tahtındaki gücünle gururlanma. * 
 *Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı. 
 Sonuçta dünyanın bir gölge, boş bir arzu, bir oyuncak ve hayal  
-Eğer bunu benim için yapıyorsan, bil ki ben bir hiçim. 
Benim nazarımda övgü de yergi de birdir. 
Kendin için yapıyorsan, kalbindeki sevgi yeter de artar bile,

Yürü, ey seyyah-ı avare yürü, durma yürü! 
 Koymasın rah — ı visalden seni ezyak — ı misal. 
Bu bedayi, bu letaij, neme rüya ve hayal, 
 Yürü, ey zair—i biçare yürü, durma yürü! 
Yürü ki, müzhet-i vuslatta teali göresin, 
 Yürü, aslında fena bul, budur etvar-ı kemal. 
Yürü, alâyişi terk et içersin ke's-i visal, 
 Yürü ki, saha-i hîçîde tecelli göresin.* 

 *Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! 
Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. 
Bu eşsiz manzaraların, Bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. 
Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. 
Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, 
Yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. 
Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin. 
 Bu sesin tatlılığından, gözlerimden hüzün ve zevk yaşları akıyordu.
 -Ey, sözünde durmayan insan! 
Ey insan! Ey, kadın yaratılışlı insan! 
Yazık sana! Sözünde durmadın. 
İstenilen noktaya varmadın. 
"Birlik" sarayına girmedin. Mutlak birlikteliğe ulaşmadın. 
Yokluk tepesine çıkmadın. 
Ey gafil adam! Git bu yerlerden, git! 
Önünde diz çöküp, bedenini ve ruhunu teslim ettiğin cadıya, dünyaya git! 
Sen seçkin bir insan değilsin. Sen bu meclisin eri değilsin. 
Git! Git ki arzu ejderhası ciğerlerini yesin. 
Git, git ki hırs akrebi Nemrut'un beynini kemirdiği gibi seninkini de kemirsin. 
Git, git ki dünyadan bir köpek eksilmiş olmasın. 
Git, git ki mert insanların gül bahçesi dolmasın. 
Git namert! Git!.. Git!., dedi. Sonra eliyle, taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. 
Bulunduğum yerdeki taş, toprak, ot, kısacası her şey şimşek hızıyla aşağı doğru akmaya başladı. 
Nihayet karanlık bir uçuruma yuvarlandım. 
Bir ıstırap çığlığı, ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak ve titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. 
Gözlerimi açtım. 
Bu şuun, âlem Bîsebat-u bîkıdem Nerde Havva, Adem? 
 Varsa aklın ey dedem. 
 Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! 
 Yâd-ı mazi bahşeder Hayf-ü âlâm-ü keder Olma meşgul-i kader 
 Kimse kalmaz hep gider. 
 Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! 
 Sen gibi bir saile Heyf değil mi gaile? 
 Olma meşgul hâl ile Derd-i istikbal ile. 
 Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! 
 Bu hayatta yok vefa Her günü derd-ü cefa Sen, ey müştak-ı sefa Ömrünü etme heba. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! 
 Kim bilir Ethem imiş Bilmeyen sersem imiş Gayesi bir dem imiş Maadası hem imiş. 
 Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!* 
 *Bu olaylar ve bu âlem ezelî ve ebedî değildir. 
Havva ve Adem nerede? Ey dedem! Aklın varsa an bu andır, an bu an. 
Geçmişi hatırlamak korku, ıstırap ve keder verir. 
Kaderle uğraşma. Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gidicidir. An bu andır, an bu an. 
Senin gibi bir dilencinin dert ve sıkıntı ile uğraşması yazık değil mi? 
Şimdinin ve geleceğin derdiyle uğraşma! An bu andır, an bu an. 
Bu hayatta vefa yoktur, her günü dert ve eziyettir. 
Ey huzura can atan! Ömrünü boşa geçirme. An bu andır, an bu an. 
Bilen kimse Ethem imiş, bilmeyen ise sersem imiş. 
Ölüm sırasında hayat sadece bir nefesten ibaret olup, geride kalanlar dert ve keder imiş. 
An bu andır, an bu an. An bu andır, an bu an. 

Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi

Hazırlayan: Selahattin Hacıoğlu İstanbul 2010
 
Tasavvuf: 
Bu kitabın tüm yayın hakları, Kurtuba Kitap'a aittir. 
Kitabın tamamı ya da bir bölümü izinsiz olarak hiçbir biçimde çoğaltılamaz, dağıtılamaz. (Adil İnşaat Basım Yayın kuruluşudur.)  Sahhaflar Çarşısı No: 24-26 • 34450 - Bayezid / İstanbul 
Genel Yayın Yönetmeni

Ahmet Sarmusak Editör Ersan Güngör
Hazırlayan Selahattin Hacıoğlu
Kapak Tasarım Sercan Arslan
Sayfa Düzeni İrfan Güngörür
 Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi (1865-1914)
II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı felsefecisi Filibeli Ahmet Hilmi, 1865'deFilibe'de doğdu, 1914'de İstanbul'da öldü. İlköğrenimini Filibe'de yaptıktan sonra, bir süre Filibe müftüsünden Arapça ve temel İslâm bilimleri eğitimi aldı. Daha sonra İstanbul'a gelerek GalatasarayMektebi'ni bitirdi. 1890 yılında Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi'nde çalışmaya başladı. Bu idare tarafından memur olarak gönderildiği Beyrut'tan siyasi nedenlerden dolayı Mısır'a geçti. Burada Terakki-i Osmani Cemiyeti'ne girmiş; bir de
Çaylak adlı bir mizah gazetesi çıkarmıştır. 1901'de İstanbul'a dönse de bir jurnal üzerine Fizan'a sürüldü. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a dönerek Darülfünun'da felsefe dersleri verdi. 
Aynı zamanda 1908'de İttihâd-ı İslâm adlı haftalık bir gazete, 1910'da dahaftalık
 Hikmet  gazetesini çıkarmaya başladı.
 Hikmet  gazetesi İttihat ve Terakkihükümetini eleştiren yazıları üzerine defalarca kapatılsa da Mübahese Coşkun Kalender
,
 Münakaşa Kanat  ve Nimet  adlarında kısa süreli gazete/dergiler çıkararak yayıncılığa devam etti. Ayrıca İkdam ve Yeni Tasvir-i Efkâr gazetelerinde Sırât-ı Müstakim ve Şehbâl
 dergilerinde de yazılar yayımladı. Ahmet Hilmi'nin amacı doğrudan doğruya felsefe yapmak değildir. O tipik bir İslamcı düşünür olarak, materyalistlerin İslam'ın temel inançlarıyla çatıştığını ileri sürdüğü görüşlerinin toplumda yaratacağı manevi çöküntüye karşı, onları Batı'daki bilimsel gelişmelere ve yeni felsefi yaklaşımlara dayanarak çürütüp butehlikeyi savuşturmak amacındadır. 
O kendi felsefi mesleğini "Vahdet-i Vücûd" ( A'mak-ı Hayâl adlı eseri, bu tasavvuf felsefesini dile getiren bir romandır) olarak açıklamıştır.
Eserleri: Abdülhamid ve Seyyid Muhammedü'l Mehdi ve Asr-ı Hamidi'de Âlem-i İslâm ve Sunisîler (1325/1909),
Tarih-i İslâm (2 cilt, 1326/1910),
 A'mak-ı Hayâl (1326),
Vay Kız Beğciği Seviyor (1326),
Öksüz Turgut  (1326),
 İstibdadın Vahşetleri yahut Bir Fedainin Ölümü (1326),
 Allah-ı İnkâr Mümkün müdür? Yahut Huzur-ı Fende Mesâlik-i Küfür (1327/1911),
 Felsefeden Birinci Kitap: İlm-i Ahval-i Ruh (1327),
Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa (1327),
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Nebimizi Bilelim (h.1331/1915),
 Muhalefetin İflâs (h.1331),
 Huzur-ı Akl ü Fende Maddîyyûn Meslek-i Dalâleti (h. 1332/1916),
Yenikadi: Üssü İslâm (h.1332),
 Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz (1329/1913),
 Akvâm-ı Cihan (1329),
Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? (1329),
Türk rmağanı Müslümanlar Dinleyiniz

Önsöz
Manaları kalplere açan Allah Teâlâ'ya hamdü senalar, Habibine, ehl-i beytineve cümle peygamberlere selâtü selâmlar olsun! Hak Teâlâ bizleri de yolunakatıversin! Varlık iddiamızı bizden alsın. Bize kendini bildirip benliğimizingirdaplarından O'nun hidayet yoluna çıkarsın. O'na erenlerin hürmetine bizi dekendine erdirsin.İnsan düşüncesi, hakikate çağıran nice peygamber ve velilere rağmen, kendibaşına aklın vehimleri ve zannın muammaları ardında koştukça, her zaman vedevirde yetersiz ve sığ fikirlere takılmış, madde girdabında bocalamaktan öteyegeçememiştir. Ancak yetkin bir mürşide veya peygambere ulaşıp da kalbi vevicdanı, aklı ve hayali onun rehberliğinde gördüğü terbiye sayesinde parlayarakderin bir idrâke sahip olan temiz kimseler, eşyanın hakikatini görebilmiş vevarlığın hikmetine vakıf olmuşlardır.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi ve Spiritüalizm
 adlı kitabında ZekeriyyaUludağ, elinizdeki bu eseri yazan Filibeli Ahmet Hilmi'nin varlığa ve tasavvufabakış açısı hakkında şu tespitlerde bulunmuştur:"Tasavvufu, genel anlamıyla "hikmet" olarak anlayan Filibeli Ahmet Hilmi,bunu şöyle açıklar: İnsanoğlu var olduğu günden itibaren ruhî ihtiyaçları,bunlardan da özellikle Yaratıcıya ait olanları ile yakından ilgilenmiş ve bu ilgiler,maddî ihtiyaçlardan önce gelmiştir.Mutlak Varlığın hakikatini bilmek ve anlamak, yani "marifetullah"a ulaşmakiçin insan düşüncesinin üç aşama kaydettiğini söyleyen düşünürümüz, bunlarışöyle sıralar:1) Teşbihî Fikir[1]2) Tenzihî Fikir[2]3) Tevhidî Fikir[3]Böyle bir tespitten sonra düşünürümüzün kabul ettiği, insanlığın fikrî gelişimevrelerine bakacak olursak, teşbih fikri (benzetiş); insan idrâkinin bulduğu ilkdüşüncedir. Tabiat hadislerinden yola çıkarak, manayı cisimleştirerek Mutlak'ıarama ve bulma olarak anlaşılmaktadır.

Tenzih düşüncesi ise; teşbih fikrinin tam bir zıddıdır, diyen A. Hilmi, şöyledevam eder: "Bu düşünceye göre Cenâb-ı Hak, vücud ve mana itibariyle buâlemin gayrıdır. Tenzih düşüncesini kabul edenlere, yani kısacası şer'î hükümlere göre kâinat, O'nun yokluktan meydana getirdiği ve yine yok edeceği geçici bir varlıktır. Tevhidî düşünceye gelince; bu fikir ne yalnız tenzih, ne de sadece teşbihtir. Aslında varlığın hakikati, tenzih ile teşbihin birleştirilmesidir ki, vahdet-i vücudmesleği bu düşüncenin sonucudur.Tasavvufun bir ekol olup olmadığını da yukarıdaki düşüncelerinden hareketleaçıklığa kavuşturan A. Hilmi; tasavvuf, vahdet-i vücud mesleğidir. Fakat bufikir, bazı oryantalistlerin iddia ettikleri gibi İslam düşüncesine sonradan ilaveedilmiş olmayıp aksine, Hz. Peygamber tarafından bazı münevver ashaba telkinve hediye edilmiştir" der.Vahdet-i vücud ve tasavvuf ilmi; her ne şekil ve tecellî ile düşünülürsedüşünülsün, varlığın, mahiyet itibariyle tek bir şeyden ibaret olduğunu, yani renkve şekillerin o tek şeyin tecellî, tezahür ve safhalarından başka bir şeyolmadığını açıklamıştır."[4]İkinci Meşrutiyet'in önemli gazeteci ve yazarlarından biri olan Filibeli AhmetHilmi, felsefi düşüncelerini ve vahdet-i vücut anlayışını, en bilinen eseri olan
A'mâk-ı Hayâl adlı elinizdeki bu romanda akıcı ve açık bir dille anlatır.Düşünürümüz, bu eserinde Mutlak Varlığın tevhidi (Allah'ın yegâne varlıkkabul edilmesi) konusunda hiçbir taviz vermeyerek yaratıcı ile yaratık arasındakiirtibatı sağlamaya çalışmıştır. Dönemi içinde düşünce dünyasında bir kasırgagibi esen, hele felsefî bir temeli olmayan çağın Türk toplumu içerisinde İslamdüşüncesi karşısındaki materyalizmi ve diğer felsefî ekollerin metafizik alandakiyetersizliklerini ortaya koymuştur. Dahası, bu problemlere İslamî bir yaklaşımgetirilebileceğini vurgulamaktadır.

Birkaç Söz
Bu kitabı, hakikat düşüncesine âşina vicdanlar, nihaî [5] konuları seven insanlar zevkle okuyabilirler. Bir asırdır, bu muhit ve bu millet hayli Râci'ler yetiştirdi ve daha birçokları yetişecektir. Okuyucularımıza takdim ettiğimiz bu hikâyeler (Acaba hikâye mi?!) teveccühe mazhar olursa kendimizi bahtiyar sayarız. Çünkü bu hikâyeye rağbet, hakikatlere eğilim gösterme manasını taşıyacaktır. Bu ise okurlarımızdan uzak görülmez. Bu muhterem millet, içinde hakikat düşüncesi taşıyan binlerce hassas yürek mevcut olduğunu yâr ve ağyara ispat etmiştir.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi

Birinci Bölüm
 
Râci'nin Hatıraları
 
Aynalı Baba İle Karşılaşma
(.......) şehri, Türkiye memleketlerinin en büyük ve en güzel şehirlerindenbiridir. Ben birkaç vakittir bu şehirde, şehrin ortasında bulunan bir mahalledeikamet etmekteydim. Hükümet konağıyla evim arasındaki yollarda nazarı dikkaticelp eden pek çok şey vardı. Köhne haneler, her biri dert ve sefalet yuvası olannice viraneler, geçilmez sokaklar, kirli caddeler ve benzerleri. Aslında en dikkatçekici olan, evime yakın eski bir mezarlıktı.Bu mezarlığın etrafı çok sağlam ve sanatkârca yapılmış duvarlar ileçevrilmişti. Duvarlarda, onar metre ara ile açılmış pencerelere takılmış tunçparmaklıklar cidden takdire şayandı. Mezarlığın kapısı, sonradan takılmış birtahta parçası idi. Eski kapısının uzun ve yıpratıcı günlere karşı koyamayarak yokolduğu anlaşılıyordu. Bu mezarlık, yalnız birçok hatıra ve cesedin gömüldüğüyer değil, birçok enfes eserin de mahzeni idi. 
Pencerelerden görüldüğüne göreorada mezar taşlarında eski hattatlarımızın icazkâr (az sözle çok şey anlatan)kalemlerinden çıkmış nice yazılar vardı. 
Bu yazılar (öyle manidardı ki), şiir ve edebiyat bakımından dahi önemli bir yere sahip olduğuna hükmedilebilirdi.Taşların tepesindeki kavuklar, külahlar, taçlar, tarihî açıdan incelenmeye değerdi. Çoktan beri terk edilmiş olan mezarlıktaki serviler ve asırlık ağaçlar, busessiz mezarlığa korkulu bir letafet (güzellik) veriyordu. İnsan boyu uzunluğunda otlar, ölü kokusu yaydığı zannedilen baldıranlar, bahardan itibaren mezarlığı kaplıyordu. Hiç şüphe edilmeyeceği üzere, şimdi şehrin göbeğinde kalmış olan bu mezarlık, vaktiyle şehrin bir kenarındaydı... Sonra şehir büyümüş, mezarlık ortada kalmıştı.
Ben her gün bu kabristanın önünden geçiyor, her geçtikçe orasını ziyaretarzusunu da gönlümden geçiriyordum.Lâkin bizim gibi değerli vaktinin bir kısmını geçim teminine, diğer kısmınızevk ve eğlenceye hasretmiş gençlerin mezarlıklarla meşgul olmaya vakti miolur? İşte ben de o sıralar, vaktimi manasız şeyler ile geçiren bir gençtim.Söylediğim gibi, bu mezarlığın her gün önünden geçtiğim halde yalnızduvarlarının intizam ve sağlamlığını takdire bir dakika feda ederdim. Evvelki halimle son halim arasındaki tezatı anlatabilmek için kendi hakkımda birkaç sözsöylemek icap ediyor. Mütedeyyin[6] ve çok iyi kalpli bir annenin özel ihtimamıyla geçen çocukluğum bende sökülmez bir din hissi ve yıkılmaz bir ahlâk düsturu bırakmıştı. Sonradan mükemmel bir tahsil gördüm. Son derece zeki olduğumdan bizi ilgilendiren malumatta (bilgide) akranımdan üstün idim.
Ekseri gençlerimiz gibi mektepten çıkar çıkmaz kitapları unutulma köşesineatacak yerde malumatımı (bilgilerimi) genişletmeye mektepten sonra başladım.Az çok bir fikir edinmediğim hemen hiçbir şey kalmadı. Özellikle emsalim gibidinî ilimleri gereksiz bulmayarak hem zahirinden hem de batınından hissedaroldum[7]. 
İşte bu malumat yığının altında bir gün vicdanımı tahlil ettiğim vakittam bir hayret içinde garip bir halita (karışım) haline geldiğimi fark ettim. Benküfür ile imandan, ikrar ile inkârdan, tasdik ile şüpheden mürekkep bir şeyolmuştum. Kalben inkâr ettiğimi aklen tasdik eder, aklen reddettiğimi kalbenkabul ederdim. Velhasıl şüphe denilen ejderha, vücûdumu sarmıştı. Bir fikri nekadar sağlam esaslarla kuvvetlendirsem de şüphe canavarı, bir sarsıştayıkıyordu. Acaba kat'î inkâr ile (hepten yok saysam) hiç olmazsa rahat birnoktada kalabilir miydim? Ne gezer! İnkâr başka şey, şüphe yine başka! Şüpheejderhası her kat'î fikrin düşmanı idi. İster ikrar, ister inkâr olsun, uydurma ya dakat'î bir şey kabul etmiyordu.Şu halde hayat levhalarını, fikrin dış âleme aksedişleri diye kabul edersekmüthiş bir azapta, tahammül edilmez bir cehennem içinde kaldığım anlaşılır.Herkes için pek tabii olan şeyler benim için başka bir şekil alıyordu. Bu hallersebebiyle aşkta da maişette[8] de bedbaht idim. Galiba insanlardan sıkılan biriolmuştum. Bu takat getirilmez haller içinde yalnız bir parça rahatı, kendindengeçme ve sarhoşluk halinde buluyordum. Daimî işretle (içki içmekle) vücûdum,mahvoluş ve perişanlık yolunu tutmuştu. Bir gün bütün manevî kuvvetimikullanarak kendimi o sersemleten şeyden kurtardım. Yeniden şüphe canavarınıöldürecek deliller bulabilmek ümidiyle ilim öğrenmeye ve inceden inceyearaştırma yapmaya koyuldum. Bir kere daha batınî [9] ilimler ile meşgul olan,büyük şöhret sahibi zatlara müracaata başladım. Bunların içinde çok erdemli,son derece salih (dindar ve doğru) insanlara tesadüf ettim. Ne çare ki bunlarınilimleri ve delilleri, bence beşeriyetin çocukluk zamanında icat edilmiş olanhayal ve efsanelerden başka bir şey değildi. Beni, düştüğüm girdaptan kurtarmakiçin bütün malumatımı çürütüp yok edecek ve iddia edilen hakikatleri bana kendigözümle görür gibi gösterecek biri lazımdı. Böylesine tesadüf etmedim.(.....) şehrinde Batı ilimleri ile meşgul olan iki grup vardı. Bunlardan ispritizma [10] grubu, ruh çağırma ve benzeri anlaşılmaz şeylerden tutun da masa çevirmek gibi eğlencelere kadar pek çok tuhaflıklarla uğraşıyordu. 
Onların en ileri gelenleri ile görüştüm. Ruhun varlığına tam itikat ile inanıyorlardı, lâkingösterdikleri deliller bence hayal kuvvetinin oyunlarından ibaretti.
Manyetizm[11] ile uğraşan toplulukla samimiyet kurdum. Lâkin bunlardan neçıkardı? Hiç! Sadece insanın hayat sermayesi elinde oldukça bir takım acayipkuvvetlere sahip olması, işte o kadar! Oysa bu bir kısım kuvvetlerin gizlikalması, bence pek önemli değildi. Ben bunun üstünde şeyler arıyordum.Dört sene devam eden bu ikinci hummalı arayış hayatımda da hiçbir şeykazanmadığım gibi, her yeni öğrendiğim şey şüphe ejderhasına gıda olduğundanbir kere daha sükût ettim. Bu defa en dibe düşmüştüm. Çaresiz beynimin içidaimî bir savaş meydanı idi. Farklı fikir dalgaları hiç durmadan birbiriyleçarpışarak dimağımı gürültü ile velvele ile dolduruyordu. Zihnimin faaliyetişaşılacak bir dereceyi bulmuştu. Rahat ve teselliyi, kendimden geçme vesarhoşlukta aradım. En şen ve çapkın arkadaşlarımın önde giden reisi oldum. Buşamatalı zevk ve safa içinde yaşamak beni uyuşturuyordu, bir dereceye kadarsaadet veriyordu.İçiyordum... içiyordum.Arkadaşlarımı şen ve çapkın diye nitelediğimden dolayı onlar insanlarınrezillerinden zannedilmesin. Bilakis onlar güzel tahsil görmüş, vicdanlı venamuslu gençlerdi. Lâkin eğlenceye düşkün olup zevk ve sefahat perisine tâbiidiler. Bu da ruhî hallerinin icabıydı. Arkadaşlarım zira kayıtsızlık ve alâkasızlıkçığırına uymuş idiler. Bunların bir kısmı ihtisas gördüğü ilim ve fenle vevazifesiyle meşgul olarak, metafizik ve hikmet denilen varlık bilmecesi ileuğraşmazdı. Bazıları ise din hissinden adeta soyunmuş, din ve hikmete mitolojikalıntıları gözüyle bakmaktaydı. Garip kanaat! Ben bunlara gıpta ederdim.Cidden garip kanaat!Bir kısmı ise Ramazan kandillerini gördüğü vakit Müslüman olduğunuhatırlayan Müslümanlardan idi. Kandiller yandı mı, ellerine tesbihlerini alırlar,dinlememek ve hiçbir şey anlamamak şartıyla camileri dolaşarak Kur'an ve vaazdinlerler, ikindi vakti kalkmak şartıyla oruç bile tutarlardı. Oruç tuttuğu haldenamaz kılmaya lüzum görmeyenler de vardı. Uzun bir namaz olan Teravih'ehiçbiri yanaşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların dinî hissi de elveda eder, giderdi. Mevsim elbisesi giyme kabilinden olan bu tür dindarlığa ben her sene şaşırırdım.
Bir gün –ki pek hoş bir bahar günü idi - bir sahra âlemi yapmayı arkadaşlardan
birkaçı ortaya attı. Uzun konuşmalardan sonra vilâyet merkezine bağlı yerlerden(.....) kasabasına gitmeye ve orada üç gün eğlenmeye karar verdik. Bu kasaba,vilayet merkezine şimendiferle (trenle) bağlıydı. Orada bulunmayacak ihtiyaçlarımızı tedarik ettikten sonra trene bindik.(.....) şehrinin civarları çok ferahtır, hele tren güzergâhı cidden harikadır.Hayret verici güzellikte olan eşsiz tabiat manzaraları, arkadaşlarıma gürültülü birneşe vermişken ben aksine büyük bir hüzne kapılmıştım. Sebat ve bekaolmadıktan sonra bu güzellikler ne işe yarar! Bu kadar güzelliğin şahidi veseyircisi insan, hem de insanların belki binde biri iken, insanda beka(devamlılık) var mı? Yerküre dediğimiz bu geçici meskeni derin bir hüznekapılmayarak seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereyegidiyoruz? Saf bir akidenin pek güzel cevap verdiği bu suâle akıl ve fen cevapvermiyordu. Bir kere daha tabiata baktım. Bu defaki bakışımın önündegüzellikler kayboldu. Işık söndü, her tarafı karanlık istila etti. Sanki hakikatbütün dehşetiyle meydana çıkıp gözlerime göründü. İnsanın gözünü okşayançimenlerdeki yeşillikler ancak ışık oyunu! Mini mini kuşların cıvıltısı havatitreşimi! Âlemleri kaplayan bu nur, esirin[12] dalgalanması! Velhasıl hepsi birzarurete, bir emre, kanuna esir. Güya karşımda (Budizm'in kurucusu) BudaGotama Sakyamuni cisimleşip göründü. Hazin tebessümüyle, sararmışçehresiyle "Hiç! Hiç! Hiç!" diyordu.Çok fazla dalgın kaldığımı fark eden bir arkadaş "Yine neyin var?" dedi.-Hiç! dedim. Bu 'hiç' yalnızca hâlimi tarif için söylenmemişti. Ağzımdan çıkanbu "hiç" sözü, kâinatın vasfıydı. Sükût ve hüznümden usanan arkadaşlar itirazabaşladılar. Böyle pikniğe giden bir adamın cenaze alayındaymış gibi kasvetli birçehre göstermesi çekilir şeylerden değildir. Hele ki, kasvet neşeden dahabulaşıcıdır. Arkadaşlardan biri, "İlacını unuttuk!" dedi ve şahsıma mahsus külâhbiçimli büyük kadehi doldurdu. Bu kadeh beş kere dolup boşaldıktan sonrabenden neşeli kimse olamazdı. Seyahatimiz eksiksiz bir neşe içinde tamamlandı.İkindi vakti (....) kasabasına vardık. Bu kasaba, gördüğüm yerlerin en güzelidir.Bu mini mini memleketten o kadar hoşlanmışımdır ki, imkânım olsa oradakalmayı seçerdim. Kasabanın evleri yekdiğerinden hayli uzak ve her biri üç beşdönüm büyüklüğünde bahçelerin içindedir. Her evin bahçesinde birçok ırmaklarakar. Hatta bazı sokaklarında bile büyükçe ırmaklar akmaktadır. Bahçelerimeyveli ağaçlarla doludur.
Bu kasabada pek çok gül yetişir, mevsiminde bülbülleri pek çoktur. 
Velhasıl (.....) kasabası, yerküremizin cennetlerinden biridir. Kasabaya varışımızda,evvelden birkaç kere misafiri kaldığımız bir zat tarafından karşılandık. O geceyidostumuzun evinde geçirerek ertesi günü sabahleyin "Subaşı" denilen mevkiegittik. Farklı yerlerden kaynayarak tabiî bir havuzda biriktikten sonra pek çokkollara ayrılıp akan suların şırıltısı, hoş bir müzik gibi kulağı okşuyordu. Engüzel yeri seçtik. Lâkin o yerde bizden evvel gelmiş iki kişi vardı. Bu iki kişiyigördüğümüzde her birimizin ağzından çıkan sözler, bunların kim olduğunuanlatır. İşte o sözler: İki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki derviş. Hakikatenpejmürde kıyafetli bu iki adam, belki bu sıfatların hepsini taşıyordu. Biz deoturduk. Pejmürdeler, bize zerre kadar ehemmiyet vermediler.Yekdiğeriyle konuşmayı sürdürdüler. Güya biz hayâlât kabilinden bir şeymişizgibi bu iki devletlinin bir nazar-ı dikkatine bile hedef olamadık. Hattaarkadaşlardan birinin "es-Selâmualeyküm"ü bile havaya gitti. Arkadaşlardan herbiri birer şeyle uğraşmaya başladı. Kimi yemek tabağıyla, kimisi mezetedarikiyle meşgul oldu. Ben de hasırlının (içkinin) başına geçerek zihnimiuyuşturmaya karar verdim.Tesadüfen pejmürdelerin yanına düşmüş idim. Bunlar konuşuyorlardı, ben dedinliyordum. Elli yaşında zannedilen birisi söylüyor, daha genç olan dinliyor,bazen soruyordu. Bunların konuşmalarından evvela deli olduklarına hükmettim.Hakikaten deli idiler. Lâkin delilerin meczûb[13] denilen türünden. Gariptir ki,bu iki pejmürdenin delice konuştuğu konular, beni öteden beri meşgul edenşeylerdi. Yaşlı deli genç deliye diyordu ki:-Bu âlemde her ne varsa benim sıfatımdır. Ben olmasam, bir şey olmazdı. Benhepim yahut hiçim, ben hiçim yahut hepim. Zaten hiç ile hep ayn-ı vâhid, şey-ivâhiddir (bir tek şeydir)! Lâkin fark görme cahilliği, bir şeyi iki adla yâdediyor...!Diğer konuşulan bahisler de buna kıyas edilsin. Çok şaşırmıştım, istemeden söze karıştım: -Acayip! Varla yok eşit olur mu? Mesela ben şimdi varım, yarın yok olacağım. Bu iki hal arasında fark yok mu? Dedim.Deli, başını çevirdi. Kahkahayı kopardı:-Vay! Sen varsın ha! Acaba var mısın....? Dedi.

Bu mühim suâli kendi kendime pek çok kere sormuştum. Bu soru, yüzeysel birbakış önünde manasız ve alaya alınmaya müstahak görülür. Fakat değildir. Eğervar isem niçin yok olacağım? Yok olmayacağım, ruh bâki mi kalacak?İşte şüphe canavarının yetiştiği kısım, denklemin bu son kısmıydı. Ruhum bâkikalacak mı? Ruh nedir? Bizzat kendisi, hissetme kabiliyetine sahip midir?Hüviyetini bilir mi? Var ise kalıptan ayrıldığında ne gibi bir hal ile hallenecektir?İşte cevapsız birçok soru. Deli ilave etti:-Ancak ben varım. Zira ki hiçim, yokum. Vücûdum mutlaktır (hiçbir şeylekayıtlı değildir). Fenâ (yokluk), kayıtlı olana vardır. Hiçbir şeyle kayıtlı olmayanşey "Varlık"tır. Vardır.Bundan sonra deli sustu, her ne söyledimse cevap alamadım. Sonundasuâllerimle canı sıkıldı. Arkadaşına:-Haydi gidelim, bu hayvan bizi zevkimizden alıkoydu, dedi.Kalkıp gittiler. Ne garip hal! Mükemmel tahsil görmüş olmak davasındabulunan bir insana pejmürde bir deli hayvan diyordu!(.....) kasabasında üç gün kaldık. Bu üç günü arkadaşların şikâyet ve ısrarınarağmen ağzımı açıp konuşmadan sersem bir halde geçirdim. Trene bindiğimizzaman, arkadaşlardan biri benimle bir şeyler konuşuyordu, ben ise onunsözlerine hiç ehemmiyet vermeyerek kendi düşünce âlemimle dertleşiyordum.Bir aralık arkadaşa bilinçli olarak:-Acaba ben var mıyım? Dedim.Kahkahayı kopardı:-Rakı yetiştirin, Raci çıldırmak üzere! Dedi.Dönüşümüzün ikinci günüydü ki, kahveye gitmek üzere mezarlığın önündengeçiyordum. Her zamankinin aksine kapısı açıktı. Bu tesadüften istifade içinkalbimde büyük bir meyil hissederek mezarlığa girdim. Birkaç yüz yaşında kocaağaçların gölgesi altında yürümeye ve terk edilmiş mezarlarda biten ve güyaölüm kokusu saçan iri otları çiğnemeye başladım.Mezarlığın ortasında dairevî bir hat üzerine dikilmiş bir takım ağaçlar nazarı dikkatimi celp etti. Bir miktar oturmak için o tarafa gittim. Bu ağaçlaryekdiğerine bitişik yapılmış, dahası bir büyük aileye tahsis edilmiş mezarlarınetrafında dikilmişti. Ağacın birisine yaslanmış, yarısı hasırdan, yarısı tahtaparçalarından yapılmış bir kulübe gözüme ilişti. Terk edilmiş zannederekkapısını açacağım sırada içinden çul parçaları giyinmiş biri çıktı.Elli yaşlarında zannedilen bu adamın başında yeşil bir takke vardı ki, kırk ellikadar ayna paçası yapıştırılarak süslenmişti. Birçok kumaş parçaları yamanarakgökkuşağı renklerini gösteren yırtık cübbesinde dahi ayna, teneke kabilindenşeyler dikilmiş, yapıştırılmış idi. Bir halde ki, bu adamı görüp de daha doğrusuelbisesine bakıp da gülmemek elden gelmezdi. Lâkin üzerime çevirdiğibakışında o kadar hoş bir yumuşaklık ve tevazu, çehresinde o kadar hüzünlü birdonukluk vardı ki, ben gülmek şöyle dursun, kendisine doğru bir adım attım.Kıyafetiyle tam tezat teşkil eden bir ciddiyetle, yavaş ve ahenkli bir sesle:-Safa geldiniz nûrum, buyurunuz! Dedi ve kulübesinden çıkardığı bir hasırparçasını yere serdi.Oturdum. Kulübeye yaslanmıştım. Ön tarafımızda on beş kadar büyük taşlı vegüzel sülüs[14] yazı ile mezarlar, sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiş ağaçlarbulunuyordu. Kulübenin sahibi bir kere daha içeri girdi, mangal hizmeti görenbir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, biribrik, bir tütün tabakası, birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlar ve çöplerleyaktığı ateşe cezveyi sürdü. Tekrar:-Safa geldiniz nûrum, nasılsınız, iyisiniz? Dedi.-Elhamdülillah! Dedim.Bu adamın ciddiyetiyle kıyafeti arasındaki tezat beni şaşırtmıştı. Tekrar sözebaşlayarak:-İsminiz nedir? Dedi.-Ahmet Raci.-Ahmet Raci[15] mi? [gülerek]-Beşeriyetin ismini gasp etmişsiniz nûrum! İnsan türü o kadar âciz, zayıf vemuhtaçtır ki, hayatını reca (ümit ve niyaz) ile geçirir. Raci demek insan demektir. Bu olgunca sözler üzerine bir kat daha şaşırdım. Ben de sordum.
-Sizin isminiz nedir?
-Benim adım çoktur, her yerde bir isim ve vasıfla anılırım. Burada, üzerimdeki aynalardan dolayı Aynalı Dede namıyla tanınırım. Ama sen istersen Âdem Babade.Bir miktar tefekkürden (derin düşünceden) sonra meydana gelen isteğe maniolamayarak dedim ki:-Azizim! Kemâl erbabından olduğunuz meydandadır. Böyle iken kemâlinizi bugarip kıyafet altında gizlemenizin sebebini anlayamıyorum.-Halbuki bu pek basittir. [kahveyi pişirerek fincanımı doldurduktan sonra]Herkes süse meraklıdır. Herkes birçok para sarf ederek türlü türlü elbiseleryaptırıyor. Ben de bu şekil elbiseden hazzederim.Bu cevap hem makul, hem değildi. Kendi fikrimce yürüttüğüm muhakemeyegöre gayr-ı makul[16] buldum. Ve kendisine fikrimi söyledim. Şöyle cevapverdi:-Bu davamı gayr-ı makul buluyorsunuz, halbuki değildir. Elli yaşında biradamın tanesini on beş, bazen yirmi kuruşa alıp boynuna taktığı ve ismine boyunbağı[17] dediği bir yuları makul gördüğünüz halde, külahıma taktığım aynaparçaları neden gayr-ı makul olsun! Tutalım ki, her ikisi beşerinmünasebetsizliğine, cinnetine delâlet etsin, şu halde bile benim cinnetim dahaparlak, daha mantıklıdır. Birdenbire bana parlak bir fikir ilham oldu. Mecnun kıyafetine girmiş birhekim (bilge) olmak ihtimali bulunan Aynalı Dede ile ciddi hakikatlere dair konular hakkında görüşmek istedim. Dedim ki: -Sultanım sen viranede gömülü bir hazinesin, ben ise hikmete susamış (bilgelik peşinde) bir avareyim. Lütfen istifade etmeme müsaade eder misin? Ver elini öpeyim.
-El öpmek? [Hayretle] Niçin? İstersen konuşalım, lâkin sözden ne çıkar!

Şimdiye kadar kim bilir kaç hayvan yükü kitap okudun, ne anladın? Hiç, değilmi? İnsanların malumatı (bilgisi) nedir? Zevk ve benliklerinin ihtiyacı olansanatlara ait bulunan bir şeydir. Lâkin hak ve hakikate dair ne bilirler? Hiç! Aklî denklem ile hakkı itiraf mümkündür; fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Nekonuşalım! Harflerin bir araya getirilmesi ile hikmet noktası bilinir mi?Bu anda garip bir hal hissediyordum. Koca bir medeniyetin, yedi bin senelikinsanlık mesaisinin mahsulü olan bilgileri küçümseyen bu garip kılıklımecnunun sözlerindeki büyüklük, bana pek büyük bir küçüklük vermişti. Pekbasit, pek hakir idim. Ağzımı açmaya muktedir olamayarak gözlerimi merhametve medet istercesine kendisine diktim. Tebessüm ederek dedi ki:-Yorucu faraziyeleri bırakalım da biraz bîhûş olalım (zihnimizi dinlendirelim),olmaz mı?Aynalı Baba ile birer kahve daha içtik...
 Niburna, niyurna!?
 
[Buda Gotama]
 
Birinci Gün
 
- I -
Hiçlik Zirvesi
Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoşbir makamla üflemeye başladı. Mezarlığın sükûneti, neyin hazin sedası banagarip bir zevk veriyordu. Şüphesiz, gittikçe sinemden bazen hüzünlü, bazensevinçli ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu garip zevkte kahvenin de tesirivardı. Kendimde hayret verici değişiklikler hissediyordum. Güya taşımayamahkûm olduğum bir ağır yük üzerimden alınmıştı. Kendimde büyük bir hafiflikduyuyordum. Aynalı Baba ney ile taksimini bitirdikten sonra hafif ve davudî birsesle okumaya ve tekrardan ney ile âhenge başladı. Okuyordu:
Şu fenâ mülküne ibretle nazar kıl ey can
 
Gafleti eyle heba, halî değildir meydan
 
 Kani Sultan Süleyman, kani İskender Han?
 
Sad hezar ömrü sürur ile geçirsen bir an
 
 Ne güle ne bülbüle bâki, a gözüm bağ-ı cihan
 
 Kime yar oldu muradınca felek-i devr-i zaman[18]
Bu gazelde ne mühim bir tesir vardı. Aynalı Baba bu parçayı bitirip de neyüflemeye başladığı zaman gözlerimden yaş akıyordu. Bunlar hüzün ve hasretgözyaşları mı idi? Zevk ve aşk gözyaşları mı idi? Bilemem. Lâkin çoketkilenmiştim. O demdeki ruhî ve vicdanî haller mi? Tarifi mümkün değil. Babaokuyordu:
Tama' ve hırsa uyup nefs ile makhur olma

 
 Rahatın zail olur nam-ı meşhur olma
 
Sohbet-i ârif-i billaha eriş, dûr olma
 
Saltanat-ı mesned-i dünya ile mağrur olma[19]
Kendimden geçecek dereceye gelmiştim. Baba'nın sesini pek yavaş ve âdetauzaktan geliyor gibi duymakta idim. Ney, hayret verici bir letafet kazanmıştı.
Zevk-i dünyaya firîb olmadılar ehl-i kemâl

 
Bildiler hasılı hep zıll u huve'l-lu'b u hayal
 
Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal
 
 Dâmen-i aşkı tutup buldu kamu kurb-u visâl[20]
Kulağım iyice zayıflamıştı. Sesi âdeta çok uzaktan gibi geliyordu. Yavaş yavaşduygularımdan, daha doğrusu dışa ait hislerimden soyutlanmaya başladım. Birşey görmüyor, işitmiyordum. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım. Bu halçok sürmedi, dimağî (zihinsel) faaliyet başladı. Zahiren bir şey hissetmezkenkendimi garip bir âlemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmış idim,gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum.... Görüyordum ki: İklimimizebenzemeyen bir sahrada bulunuyordum. Sahra, görmediğim bir takım bitkiler ilekaplıydı. Sazlıklarımızı andıran uzun otlar arsında türlü türlü hayvanatgeziniyordu. Bunların bazısı yırtıcı hayvanlar idi. Lâkin ben onlardankorkmuyordum. Hiç çekinmeden yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana sözsöyleyen bir de yol arkadaşım vardı. Lâkin cismini (kendisini) göremiyordum.Fakat bir şey sormak icap etse, soruyor ve cevabını alıyordum. Saatlerceyürüdük yoruldum. Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu, nereyegittiğimizi sordum.-Hindistan'dayız, Hiçlik Zirvesi'ne gidiyoruz! Dedi.İtaatkârca yoluma devam ettim. Bir müddet sonra karşımızda bir dağ göründü.Yüksek, pek yüksek idi. Bir müddet daha yürüdükten sonra dağa eriştik. Gümüşgibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübeye doğru gitmemi yol arkadaşımsöyledi. Kulübeye gittim. İçinde henüz genç bir adam vardı.-Ne istersin? Dedi.Ben ne istediğimi bilmiyordum. Yol arkadaşım cevap verdi.-Hiçlik Zirvesi'ni ziyarete getirdim, lütfen rehberi olun! Dedi.Genç adam bana memnuniyet nazarıyla baktı, elimden tuttu ve:-Gel, dedi.Bir ağacın gölgesinde oturduk. Bana dedi ki:- Hiçlik Zirvesi'ne insan türünün binde, yüz binde biri çıkamaz. Zira onaçıkmak için insan kendine hâkim olmalı. Bir kalpte emel olursa yollarda kalır.

 
Oraya canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde öyle bir kuvvet hissedebiliyormusun?Bilakis âciz ve sabırsız bir adam olduğumu, yalnız iyi niyetim bulunduğunusöyledim.-Heyhat! İnsanların ekserisi böyledir. Hele bir teşebbüs edelim, belki başarırız,dedi.Beni yine elimden tutarak tekrar kulübeye götürdü.-Bu gün burada misafirsin, yarın seher vakti tırmanmaya başlarız. Şimdivaktimizi boşuna geçirmemek için biraz konuşalım, dedi. Ve ismimi sordu.-Raci, dedim.Kendisine büyük bir hürmet hissetmeye başladığım bu zata ben de sıkıla sıkılaismini sordum.-Buda Gotama Sakyamuni, cevabını verdi.İnsan nevinin en büyüklerinden biri olduğunu tarihten ve bazı ulvi eserlerinintakibinden anlamış olduğum Buda'nın huzurundaydım. Tam bir hürmetle ayağakalkarak elini öpmek istedim, engel oldu.-Benim için ise ben hiçim. Nazarımda hürmet ve hakaret eşdeğerdir. Senin içinise kalbî muhabbetin kâfi ve yeterlidir, dedi.Ertesi günü seher vakti yola çıktık, Buda elimden tutuyordu. Hiçlik Zirvesi'ninetekleri dünyamızda, daha doğrusu dünyamız sıradan bir bakışla seyredildiğindegörülemeyen bir letafete sahipti. Tırmandığımız yolun her iki tarafı çeşitli nadideçiçeklerle doluydu, insanı bayıltan hoş bir koku yaymaktaydı. Gül fidanlarını aşkyuvası edinmiş bülbüllerin nağme ve terennümleri insanın kalbini titretiyordu.Üzerinde yürüdüğümüz yol pek ince ve altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşakbir kum ile örtülüydü. Bunun her iki tarafından akan hoş ve mini mini ırmaklarınşırıltısı, bir sevgilinin vuslat kucağında âşıkane söylediği kesik, heyecanlı, titrekve arzu uyandıran sözler gibi kulağı ve kalbi okşuyordu. Yukarı çıktıkça güzellikartmaktaydı.Nihayet bir köşke, daha doğrusu bir mini mini saraya ulaştık. Bir taraftan dik
 
yokuş, diğer taraftan hava beni fevkalâde acıktırmıştı. Köşkün kapısından içerigirer girmez en nefis yemeklerden yayılan kokular mis gibi geldi. Bir büyükodaya girdik. Ortasında bir sofra kurulmuş ve içerisine altın tabaklarla insanhünerinin icat ettiği ne kadar çeşit yemek varsa hepsi konulmuştu. Bana kalsafikrim hemen sofraya yanaşıp karın doyurmaktı. Lâkin Buda elimden tutuyor vekulağıma:-Hiçlik Zirvesi'ne çıkıyoruz. Bu yemekten yersen buradan dönmen ve bendenayrılman icap eder, diyordu.Açlığın şiddetine rağmen emre itaat ettim. O enfes yemeklerin karşısında birsaat oturduk. Buda sükût ediyordu. Ben ise bir takım garip tesirler altındagüçsüzdüm. Bu zatın, hayat sahibi, yeme içmeye muhtaç bir adamı melekler gibiaç tutmak fikrinde bulunuşuna kalben itiraz ediyordum. Nihayet birdenbire:-Haydi gidelim, kâfi derece istirahat ettik, dedi.Saraydan çıkacağımız sırada cennet hizmetçilerini andıran bir delikanlıhuzuruma geldi. Elinde altın tepsi içinde üç tane billur kâse ve bunların birindesu, diğerinde şerbet, üçüncüsünde şarap vardı. Delikanlı hizmetkâr:-Efendim tırmanılacak yer daha pek uzaktır. Yemek yemediniz, bari bir şeyiçiniz, dedi.Çok hoş bir edayla ve adeta yalvarırcasına yapılan bu teklife hemen uyarakşarap kâsesini elime aldım. Delikanlı sevinç ve memnuniyetle yüzüme bakıyorve tan yerinin ağarmasını andıran latif bir tebessüm çehresinin nurlarına gözkamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kâseyi dudaklarıma temas ettireceğim birsırada Buda elime vurdu. Kâse yere düştü. Bir şey söylemeyerek elimden tuttu.Çıktık yolumuza devama başladık. Gaipten işitilen bir ses okuyordu. Bu ses okadar güzeldi ki, yanında Davud'un sesi âdeta bir sahte sabah idi. Okuyordu:
Yürü ey seyyâh-ı avare yürü durma yürü
 
 Koymasın râh-ı visâlden seni ezvâk-ı misâl
 
Bu bedâyi, bu letâif, heme rüya ve hayâl
 
Yürü ey zâir-i biçare yürü durma yürü
 
Yürü ki nüzhet-i vuslatta teâlî göresin
 
Yürü aslında fenâ bul, budur etvâr-ı kemâl
 
Yürü alâyişi terk et, içesin ke's-i visâl
 
Yürü ki sâha-i hîçîde tecellî göresin[21]
Bu sedanın tatlılığından gözlerimde zevk ve teessür yaşları akıp aşikâr olduğuhalde yolumuza devam ettik. Geceyi çimenler üzerinde geçirdik. Rüyasız,hayalsiz derin bir uykuya dalmıştım. Ertesi günü seherde yolumuza devam ettik.Öğlen vakti karşımızda bir saray göründü. Bu saray ancak hayal safhasındagörülebilen yapılardan biri, yani hayret verici güzelliğin son sınırındaki hayalidi. Her ne yapılsa bundan daha güzel, daha mükemmel ve süslü bir binadüşünülmesi ve hayal edilmesi mümkün değildi. Oraya yöneldik. Aramızda beşon adım kaldığı vakit kapısı kendi kendine açıldı. Buda dedi:-Bu saray er kişilerin ayağı kaydığı yerdir. Bu saray imtihan yoludur. Sebat vemertliğin sağlam ipine yapışanlar bu yolu geçerler. İlerisi hiçlik zirvesidir. Lâkinburadaki baş döndürücü gösterişe kapılanlar üzüntü ve hasret vadisine düşerler.Burası arzu ve emel cenneti, ilerisi ezelî hiçlik meydanıdır. Burası beyhudegösteriş ile dolu bir kâşâne (saray), burası her ziyaretçisini işkencelerlemahveden bir misafirhane, ilerisi zevk ve hayret fezası, ilerisi kayıtsızlık vevahdet âlemi. Burada kalanın varacağı yer, ah ve enin köşesidir. Öteye giden,dert ve elemden kurtulup makamsızlığa ulaşır. Burada kalan, arzu ve tamaha,hırs ve eleme esirdir. İleri gidenin tahtgâhı, sonsuz semâ ve esir[22] (mânâ)sahasıdır. Mert ol, aldanma. Sebat et. Ben burada seni bekliyorum. [Saraybahçesinin kapısını işaret ederek] Haydi gir! Dedi.Hava güzel bir suretle serin ve hoş esintiler ile amber kokulu idi. Her taraftazümrüt gibi çimenler, parıltı saçan çiçekler. Yolları çakıl taşı büyüklüğünderengârenk mücevherler ile döşenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına ulaştım.Yirmi otuz kadar eşsiz güzellikte, emsâli hayal âleminde bile pek az olan cariyetarafından karşılandım. İki tanesi kabul merasimini ifa ediyordu. Bin türlühürmet ve ikram ile bir odaya götürüldüm. Sarayın fevkalâde ziynet vekülfetinden, kızların eşsiz cemâlinden, hele kollarıma girenlerin pek müstesnagüzellik ve cazibesinden şaşırmış, alıklaşmıştım.Bir taraftan özlem dolu sözler söylemekte, diğer taraftan kuşların cıvıltısınıyahut bir perinin şevke getiren nağmelerini andıran sesleriyle "Hoş geldin"demekte olan kızlardan biri hararet ateşiyle kavrulan dudaklarıyla bir kâse uzattı.Düşünme kuvvetimi kaybetmiş bir halde içtim. Buz gibi soğuk ve bildiğimmeşrubâtın hepsinden daha nefis ve lezzetli idi. Güya taze hayat buldum. Derhal

 
bohçalar getirildi. İçlerinden süslü ve zarif ipek havlular çıkarıldı. Teşrifatçılarım(beni ağırlayan cariyeler) mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar.Odaya bitişik bir salona, oradan da bir hamama sokuldum.Hepsi çıplak birçok cariye karşıladı. Bunların vücutları o kadar mükemmel vearzu uyandırıcı idi ki, bu çıplak güzellik ve cazibe heykellerinin arasına meleklergirse nefis ve şehvet sahibi olurdu. Tamamı rengârenk nefis taşlardan yapılmışolan hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Cariyeler vecariyelerin mini mini elleri altında vücudum titremekte iken, tellak şeklindecisimleşmiş bu eşsiz heykellerin zarifâne temasları altında pek yorulmuş olancismim büsbütün uyuşarak tatlı bir uykuya dalmışım. Uyandığım vakit birtenhaya çekilerek mükemmel yıkandım. Akabinde soğuk suyla da yıkanarakyorgunluğum geçmiş ve vücudum dirilmiş, hayat ve kuvvetin ta kendisi kesilmişolarak hamamdan çıkarıldım. Mükemmel hazırlanmış, külfetle süslenmiş olanbir odaya alındım. Abanoz ağacından yapılmış bir masaya gümüş bir tepsikonuldu. Sofra kuruldu. Dünya yemeklerinin hiç biriyle kıyas kabul etmeyecekkadar leziz yemekler getirildi. Peri yüzlü güzellerden biri bir kâse şarap sundu.Bir takım kızlar ellerinde müzik âletleriyle latif neşideler (güzel şiirler)okuyorlardı. Bu zevk ve sarhoşluk meclisi bir saat kadar devam etti. Neşem sonhaddini bulmuş, nefsim kudurmuş ve aşırı şehvetle adeta bir canavar olmuştu. Oaralık içeri bir kız girdi. Ellerini göğsüne kavuşturarak huzurumda durdu.-Efendim peri muhabbet ve kavuşma özlemi içindedir. Nice günlerden berigelmenizi gözyaşlarıyla beklemekteydi. Buyurunuz, dedi.Ve koluma girdi sarayın ikinci katına çıkardı. Bir odaya alarak kapısını kapadı.Arzulu gözlerime kendini arz eden güzellik perisini görür görmez bir hayretifadesinden kendimi alamadım. Dünyada gördüğüm en güzel bir kadının bugüzellik perisine nispeti, on paralık fersiz bir mumun nur saçan güneşe nispetigibiydi.Gözlerim kamaştı karardı. Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerinden çıkan şehvetışığı o kadar cezbedici, dudaklarındaki tebessüm o derece şehvet uyandırıcı idiki, heyecanımın şiddetinden ayağa kalkmaya muktedir olamayarak sürünesürüne yatağı yanına kadar gittim. Zillet içinde merhamet dilenen ve yalvarannemli gözlerimi o benzersiz güzel yüze yönelttim. Vuslat perisi, erguvanî tüllerlesüslü bir yatakta yatıyordu. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücudu, yalnız bir inceipek gömlekle bakışlardan korunmuş, daha doğrusu hâle[23] ile örtülmüş bir nurkitlesi idi. Bu hafif setre, bu ince perde o nadide ve güzel vücudu gizlemiyor, o

 
melek simayı istek ve özlem gözünden saklamıyordu. Gözlerindeki şehvet ışığıarttı. Dudakları arzu ve heyecanı ima eden gönle ferahlık veren bir titreyiş iletitremeye başladı. Al yanağı hırs ve şehvet ateşiyle bir kat daha kızardı kollarınıaçtı. Siyah saçları sevgili aşkıyla titreyen gümüş gerdanını sardı. Ancak birbirinetam zıt şeylerin toplanarak oluşturabileceği bir güzellik tablosu husule geldi.Kollarını açtı: "Gel... gel..." dedi. Ben bir minnet sedası çıkararak kucağınaatıldım. O nuranî vücudu kollarımla sardım. Parlak yanağını, o titreyen dudaklarıöptüm. Vuslat ne kadar sürdü? Bir an, bir an... Gök gürültüsüne benzer bir sedayeri göğü inletti. Zelzeleyi andıran bir velvele güya dünyayı altüst etti. Düşen biryıldırım sarayı titretti. O koca bina bir avuç toprak yığını gibi eridi. Yıkıldı.Dehşetimden gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım. Gözlerimi açtığım vakit,kendimi çirkin yüzlü bir yaşlı kadının kucağında buldum. O kadar iğrenç o kadarpis idi ki, bir hayret ve nefret nidasıyla beraber boynuma sardığı kollarını açarakkendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahaları salıverdikçehilâl şeklini almış olan çenesi kartal gagasına benzeyen burnuna bitişiyor, bu ikiçengel birbirinden ayrıldıkça lağım çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmışuzun dişleri görülüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça acûz (yaşlı kadın)var kuvvetini pazuya verip bırakmamaya çalışıyor ve diyordu ki:-Nankör! Bir an evvel ayaklarıma kapandığını ve tattığın emsalsiz kavuşmazevkini unuttun, bir an sonra ben yine o şekli alacağım.Nihayet bin zorlukla yaşlı kadının elinden yakamı kurtardım. Saray yerine birçöplük ortaya çıkmıştı. Evvelce her biri birer hûriye benzeyen cariyelerin hepsibirer kocakarıya dönmüştü. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmekkorkusuyla koşuyor, adeta uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitap düştüm,kocakarılar artık takip etmiyorlardı. Düşünmeye başladım. Etrafıma bakındım. Ozümrüde benzer çimenler yerinde dikenler, bülbüller yerinde kargalar, baykuşlar,altın kum yerinde siyah ve sivri taşlar görüyordum. Hatırıma Buda geldi. Benikapı yanında bekleyecekti. Halbuki ne kapı kalmış ne Buda görünmüştü. Ağırağır dağı inmeye başladım. Bir meydana geldim. Dehşet nazarıma heybetli birmeclis göründü. Meydanın doğusunda bir altın taht kurulmuş; başında altın taç,elinde mücevherle süslü bir asa, sırtında kıymetli giysiler olduğu halde üstündeBuda oturmuştu. Etrafı hep mükellef ve gösterişli kıyafetler giymiş, başları izzettacıyla süslenmiş insanlarla çevriliydi. İki kişi kollarımdan tutup huzurunagötürdüler. Buda tam bir izzet ve vakarla ayağa kalktı. Kolunu bana uzattı.Şehadet parmağıyla işaret ederek:
 
-Ey ahdine vefa etmeyen insan, ey şehvet esiri, ey kadın düşkünü yazık sana!Sözünde durmadın. İstenen noktaya varmadın. Vahdet sarayına girmedin, mutlakvisâle[24] ermedin. Zira hiçlik zirvesine çıkmadın. Ey gafil adam! İn buralardan;git, in... Huzurunda diz çöktüğün, hüviyet ve ruhunu eline teslim ettiğin çirkinkocakarıya, dünyaya git. Sen insanların ulu kişisi değilsin, sen bu bezmin erideğilsin, in git. Git ki, emel ejderhası ciğerlerini yesin. Git, git ki, ihtirasakrepleri Nemrut gibi beynini kemirsin. Git, git ki, dünya leşinde bir köpekeksilmiş olmasın. (Hüzünlü bir tavırla) Git, git ki, gülşen-i merdân[25] dolmasın.(Kızgınlıkla) Git ey namert! İn... in.... in..!Buda eliyle taşlara emir verir gibi bir işaret etti. Bulunduğum yerde taş, toprak,ot her ne varsa bir şimşek sürati ile yokuş aşağı su gibi akmaya başladı. Nihayetbir uçuruma geldik ve karanlık bir uçuruma doğru düştüm. Bir yeis ve ıstırapinleyişi, bir ümitsizlik feryadı ciğerlerimi paralayarak, boğazımı yırtarak,ürperen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi açtım.Aynalı Baba'nın mütebessim ve yumuşak çehresi, hüzünlü bakışları gözlerimeilişti. Elindeki maşrapayı verdi. İçtim. Henüz pişirdiği sade kahveyi de sundu:-Evladım Hiçlik Zirvesi'ne yükselmek kolay değil. Kolay değil.... değil, dedi.Elimde olmadan ayaklarına kapandım. Ertesi günü yanına gelmek üzere izinistedim.-Ben bu memlekette bulundukça aramızdaki macerayı kimseye açmayacağınasöz ver, dedi. Söz verdim. Müsaade etti.
 Ey nur! Karanlıkları nur et!

 
Zerdüşt 
 
İkinci Gün
Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Validem şaşkındı. Her gece beni kendinikaybetmiş bir sarhoş olarak görmeye alışmıştı. Geceleri eve her halde dört vebeşten[26] sonra gelirdim. Hasta olmadığıma teminat aldıktan sonra kendihalime bırakıldım. Hayallerimi tefekkürle vakit geçiriyordum. Pek erkenuyudum. Ertesi günü erkence çarşıya gittim. Birkaç ufak tencere, tabak, sahan,kaşık, bir mangal ve emsali gereçler ile yağ, pirinç, kahve ve benzeri şeyleraldım. Erkence mezarlığa geldim. Aynalı Dede kulübesinin önünde oturuyordu.Hediyelerimi reddetmedi. Kahve pişirdi. Bir miktar karşılıklı sohbetten sonrayemek yedik. Biraz uyuduk. Ondan sonra kahvelerimizi içtik. Dede neyini aldı,evvelki gün gibi latif sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeğe başladı. Okuyordu:
Bu şuûn, bu âlem

 
Bî sebat ü bî kadem
 
 Nerde Havva, Âdem
 
Varsa aklın ey dedem
 
 Dem bu demdir dem bu dem!
 
 Dem bu demdir dem bu dem!Yâd-ı mazi bahşeder
 
 Hayf ü âlâm ü keder
 
Olma meşgul-i kader
 
 Kimse kalmaz hep gider
 
 Dem bu demdir dem bu dem!
 
 Dem bu demdir dem bu dem!Sen gibi bir sâile
 
 Hayf değil mi gâile
 
Olma meşgul hâl ile
 
 Derd-i istikbâl ile
 
 Dem bu demdir dem bu dem!
 
 Dem bu demdir dem bu dem!Bu hayatta yok vefa
 
 Her günü derd ü cefa
 
 Ey müştâk-ı safa
 
Ömrünü etme heba
 
 Dem bu demdir dem bu dem!
 
 Dem bu demdir dem bu dem! Kim bilir Edhem imiş
 
Bilmeyen sersem imiş
 
Gâyeti bir dem imiş
 
 Ma'dası hemm imiş
 
 Dem bu demdir dem bu dem!
 
 Dem bu demdir dem bu dem![27]
Biraz sonra neyin sesi hafif, latif bir inilti halini aldığı sırada dalmışım.Müşahede (seyir âlemi) başladı:Belh şehrinde bir evde bulunuyordum. Henüz yatağımdan kalkmıştım. Odamabir kadın girdi. Bu benim karım imiş. Bana Farsça ile Sanskritçe arasında birlisanla hitap ediyordu. Garibi şu ki, ben de bu lisanı tamamen biliyordum. İkişahıstan meydana gelmiş bir adamdım. Hem ben idim, hem binlerce sene evvelyaşayan bir Farisî (İranlı). Kadın dedi ki:-Geç kalıyorsunuz. Artık elbisenizi giyiniz de vaktiyle temâşa (seyir)bayramında bulunabilesiniz.Evvela güzelce karnımı doyurduktan sonra elbiselerimi giydim. Elbisem,sırtıma giydiğim şaldan uzun bir gömlek ile belime sardığım bir kuşaktan ibaretidi. Başımda sivri bir külâh, sokağa çıktım. Bir kalabalık telaş ile seğirtmekteydi.Ben de onlara uydum, sokakları dolaşa dolaşa bir sahraya çıktık. Binlerce, yüzbinlerce adam toplanmıştı, sahranın tam orta yerinde büyük bir çadır kurulmuştu.Niye geldiğimi, ne olacağını bilmediğimden yanımda bulunan adamlardanbirisine sormaya mecbur oldum. Cevaben:-Bu günden itibaren kırk gün seyir bayramıdır, şimdi münâdiler seslenipherkesi imtihana davet edecek.Herkes birer birer Zerdüşt'ün huzuruna gidecek.Her kim doğru kelimeyi söyleyebilirse hakikatleri seyretmeye izinli olur. Alnına"cennetlik" yazısı yazılır. Her kim söyleyemezse mahrum kalır, alnına"cehennemlik" yazısı yazılır. Lâkin güzel fiil ve amellerde bulunursa o yazıkaybolur. Evlat ve ailesi, akraba ve dostları sevinçlerinden düğün yaparlar, dedi.Ben hiçbir şey bilmediğim için tabii ki imtihanı vermeyecektim. Alnımacehennemlik yazısı yazılacaktı. Geldiğime pişman oldum. Evime dönmeye kararverdim. Evvelce konuştuğum adama fikrimi açtım.-Sakın gideyim deme! Zira gelmeyenlerin, gelip imtihan vermeden dönenlerinalnına "cehennemlik" yazısı yazılır, dedi.Bu çaresizlik halinde, kötünün iyisi olarak imtihana girmeyi kararlaştırdım.Münâdiler seslenmeye, herkes birer birer ve tam bir intizamla çadıra yaklaşmaya

 
başladı. Benim yerim çadıra pek uzak olmadığından bir saat sonra kapısındabulunuyordum. Bir kapı muhafızı herkesi birer birer çadıra alıyordu. Sıra banageldi, girdim.Zerdüşt bir yüksek divanda oturmuş, başında altından bir taç, üzerinde değerlibir kaftan vardı. Etrafında kırk kadar yaşlı adam, ellerini göğüsleri üzerinebağlamış hürmetle ayakta duruyorlardı. Meclisin azametinden şaşırdım kaldım.Cehaletin hakirliği ile mahcup ve utanılacak bir halde bırakılmamak için kalbenduaya başladım. Zerdüşt sordu.-Nereden geldin?Kalbime ilham edilen şu cevabı verdim:-Yaptığının nedeni ve nasılı sorulmayan İzid'den[28] (Allah'tan).-Niçin gönderildin?-Allah, nur ile karanlıkları ayırmak, nuruyla âdil, karanlıklarıyla kahir[29]olmak istedi. Nuruna "Ben" dedi, karanlıklarına da "Gayrım".-Nuru nedir, karanlıkları ne?-Nuru Hürmüz, karanlıkları Ehrimen'dir.-Hangisi galiptir?-Şimdi her ikisi eşittir. Ne Hürmüz Ehrimen'e, ne Ehrimen Hürmüz'e üstünlüksağlayabilir.-Bu keşmekeş nedir, sonu ne olacak?-En sonunda Hürmüz Ehrimen'e galip gelecek. Âlem hep nur olacak.-Sonra ne olacak?-Allah "Hep ben, hep ben!.." diyecek, "Gayrım" demeyecek.-Ya sen kimsin, kiminsin?-Ben nurâniyim, Hürmüz'ünüm.

 
Zerdüşt ellerini kaldırdı:-Allah seni nur etsin, dedi.İki kaşımın ortasına kadar dümdüz inen yeşil bir hat alnımda peyda oldu.Zerdüşt'ün yanındaki yaşlılar:-Kutlu olsun! Kutlu olsun! Dediler.Huzurundan çıktım. Alnımdaki yeşil hattı gören halk büyük bir hürmetlesafları açmakta ve bana yol vermekteydi. Çadırın kapısında yanıma verilenrehberin yol göstermesiyle meydanın bir tarafında hazır duran atlara bindik.Doğu tarafında görünen zümrüt yeşili tepelere doğru gittik. Birkaç saatseyahatten sonra bir tür kervansaraya vardık. O günün kalanını orada geçirdik.Ertesi günü seher vaktinde uyandırıldık. Rehberim beni bir odaya götürdü vededi ki:-Pek dehşetli bir muharebeye gireceksin. Kılıç, kalkan, gürz gibi harp âletlerinikullanmakta maharetin var mıdır? Hele bir tecrübe edelim.Rehberimle beraber girdiğimiz oda türlü türlü silahlarla doluydu. Rehberim,bana bir zırh giydirdi. Bir gürzü almamı işaret etti. Ben kendimde büyük birkuvvet ve maharet hissediyordum. Gürz oyunlarında ve bunun ardından kılıçkullanmada rehberimin aferinlerini kazandım. Mevcut silahların enmükemmellerinden birer takım aldıktan sonra kanatlı atlarımıza bindik. Akşamakadar uçtuktan sonra büyük ve heybetli bir dağın eteğine vardık. Dağ o kadaryüksekti ki, tepesi görülmüyordu. Sanki zirvesi gökleri yarmış, meçhulyükseklikte kaybolmuştu. Rehberime bu dağı sordum: "Cebel-i Fark (Fark dağı)"cevabını aldım.O geceyi dağın eteğinde geçirdik. Güneşin doğuşuyla beraber atlarımızabindik, bu defa dağın tepesine doğru uçuyorduk.Atlarımızın ilk hızı her türlü hayalin üstüne çıkmıştı. Nihayet dağın tepesineulaştık. Buradan gözlerimize çarpan manzara insan gözünün görmediği, hiçbirhayalin ermediği bir hal idi. Dünya kadar geniş bir meydan görülüyordu. Bumeydanın sol tarafına gelen yarısı, en kara gecelere aydınlık dedirtecek kadarkaranlıktı. Sağa gelen yarısı ise nura sönük dedirtecek kadar parlaktı. Akıl vesırlarımız, şaşırtıcı şeylerden olarak, bu göz yakıcı nura dayanabildiği gibi, ocehennem misal karanlığın her tarafını dahi aydınlıkmış gibi görebiliyordu.
 
Sanki mahşer meydanını andıran bu yerde sayısız insan toplanmıştı. Bunların birkısmı meydanın sağ tarafında, yani bir takımı nur deryasında ve diğer takımıkaranlıklar denizinde bulunmakta olup iki takımın arası boştu. Bu boşluğunnihayetinde iki büyük taht kurulmuş olup bunlardan nur yönünde bulunanınüzerinde Hürmüz oturmakta ve güzel yüzünden çıkan nadide parıltı, o nurlariçerisinde bile görülecek kadar ışık saçmaktaydı. Karanlıklar içinde kurulmuşolan tahtın üzerinde, en ürkütücü ifritlerden daha çirkin, en fena devlerden dahakötü görünüşlü Ehrimen oturmaktaydı. Lâkin bütün bu hayret verici manzaralarıdaha da ilginç haşmetiyle örten, Ehrimen ile Hürmüz'ün tahtları arasında ve herikisinin başları hizasında semada asılı duran bir taht idi.Biz meydana eriştiğimiz vakit doğruca Hürmüz tarafına katıldık. Biraz sonrameydanda velveleli bir hareketlilik peyda oldu. Her ağızdan:-Bakınız, bakınız. Allah'ın emri yeryüzüne indi! Sözleri çıkıyordu.Semada asılı duran tahtın üstünde beşer hayalinin bütün tutkunluğuyla özlemduyduğu bütün güzellikleri vücut buldurmuş bir peri yüzlü ayakta duruyor veelinde bir küre tutuyordu. Bu kürenin doğu yarısı nuranî ve batı yarısı zülmanî idi. Nur ve zülumât (ışık ve karanlık) arasında öyle bir denge vardı ki, ne nurdankaranlıklara, ne de karanlıklardan nura bir zerre karışmıyordu.Sağ taraftaki sayısız halk:-İzid, İzid! Karanlıkları kaldır! Diye çağrıştılar.Ehrimen taraftarları ise:-Deycur (Karanlık)! Hakikatini göster! Diye bağrıştılar.Bir harika eseri olarak, uzak ve yakın her kulağa kadar gelebilen hoş bir seslenur çehreli peri cevap verdi:-Bu meydan, adalet ve imtihan meydanıdır.Bunun üzerine herkes derin bir sükûta daldı ve her iki taraf huşu içinde,sessizce niyaza başladı.Ortalığa hâkim olan tam sessizlik arasında Hürmüz ayağa kalktı. Aşağıdakikonuşmayı yaptı:
 
-Ey insanoğlu! İzid[30] sizi, kendi gibi nur olmanız için vücuda getirdi. Sizibütün varlıklara üstün kıldı. Size her türlü nimetleri ihsan etti. Lâkin sizi nuriken, karanlıklarla karıştırdı. Ruh iken cesetle harmanladı. Ta ki, hoşlanmadığızulümâtı (karanlıkları), sevdiği nur ile ortadan kaldırasınız. Ey insanoğlu! Nurbenim, bana gelin, benim olun, ben olun! Nurun gereği olan güzellikler ileahlaklanınız. Kötülüklerden sakınınız, hemcinsinizi nefsinize tercih eyleyiniz.Kin ve haset, nifak ve öfke, zulüm ve düşmanlık, hırs ve kıskançlık gibikaranlığın kötü vasıflarını nefsinizden uzaklaştırınız. Mutlaka İzid'e (NurTanrısı'na) şükrediniz. Her ne verdi ise kanaat ediniz. Velhasıl bu imtihandünyasından nur alarak gidiniz ki, ebeden nurlar âlemi karargâhınız olsun.Hürmüz oturdu, Ehrimen ayağa kalktı ve aşağıdaki sözleri söyledi:-Ey insanoğlu! Gözünüzü açınız, tabiatınızın gereğini iyice düşünün. Şairâneve fakat yalan olan sözlere uyup da ömrünüzü boşuna geçirmeyiniz. Gülünüz,eğleniniz, zevk ediniz. Yiyiniz, içiniz. Dünyada talep edilen yalnız iki şey, ikimaksat vardır. Kalanı yalandır. Bunun birisi kibir, diğeri şehvettir. Bu iki amacainsanı götüren enaniyettir[31]. Bu iki amaca nail olmaya çalışınız. Nefsinizi herşeye tercih ediniz (kendinizi her şeyden üstün tutun). En küçük bir zevkiniz içinbinlerce insan telef olsa bile hiç ehemmiyet vermeyiniz. Doğanızın gereği budur:Bir küçük kuş kutları, daha büyük kuşlar küçük kuşları yiyor. Büyük kuşları dabazen açlık, bazen soğuk yok ediyor. Bir böcek tohumları yiyor, o böcek de diğerbir hayvanın diş yemeği oluyor. O hayvanı da bir diğeri yutuyor. Bir koyunbitkileri yiyor, siz de koyunu yiyorsunuz. Bu âlem yekdiğerini yemek, yok etmeküzerine kurulmuştur. Her şey birbirinin tabiî düşmanıdır. Birbirinin hırs ve tamahdişinden kurtulanları da bir gün geliyor, ecel denilen büyücü ifrit yiyor... İştehakikat budur. Uydurma sözlere inanmayınız, benliğinizden başka mevcut,zevkinizden başka gaye tanımayınız...Hürmüz yumuşak ve sakin bir tavırla ayağa kalktı:-Ey insanlar, Ehrimen denilen kötülük ifritini, alçaklık devini dinlemeyiniz.Sözleri yalandır. Hakiki kulluk, kibir denilen yalan fikre nispeten büyük birzevktir. Nice manevî zevkler vardır ki, şehvet onların yanında nefret edilecek birşey kalır. Ehrimen'in dediği benlik, hayvana mahsus bir tabiî zevktir. İnsanınbenliği, ahlâk ölçüsü ile tanzim edilmelidir. İnsan, tabiat bağında yetişmiş birgüzel çiçek ise de akıl denilen ruh okşayıcı koku ile diğerlerinden ayrılan birçiçektir. Hayvanât zümresini idare eden kanunların çoğu insana göre vasat, birkısmı ise âdeta bayağıdır. Dinlemeyiniz! Dedi.

 
Bu defa da Ehrimen gazapla söze başladı:-Hürmüz yalan söylüyor. Sizi bir takım uydurma kanunların ve hayalî kaidelerin tutkunu kılmak, acz ve itaatte en adî hayvanların aşağısı eylemekistiyor. Sizi üç beş günlük zevkinizden de alıkoymayı arzu ediyor. Dinlemeyiniz.İzid'in (NurTanrı'sının) dalkavuğu olan Hürmüz'ü dinlemeyiniz! Dedi.Bundan sonra her ikisi yekdiğerini yalanlaya yalanlaya nihayet birbirinehücum edecek oldular. Lâkin onlardan yüksek tahtında oturan, elindeki küreyiaralarına uzattı.-Henüz vakit gelmedi. Beyhude uğraşmayınız! Çarpışma vakti size tabiolanlardadır, dedi.Bunun üzerine Hürmüz:-Beni seven meydana çıksın! Dedi.Aynı sözü Ehrimen de söyledi. O aralık ben de rehberimle beraber sağ taraftakisavaşçılara katıldım. O geceyi orada geçirdik, mükemmel ikram ve ağırlanmagördük. Ertesi günü sabahleyin nakkareler[32], davullar çaldı. Ehrimentarafından bir er meydana çıktı, er diledi. Bizim tarafta da biri onu karşıladı. Busuretle o gün iki taraftan yirmi kadar savaşçı çıkıp birbiriyle harp etti. KâhEhrimen tarafı, kâh bizim taraf galip geliyordu. Her gün çarpışmalar devamediyordu, iki taraftan bir hayli adam kırılıyordu. Yedinci gün bizim tarafımızdançıkan bir pehlivan akşama kadar galip geldi. Ehrimen tarafından gelenlerdenelliyi kişi öldürdü. Artık bizim tarafın sevinci fevkalâde idi. Ehrimen'in çıkardığıpehlivanların birer birer ölüm toprağına düştüğü görüldükçe bizim tarafta müjdedavulları çalınıyor, kutlu olsun velvelesi semalara çıkarılıyordu. O gece bizimtarafın casusları, ertesi günü Ehrimen'in yenilmez pehlivanlarından birininmeydana çıkacağını haber verdiler. Herkes telâş içindeydi. Rehberimle bencasuslardan birinin çadırına gittik. Casusla uzun uzadıya konuştuk. Ertesi günüEhrimen'in "Nifak" adındaki cadısının meydana çıkacağı anlaşıldı. Garibi şu ki,bu Nifak cadısı kıyamete kadar yaşamaya mahkûmmuş, onu öldürmek mümkündeğilmiş. İşte herkeste görülen telâşın sebebi bu imiş. Ben de fevkalâde merakettim, sabaha kadar uykumda garip çarpışmalar gördüm. Ertesi sabah davul vedümbelek sesiyle Nifak cadısı meydana çıktı, korkunç bir pehlivandı. Baştanayağa çelik zırhlara bürünmüş, büyük bir küheylana binmişti. Savaş meydanında

 
atını oynatarak:-Hani nerde savaşçı? Ben o pehlivanım ki, keskin kılıcım nice çelik miğferlibaşları yarmıştır. Ben o yiğidim ki, parlak okum nice demir sineleri delmiştir!Var mı bana çıkacak? Canından bezmiş, dünyasına küsmüş kim ise gelsin... diyenara attı.Nifak'ın eline düşenin helâk olacağını bildiği halde, bu büyüklenmeye karşı birsamimi Hürmüz taraftarı meydana çıktı, ölüme serildi. Birbirini takiben otuz kişimeydana çıktı, otuzu da öldü. Üç gün sıra ile Nifak meydana çıktı. Her üç gündeotuzar kişi telef ederek galiplik kendinde kaldı. Dördüncü gecesi bizim taraftaönemli hazırlıklar görülüyordu. Herkesin yüzünü kaplayan yeis bulutu kalkmış,yerine ümit nuru doğmuştu. Rehberime sordum.-Yarın Hürmüz'ün en has bağlılarından ve en ziyade sevdiklerinden MuhabbetPehlivan meydana çıkacaktır. Bu melun Nifak'a ondan başka kimsenin galipgelemeyeceği anlaşıldı. Bu gece Hürmüz'ün vekillerinden Salah (iyilik) gelipvaaz ve nasihat edecektir, dedi.Gece yarısı Salah denilen nuranî ihtiyar geldi. Hak ve hakikat uğruna herkesican vermeye teşvik etti. Ve en sonunda belâgatli bir dua okudu. Ertesi sabahNifak cadısı meydana çıktı. Acı acı gülerek:-Bu gün canından bezmiş kimse yok mu? Meydan niçin boş kalıyor?Kahramanlık iddiası olanlar nerede? Diye bağırdı.Hürmüz taraftarlarının tekbir sesleriyle meydana Muhabbet çıktı. Nifak cadısıMuhabbet Pehlivan'ı gördüğü gibi gözleri hiddetinden kan çanağına döndü:-Üç gündür seni bekliyordum. Nihayet gelebildin, ölüme hazır ol! Dedi.Muhabbet Pehlivan ölçülü ve âhenkli bir nara attı.-Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin ki, ben Muhabbet Pehlivan'ım. Aslan gibipençem yürekleri parçalar, kahraman pazum kafaları koparır. Ey Nifak! Bilirsinki, ben ne vakit meydana çıksam seni tepelerim. Yeter artık ettiklerin. Vakitgeldi, hazır ol! Dedi.Nifak:
 
-Evet, önce bana galip geldin. Lâkin bu defa seni mahvedeceğime eminim.Muhabbet ise:-Sakın bunu umma. Muhabbet Pehlivan her vakit Nifak cadısına galiptir, diyekarşılık verdi.Her ikisi birbirine hücum ettiler. Kılıçları kalkanlarına çarptıkça ateş çıkıyordu.Akşama kadar uğraştılar, birbirlerini yenemediler. Ertesi günü dehşetli birkararlılık ve sağlam bir azimle yine birbiriyle uğraştılar, yine birbirleriniyenemediler. Lâkin üçüncü günü güneş kemâl vaktine gelmişti ki, Muhabbetaslancasına bir darbe ile Nifak'ı helâk zeminine serdi. Hürmüz yanlılarınınsevinç sedası gök kubbenin en yüksek yerine çıktı. Ehrimen taraftarlarınınhiddeti âlemi titretti. Nihayet o gün akşama kadar Muhabbet Pehlivan daha otuzkişi tepeledi. Yedi gün savaş meydanında galip kaldı. Yedinci günü gecesicasuslarımızdan, ertesi günü Ehrimen tarafından pek meşhur bir pehlivançıkarılacağını haber aldık. Hakikaten güneşin doğuşuyla beraber sol taraftanvelveleler koptu. Bu defa meydana çıkan Ehrimen yanlısı boyu pek uzun,kendisi pek korkunç bir devdi. Sarı bir deveye binmiş ve elinde adam başıbüyüklüğünde bir gürz vardı. Meydanı dolaştı.-Ey Hürmüz yârânı! Bana hanginiz karşı gelecek? Bana Gazap Pehlivan derler,şimdiye kadar karşımda diri kalan pek az olmuştur, dedi.O gün karşısına çıkan Muhabbet Pehlivan ile delice çarpıştı. Üçüncü günüikindi vaktinde bir gürz darbesiyle Muhabbet'i yıktı ve henüz ölmemiş iken, bugüzel Pehlivan'a acımadan, dişleriyle vücudunu parça parça etti, kalbini koparıpEhrimen'in huzuruna attı.-En büyük düşmanlarımızdan Muhabbet'in yüreği ayaklarınız altında sürünsün,dedi.Bu dehşetli manzara, bu feci muharebe bizim içimizi kan ağlatırken Ehrimenyanlılarını mutluluk ummanına gark eyledi. Seyir Bayramı denilen bu garipbayram başlayalı tam otuz sekiz gün olmuştu. Gazap'ı bizim taraftan henüzmağlup eden olmamış ve Hürmüz ile Ehrimen'in arasındaki meçhul gencinelindeki kürenin sağ tarafını da zulmet (karanlık) istilâ etmeye başlamıştı.Ehrimen tarafı galip gelmek üzereydi. Hürmüz'ün veziri Salah yanımıza geldi.Gazap'ı ancak Hikmet Pehlivan'ın öldürebileceğinden bahsederek ertesi günümeydana çıkarılmasının Hürmüz tarafından emredildiğini söyledi. Ve bayramdan
 
geriye ancak iki gün kaldığından, Hikmet'in galip gelmesi için o gece hepimizedualar etmemiz emredildi. Çadırımıza geri döndüğümüz vakit rehberim gayetciddi bir tavırla:-Bu Hikmet Pehlivan kimdir bilir misin? Dedi.-Hayır! Dedim.-Hikmet Pehlivan sensin! Bu gece uyku vakti değildir, yarın Ehrimen'in ikincipehlivanı Gazap ile çarpışacaksın. Gecenin kalanını ibadet ve kılıç talimiylegeçireceğiz dedi.Hayretimden dondum. Bana bu kadar mühim bir vazife verileceğini hatırımdanbile geçirmemiştim. Hele ismimin Hikmet Pehlivan olduğunu hiç bilmiyordum.Ancak böyle mukaddes bir dava uğrunda Gazap kadar mühim bir düşmana karşıgönderileceğim için kendimde büyük bir azim, bir kuvvet hissetmeye başladım.Beni ve mukaddes maksadı mağlup etmemesi için sabaha kadar pek samimidualar ettim. Ara sıra da rehberim bana garip vuruş ve hücum usûlü öğretiyordu.Sabah namazı vakti zırhlarımı giydim. Rehberim belime örme zırhtan kemerimitaktı, alnımdan öperek ve ağlayarak dualar etti. Güneşin doğuşuyla beraber atımabinerek hazır oldum. Gazap meydana çıktı. Karşılamaya gittim, ismimi sordu.-Hikmet Pehlivan, dedim.-Be hey biçare! Senin gibi mazlum ve kendi halinde bir abdâl, benim gibi birkükreyen aslanla çarpışabilir mi? Haydi defol git. Sen zararsız bir bunaksın.Senin kanını dökmek bana yakışmaz, dedi.Ben:-Bana üstün geldiğini hatırlamıyorum. Acaba zirzopluğuna mı güveniyorsun?Bilmez misin ki, ben senden üstün olmasam gönderilmezdim. Hadi çok söyleme,ölümüne hazır ol! Dedim.Gazap kızdı:-Vay! Sana galiba şarap içirmişler, saçmalıyorsun. Haydi öyleyse! Dedi. Veüzerime hücum etti.Ben korkunç devin öldürücü darbelerinden vücudumu kurtarmak için pek çok
 
çeviklik göstermeye mecbur oldum. Gayretimden âdeta kuş gibi hafiftim veuçuyordum. Akşama kadar uğraştık. Gerçi bana bir darbe bile isabet ettiremedi,lâkin ben de dev'e bir şey yapamadım. Bir miktar istirahattan sonra o geceyi duaile geçirdik. Sabaha karşı rehberim bana bazı talimatlar verdi. Sabahla berabermeydana çıktım. Gazap öfke doluydu. Fırıldak gibi etrafımda dönerek:-Dün elimden kaçtın, lâkin bu gün kaçamazsın, dedi.Üzerime saldıracak bir vaziyet aldı. Rehberimin talimatı gereğince:-Vay, başında ne var? Dedim.Elini başına götürdü. Ben de zırhsız olan koltuğu altından tam kalbine doğrukılıcımı sapladım. Gazap dehşetli bir nara atarak düştü, kan kusmaya başladı.Ehrimen tarafından hiddetli feryatlar göklere çıktı.-Hikmet, Gazap'ı hile ile vurdu! Diyorlardı.Meçhul gencin elindeki küre baştanbaşa nur olmaya başladı. Bizim tarafınsevinç haykırışları dünyayı tuttu. O gün öğlene kadar birçok Ehrimen yanlısınıtepeledim. Lâkin öğlende karşıma yüzü örtülü bir pehlivan çıktı. Beyaz bir filebinmiş olan bu pehlivan meydana çıkar çıkmaz Ehrimen'in yüzü sevincindenhain bir ürperme ile doldu. Hürmüz pek mahzun oldu. Meçhul gence hitaben:-İzid! İzid! Maksadın nuru yok etmek mi? Merhamet...! Merhamet...!Merhamet...! Dedi.İzid (Hayır ve Nur Tanrısı):-Ehrimen'in hakkıdır, ne yapalım istediğini çıkarır, cevabını verdi.Ehrimen gülüyordu. Hürmüz mahzun bir halde boynunu büktü.-Emir senindir...! Dedi.Mağlup olacağıma işaret olan bu konuşmayı herkes gibi ben de duydum. Filinüzerindeki pehlivan gurur içinde meydanı dolaştı, gök gürültüsüne benzeyen birnara attı:-Ey benim kudretimi inkâr eden gafiller! Biliniz ki, ben pehlivanlar pehlivanı,
 
kahramanlar kahramanı Nefs-i Emmâre'yim. Şimdiye kadar bir yolunu bulupyenmediğim kimse yoktur. Beş bin şekil alırım, bin silaha sahibim. [Banahitaben] Ey zavallı Hikmet! Gel kendi rızanla teslim ol, seni güzel bir hizmettekullanayım. Sen abdâl[33] ve âciz bir mahlûksun. Benim elimde bir sinek kadarehemmiyetin yoktur. Lâkin her nedense seni severim. Çünkü senin bana dahizmet ettiğin oldu. Haydi kılıcını teslim et de kurtul! Dedi.Ben gayrete gelip buna yanaşmadım.-Ey Hikmet, bendeki silahlara bak! Rehberinin sana öğrettiği yumuşakhuyluluk, ilim, kanaat, ihtiyatlı olma, tevazu, sabır, hile gibi başkaları içinöldürücü olan darbelerin bana bir tesiri yoktur. Her birisine mukabil kin vehiddet, oyun ve düşmanlık, nefret ve şehvet gibi nice öldürücü darbelerim vardır.Gel kendine kıyma.Yine yanaşmadım.-A biçare! Ne düşünüp duruyorsun! Senin darbelerinin bana bir tesiri olamaz.Seni bir anda mahvetmek bence hiçtir, dedi.Yine yanaşmadım, çarpışmaya başladık. Ben bildiğim darbelerin hepsinitecrübe ettim. Asla tesiri olmadı. Nefs-i Emmâre bana karşılık vermeye tenezzületmiyor, gülüyordu. Nihayet en öldürücü bildiğim son darbe olan kuvvetli azimadındaki darbeyi vurmayı kararlaştırdım. Nefs-i Emmâre'nin sol tarafına geçtim.Darbeye müsait bir vaziyet aldırmaya çalışmaya başladım. Emmâre işi anladı.-Ya! Beni mutlaka telef etmek istiyorsun ha! Dur öyle ise! Dedi. Ve tam kılıcıböğrüne sokacağım bir sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayalin fevkinde birgüzellik gözlerimi kamaştırdı, kılıç elimden düştü. Nefs-i Emmâre kemerimdentutup beni filin üzerine aldı. Ehrimen'in huzuruna götürdü.-Ey Ehrimen! Hikmeti öldürmedim, esir ettim. Mutfağımızda soğan soyar, tamkendisine münasip bir hizmettir, dedi.Bu şakaya Ehrimen kahkahalarla güldü. Hürmüz'ün gözlerinden yaşdökülüyordu. İzid'in (Hayır ve Nur Tanrısı'nın) elindeki küreden yavaş yavaş nurkalkmakta ve karanlık her tarafı kaplamaktaydı. Ehrimen galip gelmişti. Soltaraf:-Karanlıklar! Karanlıklar! Asıl olan karanlıktır. Galip geldik, diye bağırıyordu.

 
Bizim taraf ise:-Övgüler sana, övgüler sana! Ey Nurların Nuru! Nurunu kaldırma, diyeyalvarıyordu.Hürmüz, nur yüzlünün önünde secde etti.-Ey yaptığının nedeni, niçini sorulmayan İzid (Nur Tanrısı)! Medet senden,medet! Senin başın için, senin hakkın için! Dedi.Hürmüz başını seccâdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğrudikmişti. Sol tarafın karanlığı küreyi öyle bir suretle istilâ etmişti ki, ancakkenarında görünür görünmez bir nurânî lekecik kalmıştı.İşte o sırada idi ki, uzaktan bir ses işitilmeğe başladı. Bu ses erkekçe olduğukadar tatlı, tatlı olduğu kadar erkekçe idi. Şiir söylüyordu. Nihayet karanlıklariçinde yüzünün nurundan etrafı aydınlık olan ve bu sebeple kendisi tamamıylafark edilen bir süvari göründü. Dört ayaklı ve alnı boynuzlu ve kanatlı, neftî yeşil renkte bir ejderhaya binmiş olan bu pehlivan, güzellik timsali yahutgüzelliğin menbaı denilecek kadar güzeldi. Kıvırcık ve kestane rengine yakın,daha doğrusu bazen siyah bazen kırmızımtırak görülen saçları omuzlarınadökülmüştü. Başında mücevherle süslü bir taç, sırtında yeşil renkli bir ipekkaftan vardı. Şiir söylüyordu. Biz de ürpere ürpere o lâhûtî sesi dinliyorduk.
Ben O'yum ki, satvetimden kâinat lerzândır
 
Ben O'yum ki, zûr-i bâzum hâkim-i her candır
 
Ben O'yum ki, her kim olsa serfürû eyler bana
 
 Hâk-i pâyim secdegâh-ı zümre-i insandır
 
Ben O'yum ki, sîret-i merdîde yoktur benzerim
 
 Hâdimîn-i bargâhım zümre-i merdândır
 
Ben O'yum ki, mizân-ı adlime müsâvî cümle halk 
 
Şehinşâhlarla gedâlar bence hep yeksândır
 
 Hâsılı şimşir-i izz ü kudretiyim İzid'in
 
 Aşkım ben, satvetimden kâinat lerzândır[34]
Bu tatlı ezgi, bu hoş nağmeler her iki tarafı kendinden geçirmişti. Gariptir ki,Ehrimen tarafı da bizim taraf kadar lezzet duymuştu. İsmi Aşk olan bu pehlivanbize yaklaştıkça nur yüzlünün elindeki küre parlaklık kazanmakta, nurkaranlıkları kovmaktaydı. Öyle ki, meydanın ortasına geldiği zaman küretamamen ışıklandı ve âlemden karanlıklar kalktı. Meydanda file binmiş Nefs-iEmmâre ile esiri olan ben bulunuyorduk. Aşk, ejderhasını bize doğru çevirdi.Gayet hoş ve samimi bir tavırla:-Ey Emmâre! Bana da karşı duracak mısın? Dedi.Emmâre, tam bir huşû ile filden yere indi. Aşkın önünde diz çöktü.-Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim, velinimetimsin. Âczimi ilan içinişte sana secde ediyorum, dedi.Aşk, beni âzâd etti. Gülerek:-Haydi! Koca abdâl Hikmet! Git, rahatına bak! Dedi.Meydanda yalnız aşk kaldı. Ejderhasından indi. Elleri göğsünde, gayet yavaşve ölçülü adımlar atarak nur yüzlüye doğru yürümeye başladı. Üç adım kaldığıvakit:-Ey güzellik nuru! Yalnız senin kulunum, dedi ve secde etti. Ardından:-Ey Hürmüz! Ey Nur! Selam olsun sana! Sana ki, karanlıkların kadri seninlebilindi, dedi. Ondan sonra Ehrimen'e:-Ey Ehrimen, ey Karanlık! Selâm olsun sana! Sana ki, Nur'un kadri seninlebilindi, dedi.Ondan sonra meydanın ortasına çekildi. Elini semâya kaldırdı. Âlem eskisigibi oldu; kürenin tam yarısı nûrânî ve yarısı zülmânî oldu (yarısı aydınlık, yarısıkaranlık). Her iki taraf, bağlı olduğu önderin elini öpmekteydi. Hürmüz'leEhrimen tahtlarından inmişler, yan yana gelmişler ve iki kardeş gibi musafahaetmişlerdi. Nur yüzlü, tebessüm ederek bu hâle bakıyordu. Hürmüz'ün elini

 
öptüm. Yüzüne baktım. Bir de ne görsem...! Derin hayretimden bir bağırışkoyuverdim. Gözlerimi açtığım vakit Aynalı'nın mütebessim çehresini gördüm...
 Ey daim ve bâki olan! Ey ebedî âlem!
 
 Ey Zâhir! Ey Bâtın! Duy seslenişimi,
 
Zekeriya kulunu duyduğun gibi!
 
 Hazret-i Şâzelî 
 
Üçüncü Gün
Devridaim
Bugün de geçen iki gün gibi ney sesiyle mest oldum. Kendimi on iki yaşındabir çocuk gördüm. Büyük bir şehrin muntazam bir sokağında büyükçe ve güzelbir evde oturuyorduk. Henüz uyanmıştım.Güneşin altın şuaları, cemâl nurlarının aksettiği eşyayı henüz okşamakta idi.Yatağımdan kalkacağım bir sırada odamın kapısı açıldı. Bir cariye babamın benibeklemekte olduğunu söyledi. Kalktım, cariyeyi takip ederek yürümeyebaşladım. Büyük bir odaya girerek babamla karşılaştım. Babam yüz on yaşındabir ihtiyardı. Sanskrit lisanıyla konuşuyorduk. Babam dedi ki:-Oğlum! Yaşın on ikiyi buldu. Artık kendini ve kâinatı bilecek zamanın geldi.Seni en büyük üstada götüreceğim. Şimdi hikmetli konuları anlama çağınaulaştığın için memnuniyetimden üç gün üç gece düğün yapacağım. Sen budüğünde hizmet edeceksin. Sana rehber olacak kalfanı göreceksin.Hakikaten tantanalı, şaşaalı bir düğün başladı. Birinci gün bütün Brahmanlarve üst rütbeli memurlar, ikinci gün asker ve tüccar, üçüncü gün fakirler davetedildi. Bu üç günde ben misafirlere hizmet etmekteydim. Üçüncü gün seksenyaşında bir fakir bana kalfa edildi. Dördüncü gün erkenden babam bizi yolaçıkardı. Rehberim bir merkebe binmişti. Ben ise arkasında yaya yürüyordum.Rehberim:-Oğlum ilim ve hikmetin kıymetini öğrenmek için yaya gideceksin, bir şeypahalı alınmazsa kıymeti anlaşılmaz, dedi.İlk günler birçok meşakkat çektim. Lâkin yavaş yavaş yola alıştım. Kırk günseyahatten sonra bir kulübenin önünde durup biraz istirahat eyledik. Rehberimbeni elimden tutarak kulübeye soktu. Kulübede yalnız su ile dolu bir çanakvardı. Rehberim beni doğuya yönelterek önüme çanağı koydu.-Ey Brahma! Ey vücûd-i aslî (esas varlık)! Ey En Yüce Nur! Varlığınınmertebelerini, rûhunun safhalarını göster, diye dua etti.Bir takım anlayamadığım sözler mırıldandı, kulübeden çıkıp kapısını kapadı.Her taraf karanlık oldu. Yalnız önümdeki çanak içindeki su donuk bir parlaklık
 
göstermekte idi. Rehberimin tembih ettiği şekilde suya bakıyordum. Bir müddetsonra nereden geldiğini tayin edemediğim bir seda-yı hâtif (gaipten ses) işitmeyebaşladım. Bu bir ses miydi? İnilti mi, ilham mı, vehim mi, belirsiz bir fısıltı mı?Bilemem. Ne lisanla söyleniyordu? Ne gibi terkip ile nasıl harflerle? Tarifedemem ki!Aklım mı? Vicdanım mı, bu harfsiz terkibi, bu titreşimsiz sesi şöyle anlıyordu:
 Ey dayf-ı bezm-i vücûd
 
 Anla nedir sırr-ı şuûn
 
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
 
Yok dem-i vahdette hudûd Her ne desen nâmı onun
 
Cümlede o nokta-i nihan
 
Gâhi esîr, gâhi cihan
 
 Mevt ü hayat câmı onunGâhi güneş, gâhi kamer
 
Gâhi matar, gâhi sehâb
 
 Kendi ateş, kendi şehâb
 
 Kendi gece, kendi seherGâhi hacer, gâhi nebât 
 
Gâhi neml, gâhi esed
 
 Kendisi rûh, kendi ceset 
 
 Kendi hayat, kendi memât. Devr ile Âdem olıcak 
 
 Kendini kendinde bulur
 
 Mutlak iken nokta olur
 
 Âdem imiş mazhar-ı Hak [35]
Çanaktaki su yavaş yavaş parlaklığını kaybetti. Karanlıklarda gizlendi. Bir şeygörmez oldum. Gözlerim çanağa dikilmiş, karanlıktan bir şey görmez olmuş ikengarip bir seyre koyuldum. Hangi âzâm görüyordu? Bunu da tayinden âcizim.Vücudumu inceden inceye araştırdıkça, kendimi yokladıkça karanlıklardanbaşka bir şey yok; Lâkin görüyordum. Ne? Buna isim bulmak zor. Sonu olmayanbir görüşle nihayetsiz bir saha görüyordum. Bir anda güya milyonlarca asırlıkolduğu tasavvur edilen uzaklıktaki noktayı hayal ederek döndüğüm halde hâlâbir noktadan çıkmamış oluyordum. Hissi ve idrâki çatlatan bu azamet, vicdanımahvedici bu kibriyâ[36] hakikatiyle parlamaya başladı. Azamet ve kibriya dasonsuzluk da hiç oldu. Benimdir diyemediğim, değildir diyemediğim bu seyirduygusunu da kaybettim. Bir an hiç oldum...Bir an sonra yine sonsuzluk sahasını fark etmeye başladım. Her tarifin üstündegarip bir hisle daha duyarlı olmuştum: Beni kuşatan bu sonsuzluk sahasını sankiiçime almıştım. Bu garip hal ne kadar devam etti bilmem. Güya kendimde birkesâfet (yoğunluk) duydum, sahada görünmez bir şey peyda oldu. Evetgörünürde bir şey yok: ne nur, ne bulut, ne bir şey. Hiç! Lâkin benhissediyordum ki, bir şey var. Bu şey, bir anda tan yerinin açılmasını andırır birnur oldu. Bir sönük nur ki, kalp atışım gibi titriyordu. Bu güzel ve hafifaçılmanın görünmeyen müezzini, ses yerine geçen harfsiz manası ile İsrâfil'inezanını okuyordu.
 Allahü ekber! Allahü ekber!

 
 Ey varlığın vücudsuz sırrı
 
Bellisin, ama bilinmezsin
 
 Aşikârsın, ama görünmezsin. . . . . . . . . . .
Bu demde saatler, seneler, asırlar bir an idi. Bir anda milyonla asırlar geçti.Yine bir an... Yorulmuş gibi oldum, sanki gözümü kapadım. Bir an bir şeygörmedim. Güya gözümü açtığım vakit milyonlarca mesafeyi kaplamış, lâkinavucuma sığacak kadar küçük bir âlem görüyordum. Bu seyran (gezi) arasında oâlemin mahallelerinden birisi dikkatimi çekti. Bu mahalle tamamen su ileçevrilmiş bir küre idi. Suya bakarken akıl ermez bir câzibe, beni orayayönlendirdi. Ilık bir halde olan suyun içine girer girmez kendimi milyonlarcagarip hayvanatı ihtiva etmiş gördüm. Bu hayvanların ne uzuvları, ne de özelşekilleri vardı.Milyonlarca odalı bir meclis demek olan şu hayvanların mevcudiyetinebağlanmaktan kendimi kurtarmaya çalışıyordum, bir türlü başaramıyordum.Milyonlarca sene devam eden bu firar hevesi (kaçma arzusu) neticesinde, banahapishane hizmetini gören odalarda, hayvancıklarda garip değişmeler meydanageliyordu. Beni asıl sıkan şey, hem bu hayvanları ihata etmiş hem de onlarındışında olmam değil, onlarda mahpus olmamdı. Zira akıl ve idrâk şöyle dursun,her türlü histen bile uzak gibiydim. Hapishanem olan hayvancıklar bin türlü şekilalmaya başladılar. Artık benim için bir gün hükmüne girmiş olan binlerce asırgeçtiğinde her şekil başka bir gelişme gösteriyordu. Lâkin su içinde mahpuskaldığımdan gözlerimin garip görüşünden sıkılıyor, kulağımın sağırlığındanrahatsız oluyordum. Ne kadar vakit geçti? Ne oldu? Bilmem. Bu defa kendimiyalnız denizde değil karada dahi birçok hayvancıkların vücudunda gördüm.Temiz havanın ciğerlerime işleyişini hissettikçe oluşan keyif ve zevkten dolayıvecde gelerek milyonlarca cesette koşuyor, oynuyordum. Belirsiz, fakat hakikibir muhabbet hissi bütün cesetlerimi (bedenlerimi) istilâ eylemişti. Her ne kadargördüğüm şeyleri, hususi bir muhakeme ile idrâk edemiyorsam da bunlarınvarlığını hissediyor, bana zararı olmayanları seviyordum. Her an milyonlarcabedenim işlemez durumda kalıyor, şekil değiştiriyor, aslına dönüyor, yerinemilyonlarcası meydana geliyordu. Lâkin bu devrelerdeki meydana gelişlerin,eskisi gibi birer bilinmeyen sebebi olmayıp, bedenlerin birbiriyle mana birliğietmesinden, bir sevgi anında iki bedenin tuhaf bir zevkte müstağrak[37]kalmasından ileri geliyordu. Her ne kadar henüz yalnız ne erkek, ne yalnız dişi

 
bir bedenim yoksa da her bedenim hem dişi, hem erkek sıfatına sahip olmaklaher biri kâh baba, kâh ana, hem baba, hem ana idi.Bana mahsus günlerin birbirini izlemesi ve sürüp gitmesi neticesindehapsedildiğim bedenler o kadar çoğalmış, o kadar çeşitlenmişti ki, bunlardanbazısı diğerlerine görünüşte asla benzemez bir şekle girmişti. Bazısı gözlegörülmez derecede küçük ve ilkel halde, bazısı havada uçar, bazısı yerlerdesürünür; bazısı kocaman ve heybetli, bir takımı hoş ve zekiydi. Bu bedenlerin birkısmı diğerini yemeye meyilli, bir kısmı kuvvetli, bir kısmı mecalsizdi. Âlem birsavaş alanı olmuş, bedenler arasında rekabet ve birbirinden faydalanma bir kaidehalini almıştı. Ne kadar zaman geçti, neler oldu?Bir gün bir bedende mahpusluğumu hissediyor gibi acı bir hisle inliyorken,güya bütün kâinatın her zerresine geçici olarak emanet edilen sırlar birer birer obedende toplanıyordu. Bir mana nefhası (manevî esinti), renksiz ve mekânsız,bedenime yerleşti ve istilâ eyledi. Doğuya dönmüş, yüzümü ağarmaya başlayanufuk üzerine çevirmiştim. Her zerre güya beni selamlıyor. Her taraftan burnumaanber kokusu geliyor. Bütün hüviyetim (kimliğim) bir sevgi manasının tesirialtında titriyordu. Kendimi biliyor, etrafımı hem görüyor, hem de gördüğümüfark ediyor, her şeyi biliyormuş gibi davranıyordum. Bir sarhoşluk, birkendinden geçme hali beni istilâ etti. Mana lisanı ile "Elhamdülillah!" dedim!Gaipten gelen bir ses bütün kâinata ilan ediyordu:
 Doğdu şimdi şems-i idrâk âleme
 
 İstivâgâhtır dimağ-ı âdemî 
 
 Nur-ı Hak'tır şeb-çerağ-ı âdemî 
 
 Ey melâik! Baş eğin hep âdeme[38]
Bu heybetli emirden bütün âlemler ve sâkinleri titredi. Her mevcut, başını eğipinsanın ayağına kapandı. Her zerre hal lisanıyla bana diyordu:
 Merhaba.............

 
 Merhaba ey pertev-i sırr-ı vücûd
 
 Merhaba ey zübde-i cümle şuûn
 
 Merhaba ey menba-ı fehm ü fünûn
 
 Merhaba ey mazhar-ı ikrâm-ı vücûd
 
 Kâinattan sen idin maksûd, sen!
 
 Ey zekâ! Bizler senin mir'âtınız
 
 Nokta sensin, biz senin âyâtınız
 
Secdegâh sen, kıble-i ma'bûd sen![39]
Gözlerimi açtım... Aynalı Baba'nın hüzünlü bakışları üzerime çevrilmişti...Çocukların, gördükleri rüyayı uyanır uyanmaz söylemesine nazire yaparcasına:-Hepsi secde etti! Dedim.-Evet! Ancak nefsindeki gurur sıfatı, yani şeytan hariç! Dedi Aynalı.
 Ey aşikâr bilinen Allah'ım!

 
Biz Seni hakkıyla bilemedik!
 
 Her türlü noksandan
 
Seni tesbih ve tenzih ederiz!
 
 Hazret-i Seyyid[40]

 
Dördüncü Gün
İmtihan Meydanı, Ârifler Meclisi
Her zaman olduğu gibi Cenâb-ı Aynalı'nın evine gitmiş, her günkü gıdamıyutmuştum. Bu gün kulübenin önüne oturacak yerde, Aynalı beni aldı,mezarlığın en ücra ve caddeye uzak bir köşesine götürdü. İri bir mezar taşınıgöstererek:-Git şu mezarın üzerine uzan. Herifin başındaki müthiş kavuğa bakılırsa hayatızamanında büyük âlimlerden biri olması hatıra gelir. [Gülerek] Git o koca âliminruhâniyetinden feyz al! Dedi.Gittim, mezarın üzerine yattım. Birkaç dakika mezarda defnedilen adamınkavuğu, hayal gözümün önünde bin türlü şekil aldıktan sonra Aynalı'nın çaldığıneyin hazin iniltilerini dinleye dinleye dalmışım. Gördüm ki, bir yatak içindeyatıyorum. Oda zifiri karanlık. Lâkin tam manasıyla karanlık. Birkaç vakitbekledim. Karanlık asabıma fena tesir yapıyordu. Nerede bulunduğumukestirmeye çalışıyorken odanın kapısı açıldı. Bir adam içeri girdi.-Kalktın mı oğlum? Dedi.Giren adamı karanlıktan göremiyorum, yani bizim bildiğimiz gibi bir görmeylegöremiyordum. Lâkin acayip bir his, bir nevi görmek yerine geçiyordu. Anladımki, gelen adam babam imiş. Babam vefat edeli birkaç zaman olduğumdan buadamın bana oğlum deyişine şaşıyordum. Soruyu tekrar etti...-Oğlum kalktın mı?-Evet! Lâkin sen benim babam mısın? Dedim.Herif şaşırmışçasına bir sesle:-Oğlum çıldırıyor musun? Dedi. Ben:-Hayır. Lâkin evvelki babam öleli...-Vah! Vah! Oğlumu cinler zaptetmiş. Zavallı sayıklıyor...
 
Birden kendime geldim. Delilere her yerde pek de hoş muameleedilmediğinden korkumdan hatamı düzeltmek fikriyle:-Şaka yaptım baba, şaka. Lâkin bir lamba yahut mum emretseniz, burasıcehennem gibi karanlık... dedim. Biçare adam ağlarcasına:-Heyhat! Oğlum mutlaka çıldırıyor! Daimî güneş doğmuş, âlem nur iledolmuşken karanlık diyor... Aman evlâdım üzerime fenâlık gelmeye başladı!Oda tam manasıyla karanlık iken, babam aydınlık olduğunu iddia ediyordu...Bu defa babam olduğunu iddia eden herifin deli olduğuna ben kanaat getirmeyebaşladım. Herifi kızdırmayarak yoklamak düşüncesiyle:-Babacığım gerçi güneş doğmuş, burası doğru. Lâkin belki perdeler kapalı daışığı odaya girmiyor.-Aman yarabbi, mutlaka bizim oğlan çıldırıyor... Bre oğlum! Hiç güneşinışığına bir şey engel olabilir mi? Sen deli misin, nesin?Herifin şu cevabı üzerine nasılsa bir tımarhaneye girmiş olduğumu kuvvetledüşünmeye başladım. Biraz sonra odaya annem olduğunu iddia eden bir kadın,birçok amcalarım, dayılarım ve diğer akrabam girdi. Babam bunlara yana yakıla,çıldırmak üzere bulunduğumu haber verdi. Bunlar başıma üşüşerek bir takımtuhaf ve delice suallerle beni bezdiriyorlardı. Her ne desem cinnetime(delirdiğime) hükmetmelerine sebep olacağını bildiğim için sükûtu seçtim.Babalığım yanımda oturmuş, kederinden ağlıyordu. Bense ne yapacağımı, nediyeceğimi şaşırmış kalmıştım. Bir aralık cebimde kibrit kutusu bulunduğuhatırıma geldi. Hemen çıkarıp bir tanesini yaktım. Gördüğüm manzara o kadartuhaftı ki, elimde olmadan uzun kahkahalar salıvererek, şiddetinden iki tarafımayuvarlanıyordum. Babam olduğunu iddia eden herifin, analığımın, amcalarımın,dayılarımın gözleri yerinde, bildiğimiz göz yerine birer arpacık soğanı yahutbuna benzer bir şey konulmuştu. Yani bu biçarelerin tamamı beş duyunun enönemli ve en gereklisi olan görme duyusundan, gözden mahrumdu.Ben kahkahayı salıverir salıvermez odadaki halkın aldığı manzara o kadarbeklenmez ve akledilmezdi ki, kahkahaları kesmek şöyle dursun, bence gülüşkrizi doğuran bir sinir boşanması şeklini aldı. Babalık, analık ve diğerleri dörderayaklı olmuşlar ve var kuvvetleriyle zıplamaya başlamışlardı. Bir müddetböylece zıpladıktan sonra evvela babalığım yanıma geldi, elimden tuttu, öptü.
 
-Ey beyaz ifritin sarı şeytanı! Saltanat sana mübarek olsun. Bin senedir cümleâlem seni beklemekteydi. Nihayet büyük bir mucize olarak güya benimzürriyetimden dünyaya geldin. Bin senedir beklediğimiz sesi çıkardın. Şimdibütün kızıl şeytanlara haber vereyim gelip elini öpsünler, her yere habergöndersinler, dedi.Bulduğum zeytinyağıyla bir kandil tertip ettikten sonra biraz yemek yemeyeniyet ettim. İşte o sırada memleketin padişahı, vezirleri, âlimleri evimize doldu.Hepsi bana "Beyaz İfritin Sarı Şeytanı Hazretleri" diye garip bir unvan vererekhaddinden fazla hürmet etmekteydi. Sokaklarda tellallar dolaşarak Sarı Şeytan'ınortaya çıkışını ahaliye müjdeliyordu. Bana mahsus olarak memleketin engörkemli ve süslü bir sarayını tahsis ettiler. Yüzlerce hizmetkâr hizmetimeverildi. Ben yavaş yavaş bu garip halkı incelemeye koyuldum:Bunlar tam manasıyla kör değildi. Işık denilen esirî titreşimlerigörmemeleriyle, daimî bir karanlık içinde bulunmalarıyla beraber kendilerinemahsus garip bir görme şekilleri vardı. Şehirleri oldukça süslü bir suretle binaedilmiş olup sanat dallarında da hayret edilecek gelişmeler göstermişlerdi. Heleedebiyat, ilahiyat ve hikmete çok önem verilmekte olup çeşitli üniversitelerdemeşhur hocaları, muallimleri bulunuyordu.Bir gün ilahiyat fakültesinin diploma imtihanlarına gittim. Artık muallimler vetalebe, iftiharından ne yapacağını şaşırmıştı. Üniversite müdürü, ilim, kemâl vehakikatin ancak Sarı Şeytan'da bulunabileceğini ve yakında bütün mevcutbilgilerin tetkikini rica edeceklerini belirttikten sonra müsaade alarak imtihanabaşlanıldı. Birinci sırada kayıtlı "Bibi" adında zekâsıyla meşhur bir talebeyesualler soruldu. Âlemlerin yaratılışı hakkında şöyle bir ifadede bulundu:-Bundan bir çok sene -Tata adlı âlimin söylediğine göre- on beş bin sene önceBeyaz İfrit, altın semada mor şeytanlarla beraber oturmakta idi...Sözün burasında dinleyiciler içinde bir itiraz ve tenkit sesi duyuldu. Birisi:-Üç bin senedir bu yanlış fikirde devam edip duruyorsunuz. Beyaz İfrit'inyanındaki şeytanlar, mor değil açık maviydi, dedi.Üniversite reisi:-Efendi! Şimdi talebenin imtihan sırasıdır, itiraz vakti değildir. Başka bir vakitSarı Şeytan Hazretleri'nin huzurunda âlimlerimizle imtihan olabilirsin, dedi.
 
Meğer umumun fikrine aykırı bir takım yeni fikirler yaymaya kalkıştığı içinhükümetin sindirici kuvvetiyle susturulmuş "Tantan" adlı meşhur âlimüniversiteye gelip benim orada bulunuşumdan istifade ederek itirazını dilegetirmeye cesaret etmiş imiş. Talebe yine sözüne devam etti:-Mor şeytanlar Beyaz İfrit'e haddinden fazla itaatkâr iseler de pek aptal şeylerolduğundan Beyaz İfrit az çok zeki ve akıllı mahluk icat etmeye niyet etti.Semanın süprüntüleriyle sekiz köşeli bir meydan yaptı. Fezaya tükürdü bir denizoldu. Meydanı denizin üstüne koydu. İşte bu bizim âlemimizdir. Lâkin denizsuyu dondu, âlem buzlarla doldu. Onun üzerine bir kazan yapıp âlemin üstüneastı. Bu kazanı tükürüğüyle doldurup nefesiyle kaynattı. Âlem ısındı. Ondansonra mor şeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra delip içini şişirdi.Bunları meydana salıverdi. İşte bunlar bizim ecdadımızdır.İtiraz eden âlimin yine sesi işitildi:-Kazan! Kazan! Bir kazan patırtısıdır gidiyor. Lâkin kazanın kaç kulpu vardır,kaç kolundan, nereye asılıdır, ne ile asılıdır, bunu bileniniz, bu sırra ereninizyok! Hey cahiller!Sonunda iki taraf şamataya başladı. Padişahın uygun görmesiyle talebeimtihanı tehir edildi ve bir haftaya kadar bütün meşhur âlimlerin huzurumdafikirlerini arz etmeleri kararlaştırıldı. Ben hangisini doğru bulursam hakiki ilimonun malumatı sayılacaktı. Meclis dağıldı.Bir hafta sonra şehrin en büyük meydanında bir yüce meclis kurulmuştu. Benbüyük çanaklar içerisine zeytinyağı doldurarak kandiller yaptırmış, meydanınher tarafına koydurmuştum. Âlimler iki grup olmuşlardı. Birisi Tantan'ınbaşkanlığı altında dini yenileyiciler ve itiraz edenler güruhuydu. Diğeri iseTonton adlı fukaha[41] reisinin takımıydı. Nihayet Tantan ve Tonton huzurumageldiler. Tonton dedi ki:-Ey Tantan! Binlerce senelik öğreti ve mesai sonucu olarak elde edilen ilmî neticelere fuzulî itiraz caiz değildir. Şimdi şarlatanlık sırası geçti, haydi bakalım,Sarı Şeytan Hazretleri huzurunda bize olan itirazlarını arz et.Tantan cevap verdi:-Ey Tonton! Ben size her hususta itiraz ediyor değilim. Lâkin siz ilerlemedüşmanısınız. Hakikat için inceden inceye araştırmada bulunmuyorsunuz.

 
Öğrendiklerinizi genişletmiyorsunuz. Mesela Beyaz İfrit'in yanındaki şeytanlaraMor diyorsunuz.-Öyle denilmiştir.-Evet ama hatadır. Zira binlerce sene Beyaz İfrit'in huzurunda oturanşeytanların rengi aslen mor olsa bile onun nûru tesiriyle açılarak maviyedönüşmesi lazım gelmez mi? Ey Tonton! İnsaf et!-Olabilir. Lâkin bu konuda delil yok.-Nasıl yok. Ateşin karşısına katı bir cisim bıraksak sonunda yumuşuyor. Hattabazı cisimler eriyor. Demek ki, mor şeytanlar da şimdiye kadar mavi olmuşlardır.-Dedim ya olabilir.-Âlemin üzerine asılan kazan sayesinde bize hararet geldiğine inanıyorsunuz!-Bize semavî kazandan hararet geldiği, gece ve gündüzün ısı farklılığıyla vemevsimlerle sabittir.-Peki kaç kulpu vardır?Bu mühim suale Tonton cevap veremedi. Tantan dedi ki:-Sükût ha! İşte sizin bilemediğiniz bu mühim sırrı ben keşfettim. O büyüksemavî kazanın tam 768 buçuk adet kulpu vardır...Artık sabrım tükendi. Kendimi tutamadım. Güneşe semavî kazan adını veripnefesle kaynatmak gibi saçmalıklardan vazgeçtim, bir de buna 768 buçuk adetkulp vermeyi bir sır ve bir ilim farz edişe artık dayanamadım. Kahkahayısalıverdim. Lâkin bizim kahkaha, o halkın binlerce senedir beklediği semavî seshükmünde olduğundan, gülüşüm Tantan'ın haklı ve ilminin hakiki ilim olduğunaalâmet sayıldı. Kahkaha işitir işitilmez bu halka mahsus olan ibadet suretibaşladı. Başta Tantan ve Tonton olarak cümlesi dört ayaklı olup hoplamayabaşladı... Kahkahalarla uyandım... Aynalı Baba'nın mütebessim çehresinigördüm.-Şu erdemli kişilerin kıyasına ve âlimlerin ciddi fikirlerine ne buyurursunuz?İşte eşyanın hakikatlerine nispetle insanların ilmi, Tantan'ın keşfine benzer.
 
Sonuna kadar da böyle olacaktır. Zira insanların gözü, hakikatleri görmektearpacık soğanı mesabesindedir, dedi.
«Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır,
 
O yücedir, büyüktür.»[42]

 
Beşinci Gün
Azamet Sahası
Bu gün hava biraz bulutlu, öyle olmakla beraber serin ve hoştu. Aynalı'nıneline bir çanak dolusu irmik helvası geçmiş. Erkence kulübemin önüne uzandım.Her zamanki gibi tuhaf bir uyku ve garip şeyler görme faslı başladı.Kendimi Ayasofya Camii'nin müezzini gördüm. Saatime baktım. Sabah ezanıokuma zamanı gelmişti. Minareye çıktım. Yalnız bir kere "Allahüekber!"dememle beraber gayet büyük bir kuş minareye yaklaştı. Beni pençesiyle kaptığıgibi arkasına oturtarak uçtu gitti. Korku ve hayretim biraz azaldıktan sonrabüyük bir hayretle etrafımı seyre başladım. Güneşin altın ışıkları henüz havayıaydınlatmaya başlamıştı. Aşağıya baktım. Minarenin tepesini ancak görebilecekkadar yükselmiştik. Kuşun sırtı bir geniş oda kadar büyük ve düz olup insanî ihtiyaçlar için gereken her türlü meşrubat, yiyecekler ve sair gereçler, iki tarafınakonulmuş raf ve dolap gibi şeylere yerleştirilmişti. Tamamen şaşkın halde:-Ya Rab bu ne haldir? Bu nasıl kuş, beni nereye götürüyor? Dedim.Kuş başını çevirdi, sözlerimi işitti:-Ben meşhur Simurg'um (Anka kuşu), korkma sana bir ziyan gelmez. Bentürümüzün padişahıyım. Arkamda yiyecek yüklü elli tane Simurg daha var.Hiçbir şeye ihtiyaç olmaz, dedi.Umudum kalmayarak:-Peki beni nereye götürüyorsun? Niye yakaladın? Dedim.-Hatırını kıramayacağım biri tarafından emrolundum. Sana bütün kâinatsahasını seyrettireceğim, dedi.Artık mecburen, kaderimize razı olmak lazım geldi. Zaten Simurg'un sofa gibiolan ve pamuk gibi tüylerle kaplı sırtı gayet rahat olduğu gibi düşmek korkusuda yoktu... Biraz obur olduğumdan sağ taraftaki yiyecek dolaplarına el attım.Gayet nefis İngiliz bisküvilerinden biraz aldım, yedim. Biraz da su içtim. Sonrasigaramı yaktım. Canım kahve istedi. Meğer Simurg'ta akıldan geçenleri bilmeözelliği de varmış.
 
-Dolaplarda kahve, çay ve her şey vardır. İspirtoluk da var. Kahveni pişir, dedi.Çok şaşırmakla beraber kahvemi de içtim. Olağanüstü hızla yükseldik. Simurg:-Son dolapta büyük bir şişe var. Ondan bir kadeh iç. Yanındaki küçük şişedengözlerine sür. Zira atmosferi yakında terk edeceğiz, dedi.Emirlerini yerine getirdim. Havanın lacivert renkleri pek koyu lacivertolduktan sonra birdenbire tam bir karanlık yüz gösterdi. Misli görülmemiş,karanlığındaki koyuluğu kimse tahayyül edememiş bir gece içinde kaldım. Lâkingözlerime çektiğim garip sürme sayesinde gökkubbeyi ışıklandıran milyonlarcayıldızı, Anka'yı ve sırtındaki levâzımı, kendimi tamamen görmekte idim. Şukadar ki, yıldızların ışığı, sahada hiçbir aydınlık meydana getirmiyordu. Birazsonra büyük bir şaşkınlıkla, irice çakıl taşlarından yapılmış gibi görünen, enigörüş mesafesi sınırında, fakat boyu sonu görülemeyecek kadar uzun bir şoseyolu gördüm. Gökyüzünde böyle garip bir şoseye tesadüf edeceğim hiç aklımdangeçmediği için hayretimi Simurg'a arz ettim. Simurg güldü. Çekici bir kuvvetesahip pençesini kaldırdı, büyükçe bir çakıl, pençesine düştü. Taşı bana verdi:-Sana hal dilinden anlamak kuvvetini verdim. Taşla konuş, dedi.Ben sigaramı yaktıktan sonra taşı karşıma alarak:-Ey taş! Sen nesin, nereden geldin, nereye gidiyorsun? Dedim.Taştan ah ve inilti gibi hazin bir ses duymaya başladım:-Ey insan! Yine yaralarımı deştin. Yine keder kapılarını açtın. Ah! Ben neyim?Neyim? Ne idim bilmem. Lâkin bildiğim zaman bu kâinatta sayısız mevcut olanmeskenlerden bir meskenin bir parçası idim. Küçüklüğümle beraber vücudumumeydana getiren zerrelerin yirmi otuzu, o meskende ilim ve kemâlatla tanınmışâlimlerin, cihangirlikle meşhur padişahların vücudunu meydana getiren aksamdabulunmuştu. Ben, benzerlerim gibi o meskende dert ve gamdan azade, kendihalimdeydim. Gün geldi ki, dehşetli bir velvele o meskeni sarstı. Bir ayrılıkfırtınası esti. O büyük vücut, milyonlarca parçalara ayrılarak her birisi meçhulbir semte uçtu, göçtü! Ben de milyonlarca yoldaşımla garip bir hattı, meçhul biryolu takibe mecbur oldum. Milyonlarca sene bir ısı ve ışık kaynağı etrafındadolaşarak, kâh parlak, kâh sönerek vakit geçirdim. Gün oldu ki, o ışıkkaynağından bilmem ne gibi bir sebeple uzaklaşmaya başladık. Sanki tarafsız biryere, kâinatın iki mahalli arasına geldik. Heyhat! Teselli edercesine yol gösteren
 
el, yine "Yürü!" dedi. Bu defa diğer bir ışık kaynağının, başka bir güneşin esiri,ışığının aynası olduk. Nice milyon sene sonra bir takım arkadaşlarımla bu defada başka bir derdin müptelâsıyız. Yeni güneşimizin etrafında dönerken bir gündumana tesadüf ediliyor. Bu dumanın içine düşen arkadaşlarım bir ah ve iniltikopararak yanmaktadırlar. Biz de her an böyle dokunaklı bir yok edilişibeklemekteyiz. Lâkin heyhat! Bilmem ki, yandıktan sonra yok olup rahat edecekmiyiz? Yoksa yine başka bir terkip, başka bir suretle bu sonsuz sahada dolaşıpduracak mıyız? Dedi.Taşı fezaya attım. Simurg, aklımdan geçenleri keşfederek:-Evet bu taş eskimiş, parçalanmış bir âlemin kalıntılarındandır. Birkaçkuyrukluyıldızın mürekkep (farklı maddelerden oluşmuş) cisimlerinde hizmetetti. Şimdi de güneşin etrafında bir hususi yol takip ediyor. Dünya atmosferinegirerse benzerleri gibi bir şihab (göktaşı-ateş) olacaktır, dedi.Derin tefekkürlere dalmış, yorulmuştum. Biraz uyudum. Uyandığım vakitrutubetli bir havanın ciğerlerime işlediğini hissediyordum. Yüksek bir tepeüzerinde oturuyorduk. Etrafımızdaki manzara hayret vericiydi. Uçsuz bucaksızbir okyanus, âlemi kaplamıştı. Birer ikişer arşın[43] aralıklı adacıklar ve adalarbu denizin içinde kuş bakışıyla çiçek saksıları gibi hoş bir manzara arz ediyordu.Adaları kaplayan hoş bitkiler, garip şekilli ağaçlar ve çiçekler arasındasomakî [44] mermerden yapılmış muntazam ve sağlam evler bulunuyordu.Simurg, düşüncelerimi anladı:-Merih gezegenindeyiz, dedi.Hayretten kendimi alamadım.-Bizim dünyamıza ne kadar benziyor, dedim.-Evet, dedi Simurg. "Çok benzer. Fakat biraz daha bitkindir. Zira daha eskidir."Yine sordum:-Lâkin burada bizim kıtalarımız gibi büyük kara parçaları yok mudur?Gezegeni yalnızca okyanus mu kaplamıştır? Binlerce küçük büyük adadan başkabir şey görmüyorum.

 
-Bu gördüğün Merih'in okyanusu değildir. Şimdi taşkın ve yağmur mevsimiolduğundan, ada sandığın parçalar suyun istilâ edemediği yüksek arazidir. Busular çekildiği vakit karalarla asıl denizler ayrılır. Lâkin nehir sularının taşmasıve yağmur mevsimi, düzenli ve daimî olduğundan yüksek yerlerin dışında canlıbulunmaz. Bu sebeple Merih gezegeninde zararlı, vahşi ve lüzumsuz hayvankalmamıştır. Burada peyda olan idrâk sahibi bir mahlûk yani bu gezegenininsanı, karaların bu suretle ada şekline çevrilmesi sayesinde vahşi ve zararlıhayvanlar ile uzun bir mücadeleye girişti. Neticesinde galip geldi. Yalnız faydalıbirkaç tür hayvan bırakıldı. Bunlar da ıslah sayesinde çoğaldı ve çeşitlendi. Vepek mükemmel hâle geldi. Bu gezegende büyük şehirler, hükümet vesaire gibiyeryüzüne mahsus şeyler yoktur.-Bura insanlarının idrâki son derece kuvvetli olduğundan, size lazım olan pekçok şeye onlar hiç ihtiyaç duymaz. Dürbünü eline al, buradaki insanlar birazseyret. Zira hareket edeceğiz, dedi.Dürbünü mermer evlerden birine doğru yönelttim. Büyük bir hayretle, küremizinsanlarına benzer canlılar gördüm. Şu kadar ki, bunlar bizden daha fazla organlıidi. Şaşkınlığımı Simurg'a söyledim.-Bunda şaşılacak ne var? İnsan şekli en güzel haldedir. Görmüyor musun ki,âlem parçalarının kuruluşu, farklılık ve çeşitlilikleri bir yana, hemen aynı yapıyatâbi kalıyor. İnsanlık idrâkinin keşfettiği geometri şekilleri ile tabiatın hayretverici güzellikte olan sanatı arasında tam bir münasebet vardır. İşte bumünasebet, Âdem'in âlemin özü olduğuna ve hakiki sanatkâr ile vücudî vemanevî irtibatına en büyük delil teşkil eder.Bundan sonra yine uçsuz bucaksız sahada kanat açıp uçmaya başladık.Yüzlerce, binlerce küçük gezegene, birçok kuyruklu yıldıza, gökyüzünün şoseyollarını meydana getiren sayısız yıkılmış âlem kalıntılarına tesadüf ettik. Birgün Himalaya dağlarına tepe dedirtecek kadar büyük ve yüksek dağlı, garipbitkilerle dolu sıcak bir gezegene ulaştık. Simurg:-Burası Jüpiter[45] gezegenidir, dedi.Jüpiter'deki hayvanların iriliği ve şeklen garipliği, yeryüzünün ikincidevrindeki fosillerimize benziyordu; fakat daha büyük bir ölçüde idi. Buradadurmadık. Nihayet bir yere ulaştık ki, burası güneş mahallesinin sonuydu. Ziragüneşin çekme ve itme gücü, bizim idrâkimize sığmayacak bir umumi denklik

 
içinde kaybolmuştur. Bundan sonra tek ve çift güneşli birçok güneş sistemleri,canlıları barındıran binlerce âlem seyrettik. Düzen ve hayat şekli bir, aslî mayaaynıydı. Usanç geldi. Simurg'a halimi arz ettim.-Seyahate çıkalı bir seneye yaklaştı. Bilmem ki, âlemlerin son bulduğu sidret-ül müntehâya[46] ulaştık mı? Dedim.Güldü:-Hey çocuk! Âlimlerimizin keşfettiği binlerce âlemlerden henüz bir tanesininmilyonda bir kısmını bile seyir etmedik! Dedi. Ve ilave etti: "Heyhat! Süratlemilyonlarca sene dönüp dolaşsak yine kâinatın bir mahallesini bile gezebilmişsayılmayız."-Ya Rab! Ya Rab! Bu nedir? İdrâke hayranlık veren genişlik ve büyüklüknedir? Dedim.-Buna Azamet Kaf'ı derler, sonsuzdur, dedi.Susup kaldım. Nihayet bir gün Simurg dedi ki:-Üçüncü dolaptaki şişeden biraz iç ve bütün cesaretini topla. Korkma. Zirahiçbir insanın görmediği bir manzarayı göreceksin. Şu karşımızdaki gittikçebüyüyen güneşi görüyor musun? Bu güneş, sizin güneşinizden binlerce kerebüyüktür. Onu yakından seyredeceğiz, dedi ve süratle uçmaya başladı.Dolaptan şişeyi çıkardım. Sudan biraz içtim. Korku ve titreme ile gittikçebüyümekte olan güneşe doğru bakakaldım. Güneş ilk önce bir büyük tarla gibigörünüyordu. Nihayet ufku kapladı. Karşımda her türlü fikir ve hayalin ötesindebir ateş deryası vardı. Biz henüz güneş dairesinden hayli uzak ve nur gibihavanın içinde bulunduğumuzdan, yüzeyindeki ateş dalgalanmaları bile dağlargibi görünmekteydi. Lâkin güneşin yüzeyine yaklaştıkça yanan dalgaların hacmibeşer gözündeki takatin, insan bilincindeki kudretin üstüne çıkmaya başladı.Simurg dedi ki:-Güneşin içindeki püskürmelerin meydana getirdiği müthiş velveleninderecesini tasavvur ve tahayyül etmeye güç yetiremezsin. Kürenizdeki gökgürültülerini milyon kere büyütürsen bunlar hakkında yaklaşık bir fikir eldeetmiş olursun.

 
Simurg'a artık geri dönmeyi rica etmeye karar verdim. Zira her biri yüzlercekilometre yüksekliğinde dalgaların birbirini takip etmesi, beşer takatinin üstündebir cehennem kuşağı oluşturuyordu. O aralık sanki o ateş membaı, o semavî cehennem titredi. Yüzeyindeki akıcı ateş maddesi dalgalar birbiriyle çarpışarakbir an için dikey, zirvesi görülmez ateş dağları meydana getirdi. Güneşin yüzeyiçatladı, yarıldı. Oluşan yeryüzü kadar büyük bir yırtıktan binlerce kilometreyüksekliğinde alevler çıktı. Bu korkunç manzaraya takat getiremeyerek dehşetve korkudan bir nara atıp bayıldım. Gözümü açtığım vakit kendimi kavuklu zâtınmezarı üzerinden yuvarlanmış, yerde yatar gördüm. Aynalı kahve pişiriyordu.Yanına gittim. Ciddi bir çehre ile:-Maya aynı olduktan sonra pire de bir, fil de bir. Onun için ârifler Simurg gibi,sonsuzluk sahasında boşuna uçmazlar. Boş şey bunlar! Bu şuuru parçalayanazamet, bu uçsuz bucaksız derya, Allah'ın kibriyâ[47] noktasının bir tek cüz'ünübile doldurmaz! Hele kahveni iç!Aynalı'nın muhterem ellerini, insanlarda nadir görünür ciddi ve samimi birhürmetle öptüm.
 Ey Vâhdet! Sonsuz deniz! Sensin dalgalanan

 
 Kesretinde dalgaların yüz gösteren sensin yine
 
Bin isim, yüz bin çeşit vermişsin de kendine
 
 Her ne dense, asuman, eflâk, beden ruhları
 
Yalnız sensin sen! Dikkat ve imanla insan baksa âleme
 
Semâya, billur kubbeye, parlak güneşe
 
Yüce âleme, arşa, bir de bu alçak yere
 
 Marifet dürbünüyle baksa insanın yüzüne
 
Yalnız sensin sen!Sünbül ve reyhanda da, diken ve güllerde de
 
Yürek tırmalayan feryadı aslanın, nağmesi bülbülün
 
 Neşe veren goncada, bir gülün rûhu okşayan kokusunda
 
Cansız zerrede de en ufak canlıda da
 
Yalnız sensin sen!Cümle hislerimde, kalpte, akıl ve vicdanımda
 
 Aşk şevkiyle mest olup kendimden geçtiğim anlarda
 
 Dert içinde, yardan uzak kaldığım anlarda
 
 Hasret ve ayrılıkla yanan kararsız canımda
 
Yalnız sensin sen!Vuslat kucağımda ay yüzlü güzel titrerken
 
 Ebedî bir hayatı sığdırırken bir ana
 
 Kendimden geçmiş halde bakarken kar gibi gerdana
 
Ulvilik muhitinde kederli rûhum şaşkın ve hayran iken
 
Yalnız sensin sen!"Rahman olan Allah, arşa istiva etti"[48]

 
Altıncı Gün
Kaf ve Anka
On sekiz yaşında, Hint padişahının oğlu imişim. Bir gün şehirde birkoşuşturma başladı. Herkes telaş içindeydi. Saray halkına da heyecan hâkimdi.Tanınmış âlimlerden ve basiretli filozoflardan olan lalama bu telâşların, buheyecanların sebebini sordum. Şöylece durumu anlatmaya başladı:-Şehzâdem, Hint iklimine eski zamandan beri bir ejderha musallat olmuştur.Bu ejderha yedi başlı, yetmiş ayaklı ve derisi hiçbir kesici âletin işlemeyeceğikadar sağlam garip bir zırhla kaplı, ağzından ateş püskürür, her lisanla konuşur,müthiş bir ifrittir. Her yedi senede bir kere gelip hepimize: 'Bu kervan nereyegidiyor?' diye sorar. Bu suale kimsenin aklı ermez. Hangi kervan? Bilinmez! Busuali yedi kere tekrar eder. Yedincide cevap alamayınca hepsi yirmi yaşındaolmak üzere yedi delikanlı ile yedi bâkire kız kendisine kurban verilir. Bunlarıyutar. Ondan sonra: 'Yedi sene sonra yine geleceğim. Sualimin cevabını KafDağı'ndaki Anka'dan öğrenebilirsiniz' deyip gider. İşte vakit geldi. Yedi senesona erdi. Bu gün ejderha gelecektir. Biz de mecburen kura ile yedi delikanlı,yedi bâkire seçip ona vereceğiz, dedi.Lalamın bu hikâyesi beni şaşırttı. Biraz daha açıklamasını rica ettim ve dedimki:-Lalacığım! Bu Kaf Dağı acaba neresi imiş? Anka kim oluyor?Lalam cevap verdi:-Şehzâdem, Kaf Dağı hakkında rivayet çoktur. Lâkin hakikatini bilen ve KafDağı'nı gören kimseye rastlamadık. Bir takımlarına göre Kaf Dağı dünyamızıçepeçevre ihata etmiş zümrüt gibi yeşil bir dağdır. Diğerlerine göre dünyanıntam ortasında semaa yükselmiş tek ve büyük bir dağdır. Lâkin bu dağı kimgörmüş? Meçhul. Nereden gidilir? Dünyanın hangi ikliminde bulunur? Bilinmez.Bir takımları Kaf Dağı'nı hiç düşünmeksizin inkâr eder. Böyle bir dağ dünyadayoktur, der. Anka için de aynı şey söz konusu. Güya Kaf Dağı'nda yaşayan birkuşmuş. Lâkin bir kuş ki, söz söyler. Milyonlarca seneden beri yaşamış, ölmez,hâkim, âlim ve sırlara vakıf. Ama bunu da ne gören, ne bilen var, dedi.O gün ejderha geldi. Yedi gün her zamanki sorusunu sordu. Cevap veren
 
olmadı. Kurbanlarını aldı, gitti. Şehir matem içinde kaldı. Ben bu halden çokmüteessir oldum. Birçok vakit geceleri uyuyamaz; sabahlara kadar Kaf Dağı'nı,Anka'yı düşünür idim. Nihayet kesin bir karar verdim. Babamın huzurunaçıktım. İklimimizi ejderhadan kurtarmak üzere Kaf Dağı'nı araştırmayaçıkacağımı, Anka'yı bulup sualin cevabını öğreneceğimi söyledim. Babam gayetâdil ve akıllı bir hükümdar olduğundan, benim bu uğurda mahvolacağımıbilmekle berber karşı çıkmadı:-Vazifeyi üstlenmek ve vazife uğrunda can feda etmek padişahlara veoğullarına yakışır bir haldir. Haydi oğlum. Sen hazırlığını gör. Ben de icap edenşeyleri düşüneyim, dedi.Karar ve niyetimden ahâli haberdar olunca, minnet ve sevinç hissiylesarayımın eşiğini öpmeye, geceleri başarım için dualar etmeye başladılar. Babamda ne kadar bilge ve akıllı kimse varsa topladı. Onlara fikir ve niyetimi bildirerekne tarafa doğru gitmem gerektiğini sordu. Birçok görüş beyanından, birçokmüzakereden sonra yaşlı ve ciddi bir bilge dedi ki:-Padişahım! Bu tür seyahat büyük bir toplulukla yapılamaz. Bir iki kişi,kemerine koyacağı kıymetli mücevherlerle, hatta gerektiğinde sadakayla kendinisenelerce geçindirebilir. Ama bir sürü adamın yabancı memleketlerde yiyipiçmesi, serbestçe gezmesi mümkün olamaz. Şu halde şehzademiz bu uzunseyahate bir yol arkadaşıyla çıkmalı. Ne tarafa gidileceği ise meçhuldür. Bukonuda biz de doğru bir fikir vermekten âciziz. Bunun da bir çaresi var.Himalaya dağlarının ötesinde bir inzivahâne vardır ki, onun içinde derin ilim veengin keşif sahibi bir eşsiz bilge oturur. O, bizim bilmediğimiz çok şeyi bilir.Şehzade ilk önce onun yanına girerek güzel hizmet ve hürmetle teveccühünükazanmalı, meçhul semti ona sormalı. Ola ki, muvaffakiyet meleği yüz gösterir.Bu fikir herkes tarafından kabul edildi. Bir gün cümle ahâli, babam, vezirler,vekiller ve âlimler tarafından yolcu edildikten, hüzünlü bir vedadan sonra yüzbinlerce halkın gözyaşlarını göre göre, vedalarını işite işite Hint'in kuzeyineyöneldim.Yol arkadaşım lalamın oğlu Bahadır idi. Kemerimde çok pahalı mücevherlerbulunmakla berber yükümüz hafif ve fakir kıyafetinde seyahat ediyorduk.Seyahat zorluklarına alışa alışa Himalaya'nın karlarla kaplı tepelerini aştık. Çokaradık, dolaştık. Nihayet münzevi (yalnız yaşayan) bilgenin hikmet köşesinibulduk. Huzuruna girdim, geliş sebebimi açıklayıp durumu arz ettim. Ak
 
sakalını eline aldı. Tefekkür deryasına daldı. Nihayet dedi ki:-Oğlum! Biz pek çok şey bilirsek de Kaf'ın nerede olduğunu öğrenemedik!Lâkin buradan yedi ay mesafe uzaklığında Milset[49] şehri harabeleri vardır.Orada bir kuyu vardır ki, ağzı taştan yapılmış bir kapakla kapalıdır. Bazen bukapak bilinmeyen bir sebeple açılır. Şimdi gider o kuyunun yanında beklersin,şayet nasibin var da kapak açılırsa kuyudan içeri bir iple inersin. Orada bir deliğerastlayacaksın. Onu takip ederek git. İlerisinde bir meydan görürsün. Meydanınortasında bir saray. Saraya gir. Göreceğin hallere hiç aldırma; ne dur, ne rahat et,ne kork. Üst katta bir mermer dolap içinde bir çekmece bulursun. Onu al, kuyuyadön. Şayet kapağı henüz açık bulursan ipe sarılarak dışarı çıkarsın. Sandıkiçindeki levhayı oku.İp vesaire gibi bize gereken şeyleri tedarik ettikten sonra bilgenin elini öptük,duasını aldık. Ardından hedefimize doğru gittik. Sora sora nihayet Milsetharabelerini bulduk. Sözü edilen kuyunun başında durduk. Bahadır'a gereklitalimatı verdim. Gelişimizin kırkıncı günü kapak açılmaya başladı. Zamankaybetmeyerek Bahadır'la vedalaşıp kendimi iple kuyuya sarkıttım. Ayaklarımyere değdiği gibi ipi belimden çözerek deliği aradım, buldum. Bir dakikalıktereddütten sonra içine girerek yürümeye başladım. Az sonra oradan birmeydana çıktım.Gönle ferahlık veren güzel bir bahçenin ortasında altından yapılmış bir saraygördüm. Hemen kapısından girdim ve yüzlerce odada ne var, ne yok diyearaştırmaya kalkışmayarak üst kata çıktım. Odayı gördüm. Dolaptan sandığıçıkardım. Tam süratle kuyuya döndüm. Kapak henüz kapanmaya başlamıştı.Bahadır avazı çıktığı kadar bağırarak çağırmakta ve ağlayarak kapağınkapanmakta olduğunu söylemekteydi. Hemen ipi belime bağlayarak Bahadır'aseslendim. İpi çekmeye başladı. Nihayet dışarı çıktım. Bahadır'ı kucakladıktansonra sandığı bin zorlukla açtık. İçinde bir çelik levha vardı. Levhanın üzerindeşu iki gazel yazılmış idi.Sırrımdan bana hitap:
 Matla'-ı şems-i hüviyyet, menşe-i ekvân benim

 
 Menba'-ı mânâ-i kesret, mahzen-i ebdân benim
 
Ben O'yum ki, kendi emrimden yarattım âlemi
 
 Hep şuûnumdur bu mevcûd, derh-i bî-payan benim
 
Ben O'yum ki, lâ-mekânım, lâ-zamânım, lâ-kuyûd
 
 Her zamândan her mekândan müncelî imkân benim
 
 Arş benim, kürsî benim, asmân-ı seb'a benim
 
 Madde vü cevher ü unsur u câmid ü hayevan benim
 
 Nûr-ı mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-i ıtlak-i nun
 
 Hem rûhum, hem melâik, Âdemim, insan benim
 
Ben o Zât-ı Mutlakım ki, vasf u fiilim ayân
 
 Ey... Hâlık-ı zîşan benim, Rahman benim.[50]
Benden sırrıma cevap:
Ben O'yum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretim

 
Ben O'yum ki, benliğimden zâhir olmuş vahdetim
 
 Farzedersem benliğim senden cüdâdır ey vücûd
 
Vehm-i mahzım, hiç vücûdu var mı ma'dumiyetin
 
Bir fakirim ki, neyim varsa senindir, bense hiç
 
"Fakru fahrî" eldedir ferman-ı vahdaniyetin
 
 Arş u kürsî, arz u eflâk hep senin emrinle var
 
Suhuf-ı ekvân dest-i takdirinle mektûb âyetin
 
Sen o zât-ı bîşansın, lâ-mekânsın, bî-zamân
 
 Her ne varsa fiil ü evsâfın, kemâl-i kudretin
 
Sen o mevcûdsun ki, senden bir diğer yok müncelî 
 
 Her vücûda oldu kayyûm, sırr-ı mevcûdiyetin[51]
Bu iki gazeldeki manayı anlamadığım şöyle dursun, bunda Kaf Dağı'na,Anka'ya dair tek harf yoktu. Tam bir ümitsizlik içine düştüm. Ne yapacağımıbilmiyordum. Nihayet Bahadır'la birçok müzakere ve konuşmadan sonra doğuyadoğru seyahatte devama ve her gittiğimiz yerde Kaf Dağı'nı sormaya kararverdik. İki sene kadar çeşitli milletler arasında dolaşarak yüzlerce beldeyigezdik. Kaf Dağı hakkında sağlıklı bir malumata ulaşamadık. Bir gün büyük vemamur (bayındır) bir şehre uğramıştık. Bir hânede misafir olduk. Birkaç günsonra tellallar şehrin sokaklarını dolaşıyor, şöyle bağırıyorlardı:-Ey halk! Her kim Milset harabelerindeki kuyuda saklı levhayı getirir deâlimlerin reisine verirse, karşılık olarak üzerinde büyük bir sır yazılmış, ondandaha mühim bir levha verilecektir.Bu husus dikkatimi celp etti. Levha yanımızdaydı. Bir faydasını görmemiş,anlamamıştık. Âlimlerini reisini gördüm; levhanın yanımda olduğunu söyledim.Sevincinden boynuma sarıldı. Levhayı aldı. Bana diğer bir levha verdi. Levhayabaktım bunda da bir şiir vardı.
 Âlemde meşhûd[52] olan bu devrân

 
Tekâmül içindir kemâle doğru
 
 Her nokta cevvâl, her zerre raksân
 
Uçup giderler, visâle doğru Ekvân[53], insan koşup giderler

 
Tutulmaz kapılmaz hayâle doğru
 
 İnsan isen gel matlûbu[54] anla

 
Yorulma gitme celâle doğruUfk-ı ezelde[55] doğan bir güneş

 
Gider mi acep zevâle doğru
 
 İfâte etme[56] kıymetli vaktini

 
Çevir yüzünü cemâle doğru
Bu şiir hayret ve merakımı artırdı. Baş bilgine seyahatimin sebebini anlattım.O da çok şaşırdı. Dedi ki:-Garip şey! Ben de bu levhayı Nezârâ harabelerinde bir kuyudan çıkarmıştım.Lâkin manasını anlayamadığımdan istediğim şeye nail olamadım. Senelerceseyahat ettim. Nihayet Serendip[57] Adası'nda Âdem Tepesi'nde yalnız başınaibadet eden bir adamla karşılaştım. Bana 'Milset harabelerindeki levhayı elegeçirirsen maksadına ulaşırsın' dedi. Senelerce bu harabeyi aradım bulamadım.Sonunda ümidim tükenmiş olarak memleketime döndüm. Her sene defalarcatellallar çıkarmayı âdet edindim. Nihayet senin vasıtanla levha elime geçti.Heyhat ki, bundaki şiirle de müşkülümü halledemiyorum. Ya sen?Ben de müşkülümü ve buna çözümü bulamıyordum. Beraberce Serendip'egiderek Âdem Tepesi'ndeki adamı bulmaya ve levhaları göstermeye karar verdik.Uzun bir seyahatten sonra Âdem Tepesi'ne ulaşarak yalnız yaşayan zatı bulduk.Levhalarımızı teslim, müşküllerimizi arz ettik. Düşüncelere dalmış ve hayrettekalmış bir halde dedi ki:-Allah'ın yardımı olmazsa tarif bir şeye yaramıyor. (Bana hitap ederek) Ey sorusoran! Birinci levhadaki şiir Kaf ile Anka'yı bildiriyor. (Kulağıma gerekliaçıklamaları yaptı) İkinci levhadaki şiir ise ejderhanın sorusuna cevaptır. Bizegöre sonsuz olan bu kâinat, bu varlık kervanı, bu sistemler, bu güneşler, buâlemler uçsuz bucaksız saha, Rahman'ın arşı içinde mekânsız, nişansız olan eşsizsırra, aşk nûruna doğru uçup gidiyorlar. Bu seyran, bu devran ezelîdir, ebedîdir.Arkadaşımın da müşkülünü halletti. Ellerini öpüp mutluluk ve neşe içindememleketlerimize doğru yola koyulduk. Yarı yolda reisle vedalaştık. Bahadır'laben üç ay sonra şehrimize vardık. Meğer seyahate çıkalı yedi sene olmuş imiş.Oraya varışımız ejderhanın gelişinden bir gün evvele rastladı. Babam kocamıştı.Ahâli büyük bir hüzün ve ıstırap içinde ertesi günü bekliyordu. Ben ve Bahadıryedi sene zarfında çok değişmiş, tanınmaz bir hale gelmiştik. Bahadır'ı babamıntarafına gönderdim.-Yarın ejderhaya cevap verecek bir derviş geldi. Sabahleyin bütün ahâli şehirharicine çıksın. Ve şenlik hazırlansın! Haberini gönderdim.

 
Babam sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Vezirler ve âlimler ile görüşüpertesi günü de şehir dışına çıkılmaya karar verilmiş. Tanyerinin ağarmasıylaberaber halk grup grup şehir dışına çıkıyordu. Ben de Bahadır'ı alarak gittim,padişah huzuruna çıktım. Bana fevkalâde izzet ve ikramda bulundular. Babamişin ehemmiyetinden dolayı korku ile ümit arası bir haldeydi. Derken korkunçejderha karşıdan göründü. Halkın böyle toplanmasına şaşırdı.-Vay! Benimle savaşmaya cesaret ediyorsunuz. Şimdi püskürteceğim ateşlesizi ve memleketinizi yakarım, diye bağırdı.Özel olarak gönderilen bir elçi, maksat muharebe olmayıp sualine cevapverecek bir adam çıktığını anlattı. Ejderha:-O adamı huzuruma yollayınız, dedi.Ben kalktım ejderhanın karşısına gittim:-Ey Âdemoğlu! Eğer suallerime cevap veremezsen seni yuttuktan başkayedişer yerine yetmişer erkek ve kadın kurban isterim, dedi.Padişaha bu şart bildirildi. Biraz tereddütten sonra verdiğim teminat üzerinerazı oldu. Nihayet söz konusu ejderha suali sordu:-Bu kervan nereye gider? Dedi.Herkesin rûhu sanki bedeninden çıkmış, iki dudağımdan çıkacak söze doğruuçmaya başlamıştı.-Ey basiretsiz ifrit! Bu tekâmüle muhtaç kâinat, bu deverana mahkûm kervan,eşsiz hayal sırrına, güzelliğin çekici nûruna doğru koşup gidiyorlar.Ejderha bu sözleri işittiği gibi insanın aklını alacak bir nara attı ve silkindi. Onbeş on altı yaşında bir peri yüzlü kız oldu. Herkesin şaşkınlık ve hayreti sondereceyi bulmuştu. Kız yanıma gelerek dedi ki:-Ben Kudret elinin yarattığı mahlukatın en güzeliyim ve daima on altıyaşındayım. Lâkin ilahi iradenin cilvesi beni evvelce gördüğünüz ejderha şeklinesoktu ve kurtuluşumu, soracağım suallere verilecek doğru cevaplara bağladı.Şimdi siz bu suallerin cevabını verdiniz. Beni o çirkin kalıptan ve nice insanlarıbenim zararımdan kurtardınız. Artık ben sizin cariyenizim.
 
Herkesin sevinci tarif edilemeyecek bir dereceyi bulmuştu. Okçu askerlerahâliye sükûtu emrettiler. Padişah şu suretle söze başladı:-Sevgili halkım! Şu faziletli ve olgun delikanlı sizi büyük bir âfetten kurtardı.Size daha büyük hizmetler edebileceğine kimse şüphe edemez. Ben ise pekihtiyarladım. Şimdiye kadar saltanat yükünü taşıyışım, zavallı oğlumunkaybolması üzerine yerime bırakacak kimse bulamadığımdandı. Şimdi şu iyiliksahibi genci bize Cenâb-ı Hak gönderdi. Onun aracılığıyla sizi kurtardı. Ben dekendisini yerime atıyorum. Allah taç ve tahtını ona mübarek etsin, dedi.Beni yanına çağırdı, kucakladı. Artık dayanamadım ve ellerine sarılarak:-Babacığım! Oğlunu tanıyamıyor musun? Dedim. Babam bir sevinç sedasıçıkararak bayıldı. Herkes benim, kendilerini kurtarmak için seyahate çıkanşehzade olduğumu anladı. Artık mutluluk ve sevinç son haddini buldu. Herkesyekdiğerini kucaklıyor ve tebrik ediyordu.Çirkin ifrit şeklinden kurtulmuş olan peri kızıyla evlenmem kararlaştırıldı. Vebenimle beraber, evvelce ejderhaya kura çekilerek ayrılan yedi genç ve yedibâkirenin düğünü de yapıldı. Babam inziva köşesine çekildi. Ben de Bahadır'ıvezir tayin ederek memleketi idare etmeye başladım.Bir Cuma günü ata binerek gezmeye çıkmıştım. Nasılsa atın ayağı sürçerekyere düştüm...Gözümü açtım.
"İlim bir noktadır; onu cahiller çoğalttı."[58]

 
 İmam-ı Ali (k.v.)
 
Yedinci Gün
Azâmet Ummanı ve Kibriyâ Girdabı
Bu gün Aynalı Baba pek neşeli idi. Hatta hoşnutluğunun derecesini âleme degöstermek için külâhına kocaman bir ayna parçası, cübbesine iki büyük sarıteneke ilâve etmişti. Ben, minnettar bir müridin üstadına karşı hissettiği tam birhürmetle Aynalı'ya karşı hislerle dolu olduğumdan, değil teneke parçaları, hattacübbesine bir bütün gaz tenekesi taksa yine hürmetim eksilmezdi. Çok neşelioluşunun sebebini sordum. Cevaben dedi ki:-Bizim berber Hacı Molla'yı bilirsin. Kedisi doğurmuş, hem de pamuk gibibeyaz ve pek sevimli bir yavru!Şaşkınlıkla:-Af buyurunuz, azizim, Hacı Molla'nın pamuk kedisinin doğuruşundan buderece sevinmiş olmanızın sebebini kestiremiyorum.-Halbuki mesele pek basit. Pamuk'un sağ salim doğurması münasebetiyle bizde bu gün şenlik yapacağız!-Kedi yavrusu için ha!? [Elimde olmadan bir eğlence ve mizah hissiyle] Bumuhterem yavrunun ismi konulduğu gün de şenlik yapılacak mı?-İsmi konulmuştur. Hacı Molla, her ne kadar ismini... [gülerek] İnsanların yüzbinlerce senedir lügat üretmekle meşgul oluşuna rağmen hâlâ gerektiği kadarkelime bulunamayışı tuhaf değil mi?Alıklaşarak, "Ne gibi efendim?"-Yavrunun annesinin ismi Pamuk. Oğluna da Pamuk ismini vermek çoktekdüze olacak. Oysa Hacı Molla, yavrunun ismini de beyazlık fikrini vereceksurette koymak istiyordu. Tam dört saat aramızda bunu konuştuk. "Kar" koymakistedik, biraz soğuk düştü. "Beyaz" kelimesi tekrar etmeye pek uygungelmiyordu. Sefid'i Hacı Molla asla kabul etmedi. Çocukluğunda coğrafyaokurken Bahr-ı Sefîd (Akdeniz) münasebetiyle bir dayak yemiş, bu kelimedennefret etmiş. "Ak" ismini teklif ettim, Hacı Molla kızdı:
 
-Yavruyu Ak! Ak! Ak! Diye çağırırken herkes beni ördek gibi ötüyor sanır,dedi.Pamuğun Farsçası olan "Pembe" dedim. Hacı Molla:-Beyaz kediye kırmızı denilmez, diyerek bunu reddetti. Nihayet yavrununismini "Zararsız" koyduk!"Ben tebessüm ederek:-Ve şenlik yapma kararı alındı. Bir kedi yavrusu...-Azizim! İnsanlar mantığı, ne dediklerini ayırt etmek için, her dediklerinimantığa uydurmak için icat etmişler. Şimdi sana desem ki: Falan yerin kralınınbir oğlu dünyaya gelmiş, o millet şenlik yapıyor. Bu sözlere hiç şaşırmaz vebelki de bunu pek tabii bulursun. Fakat bir kere düşün. Düşün ki:Evvelâ: Çocuğun yaşayıp yaşamayacağı meçhul.İkincisi: İyi adam olup olmayacağı da meçhul.Üçüncüsü: İnsan olduğu için iyiden daha çok kötüye yönelmesi kuvvetlemuhtemel.Dördüncüsü: Kral oğlu olduğu için kibirli, despot, bencil ve... biraz cahilolacağı da düşünülebilir. Şimdi şu vasıflara sahip olan bir çocuk için şenlikyapılışına ses çıkarmazken "Zararsız"ın âleme adım atmış oluşu, iki kişinin demi sevincine değmez?Eğlenmelerinde bile bir hikmet dersi bulunan bu garip adama, kendimi menedemediğim hayranlık nazarıyla bakmaktayken Aynalı neyi üflemeye, okumayabaşladı:
 Ey dil! Cihanda sen şule-zensin
 
 Meçhûlü her an tayin edensin
 
 Âyine-i eşyâ, manzûr sensin!Vahdetle her şey, ma'rûf-u vicdan
 
Vicdanla âlim, eşyâyı insan
 
 Âyine-i eşyâ, manzûr sensin!Bâtın tecellî eder, şuûnda
 
Zâhir taayyün eder, butûnda
 
 Âyine-i eşyâ, manzûr sensin! Elvâh-ı kevnin, tevhidi sensin
 
 Âyâtı Hakk'ın, tecvidi sensin
 
 Âyine-i eşyâ, manzûr sensin!
Manası:
 Ey Gönül! Cihanda sensin parıldayan
 
Sensin bilinmeyeni her an bilinir eden
 
 Eşya aynadır, görünen sensin!Vahdetle her şey, vicdana ayan beyan
 
 Ancak vicdanla eşyayı tanır insan
 
 Eşya aynadır, görünen sensin! Her yeni halde tecellî eder varlığın içyüzü
 
Bu sır ile meydana çıkar mevcudatın dış yüzü
 
 Eşya aynadır, görünen sensin!Varlık levhalarının tevhidi (birliği) sensin
 
 Hakk'ın âyetlerini güzel okutan sensin
 
 Eşya aynadır, görünen sensin!"
Dalmışım... Uykudan tellalların sedasıyla uyandım. Tellallar:-Cablisa[59] şehrine kervan gidiyor. Yolcular akşama kadar kervana katılsın,yoksa kalırlar! Diye sesleniyorlardı.Ben
Taberi Tarihi
'nde böyle bir acayip şehir olduğunu okumuştum. Lâkincoğrafya kitaplarında böyle bir şehir yoktu. Binaenaleyh bu şehrin hayaltüründen bir mevcudiyeti olduğuna hükmetmiştim. Şimdi ise bu şehre bir kervangidiyordu. Zihnim bu şaşırtıcı durumu çözmekle meşgul iken bundan dahaacayip bir şey beni hayrette bıraktı. Oturduğum odanın tavanı, duvarlarıgümüştendi. Şaşkınlık ifade eden bir ses çıkararak ayağa kalktım. Karşıma denkgelen aynada kendimi gördüm. Bu defa çıkardığım ses, yalnız bir şaşkınlıkferyadı değil, hayretle hiddet, heyecanla sıkıntıdan oluşan bir acı çığlıktı. Nasılbağırmazdım ki, alnımın ortasında bir tek gözüm vardı. İki kol yerinegöğsümden çıkmış bir kolum olduğu gibi direk şeklinde bir tek ayağım vardı!Gerçi bu tek ayakla yürümeyi, daha doğrusu zıplamayı beceriyorsam da eskiyürüyüşümü hatırlayarak bu yeni usul ile yürüme şeklini fazlasıyla çirkinbuluyordum. Tek gözüm, tek kolum da beni üzüntüye boğuyordu. "Yarabbi! Bune hal, bu nasıliş!" diye düşünürken kapı açıldı. Seke seke içeri bir kadın girdive:-Kervan gidiyor. Her şeyiniz hazır. Haydi artık veda edelim, dedi.Gümüş evden çıktım. Bütün şehir gümüştendi. İki ayaklı bir merkebe binerekşehir haricindeki kervana yetiştim. Bütün insanlar benim gibiydi. Yanıma tesadüfeden bir arkadaşa, Cablisa şehrine kaç günde ulaşabileceğimizi sordum: "Yedisenede!" cevabını verdi. İki ayaklı merkep üzerinde yedi sene yol yürümek,doğrusu ya, yutulur şeylerden değildi. Arkadaşıma yine sordum:-Buranın adı nedir?-Cablika şehri!Vay! Vay!
Taberi Tarihi
'nde okuduğum ve coğrafya kitaplarında ismi olmayaniki şehirden biri. Asıl garibi de benim bu şehir halkından oluşum ve diğer garipşehre gidişim. Arkadaşıma tekrar dedim ki:

 
-Cablisa şehrine niye gidiyoruz?-Gitmek için baş kadıya dilekçe vermedik mi?-Verdik mi dersiniz?-Öyle ya!-Niye dilekçe verdiğim bir türlü hatırıma gelmiyor!-Burası tuhaf! Dilekçe verişimizin sebebi iki gözlü, iki kollu, iki ayaklıolmamız içindir.Bunu duyduğum gibi sevincimden az daha nara atacaktım. Artık her zorluğakatlanmaya karar verdim... Uzun lafın kısası tam yedi senede Cablisa şehrineulaştık. Bu şehir altından yapılmıştı. Bütün ahâlisi bizi karşılamaya geldiler.-Maşallah! Maşallah! Maşallah! Tek gözlü kalmaya razı olmayanlar, tek ayaklagezip dolaşamayanlar, tek kol ile kalmak istemeyenler! Diyorlardı.Artık bizim gelişimizle beraber Cablisa şehrinde bir şenliktir başladı. Kırk gün,kırk gece devam etti. Bittiğinde ak sakallı bir pîrin komutasıyla İrfan Cenneti'negittik. Burası, meskûn âlemin en sonunda bulunan Cablisa şehrinin bir fersahötesindeydi. İrfan Cenneti'ni tarif mümkün olamaz. Yalnız her hayalin üstündeolan bir müşahedeyi (seyiri) bildirmek mecburiyetindeyim:İrfan Cenneti'nin en batısında bir derya vardı. Bu derya (deniz), bahçeninkenarından itibaren başlıyordu. Lâkin yüzeyi bahçenin yüzeyi ile aynı seviyedeolmayıp sonsuz yüksekliklerde ucu bucağı görünmüyordu. Şu kadar ki, deryadanbahçeye bir katre bile su akmıyordu, sanki bahçenin havası ile umman arasındasağlam, şeffaf bir set vardı. Hareketsiz, sessiz, sonsuz olan bu deryanınmanzarası insanın tüylerini ürpertiyordu. İrfan Cenneti'nde nice günler zevk vesafa ettikten sonra bir gün "tecelli şelalesi"ni seyrana gittik. Şimdi buradasöyleyeceğim şeyi ne akıl kabul eder, ne de hayal!Sonsuz ummanın ortasından akılları hayrette bırakan bir şelale cennet yüzeyinedoğru düşüyordu. Azamet Ummanı'nın bu şelalesine "Tecelli" ismi verilmişti. Buşelaleden akan su, bir fındık kabuğunun içine giriyor ve oradan kayboluyordu!Akıl ve muhakemeyi bir anda alıp götüren bu olağan üstü manzaradan, ben ve
 
arkadaşlarım hayrette kaldık. Aklım biraz başıma geldiği vakit bağırarak:-Yarabbi! Bu ne hal... Bu uçsuz bucaksız umman bir fındık kabuğuna sığıyorve onu doldurmuyor! Bu ne? Yarabbi...Rehberimiz beni işitti ve dedi ki:-Bu Azamet Deryası, işte görüyorsunuz ki, Kibriya Girdabı'nda bir hiçlikzerresiymiş gibi sır olup kayboluyor... Kibriya Girdabı'na bu uçsuz bucaksızummanın suyu, ezelden beri akıyor.Bu acayip sırrın tesiri altında hepimiz hayran ve şaşkın kaldığımız sıradarehberimiz dedi ki:-Şimdiye kadar takat götürmez velvelesini işittiğiniz Tecelli Şelalesi'nin bir aniçin süratle akışını duyacaksınız... korkmayın...Bir an sonra olağanüstü bir çığlığın başlamasıyla hepimiz, ölüler gibi takatsizve kendimizden geçmiş halde yere serildik. Bir an sonra yine kendimize geldik.Lâkin bu defa gözlerimiz, ellerimiz, ayaklarımız çiftti. Artık sevincimizdenbirbirimizi kardeşçe kucakladığımız sırada uyandım. Aynalı, neyi üflüyor veokuyordu:
 Hep ikilik, birlik için
 
Bak iki göz, bir görüyor!
 
Birlik ise dirlik için
 
Bak iki göz bir görüyor! Ruh ve ceset, arş ve felek 
 
 İns ve peri, cin ve melek 
 
Birlik için hep bu emek 
 
Bak iki göz bir görüyor!Şirkten eyle hazer
 
Vaktini boş etme güzer
 
 Âleme bir eyle nazar
 
Bak iki göz bir görüyor!Sende seni, sende seni! (bul)
 
Bil ki, budur "Allemenî"[60]

 
Birleye gör can ve teni
 
Bak iki göz bir görüyor!«Ve ilimde derinleşmiş olanlar»[61]

 
Sekizinci Gün
Ebedî Muamma
Gözümü yumduğum vakit kendimi bir deshanede, bir heybetli mualliminhuzurunda buldum. Birkaç yüz kadar talebe vardı. Bir aralık elimi başımaattığım vakit tepemde kuyruk gibi saç, bir Çinli olduğumu bana ihtar etti... Dahabaşka şeyler hatırladım. Ben, Nankin şehri ahâlisinden, ilim ve marifet arayanbir genç idim. Memleketim olan Çin'i baştan başa dolaştıktan sonramüşkülâtımı[62] halledemediğimden seyahat ve araştırma dairemi Hint'e kadargenişletmiştim. Hint'te pek çok meşhur âlime müracaat ederek problemimihalletmeye uğraştım. Lâkin hiçbiri sadra şifa olacak bir cevap veremiyordu.Nihayet Brahmanlar içinde parmakla gösterilen münzevî bir fazilet sahibinitavsiye ettiler.Hint'in kaplan ve yılanlarla, bin türlü zehirli otlarla dolu ormanlarından birininortasında bulunan bir mabette yaşayan Brahman'ı buldum. İşte şimdi ilk dersindebulunuyordum. Brahman, uzun müddet suskun kaldıktan sonra mezardan geliyorgibi iniltiye benzeyen bir sesle bana hitap etti. Sanki bir cenaze söz söylüyordu...Dedi ki:-Ey Çinli talebe! Sorunun nedir? Ne arıyorsun?-Ebedi muammayı.Talebeler şaşkınlık içinde birbirinin yüzüne baktılar. Anlaşılan hepsinin aradığıbu imiş. Brahman tekrar söze başladı:-Hangisini?-Hangisini mi?-Öyle ya, hangisini?-Ruhun hakikatini!Brahman sustu. Cenaze yüzü gibi renksiz, hareketsiz çehresi büsbütün donukve manasız bir şekil aldı. Biraz sonra bana dedi ki:

 
-Ruhu diriler bilemez, ölmeye razı mısın?-Evet.-Yanıma gel.Brahmanın yanına gittim. Kulağıma şu sözleri söyledi:-Elinden geldiği kadar nefesini hapsederek "Om, om, om" diye süreklizikredeceksin. Haydi seni halvethânene[63] götürsünler.Brahmanın emri üzerine beni halvete götürdüler. Burası ancak bir adamsığacak kadar dar ve karanlık bir yerdi. Orada akşama kadar "Om, om" diyerekzikrettim. Gönlümde anlatılması mümkün olmayan bir kasvet (sıkıntı) vardı.Nihayet karnım da pek acıktı. Halvethânenin kapısı kapalı idi. Dışarı çıkmakemeliyle birkaç kere kapıya vurmuş olsam da aldıran olmadı. Nihayet pek geçvakit bir hizmetçi geldi. Beni beş dakika dışarıda bıraktı. Bir avuç kavrulmuşmısır ve bir fincan su verdi ve:-Bunlar hayvaniyeti artıracak şeylerse de henüz riyâzete alışkın olmadığındanbirkaç gün verilecektir, dedi.Yedi sene bu garip hapishanede kaldım. Bir avuç mısır buğdayı, bir müddetsonra iki günde bir kere ve daha sonra üç günde bir kere verilmeye başlandı. Beşsene sonra haftada yalnız bir avuç mısır ile yetinmekte, on beş, yirmi günde birkere su içmekte idim. Yedinci senenin bitiminde halvetimden çıkarılarakBrahmanın huzuruna götürüldüm. Yüzlerce Brahman ve binlerce talebetoplanmıştı.Ben, tarif ve tasviri güç bir hal kazanmış idim. Evvelâ hava basıncı bana kâfigelmiyormuş ve yürürken uçuyormuşum gibi garip bir hal hissediyordum.Normalin üstünde dikkat sarf etmeyince eşyayı hayal meyal görüyordum.Renklerin farklılığı nazarımda âdeta yoktu.Diğer bir garip şey daha hissediyordum. Eşyaya yönelttiğim dikkatli bakışlar,biraz devam ederse eşya yavaş yavaş yok olmaktaydı. Kendimi bir cisim, birunsur gibi hissetmiyordum, yalnız kuvvetten ibaretmişim gibi geliyordu. Herkime bakışımı çevirsem, vicdanını tırmalayan fikirleri sanki görüyor,okuyordum.

 
Brahmanın huzuruna girdiğim vakit elini öpmek üzere yanına gittim ve ilinialıp öptüm. Lâkin bu kadar sade bir hareketin oluşturduğu velvele hayretvericiydi. Binlerce halk "Om, om, Brahma, Brahma!" diye bağırıyordu. Etrafımabaktığım vakit bu alkışların, bu yaygaraların sebebini anladım. Brahman ile ben,tavan ile yer arasında, semada asılı duruyordum. Brahman elimden tuttu, semadayürüyerek duvara kadar geldik, duvar bize engel olmadı. Yarıldı mı da geçtik,yoksa duvar mı kesâfetini (yoğunluğunu) kaybetti, bilemiyorum. Odayagirdiğimiz vakit Brahman bana sordu:-Şimdi ebedi muammayı hallettin, sanırım, rûhu bildin?-Hayır, rûhun ne olduğunu hâlâ bilemiyorum.-Büyük Brahma! Kendinin ruh olduğunu hâlâ anlamadın mı?-Ben... Ben mi rûhum?-Büyük Brahma! Havalarda uçar, duvarlardan geçerken hâlâ mı şüpheediyorsun?-Şüphe mi? Şüphem yok. Eminim ki, ben ruh değilim, bir cesedim. Ve yarın buceset dağılacak. Ve... benim benliğim hiç olacak... Yani ben kalmayacağım.Brahman bir nara attı, birkaç kere "Yüce Brahma!" dedi. Ve düştü, öldü. Bentelaş ile Brahmanın cenazesine kapandım. Vücudu buz gibi soğuk, kalbidurmuştu. Buna rağmen gözlerini açtı... İşitilmeyecek kadar cılız bir sesle:-Rûhu anladın mı? Dedi.Gözlerini kapadı. Ben henüz "Hayır" cevabını yetiştirmiştim ki, yürektırmalayan bir kahkaha koptu. Başımı kaldırdım; Brahman, yani cenazesiönümde yatan Brahmanın bir ikinci aynı (kopyası) tavan ile yer arasındaduruyordu. Bana:-Rûhu anladın mı? Diye sordu.Cevap vermeye vakit kalmadan kapı açıldı, birisi girerek:-Sizi çağırıyorlar, dedi. Onu takip ettim. İlk bulunduğumuz odaya girdiğimvakit, tam bir şaşkınlıkla Brahmanı yerinde oturuyor gördüm. Beni yanına
 
çağırdı. Aramızda yine bir konuşma başladı. Dedi ki:-Rûhu hâlâ anlamadın mı?-Hayır. Eğer lütfedip anlatırsanız...-Anlatmak... Anlatmak mı?... Görmedin mi?-Evet. Lâkin bir şey anlamadım... Bir şey anlamak için görmek kâfi değil.-Ya?-Olmak lazım!-Ah, ah!... Olmak, olmak...! İşte bu mümkün değil.-Niçin?-Çünkü olmak için evvelâ olmamak icap eder... Benim ilmimin sonu bumakamdır. Sen bu kadarına kanaat etmedin. Şimdi yapacak bir iş kaldı. Ebedihayatını fedaya gücün var mı?-Lâkin ebedi hayatımı feda edersem, rûhu bilmekten ne kazanacağım?-Hiç! Madem ki hiç olacaksın, elbette bir kazancın olamaz.-Ebedi hayatta bize ne vaat edilmiştir?-Brahman, sadıklarına ebedi bir zevk vaat ediyor.-Lâkin bu ebediyette bendeki şu rûhu tanıma düşüncesi bâki kalacak mı?-Şüphe yok... Bütün hüviyetinle bâki kalacaksın!-Öyle ise bu dehşetli ebediyeti feda ediyorum. Yarabbi! Bana bir an rahat vehuzur vermeyen bu düşünce ile ebediyen yaşamak! İstemem, istemem!-Öyle ise gel.Brahman beni elimden tutup bir odaya götürdü. Mahfazaların[64] birinden birtomar çıkardı. Bunda yedi kişinin ismi yazılmıştı. Bana dedi ki:

 
-Yedi bin senedir, bilgi uğrunda ebedi hayatını feda eden ancak yedi kişigelmiş, sen sekizinci oluyorsun. İsmini buraya kaydet.İsmimi tomara kaydettim. Brahman tekrar dedi ki:-Nur Dağı'na git, müşkülün (sorunun) hallolur.Mabedi terk ederek Nur Dağı'na yöneldim. Kâh yerlerde yürüyerek, kâhhavalarda uçarak dağa ulaştım. Dağın takip etmeye başladığım vadisinde, bu fanî dünyaya henüz ayak basmış bir erkek çocuk yolun ortasında yatıyordu. Buzavallı yavruyu oraya kimin bıraktığını düşünerek, anne veya akrabasını görmekümidi ile etrafı araştırarak çocuğa doğru gittim. Yanına yaklaştığım vakit çocukbana:-Safa geldin, ey marifeti arayan! Ey düşünceli kalp! Dedi.Ben yeni doğmuş bir çocuğun lâkırdı söylemesine şaşırmakla beraber cevabendedim ki:-Bu yaşta, yani henüz yaşın yok iken konuşuyorsun ha! Ne garipçocukmuşsun!-Yalnız konuşmakla kalmam, pek de gevezeyim. Hatta sormadığın halde sanaismimi de bildireceğim. Bana «Marifet» derler.-Ben ise ebedi muammayı çözmek ümidini besliyorum.-Bunun için de ebedi hayatını feda etmiştin. Sebep ise rûh düşüncesindenkurtulmak idi!-Evet. Bu düşünce...-Zavallı deli! Bu düşünce, bütün kâinatın, bütün mevcudatın ebedidüşüncesidir. Bu düşünceden hiçbir fert, hiçbir zerre kurtulamaz. Zira ki,kurtulmak için lazım gelen şartları yerine getiremez.-Bu şart ne imiş? Ben bu marifet için hayatımı feda etmiştim. Sanırım ki,bundan ağır bir şart olamaz.-Öyle mi sanıyorsun? Bana kalırsa rûhu bilmek için bu şart kâfi olaydı rûhu
 
bilen pek çok kimse bulunurdu. Lâkin şartını...-Bu şart nedir?-Yoklukla varlığın bir şey olduğunu ispat etmek!!! (yani, yoklukla varlığı aynıgörmek).Mümkün olmayan bu şartı duyar duymaz can evinden bir ah çektim... Vegözlerimi açtım. Aynalı'nın mütebessim ve sevimli çehresini gördüm ve:-Yoklukla varlığın aynı şey olduğunu kim ispat edebilir, böyle bir söz bilecinnettir. Bunu kim ispat edebilir?-Kim mi? Dedi Aynalı Baba. "Bilmekle bilmemeyi bir tutan deliler!"
Yolları, ne var ayrı ise? Hep sana âşık 
 
 Her birisi bir yol ile gülzâre gelirler
 
 Niyazî 
 
Dokuzuncu Gün
Ulular Meclisi
Bu gün Aynalı'nın tavrında bir durgunluk, bakışında biraz hüzün vardı. Uzunmüddet suskun ve düşünceli halde kaldık. Ben seyrettiğim gariplikleridüşünüyor, insanlarda zuhur eden fikirlerin çeşitlilik ve çokluğuna şaşıyordum.Aynalı'nın sözleri beni düşüncelerimden sıyırıp uyandırdı. Dedi ki:-Ben yalnız ney değil, saz da çalarım. Bütün çalgıları da çalmak bilirim ya.Hele bu gün sana biraz saz çalayım.Kulübesine girip bir saz çıkardı. Kalenderâne bir taksimden sonra okumayabaşladı:
Zâhid bizi ta'n eyleme,
 
 Hak ismi okur dilimiz.
 
Sakın! Efsane söyleme,
 
 Hazrete gider yolumuz. Erenlerin çoktur yolu,
 
Cümlesine dedik belî.
 
 Ko desinler bize deli,
 
Usludan yeğdir delimiz. Muhyî sana ola himmet,
 
 Âşık isen can ne minnet!
 
 Elif Allah, mim Muhammed,
 
 Kisvemizdedir dalımız.
Dalmışım... Görüyordum ki, gayet büyük bir sarayın içinde, pek küçük birpencerenin önündeyim. Bu pencereden, binlerce kişi alacak büyük bir odayıgörüyordum. Odanın etrafı, benim pencerem gibi küçücük pencerelerle dolu idi.Her birinde bir adam oturmuş, odayı seyrediyordu. Odanın içerisinde zümrütten,yakuttan yapılmış kürsüler üzerinde başları taçlı, çoğunun yüzleri peçeli heybetlive vakarlı zatlar oturmakta idi.Kürsülerden bir kısmı daha yüksek bir yerde ve mücevherden olup bunlarınortasında ve hepsinden yüksek bir kürsü boş idi. Bu kürsülerde oturan zatlarınbirisi ayağa kalktı ve:-Beşeriyet gelmiş, bize bir sual soracakmış. Uygun görürsen gelsin, dedi.Oradakiler olumlu cevap verdiler. İlk söz söyleyen zatın emri üzerine odayabeşeriyeti aldılar.Beşeriyet adını alan bu adam, sefil ve sakat bir zavallı idi. Giydiği eski püsküelbiseler, sararmış çehresi, mecliste garip bir tezat oluşturuyordu. Reis vekilikendisine hitap etti:-Ey beşeriyet otur, rahat et ve sualini sor.Beşeriyet oturmadı ve dedi ki:-Oturmak, rahat etmek mi? Eyvah! Acaba yüz binlerce senedir, oturacak, rahatedecek vakit mi buldum! Bir taraftan geçim ve ihtiyaç derdi, diğer taraftan kendivücudumdaki bin türlü hastalıklar rahat etmeye vakit mi bırakır! Bu kadarsefilken yine intihara razı olamıyorum. Ben pek alçağım, pek, pek...Beşeriyet hıçkırıklarla ağlıyordu. Son derece müteessir olan meclisi hüzünlübir sükût kaplamıştı. Bütün üyeler, zavallı beşeriyetin ümitsizlik vemahrumiyetini hissediyormuş gibi görünüyorlardı. Reis vekili:-Mesele pek büyük. Bunun halli reisimizin gelmesine bağlı.Beşeriyet dedi ki:
 
-Hiç olmazsa bu kadar sefalete niye katlandığımı, neden intihar etmediğimianlasam...Oradakilerden biri ayağa kalktı:-Müsaade edilirse şu zavallıyı teselli edeyim, dedi. Meclisin onayıyla şusözleri okudu:
Ya Rab! Hayatta nedir bu lezzet?
 
 Hayata rapteden bu gaip kuvvet!
 
 Hayat ki bî-beka, pür dert ve keder
 
Yine emel o, nedir bu hikmet?
 
Bir an bırakmaz insanı rahat 
 
Bin türlü âlâm, derd-i maîşet 
 
Çocukluğunda ağlar beşikte
 
 Feryatla geçer o vakt-i ismet!
 
Civanlığında bin türlü âmâl[65]

 
Şeyhuhetinde bin türlü mihnet[66]

 
Vakt-i ecelde mazi bir an
 
Bir an için mi bunca sefalet!
 
 Hâtifî (gaipten) bir ses verdi cevabı
 
 Dedi: Hayatta bu zevk ve kıymet 
 
 Âkiller için seyr-i bedâyi[67]

 
Cahiller için yemekle şehvet!
Beşeriyet bir ah etti ve:-Doğru... Doğru... Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; mademki hayattan nefretediyorum da yine ona muhtacım, saadet nedir? Bunu söyleyiniz, dedi.İşte bu sırada reis geldi. Meseleyi anladı ve oradakilere:-Buyurunuz, şu dertlinin problemini halledeceğiz, dedi.Oradakilerden bazıları şöyle cevap verdiler:Cenâb-ı Halil (İbrahim a.s.):-Saadet, çalışmak, kazanmak ve kazancını başkalarıyla paylaşmaktadır.Cenâb-ı Âdem (a.s.):-Saadet, şeytana uymamak ve Havva'ya aldanmamaktır.Konfüçyüs:-Bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktadır.Eflatun:-Daima yücelikleri tefekkürdedir.Aristo:-Mantık! İşte saadet!Zerdüşt:-Saadet, karanlıkta kalmamaktır.Brahma:
 
-Saadet mi? Herkes zannı ne ise onun aksidir.Cenâb-ı Mesih (İsa a.s.):-Saadet, maziyi unutmak, hali hoş görmek, istikbali düşünmemeklemümkündür.Lokman (Hekim):-İnsanlar bu kelimeyi, bütün hasretlerini bir sözle ifade için icat etmişler!Hızır (a.s.):-Saadet, tutkuların giremediği gönüllerde bazen görülen bir hayalettir!Bu sözler üzerine Buda öfkeyle ayağa kalktı:-Ey Beşeriyet! Saadet, yokluğun en güzel isimlerindendir! Nirvana! Eybeşeriyet, Nirvana!Beşeriyet bitap bir halde yere düştü ve:-Uuuh! Hangisi, hangisi?... diye mırıldandı.O vakit reis ayağa kalktı:-Ey Beşeriyet! Saadet, hayatı olduğu gibi kabul, yüklerine rıza, ıslahınagayrettir, dedi.Beşeriyet ayağa kalktı... Ve:-Ey Fahr-i Âlem[68]! Beşeriyetin dertlerini anlayan, ilacını bulan yalnızsensin! Dedi.Gözlerimi açtığım vakit boş yere Aynalı'yı aradım. Yanımda bir pusulabuldum. Üzerinde şu sözler yazılmıştı: "Elveda! Gün gelir ki yine görüşürüz."Akşama kadar mezarlıkta hazin hazin ağladım...

 
İKİNCİ KİTAP
 
Manisa Tımarhanesi
 
-I-
Azizim Raci!Sarhoşluk devresinden sonra hastalık devresine gireceğini tahmin ediyordum.Tahminim esasen değil de şeklen yanlış çıktı. Seni kansızlık, verem ve bunlargibi bir hastalığa yakalanacak sanırken bu defa, henüz isim veremediğim, yokyok; veremediğim değil, zarif bir isim bulamadığım bir hastalığa tutulduğunuhaber aldım. Hastalığa "Hebetman, avanaklaşma" isminden daha münasibinibulamadım.Azizim! Bu ne hal? Hakikat mesleğinde rehberim ve üstadım olduğunudüşündükçe çıldıracağım geliyor. Geçmiş günleri hatırlıyorum. Deniz kenarındaotururken, eşsiz bir belâgatla, hele tarife sığmaz bir tatlılıkla bize müspet ilimlerve hakiki hikmet hakkında verdiğin dersleri bir türlü unutamıyorum. Vekestiremiyorum ki, bu günkü Raci, o zarif üstat Raci midir?Yoksa beşerî hamakatin (ahmaklığın) yüz milyonlarca misallerinden biri mi?Ne arıyorsun? İstediğin nedir? Yeni keşfettiğin fennî hakikatler ile öteden berimeşhur ve muteber olan hakikatleri iptal etmedikçe, bu günkü hareketinecinnetin son kertesi demekten başka çare yoktur. Ne arıyorsun? Ebedî hayatı mı?Lâkin a zavallı! Bu geçici hayatta neler buldun ki, onun ebedîsini de arıyorsun?Sana bunu sorarım, hayatta ne var?Oh! Filozof Taine'i[69] ne kadar haklı buluyorum. Diyordu ki: "İnsanlar fıtratve terbiye bakımından delidirler. Kazara akıllı bulundukları anlar pek kısadır!"Ne kadar doğru! Gerçekten de insanlarda zerre kadar akıl ve hikmet olsaydı,değil ebedi bir hayat aramak, hatta bu miskin ve fakat geçici varlığa bilekatlanmayarak, sonu eyvahla bitecek zevkini ve hayat tacını yokluk sultanınatakdim ederlerdi!Öyle olmakla beraber bir kaza ve tesadüften ibaret olan hayatta, hafif delilerieğleyecek kadarcık zevk bulunduğu da inkâr edilemez. İnsanların cahillik veilkellik devirlerinde icat ettikleri kelimelere ruh vere vere, bunları hayallerininrenkleriyle süsleye süsleye bir duyumlar silsilesi meydana getirmişlerdir ki,bunlar binlerce asırdır tekâmül ede ede, miras yoluyla bize kadar gelmiştir. Bizde asılları, var olma bakımından hiç, marifet (yani bilgi) bakımından hayalden

 
ibaret olan bu silsileye bakıp, hiçbir meziyeti, hiçbir mahiyeti olmayan eşyayabin türlü câzibeli renkler veriyor ve kendimizi tatlı tatlı aldatarak hayatta birmana görüyoruz. İşte bütün çirkinliğiyle hayatın hakikati.Ya a zavallı! Sen ne arıyorsun? Bu kesafet, bu maddiyat, bu yüz gösterenhayaller bir rûhu ezmeye, bir vicdanı zıt fikirlerin sahnesi yapmaya, bir idrâkiboğmaya kâfi değilmiş gibi bir de manevî hayaletler arkasında mı koşmakistiyorsun?Zavallı kardeş! Zavallı üstat! Bilmem ki, bu mektubumu okuyacak, kalbimdenkopan ümitsizlik ve şefkat feryadımı anlayacak halde misin? Bana dediler ki...Lâkin buna inanmak istemiyorum. İstemedim. Sana şu mektubu yazmaktankendimi menedemedim. Bana cevap ver. Eski günler, tatlı hatıralar aşkına banacevap ver...
 
-II-
 
Raci'den Sami'ye Mektup
Sevgili Sami!Mektubunu aldım. Hatırın için beş on dakika a'mâk-ı hayâlimi[70] terk ederekkaranlık bir çukura benzeyen şu âleme çıktım. A çocuk! Mademki âlemin birtımarhane, insanların bir sürü deli olduğunu düşünüyorsun, şu halde benimdeliliğime niye itiraz ediyorsun? Galiba umumi cinnete benzemeyen bir çeşitcinnete müptela olduğum için!Evet, azizim! Ben bu hayallerin arkasında gizlenmiş olan hayaletleri arıyorum.Yazık ki, bulamıyorum. Bulamıyorum da değil, nasıl anlatayım...Fenle ilgili hakikatlere hiçbir şey denilemez. Lâkin bir hakikatin varlığı diğerbirinin varlığına mani olamaz. Bazı vicdanlar var ki, gaye ile başlangıç arasındabir çizgi, bir ayırıcı çizgi vazifesi görmek isteyen hakikatlerin önünde kalıpduramıyor. Ben niyet ettim ki, bu hayatı, dünyaya niye geldiğimizi, neolacağımızı, bizi göndereni anlamadan terk etmeyeyim. Ah ne olurdu ki, busuallere ben ispata ya da inkâra ait birer cevap verebilsem!Benim vicdanımı tahriş eden suallerin alelâde cevaplarıyok ve olamaz. Nihaî hakikati inkâr etmek için insanın hayvanca bir zekâya, hissiz bir kalbe sahipolması veyahut da fenle ilgili keşiflerden cahil bulunması gerekir. Bunları, hiçbilmeden ve görmeden doğrulamak da böyledir. Derdime fen âleminde devaaradım, bulamadım. Sonra garip bir âleme düştüm. Belki şimdiye kadar buâlemde bulduklarım, birçok endişeli (düşünce içinde kıvranan) vicdanları iknaederdi. Lâkin ben! Teleskopların göremediği uzak âlemleri benim mana gözlerimgörüyor. Henüz müttefiklerimizin[71] mahiyetini tayin edemediği ışık saçanbulutla ben temasta bulunuyorum. Sizin araştırmalarınızdan gizlenen sönük gökcisimleri, benim görmek için ışığa muhtaç olmayan gözlerime hedef oluyor. Benöyle bir ruh oldum ki, benim için uzak, yakın, kesif ve latif (yoğun ve şeffaf)kalmadı! Maddî ve cismanî şeyler emrimin mahkûmu, mânâ âlemine ait olanlar irademin zebûnudur (düşkünüdür). Böyle iken ben yine açım! Rûhum kendisinidoyuracak kanaat[72] gıdasını henüz bulmadı. Arıyorum arıyorum. Ne midiyeceksin? Hiç!Sevgili ve aziz Sami! Bu tımarhaneye bir deliyi neden çok görüyorsun?

Anlıyorum ki, bana acıyorsun; teşekkür ederim. Fakat bazı afyonkeşler, hastalıkbaşlangıcına, zaaf ve güçsüzlüğe pek benzeyen mestlik hallerini nasıl severler,bundan nasıl zevk alırlarsa ben de öyleyim. Benim endişeli vicdanımınarayışları, benim en büyük zevkimdir. Geçen gün, benim de mensubu olduğumdertlilerin rasathanesi hükmündeki bir mezarlıkta geziniyordum. Mezarlıkta birdeli gördüm. Eline geçirdiği bir terazi ile oynuyordu. Ne yaptığını sordum. Banaşu cevabı verdi:-Hamakatla marifeti (ahmaklıkla bilgiyi) tartıyorum.-Bundan maksadın nedir?-Mal mevcudumu anlamak!-Ee, nasıl buldun bakayım?-Ahmaklığım o kadar ağır ki... Sanırım, zamanın Karun'u benim!Bu ne demektir? Sana anlatmak zor. Lâkin işte benim halim. Âlemde bir şeyeihtiyacım olsaydı, sana müracaat ederdim. Lâkin yok. Artık senden bir ricam var.O da beni unutmak! Yani meşgul etmemek.Sami, bu mektuplaşmadan bir ay sonra Manisa'ya gitmişti. Maksadı, üstadı veen muhterem dostu Raci ile görüşmek ve onu bu Melâmice[73] hayattankurtarmaktı. Raci'yi "Ayn-ı Ali Sultan" Mezarlığı'nda buldu. Raci, bekleneninaksine sıhhatini muhafaza ediyordu. Elbisesi en aldırışsız veyahut kurnazdilencilerin elbisesini andırıyordu.Sami, mezarlığa girdiği vakit Raci'yi ebegümeçleri arasında ve bir kabreyaslanmış gördü. Kendinden evvel mezarlığa giren bir kadın Raci'ye doğrugidiyordu. Hemen aynı zamanda her ikisi Raci'nin yanına vardılar. Raci şaşırtıcıbir umursamazlıkla her iki ziyaretçiyi kabul etti. Sami boş yere bu heykeliöpücüklerle canlandırmaya çalışıyor ve boş yere o sönük gözlerde bir sevgiparıltısı arıyordu.Nihayet: "Sami? Niye geldin? Bir mezar taşı seyrine mi?" dedi.Sami cidden şaşkındı. Bir vakit en zarif ve en güzel konuşan gençlerin,tavırlarını taklide çalıştıkları Raci'nin bu Raci olduğuna inanamadığını gösterenbir hayal kırıklığı ile üstadını gözden geçiriyordu. Raci:

 
-Kadın! Sen niye geldin? Dedi.Kadıncağız, taşkın yüreklerin bir şey isteyecekleri vakit yaptıkları gibi, birgözyaşı seli boşaltarak cevap verdi:-Ah Şeyhim... Meczûb efendi... Evliya bey... Zavallı Nefise'm! Zavallı kız!Yarabbi on beş yaşında çıldırdı. Haberim bile yoktu... Nereden bilirdim, meğerzavallı kızımın başına sevda gelmiş. Yavrucuğum sevmiş. Evet sevmiş. Fakatümitsiz, sessiz sedasız sevmiş. Lütfullah beyin oğlunu seviyormuş. Biçaredelikanlı attan düştü. Başı bir taşa gelerek parçalandı. Kız bu haberi duyduğugibi çıldırdı... Kederinden kendi kendini yerlere vurmaya, etlerini dişlemeyebaşladı. Konu komşu bin bela ile zapt edebildik. Lâkin kızın feryadındandurulmuyordu. Tımarhaneye koymaya mecbur olduk. Şimdi Nefise'mtımarhanede. Neyim var, neyim yok sattım. Türbelere adak götürdüm. Okuttum,muskalar aldım, fayda vermedi. Nihayet seni salık verdiler. Git, eteğini tut,bırakma. O adam tekin değil. Elbette senin kızını iyi eder, dediler. Ah evliyababacığım... Allah aşkına kızımı iyi et...Biçare kadıncağız hüngür hüngür ağlıyordu. Raci'nin yüzünde hiçbir teessür(üzüntü) alâmeti görülmüyordu. Sami pek şaşkındı. Saf annenin acıklı halini arzedişi onun yüreğini delmişti. Halbuki Raci'de bu inleyişler, bir kaval sesi kadarbile tesir göstermemişti. Sami, hissizliğin bu derecesine karşı, nefretle karışık birhayret duymaya başladı ve dayanamadı. Raci'ye sert denecek bir dille:-Eğer aklî dengenden mahrum ve bu yüzden mazeretli olduğunu bilmesem, şuhissizlikten dolayı seni alçaklıkla itham ederdim!Raci ayağa kalktı... Delilere yakışan bir hararetle cevap verdi:-Ben, ben mi aklî dengemden mahrum imişim? Be hey divane! Sen aptallar vealıklar gibi şu hayat faciasının karşısında ezilip kalırken, ben, aşkın ne olduğunu,ikilik yok iken[74] bir kimsenin kendi kendini nasıl sevebildiğinidüşünüyordum... Düşünüyordum ki, ben, sen, hava, taş, demir hep bir şey ikenneden demir ağlamıyor, taş çıldırmıyor, hava yalvarmıyor da insan... [Garip birkahkaha kopararak] İşte insan sizin gibi delilerle arkadaşlık ederse, nedüşüneceğini bilemez oluyor. Demir ağlamaz, dedim. Kim demiş? Demirle şukadının ne farkı var... Şu halde ağlayan kim, ağlamayan kim? [Sami'nin kolunututup bükerek] Bak, şu kolunu ben büktüm. Lâkin senden başka (biri) olmasa,kolunu kim bükerdi![75] Halbuki bükülüyor. Niçin? Bu niçine cevap yok!

 
Neden aşk var, neden sefalet var, neden zevk var, neden kahır var? Niçin,niçin? Cevap yok, değil mi? On beş yaşında bir kız, yirmi yaşında bir delikanlı.Pekâlâ, delikanlı bu kızı alsın, mesut olsunlar. Lâkin hayır. Oğlan attan düşer, kızçıldırır... Niçin? Yine cevap yok. Şimdi bu ihtiyar kadın niye yaşıyor? Benim dehayatım da ne zevk var? Hiç! Böyle iken delikanlı ölür, kız çıldırır. Ben veihtiyar kadın yaşarız! Asıl garibi neresinde biliyor musun? Bunun niye böyleolduğunu bilen yok, yok, yok!Bu yaşlı kadına acıyorsun, bana acımıyorsun. Onun kızı çıldırmış. Peki amabenim rûhum, benim kâinatım, benim... çıldırdı. Lâkin beşer gözü zevkin desıkıntının da pek az olanını görür. Uh! Beni nereden buldunuz? Ben ki, şuvarlıktaki tezat farkını yok etmek üzereydim[76]. Beni niye çevirdiniz... Benineden yine "niçin"li bir âleme indirdiniz? Uh! Niçinsiz bir varlık!... Şu haldeseninle çıldırmış kızın, benimle şu taş parçasının ne farkı var?... Niçinsizvarlık!...Raci'de asabiyet hali, tehlikeli deliler şeklini arz ettiği için tımarhaneyenakledilmişti. Birkaç gün zarfında hiddeti geçmiş olduğundan orta halli ve hafifdeliler ile beraber bir avluya bırakıldı. Bu avlunun ortasında bir havuzbulunmakta olup deliler gelişigüzel bu havuzda yıkanırlar ve avluda çok kereçıplak dolaşırlardı.Bu ahvâlin cereyan ettiği tarihte Manisa Tımarhanesi cidden müthiş birsefalethâne idi. Hastaları yatırdıkları yataklar, hiçbir yerde misli görülmeyecekkadar pis ve verilen yemekler adî idi. Bununla beraber avlu önünde de demirparmaklığa gelen seyirciler tarafından hastalara tesadüfen öteberi verilirdi. Hayırve şerri ayırt etmekten âciz olan deliler içinde, yenmeyecek şeyleri de yiyenlerolurdu. Hastahanede havuzdan başka hiçbir fennî tedavi usulü yoktu. Hâlâdelilere pösteki saydırılıyor ve saldırganlarına bedava sopa atılıyordu. İşteRaci'yi kader böyle bir tımarhaneye sevk etmişti. Bu tımarhaneye girmek pekkolaydı. Güllâbicilere[77] göre tımarhaneye her getirilen deli idi. Lâkin akıllılarhususunda bu adamlarca hiçbir ölçü olmadığından tımarhaneden çıkmak çokzordu. Hele buraya girenleri arayan olmazsa.Raci bu memlekette yabancıydı. Üzerindeki nöbet geçmişti. Lâkin Raci gibibir adamın nazarında, bir mezarlıktan sonra en safalı ve asude yer bir tımarhaneolabilirdi. Delilerin acayip konuşmaları Raci'yi düşünmekten alıkoyuyordu.Bundan dolayı bir vakit tımarhanede kalmayı çok bulmayarak oradan çıkmakiçin hiçbir teşebbüste bulunmadı.

 
Raci tımarhaneye gireli on beş gün olmuştu. Bir gün hafif deliler, yeni gelmişbir deliyi karşılamakla meşgul oluyordu. Bu yeni deli, eskilerin çok hoşunagitmişti. Yeni deli, vakur adımlarla, mütebessim bir yüzle avluda yürümekte ikenyirmi otuz deli hep bir ağızdan:-Aynalı Aynalı... Aynalı! Diye bağrışıyorlardı. Bu sözler Raci'nin kulağındayankılandı. Başını kaldırdı... Ve bir sevinç ve hayret çığlığı atıverdi.Tımarhaneye gelen yeni deli, Raci'nin kaybettiği ve bulmak ümidiyleAnadolu'nun yarısını dolaştığı halde bir yerde izine rastlayamadığı "AynalıBaba" idi. Raci, takat getirilmez bir cazibenin etkisinde kalarak Aynalı Baba'nınellerine sarıldı.(.......) şehri mezarlığında başlayan seyran (hayalin derinliklerinde yolculuk),bu defa da Manisa tımarhanesinde devam etti. Bu seyranları anlatan Raci'ninHatıraları'nın ikinci defterini okuyucuların nazarlarına arz edeceğiz. Lâkin ondanevvel, Raci'nin tımarhanedeki tetkiklerini ihtiva eden bazı notların faydalarındanokuyucuyu mahrum etmek istemedik. Delilerin cinnetini tetkik, ihtimal ki,akıllılık davasında olanların yaptığı işler içinde en makul olan kısımdandır. SözüRaci'ye terk ediyoruz.
 
Makam Delisi
 
-I-
Tımarhane arkadaşlarımın içinde çeşitli sebeplerle çıldıranlar arasında,incelemeye değer birçok adam vardı. Bu mecnunların bazısında görülen cinnetşekli, deliliğin bir saadet mi, yoksa bir felâket mi olduğu hakkında beni çokdüşündürdü. Âlemde her şey nisbî (göreceli) oluyor. Bu bakımdan cinnet de kâhsaadet, kâh felâket sayılmaya uygun bir hal. Zararsız deliler içinde bir zaptiyeneferi (jandarma eri) vardı ki, kendini alay beyi olmuş farz ediyordu.Her gün bir köşeye oturur ve pek derin düşüncelere dalardı. Saatlercedüşündükten sonra yüzü tebessüm ve memnuniyet ışıklarıyla dolarak kalkardı.Bir gün kendisine ne düşündüğünü sordum. Cevaben dedi ki:-Bin kadar eşkıya çetesi var, Kara Efe, Ak Efe, Yeşil Efe, Mor Efe hepsi dağaçıktı. Ben bütün Türk ülkesinin alay beyi olduğumdan, sadrazamdan buhaydutları tutmak için emir aldım. Bin kadar kol çıkardım. Kendim de aklımı birtabağa koyarak bin parça ettim. Her parçasını bir kol çavuşunun heybesinekoydum... Çavuşlar akılları ermediği vakit heybeden benim aklımı çıkarırlar, neyapacaklarını danışır, sorarlar. İşte bu sayede ne Kara Efe kaldı, ne Mor Efe,hepsini yakaladım... Derken işi padişaha bildirmişler. Bana kırk cariye, bir deveyükü altın, beş yüz tane de nişan ihsan etmiş. Şimdi derdim büyüdü... Evvelce dealdığım nişanlarla bu son nişanlar yirmi oda dolduruyor, bunları nasıl taşıyayım?Nihayet meseleyi hallettim. Bir şimendifer (tren) kiraladım. Her nereyegidersem, beraber götüreceğim. Vagonlarına nişanlarımı astıracağım. Ve gayet iriyazı ile: "İş bu nişanlar, alay beyi Cırtlak Efe'nin nişanlarıdır" diyeyazdıracağım. Başka çare yok. İnsan nişanlarını beraber gezdirmezse neyeyarar?Bu zavallı, mesut deliler kısmına dahildi. Lâkin bu sistemde binlerce delimevcut olduğunu düşündüm de "Sakın âlem koca bir tımarhane olmasın?"dedim...
Çifte Hâfızlar
Bu iki delinin birisi hakikaten hâfız imiş, diğeri ise bir arabacı. Bunlara çiftehâfız denmesi, arabacının diğerini her defa taklit etmesinden ileri geliyordu.
 
Demir parmaklıklar önüne, deli seyretmeye gelen akıllılar (!) Müslümanlarıngeneline has bir ihsan ve şefkat istidadıyla, delilere öteberi ve özellikle tütün,şeker vesaire getirip verirlerdi.Bundan dolayı delilerin obur ve pisboğaz olanları, parmaklık önünde seyircigördükleri gibi giderler, her birisi ihtisası dairesinde saçmalar savurarak tütünvesaire isterlerdi.Hâfız, cenazelerde, hastaların başucunda, düğün ziyafetlerinde aşîr[78] okuyupcer etmeye (zahmeti karşılığında para veya erzak almaya) alışık olduğundan, birseyirci görür görmez parmaklığın önüne gidip diz çöker ve okumaya başlardı.Arabacı, hâfızın kazancından faydalanmak düşüncesiyle onun yanında diz çökerve hâfızın ağzından çıkan kelimeleri mümkün mertebe taklide çalışırdı. Zavallıhâfız, ara sıra seyircilere:-Bu hâfız değildir. Onu dinlemeyiniz, diyor idiyse de arabacı gözlerinikırpıştırarak:-Sözlerine kulak asmayınız. Zavallı delidir! Derdi.Bir gün bu yalandan hâfız ile görüşürken, niye hâfızlık tasladığını sordum.Bana dedi ki:-Hâfızı dinleyenlerin yüzde doksanı, okunan şeyin doğrusunun benimokuduğum mu, yoksa hâfızın okuduğu mu olduğunu fark etmekten âciz. Biradam bunlara tecvitle her ne okursa Kur'an sanırlar. Yalnız ve yalnız başlarınısallarlar. Bizim hâfız da okuduğunu anlayanlardan değil... Şu halde seyircilerinçoğu benim hâfız olduğuma yemin bile ederler!

 
Deliliği Akıllılığından Daha Makul Bir Deli
Halkımız içinde bir zümre var ki, yalnız bilmediğini bilmemekle kalmaz,bunun yanı sıra her şeyi bilmek iddiasındadır. Hekim değildir. Lâkin hekimleriküçük ve aşağı görür, önüne gelene ilaç tavsiye eder. Evlenmesini asla bilmemiş,dışı ve içi çirkin bir karı almıştır. Böyle iken her gence evlilik usûlü öğretir.Birçok para sarf ederek yaptırdığı ev, ahıra benzer. Bununla beraber MimarSinan'ı bile beğenmez... Ve daha böyle nice şeyler.Bu güruhtan bir tanesi, üzüm bağlarına sahip imiş. Maişet ve idare hakkındamuntazam bir fikri olmadığından, evvelce mühim bir miktara ulaşan servetininbir kısmını kaybetmiş. Bu zayiat, zavallının dimağı üzerine mühim tesirleryapmış ise de gerçeği görüp aklının başına gelmesine yeterli olamamış. Bağlaramusallat olan filokserayı, hayvanatın meydana getirdiğini duymuş. Lâkin ziraatmüfettişinin tedbirlerini pek cahilce bulduğundan kendisi bir takım ilaçlartertibine kalkışmış. Düşünmüş ki: Cıva bitleri kaçırıyor, telli sürur uyuzu, rastıktaşı birtakım yaraları iyi ediyor. Bunlara birtakım kaçırıcı maddeler daha ilaveederek bir macun meydana getirmiş, kütüklere sürmüş. Netice? Doktor KuruSıkı'nın dişleri tedavi hakkındaki usûlünün neticesi. Bu garip filozof [Çünküdoktor Kuru Sıkı hakikaten filozof idi] diş ağrısına çare olmak üzere çenekemiklerinin çıkarılmasını tavsiye ederdi!
 
A'mâk-ı Hayâl'e EK
 İnsanın yegâne marifeti, bir şey bilmediğini itiraf ve tasdikidir.
Aynalı ile bir hayli müddet görüşememiştim. İlk fırsatta NamazgâhMezarlığı'ndaki uzlethanesine koştum. İlk sözü:-Evlat neredeydin? Gözlerimizi yollarda bıraktın, olmuştu.-Kevn ü mekân âlemi (dünya) bazen böyle olur. Yoksa yakınlığınızınşerefinden uzak oluş, benim için cidden dayanılmaz bir şeydi, cevabındabulundum.Birkaç havaî sohbetten sonra:-Ee erenler! Artık biraz kahve içsek, diyerek her zamanki gibi cezvesiniispirtoluğuna koydu. Bol şekerli kahveleri içmeye başlamıştık.Kendimi karıncalar arasında ve binlerce sokağı olan bir karınca yuvasında,karınca şeklinde buldum. Etrafı şaşkınlık içinde ve gördüklerime inanamayarakincelemeye başladım. Karıncalar dahi, farklı sosyal sınıflardaki insanlar gibigruplara ayrılmıştı. Şu kadar diyebilirim ki, oradaki sınıflar, insanlar arasındakisınıflara benzemiyordu. Aristokrasi ve demokrasi kısımlarını içeren bu sınıflararasında mevki farkı yoktu. Üst ve alt gibi farklar görünmüyordu. Yuvadakikarıncalar en az birkaç yüz bin kadar olsa gerek. Bunlar, beyler ve işçiler sınıfınaayrılmıştı. En acayibi, maddî ve manevî her türlü ihtiyacı karşılayıp maksadıanlatacak mükemmel bir de dile sahip olmaları idi. Yuvamızda mükemmelmektepler, zahire ambarları, yatakhane, hapishane, teneffüs ve yemek salonları,toplantı mahalleri, özetle çok mükemmel bir toplum hayatı için gerekli birmeskenin, bir şehrin bütün debdebe ve görkemi mevcut idi.Daha garibi şurası ki, karıncaların sosyal yaşamı insanlara nispetle çokilerlemiş idi. Evvelâ karıncalardaki intizam-ı maişet (yaşam düzeni) ve çalışmausûlü, insanlara nispetle çok mükemmeldi. İktisat ve ev idaresi hususunda iseinsanlara nazaran anlatılması imkânsız bir gelişme farkı var. Lâkin karıncalarıninsanlardan kat kat üstün oldukları yön, terbiye meselesidir. Karıncalar bu işteinsanları çok geride bırakmışlardır. Adalet dağıtımı meselesinde dahi aynıdüşünce tereddütsüz yürütülebilir. Bu sebeplerden dolayı, karınca yuvalarında
 
mektep yapılan daireler, yuvanın en seçkin ve en büyük kısmını işgal ettiğihalde, hapishaneler, sıhhate uygun olmakla beraber pek küçük... Çünkü buradahapis cezasını hak edenler hemen hemen yok gibi... Bir karıncada en birincihaslet, vazife hissidir. Ve bu his her hisse galiptir. Şahsî istek ve ihtiyaçlarıuğrunda vazifesini feda değil, gevşeklik eden karınca hemen hiç bulunmaz.Ben karınca beylerinden birisinin oğlu imişim. Talim ve terbiyem için işçisınıfından yedi ihtiyar pîr, yedi meşhur âlim babam tarafından, istişareneticesinde seçilmiş imiş. Bu yedi âlim yalnız yuvamız halkı arasında değil,belki komşu yuvalar ahâlisi arasında dahi ilim ve fazilette parmakla gösterilirdi.Artık hayat merdiveninin son kademelerine ulaşan bu pîrler; beni hemcinsimizefaydalı bir üye olmak, son bir hayırlı talebe yetiştirmek emeliyle çalışmaktaidiler. İyi bir öğretim usûlü ile bana, az zamanda karınca cinsine müyesser olanilim ve fenlerin hemen hepsini öğretmiş bulunuyorlardı. Şimdi sık sık seyahatleryapıyor, okuyup öğrendiklerimin tatbikatıyla uğraşıyorduk...Uykudan uyandığım hizmetçilerim tarafından hissedildiğinde, semiz birhamamböceği budu ile yarım buğdaydan ibaret sabah kahvaltısını getirdiler.Henüz yemeği bitirmemiştim ki, yedi âlim hocamdan birisi yanıma geldi ve şusuretle maksadını anlatmaya başladı:-Ey şehzâdem! Senenin hemen yarısında şehrimizin kuzeyine düşen sert veçorak arazide ne kadar garip tabiat olayları meydana gelmekte olduğunubilirsiniz. İki numaralı lise talebesine bu sene yaptırdığımız fennî (bilimsel)gezilere dair aldığımız son raporlarda şimdiye kadar âlimleri ihtilâfa düşürenhava durumunun yine başladığı ve bunun her gün muntazaman görünmekteolduğu bildiriliyor. Biliyor olmalısınız ki, günün bir kısmında güneş, hayatmenbaı olan ışığını kuvvetle yaymaya başladığı zamanlarda, berrak semanınbirçok tarafları birdenbire birtakım yoğun ve değişken bulutlarla örtülüyor. Bubulut parçaları farklı zamanlarda yine yok oluyor. Acaba bu hava olayının sebebinedir? Asil şahsınızın malumudur ki, bu gibi tabiat hadisleri mantıkla, aklî denklemlerle bilinemez ve bulunamaz. Herhâlde tecrübe ve tetkike muhtaçtır.Uzun müddetten beri birçok meseleler hakkında sayısız deneyler ve gözlemleryapıldığını bilirsiniz. Nice tabiat muammaları hallolundu. Bu gün onlara yüzdeseksen, doksan hakikat nazarıyla bakılması mümkündür. Lâkin bu garip havaolayını hâlâ doğruca halleden olmadı. Hocalarımızdan bir zat, bu konudaderinlemesine incelemelerini açıklayan bir konferans verecektir. Münasipgörürseniz buyurunuz, biz de gidelim. Konferans arazi üzerinde verilecektir. Vebunda bütün orta ve yüksek mektep talebesi bulunacaktır.
 
Büyük ve kalabalık bir toplulukla, acayip şekilleri olan araziye doğru seyahatebaşladık. İşin garip ve tuhafı şu ki, ben hem insan his ve bilgisi ile ve hem dekarınca idrâkiyle donanmıştım. Nihayet acayip araziye gelmiştik. Bu yerlerekarınca gözüyle baktığım zaman, hakikaten düşünülecek ve konferanslarverilecek kadar acayip ve garip teşkilâta sahip olduğunu anlıyordum. Halbukiinsan gözüyle baktığım zaman iki tarafı muntazam mağazalarla süslü, düz ve iriNapoli taşlarıyla döşenmiş bir geniş caddede bulunduğumuzu görüyordum. Şuiki his arasındaki büyük farkı, en derin hayret duygularıyla muhakemeyekoyulduğum zaman, tabiat âlimlerinden birisi bu garip arazi hakkında konferansvermeye başladı.-Efendiler! Diyordu. En ziyade dikkat çekici olan şey, bu büyük hücrelerinşekli ile aralarındaki kanalların intizamıdır. Hücreler yaklaşık olarak düz,çatlaklar ise neredeyse kusursuz denilecek intizamda doğru çizgilerle doludur.Bu intizamın sebebini bir türlü âlimlerimiz keşfedemiyor. Halbuki böyle elyapımına benzer şeyler tabiat sahasında yoktur ve olamaz.Konferansın en tatlı bir yerine gelinmişti ki, birdenbire yüz binleri geçendinleyiciler arasında bir çığlıktır koptu. Gökyüzü açık... Yağmur düşmesiylekıyası mümkün olmayan müthiş bir sel ve sıcak bir tufan çok kısa bir zamandabinlerce karıncayı sürüklüyor, boğuyordu. Bu semavî tufandan meydana gelendeli akışlı nehir veya nehirler binlerce karıncayı perişan edip götürüyordu.Herkes bir tarafa kaçıyordu. Ben bir dakika korku ve paniğe mağlup olduktansonra, bu garip tufanın sebebini anlamak hevesine düştüm. Yukarıdan hâlâaralıklı sağanaklarla seller akmakta idi. Bu müthiş hadiseye insan nazarıylabaktığım zaman, gülmekten ve hayret etmekten kendimi alamadım. Garip araziadı verilen caddede, bir kaldırım kenarında yer almıştık. Bulunduğumuz yerdebir kira arabası (fayton) durmuş, arabacı mutlulukla uyumakta ve hayvanlar isebaşlarına asılan torbalardan yem yemekte idi. Hayvanların her ikisi ittifaketmişler gibi işemeye koyulmuşlardı.İşte zavallı karıncaları helâk eden sıcak tufan, bu hayvanların sidiğinden başkabir şey değildi. Yuvalarda bütün ahâli, yeis ve ıstırap içinde vefatımla meşgul idi.Zira ben dahi orada vefat edenler arasında idim. Âlimler ise garip arazidemeydana gelen tufanın sebeplerini araştırmakla meşgul oluyordu.Nihayet en büyük tabiat ilimleri hocalarından birisi, kütüphânesinde bulunanmeşhur bir eserde bu sebebi keşfetti. Bu eserde deniliyordu ki:
 
-Garip arazide öyle kuvvetli bir mıknatıslık ve elektriklenme özelliği var ki,ara sıra birdenbire şiddetlenerek havayı yoğunlaştırıyor. En küçük arıza ile obulutlardan tufanı andıran seller boşanıyor.Ben açıklamaları işittiğim zaman, gözümün önüne yem yiyen yorgunbeygirlerin işemesi geldi de uzun bir kahkaha salıverdim ve akabinde uyandım:Aynalı hem tebessüm ediyor ve hem görülmemiş bir oyun oynuyordu ve hem demırıldanıyordu:
Güneş yanar, âlem döner
 
Bir gün gelir hepsi söner
 
 Ey sahib-i ilm ü hüner
 
Bilir misin sebebi kim? Ne gelen var, ne giden var
 
 Ne solan var, ne biten var
 
 Ne gülü var, ne diken var
 
Bilir misin sebebi kim? Her zerre ferd[79] yoktur eşi

 
 Acep bunlar kimin işi?
 
 Ey kendini bilmez kişi
 
Bilir misin sebebi kim? Hak'tır desen manası ne?
 
Sebep midir? Bir kelime:
 
Soruyorum sana yine
 
Bilir misin sebebi kim?
 
Leyla'lı Mecnun
Günlük uğraşlardan kurtulunca kendimi Aynalı'nın sohbet harîmine[80]atmaktan geri duramıyordum. Bu bende adeta tiryakilik halini almıştı. Yine birgün işlerimi bitirdikten sonra, ikindiye doğru ziyaretine koştum. Oturmak içinasırlık bir çınar kavağı altını seçen Aynalı Baba:-Evlat! Bu gün biraz coşkunum. Sana ney çalayım, dedi.Başladı. Buna ney demek hata idi. Sema ve arz hep birlikte terennüm ediyorzannediyordum. Kendimden geçmiştim.Görüyordum ki, Emel şehri eşrafı ve meşhur zenginlerinden birinin oğluimişim. Anamın, babamın bir tanesi olduğum için beni taparcasına seviyorlardı.Emel şehri ahâlisi de benim güzellik ve cemâlim, terbiye ve kemâlim ile iftiharetmekteydiler. Artık yaşım on sekizi bulmuş, dört kaşlı bir yiğit halini almışolduğumdan her sabah atıma biner ve şehrin gül bahçelerini kıskandıracakgüzellikte olan etraf ve civarını dolaşır, zaman zaman avcılık ederdim.Ben sokaklardan geçerken halk "Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir"[81] diyerek yakışıklılığımı övdükleri gibi, şehirlerin en güzel ve seçkin kızlarıda gözlerime hedef olabilmek ümidiyle kendilerini bana göstermeyi âdeta âdetedinmiştiler. Fakat ben avcılıkta kullandığım ve kolumda gezdirdiğim şahinimkadar mağrur ve kibirli bir tavır ile bu zavallı ümit besleyenleri görmezliktengeliyor, atımı oynatarak geçiyordum.Ah! Velâkin yüreğimde bir acayip ateş hissetmekte idim. Bu ateşin mahiyetinitayin edemediğim halde, beni büyük bir acıyla yakması tuhaf idi. Bir gün geldiki, artık uzun bir hüzün ve tefekkürden kendimi alamaz olmuştum. Elime iki tellisazımı, rebâbımı alıp okuyor, ağlıyordum. Yavaş yavaş inlemek âdetim olduğugibi, benzim de ziyadece sararmış ve her şeyden hevesim kesilmişti. Bu hal, tabiiki anne babamın gözünden kaçmıyordu. Garip bir hastalığa müptela olduğum,bütün şehir halkına destan olmuştu. Herkes üzgün ve âdeta matemler içindeydi.Şehrin en ünlü tabipleri türlü türlü ilaçlar, macunlar hazırlıyor, remilciler[82],üfürükçüler okuyor, velâkin benim hastalığım günden güne şiddetleniyordu.Nihayet uzakça bir köyde oturan, ilim ve kehânetle meşhur olup yalnızyaşayan bir bilgeyi getirdiler. Bu hekim, asrın gözbebeği tabiplerin yaptığıilaçları inceledi. Başını salladı. Usturlaba baktı, yıldızlarla konuştu. Cin devşirdi.

 
Bir hayli müddet, aklı başından gitmişçesine dalgın halde kaldı. Nihayet:-Ey efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastasıdır, cevabında bulundu.Zavallı babam sordu:-Muhterem dostum! Kimi seviyor?Hekim:-Hiç kimseyi! İşte aşkın en öldürücü şekli budur.-Ey hekim! Bize yol göster. Ne yapalım? Ne çare bulalım. Eğer ilaç canımızise dahi esirgemeyiz, feda edelim. Tek ciğerparemiz kurtulsun.-Efendi! Oğlumuzun bağrını yakan aşk, aşk-ı mutlaktır[83]. Bu aşka bir hedefbulmalı; ondan sonra aşk ateşini vuslat âb-ı hayatıyla söndürmenin yolunudüşünmeli. Böyle olmazsa helâki kaçınılmazdır...Artık anne babamın sevincine sınır yoktu. Onların fikrine göre iş basit, birizdivaç meselesi demekti. Şehirdeki en seçkin ve güzel kızlar birer birer banagösteriliyordu. Hatta şehrimizde titizlikle uygulanan denklik meselesi bilearanılmayarak en fukara, en pespayeler arasındaki güzeller dahi gösterilmişti.Ah! Fakat bunların hiçbirisini sevememiştim. Sonunda yatağa düştüm. Gündengüne sararıyordum, soluyordum. Zavallı pederim ve validem delirecek halegelmiştiler.Ben artık şarkı söyleyecek, iki telli ve altı telli sazımı ele alacak, çalacak birhalde değildim. Bu sebepten belki acımı hafifletmeye vesile olur diye, babam enmahir şarkıcı ve çalgıcılardan oluşan bir heyeti tayin etmiş, vaktiyle hoşlandığımen mutena ve hazin parçaları çalmakla görevlendirilmişlerdi.Bir gün hüzünlü bir fasıl henüz bitirilmişti ki, sokakta dolaşan bir tellal gürsesiyle "Kapalı bir sandık satıyorum. Pahası bin altındır. Lâkin içinde ne varbilmiyorum. Kimse de bilemiyor. Bu sandığı alan da pişman, almayan da" diyebağırmaya başladı. Tellalın bu feryadını anne babam da duymuş olduklarından,belki içinde beni eğlendirecek bir şey çıkar diye derhal satın almıştılar.Ben, insanın hiçbir vakit kurtulamadığı araştırma ve merak hissiyle sandığıniçinde ne olduğunu anlamak istedim. Nice aylardır ilk defa bir arzu gösterdiğim

 
için, anne babam son derece mutlu oldular ve sandığı yanıma koydular.Sayısız anahtarlar getirildi. İki gün uğraştım. Uyan olmuyordu. Sandık pekmahirâne yapılmış olduğundan kırmak istemiyordum. Nihayet ikinci günü güçhal sandığı açabilmiştim. Sandık içinde yalnız bir resim ve bir kâğıt vardı.Evvela kâğıdı okudum. Kâğıtta: "Bu sandıktaki tasvir, Maksut şehri padişahıSultan Keramet'in kızı Âyine-i Aşk Bânû'nun resmidir. Bu kızın nur cemâliyanında Züleyhalar birer küçük yıldızdır. Onun tatlı diline şirin dudu kuşuhayran, onun akıl ve zekâ olgunluğu önünde allâmeler titreyip baş eğmektedir.Bânû henüz on beş yaşında olup Maksut şehri gençleri ve Cablisa iklimisakinleri onun çaresiz âşıklarıdır. Ey bu tasviri görecek olan zavallı... Sen onunsahibine âşık olmakla başını belâlara uğratacaksın. Lâkin iyi bil ki, Âyine-i Aşkdünya güzelidir. On iki yaşından beri binlerce yiğit ve hayatının baharındakigençleri hayatından mahrum etti. Binlerce genç intihar etti. Binlerce genç veremolup söndü gitti. Sen de ey zavallı şahit! O şüheda zümresine katılacaksın. Sende Âyine-i Aşk'ın vuslatından mahrum olmaya dayanamayarak öleceksin" diyeyazılı idi.Ben bu müthiş cümleleri okuduktan sonra düşünmeye bile lüzum görmeyerekresmi elime alıp baktım. Öyle ya! Ölüm denilen iki defa olmaz ki. Ben zatenuzun ve elim bir hastalıkla ölmek üzere değil miyim? Resme baktığımda boğukbir feryat ve çığlık çıkarıp bayılmışım. Kendime geldiğim sıralarda annemi vebabamı başucumda büyük bir üzüntüyle ağlar gördüm. Çünkü çok uzun sürenbaygınlığımı vefatıma yormuşlardı. Ben ise sonu gelmez bir ağlamayatutulmuştum. Gözyaşlarım aktıkça, bana bir ilaç gibi iyi tesir ediyor, üzerimdekihüzün kâbusu ve kasvet eksiliyordu.O gece ilk defa olarak yemek arzu ettim. Yemekten sonra, ümitlerle nurlanmıştatlı ve çoktan beri mahrum olduğum güzel bir uykuya daldım. Artık aşkıma birhedef bulmuş, bütün kudretimle ve yakıcı aşkımla Âyine-i Aşk Bânû'yusevmiştim.Pek kısa bir müddet zarfında kendimi toparladım. Âdeta hiç hasta olmamışgibi idim. Cananımın (yârimin) resmi elimden, hayali gönümden düşmüyordu.Geceleri düşüncemin bütün unsurları canan, rüyalarımın aşk artıran sermayesiyine canandı. Nihayet mühim bir karar verdim. Peder ve validemin odasına gidipellerini öptüm. Ve dedim ki:
 
-Ey benim hayat sebebim sevgili anne babam! Gidip cananımı bulmak isterim.Onun vuslatına nail olmalıyım. Bu olmazsa behemehâl ölürüm. Ben mutlakaMaksut şehrine, Cablisa iklimine gideceğim. Bu kararım kat'î ve değişmezdir.Zavallı babam ve annem, bu sözlerim üzerine hayretler ve sıkıntılar içindekaldılar. Lâkin kısa bir konuşmadan sonra beni kararımdan çevirmeninimkânsızlığını anladılar. Derhal bu mühim meseleyi zikretmek üzere şehringüngörmüş bilge ve akıllı büyüklerini davet ederek bir meclis kurdular. Annebabam benim azim ve kararımı ve meseleyi olduğu gibi anlatarak görüşlerinisordular.İçlerinden bir muhterem bilge söz alarak dedi ki:-Bu konuda bir fikir beyan etmek için Cablisa iklimi, Maksut şehrini bilmek venerede olduğunu anlamak icap eder. Ben, böyle bir iklim ve şehir olduğunuşimdi duyduğum gibi, mecliste bulunan kıymetli zatlar da ihtimal ki, benim gibiyeni işitiyorlar!Meclisi meydana getiren o zatlar hep birden bu sözü tasdik edip böyle bir iklimve şehir işitmediklerini söylediler. Nihayet daha önce aşkımı teşhis eden veherkesçe en üstün addedilen münzevî kâhine (âlime) müracaat edilmesine kararverildi. 

Söz konusu bilge tekrar çağrılarak mesele anlatılınca biraz düşündüktensonra:-Maksut şehri, Cablisa ikliminde ve en uzak batıdadır. Ondan daha batıdahiçbir bina ve şehir yoktur. Tıpkı bizim şehrimiz olan Emel, en uzak doğudaolduğu gibi. Süratle gidilirse bir senede ulaşılabilir.Anne babam tekrar şehrin ileri gelenlerini topladılar. İhtiyar kâhinin (âlimin)söyledikleri münakaşa ve müzakere edilmeye başlandı.Sonunda kararımın değişmesi imkânsız olduğuna kanaat getirilmesiyle, yolaçıkmam hususunda oy birliğiyle anlaşma sağlandı. En sadık hizmetçilerimizdenon beş kişi bana refakat edeceklerdi.Babamın içten ricalarına dayanamayarak eşsiz kâhin (âlim) dahi bana refakaterazı olmuştu. Yirmi gün kadar, Sultan Keramet ve eşine münasip addedilenhediyelerin seçimiyle uğraştık. Muhterem kâhine de bir tahtırevan hazırlattık.

Nihayet müneccimlerin gün ve saat uygun, dedikleri bir gün seher vaktinde anne babamla pek yürek yakıcı bir vedadan sonra yola çıktık. Akrabalarım veşehir halkı "sıhhat ve selametle" duaları ile bizi şehir dışına kadar uğurladılar.Ermiş olduğuna inanılan bir zat, güzel başarımız için belâgatli bir dua okudu.Yola revan olmuştuk.Nihayet bir sene kadar, ayrıntısı baş ağrıtacak belâ ve meşakkatlere maruzkalarak Cablisa iklimine, Maksut şehrine ulaşmak müyesser oldu.Şehirde büyük bir kervansaraya misafir olduk. Şehrin istihbarat vasıtaları pekmükemmel olduğundan, ta uzak doğudan geldiğimiz pek çabuk yayılarakkülliyetli halk ziyaretimize koşmuştular.Sebebi ziyaretimizi anlayanlar ise kemâli hararetle başlarını sallıyor, teessüflerediyorlardı.On gün kadar kısa bir müddet istirahattan sonra, kâhinle (âlimle) berabersultan sarayına gittik. Huzura kabul izniyle şereflendik. Hediyelerimizi âdetüzere takdimden sonra bu uzun seyahate katılmamızın sebeplerini suâl eylediler.Sebep ve maksadımız arz olununca çehreleri kırıştı. 

Derhal vükelâ meclisinintoplanmasını ferman eylediler.Vezirlere de maksadımızı izah ettik. Hepsinin çehrelerinde acıma ve üzüntüemareleri görünüyordu. Sultan dedi ki:-Oğlum! Kızım Âyine-i Aşk Bânû'nun hayatı bana bir şartla bahşedilmiştir.Evlilik hususunda ben katiyen kendisine karışamam. Yalnız şu kadar söyleyeyimki, şimdiye kadar binlerce taze genç bu kızın uğrunda heder olup gitti. Her tâlibebir şeyler soruyor. Cevap veremeyen ölümle karşı karşıyadır. Ancak cevapverenle evlenecektir. Halbuki bu ana kadar o binlerce gencin arasında suâllerinecevap veren olmadı. Rica ederim, senin gibi bir gencin helâkini arzu etmem. Gelbu uğursuz aşktan geç.Sultanın akabinde vekiller ve vezirler söz alarak bu işten vazgeçmemi temennieylediler.Israrlıydım. Nihayet bir an evvel o imtihana kaldırılmamı kat'î bir lisanlasöyleyerek, emelime nail olmak veya bu uğurda helâki kendimce nimet bilmekyönlerini çok muhakeme ettiğimi izah eyledim.Vezirler ufak bir müzakereden sonra, bir gün sonra saraya gelmemi beyan ettiler. 

Ertesi sabaha kadar uyuyamayarak bekler bir halde kaldım. Sabah oldu.Kâhinle (âlimle) beraber saraya gittik. Bizi son derece süslü bir salona aldılar.Ortadaki büyük perde salonu ikiye ayırmaktaydı.Ben perdenin ortası hizasındaki sedire oturtuldum. İhtiyar kâhin (âlim)yanımda yer almıştı. Diğer sedirler ve kürsüler vükelâ, vüzerâ ve memleketinileri gelenleri tarafından işgal edildiği gibi, bir kalabalık grup da salon ve avluyudoldurmakta idi.İpek elbiselerin hışırtısı, insana sarhoşluk veren güzel kokular, Âyine-i Aşk'ınve maiyetinin salona girdiğini gösteriyordu.Bir müddet geçti. 

Perde kaldırıldı. Yüksek bir sedir üstünde oturmuş olanÂyine-i Aşk'ın yüzü peçeliydi. Etrafında yüzlerce melek yüzlü cariyeler yeralmış, eller sinede büyük bir hürmetle ayakta duruyorlardı.Kız uzun müddet dikkatle beni süzdü. Sanki söz söylemeye cesaretedemiyordu. Nihayet, hiçbir mûsiki veya sesle kıyas edilemeyecek hoş ve kulakokşayıcı bir sesle şöyle konuşmaya başladı:-Ey civan! Bu sevdadan geç. Suallerime cevap veren olmadı. Cevap verecekkudrete sahip olanlar da benim vuslatıma muhtaç değildir. Beni arzu edenler isebu cevabı asla veremezler.Ben:-Ey Bânû! Ben vatanımdan ayrılırken "Ya canan, ya ölüm" diye ahdetmiştim.Ey Âyine-i Aşk! Ben sensiz yaşayamam.Bânû:-Ey civan! Yazık. Eğer mümkün olsa ben sana kayıtsız şartsız varırdım. Heyhâtki, bu mümkün değil. Zira vuslata bedel, her ikimiz yok oluruz.Ben:-Ey Bânû! Beni üzme, merhamet et! Suallerini sor, dedim.Âyine-i Aşk bir ah çekerek:
 
-Peki! İyi dinle ey civan! Evvelâ, elif mi noktadan, yoksa nokta mı eliftençıktı? İkinci olarak, ne vakit oldu? Üçüncü olarak, elifle noktanın birliğini bilfiilispat edebilir misin?...Bu suallerin akabinde yüzündeki perdeyi kaldırdı. Ben o eşsiz cemâli görünce,göz kamaştıran güzelliğinin zevkine dayanamayarak "Allahüekber" feryadıyladüşüp bayıldım.Gözümü açtığım zaman Aynalı Baba güldürücü bir tavırla söyleniyordu:-Elif üstün e. Elif esre i, ötre ü... İşte bir alay sual daha! Elif nasıl olur dahareke kabul eder? Elife hemze demekle iş hal mi edilir? Ya Rabb! Bu elif-bameselesi de amma çetin şey! Kıraat muallimi çok. Lâkin içlerinde elif-ba bileniyok, diyordu.Biraz daha sohbetten sonra, ertesi günü buluşmak kavl ve kararıyla vedalaştık.Aynalı'dan ayrılmıştım.
 
Leyla'sız Mecnunlar
Dünkü sözümüz gereğince bu gün yine ikindiye doğru buluşmuştuk. Aynalı,cezvesini ispirtoluğa koydu. Şuradan buradan konuşuyor ve kahvelerimiziiçiyorduk.Bu günkü hayalim, dün kesildiği yerden başlamıştı. Ben bayılmıştım. Âyine-iAşk dahi, benden sonra bir ah çekerek bayılmış olduğundan onu saraya, benikaldığım yere getirmişler. Kendime geldiğim zaman yol arkadaşım bilge kâhin,yüzüme üzülerek bakıyordu. Ben karar vermiştim. Eğer suallere cevapveremezsem intihar edecektim.Bilge kâhinle sualleri tekrar ettim ve bunların cevaplarını nasıl vereceğimizisordum. Dedi ki:-Oğlum! Bu suallerin cevaplarını ancak cinnet vadisi sakinleri bilir.Ben:-Ee, güzel! Bu memleket ne taraftadır?Bilge kâhin:-Her tarafta.Ben:-Anlayamadım!Bilge kâhin:-Oğlum! Cinnet vadisi namıyla mutlak bir yer yoktur. Dünyanın her tarafındacinnet vadisi bulunur.Ben:-Peki, bu vadileri nasıl bulacağız?Bilge kâhin:
 
-Bundan kolay bir şey yok. Hazırlanınız. Yarın yola çıkarız ve ararız.Ertesi gün yola çıkmıştık. Üç ay birçok şehir ve kasabaları boş yere dolaştık.Cinnet vadisi denilmeye değer bir yer bulamadık. Artık umudumu kesmeyebaşlamıştım.Bir gün yine, dışarıdan azameti belli olan büyük bir şehre vardık. Lâkin vakitçok geç olup kale kapıları kapalı olduğundan sura bitişik mezarlık yanında çadırkurduk. Seferin verdiği yorgunlukla erkence uyumuş ve pek erken uyanmıştım.Şafak başlamıştı. Bilge kâhinle kahvelerimizi içerken mezarlıktan bir kahkahaişitiliyordu. Akabinde diyordu ki:
 Mekânsız olan iki yer var ki, meskendir
 
Biri hayret vadisi, birisi cinnet şehridir!
Bilge kâhin sevinerek:-Evladım! İşte cinnet şehrini bulduk. Kalk haydi, sakinleriyle tanışalım vegörüşelim, dedi.Kalktık. Mezarlığa girdik. Yedi kişi bir mezar üzerine halka şeklindeoturmuşlardı. Bunlardan birisi, bizim de işittiğimiz kahkaha ve şiirden uyanmışgibi görünerek:-Hey! Ne var? Ezan mı okunuyor? Dedi. Bilge kâhin, bunun hayrette kalmışbiri olduğunu söyledi.Diğer birisi ise birinciye karşılık olarak:
Giremez beldemize şüphe ve zan dağdağası
 
 Ne biliş var, ne akıl var, ne fen ilimleri
Bunu işiten diğer bir tanesi: "İmam, Kâfirûn Sûresi'ni mi okuyor?" demesiüzerine diğer birisi:
 Ne garip, akıllıya divane denilir âlemde
 
 Akla cinnet, ne saçma, ne vehim, bu ne büyü
Diğer birisi:-Sanırım bülbül ötüyor.Başka birisi:-Hayır, çorba tenceresi kaynıyor.Bir diğeri:-Ne buyurdunuz? Kahve cezvesi mi taşmış?Diğeri:-Dalga sesi olmalı.Sonuncusu:-Helvacı bağırıyor galiba. Biraz alsak.
 Ah! Bütün hâletde, yine kendini zevk ederek,
 
"Küllü hizbin" remzini hatemine çekmiş "ferihûn"[84]
Birisi bağırıyordu:-Ne odur, ne budur, ne de şudur.
Hepsi sustular. Biz bilge kâhinle beraber birinin huzuruna vardık. 
Tam biredeple elini öpmek istedik. Güldü ve: Hacer-i esvedi var öp, eğer öpmekse muradın

 Hîçi öpmek için şansız, nişansız olmak gerek 
 
 Ruh kucaklanıp kavranır mı sınırlı sözlerle
 
 Dudak değil öpmek için ah, can gerek.
Dedi.Diğer birisine yaklaştık. Ben:-Ey ilimler sahibi bilge! Size arz edeceklerimizi...Der demez uzun bir kahkaha kopardı ve:
 Körün unvanını ârif koyarak 
 
Görenin ismine divane denildi
 
 Nice efsaneler saydırmış ilim
 
 İlim ve irfanına efsane denildi.[85]
Dedi.Bir üçüncüye müracaat ettik. Sebebi ziyaretimizi arz ederek yardımcıolmalarını temenni ettik. Boyna yalvarıyordum. O da diğerleri gibi görünüyordu.Sözü keserek cevabı bekledim. O vakit:-Yağmur mu yağıyor? A! Fakat isteyen var, istemeyen var. İsteyen veistemeyen var. Ne isteyen, ne de istemeyen de var. Acaba "var" ne demek?Biz bunlarla konuşamayacağımızı anladık. Bir köşeye çekildik. Bilge kâhin:"Sabır, dur bakalım" diyordu. Bir tanesi bize doğru yaklaşınca: "Hah! İşte şimdigörüşebileceğiz" diye yanaştım ve gelen zata, "Beyefendim! Hoş ve safageldiniz" dedim.Gelen:-A! A! Safa gelmedim.Ben:-Efendim, isminiz?Gelen:-Her dakika değişir.Ben:-Şu halde kimsiniz efendim?Gelen:-Ben ne bileyim. Eğer bilsem burada aşçılık mı ederdim?Ben büsbütün bezmiştim. 

Lâkin bilge kâhin sabır tavsiye ediyor ve:-Bunlara bizim emel ve maksadımız malumdur. Dur bakalım. Birkaç gün burada kalır, riyâzete[86] gireriz. Bakalım devran âyinesi ne gösterir!Dediğinden gereğini yaptık.Ben esasen zevk ve iştahtan kesilmiş olduğum için yirmi dört saatte birkaçzeytinle iktifa ediyordum. Bu hal üzere otuz dokuz gün geçti. Tam kırkıncı günmecnunlardan birisi diğerini çağırdı. Bu, mütehayyir (hayrete dalmış) biriydi.Hepsi yarım ay şeklinde bir halka oldular. Mecnun ortaya oturmuş, mütehayyir(hayrete dalmış olan), tam karşısına tesadüf ediyordu. Hepsi bir müddetmurakabe[87] halinde kaldılar. Sonra mecnun ve mütehayyir arasında konuşmabaşladı. Mecnun:-Ey mütehayyir (hayrete dalmış kişi)! Okudun, yazdın ve manasını da anladın.Manayı nasıl anladın?Mütehayyir:-Elif-ba ile.Mecnun:-Mana ne demektir?Mütehayyir:-Birin iki, ikinin bir olmasıdır.Mecnun:-Bunun ismi nedir?Mütehayyir:-Kelime-i Tevhid (birlemek).Mecnun:-Bir nasıl tevhit olunur? Bir bölünebilir midir; birden fazla şeylerden mimeydana gelmiştir ki?Mütehayyir:

 
-Hayır. Bir, basit ve bölünmezdir.Mecnun:-Öyle ise bir nasıl iki olur ve tevhitte neden iki had[88] var?Mütehayyir:-İki haddin birisi ikrar, diğeri inkârdır. İnkârın vücudu, ikrarın gölgesidir (yaniinkâr, imanın gölgesidir). Bu sebepten dolayı iki haddin hakikati birdir. Eğer birhad olsa, o vakit ikilik olabilirdi.Mecnun:-Ya! Buna ne derler?Mütehayyir:-Üç ismi var; hilkat[89] sanatı, zuhur cilvesi, vahdet sahnesi.Mecnun:-Bu ne zaman olmuştur?Mütehayyir:-Zaman, inkârla ilgili yöndür. Var olmakta zaman olmaz ki! An olur.Mecnun:-Pekâla an dediğin nedir?Mütehayyir:-Salt inkârdır. Salt yokluk, ikrarda zamansızlık. Fark da (inkârla imanı ayırtetmek de) mutlak zaman.Mecnun:-Elif-ba ne demektir?

 
Mütehayyir:-Âlemlerdeki şuûn[90].Mecnun:-Hangi harf asıldır?Mütehayyir:-Elif.Mecnun:-Neyin aslı? Varlığın mı, şuûnun mu?Mütehayyir:-Varlığın olamaz. Şuûnun (işlerin, hadiselerin).Mecnun:-Elifin aslı ne?Mütehayyir:-Nokta.Mecnun:-Varlık dediğin, elif mi, nokta mı?Mütehayyir:-Nokta, sessiz varlık. Elif ile dile gelir.Mecnun:-Ya! Demek varlık iki türlü mü?Mütehayyir:

 
-Hayır! Elif ve nokta birdirler.Mecnun:-Öyle ise elif nasıl meydana geldi?Mütehayyir:-Bu bir meseledir. Söze sığmaz ki.Mecnun:-Bir benzerini göster.Mütehayyir:-Misli ve benzeri olamaz.Mecnun:-Öyle ise misal göster.Mütehayyir:-Misali, zaman ve mekân kaydından azade olanlar anlarlar.Mecnun:-Misalin sermayesi nedir?Mütehayyir:-Arı.Mecnun:-Arı ne yapar?Mütehayyir:-Balı, sevdirmek için.
 
Mecnun:-Ya başka ne yapar?Mütehayyir:-Balmumu yapar, bildirmek için.Mecnun büyük bir mutlulukla:-Allah mübarek eylesin ey âriflerin tacı! Hayret vadisi de senin, cinnet vadiside senin. Son bir sualim var, misali göster.Ben hayretten hayrete düşüyordum. Çünkü Âyine-i Aşk Bânû'nun sorularıtamamen bu sualler ve cevaplar ile çözülmüştü. Velâkin kalbimin sahasında neÂyine-i Aşk, ne de bir suret kalmıştı. Âyine-i Aşk, artık benim gönlüm olmuştu.Evvelce batımın zahir iken, şimdi zahirim batınım olmuştu (yani önceden içâlemim dışta iken, şimdi dışım içim olmuştu). Ben şimdi tam manasıylaseviyordum. Ben benimle vuslatta idim[91].Ben bu ruh haleti içindeyken, Mütehayyir (hayrete dalmış olan) cebinden birbalmumu parçası çıkardı ve orada bulunanlara göstererek, "Ey cemaat! İştenokta!" dedi. Sonra nefesiyle ısıta ısıta uzattı ve "İşte elif !" dedi.O vakit Mecnun ayağa kalktı ve:-Elifin başka ismi varsa söyle, dedi.Mütehayyir:-Evet vardır. Lâkin kulağına söyleyeyim, dedi. Yaklaştı. Bir şeyler fısıldadı.Birbirini kucakladılar.Sonra bana hitapla:-Ey genç! İşte şimdi Leylasız Mecnun oldun. Çünkü Mecnun Leyla oldu.Aradan Leyla da çıkarsa, o vakit elifin kulağıma söylenen diğer isminiöğrenebilirsin, dedi.Ben, eşsiz hazlar içinde gözümü açtım. Koca Aynalı da o yakıcı davudî sesiyle:

Ona Mecnun mu denilir ki onun Leyla'sı
 
Yeni bir cilve-i şevket [92] ile Mevlâ olmuş
diye okudu.

 
Süslü Zincir, Âlemin Nasibi
Hoş bir hava. Aynalı ile oturmuştuk. Her zamanki gibi cezveyi ateşe sürdük.Şekeri bol kahvemizi henüz bitirmezden evvel, seyrana (hayal âlemindegezmeye) başlamıştım. Bu günkü gezintim süratle uçarak başlamıştı. Âcizolduğum için, rüyada bile uçmaya tahammülüm yokken, bu hayalî uçuş beniziyadesiyle yoruyor, sersemletiyordu. Garibi şu ki, doğru bir hat üzerinde değil,yükselmek suretiyle uçmakta idim. Gözümden küreler, güneşler tamamenkaybolmuştu. Bir yere geldim. Orada artık irademi elime alabilmiş ve uçmayason vererek yükselişin nihaî sınırını bulmuş bir balon gibi fezadadurabiliyordum.Bir müddet dinlendikten sonra sağ tarafa doğru uçmaya başladım. Benim gibiserserice uçmakta olan bir zata tesadüf ettim. Selam verdim. Durdu ve bana kimolduğumu sordu. Cevap verdikten sonra, buralara nasıl çıktığımdan irade vemalumatım olmadığını da ilave ettim. Cevap olarak:-Burası Berzah Âlemidir. Ben de Pisagor'um...-Pisagor mu? Hani şu meşhur Pisagor, filozof Pisagor ha?-Evet.-Ey büyük üstat! Ne kadar sevindim. Bilseniz ne şeref! Benim gibi bin tanemüşkili olan bir öğrencinin sizin gibi bir büyük üstada tesadüfü olmaz birsaadettir.

-Oğlum! Burası dünya değil. Onun için yalana hacet yok. Bana büyük üstatdeyip durma. Dünyada çabalayıp gece gündüz kafa patlattığım yetmemiş gibi,asırlardan beri şu berzah âleminde dahi aynı muammayı düşünüyorum.Biliyorum ki, şuûnun (işlerin, fiillerin, hadiselerin) esası vahdet. Çünkü adetlerinesası vahiddir (bir).-Diğer bir nazarla kâinat dahi ahenk demek. Lâkin halledemediğim taraflar var.Yazmak ve düşünmek istiyorum. Ne çare ki, bu garip boşlukta ne yazı yazacaklevha, ne de kalem var. Üzerinde biraz kâğıtla kalem var mı?Üstadın bu izahatı bana tuhaf geldi. Hatta berzah âleminde bile düşüncedenazade olamayan üstattan ayrıldım. Bir müddet sonra diğer bir gölgeye rastladım.
 
Ona da selam verdim. Selamımı almazdan evvel:-Çırağım Eflatun'u ve onun çırağı Aristo'yu gördün mü? Diye sordu.Bu suale çok şaşırmakla beraber, bu iki dâhi filozofu neden ve niçin sorduğunumerak ettim. Dedim ki:-Bunlardan ne istersiniz?Dedi ki:-Burada alay edip kendilerini tuzağa düşürecek sofestâî [93] milleti yok. Canımçok sıkılıyor. Bizim Eflatun'la çırağı Aristo'yu bulsam, birbirine takıştırarakonların çene kavgasıyla eğleneceğim.Bu zatın konuşma tarzından, eşsiz filozof Sokrat olduğu anlaşıldı. Bu da uçtugitti. Ben o tenha sahada sıkıldığımdan, savuşacağım sırada gayet sevimli,yakışıklı bir gölge yolumu kesti. 

Pek hoş bir telaffuzla, şiir denmeye değer bazıkelimeler sarf etmeye başladı. "Evet!" diyordu, "Dünyada görüp bildiklerimizhep ulvî ve yüksek âlemde ruhlarımızın gördüğü hakikatlerin sönük birer hayalve hatıraları idi."Ben:-Kimsiniz efendim?-Eflatun'um.-Bendeniz burada hiçbir hakikat göremiyorum. Bilakis, her ne biliyor vegörüyorsam dünyada görüp bildiklerimin hatırasından ibaret.-Çünkü burası yüksek âlem değil. Berzah âlemidir. Gerçi burada dünyadaolduğumuz gibi kayıtlı değilsek de yine safî ruh olmadığımız meydandadır.Dünyada cismimiz vardı. Burada dahi var. Şu kadar ki, yoğun cisim değil, latifcisim. Binaenaleyh bu berzah âleminde görüp bildiklerimiz, hatırasınınhatırasıdır...-Lâkin bu berzah âlemi denilen şu boşlukta niye saplanıp kalıyoruz? Neden oyüksek âlem diye vasfettiğiniz yerlere gitmiyoruz?

 
-İki bin senedir benim de düşünüp kafa patlattığım muamma budur. Neden buberzahta kalmaya mecburuz. Şayet burasını keşfedebilirsen, rica ederim gel benide haberdar et. Öğrencilerim bekliyor. Ben onlara ders vermeye gidiyorum.Hoşça kal, Allahaısmarladık, dedi.-Ey filozof! Biraz durunuz. Bu berzah âleminde dahi ders vermek, ders almakgibi kayıtlar var mı?-Bu gibi eğlenceler de olmasa burada insan sıkıntıdan çatlar. Hem nedensaklayayım, öğrencim Aristo'nun buna karşı ileri sürdüğü bir sürü itiraz vetenkitlere cevap vermekten zevk alırım.Eflatun da gitti. Ben belâlardan, kayıt, ihtiras ve infiallerden berzah âlemindebile kurtulamadığına hayretler içinde iken gözümü açtım. Koca Aynalı:-Ne kuş var, ne uçma! Bir zevkle o da var, o da var. Bununla beraber evlat,safralıcasın, safran kabarmıştır. Sana bir kahve pişireyim, diyordu.

Kahveyi içtim. Akabinde yine kendimi uçar bir şekilde gördüm. Etrafımda birsürü gölge uçmakta, ben de maksatsız ve hedefsiz bunların arasında uçmaktaidim. Bir müddet şuraya buraya uçtuktan sonra, diğer uçanlarla birleştik. Bunlarbir sürü yazarlar idi. Ahlak yazarı, edebiyatçı, şair, filozof. Her boydan, hercinsten vardı. Sohbet ediyorlardı. Sohbetlerine tabii ki ben de karıştım.Uçtuğumuz bu sonsuz feza hakkında fikirlerimiz birbirine zıt olmakla beraber,hiçbirimiz esaslı bir şey söyleyemiyor ve meseleyi halledemiyorduk. Bir taraftanuçuşumuza devam ediyor, bir taraftan da sohbeti kesmiyor, ilerletiyorduk. 

Ençok söyleyen, ahlâk yazarı denilen zat idi. Etraftan kâh takdir, kâh itiraz sesleriişitiliyordu. Bu aralık söze, şimdiye kadar sükût eden, uzun çehreli ve uzunsakallı, Çata isimli olduğunu bilâhare anladığım meşhur edebiyatçılardan birisikarıştı. Herkes yeni bir hevesle edebiyatçıyı dinlemeye koyuldu. Söz konusu kişidiyordu ki:-Azizim Ahlâkçı! İşte burada yanılıyor ve toplantı hepimize iftira ediyorsunuz.Sizi temin ederim ki, biraz düzeltmeyle kıymetli eserleriniz herkesçe kabulgörecek ve yüzlerce defa basılmaya layık görülecektir. Hatta yeni kuşağa teşvikvasıtası olmak üzere tiyatrolarca kabul görüp sahneye bile konulacaktır. Evet bueserler, ölmezlik sırrına mazhar olacaktır.Herkes edebiyatçının bu konuşmasını hayretle dinliyordu. O da coşmuş, büyükbir hararetle:
 
-Evet azizlerim, evet! Hepiniz düşününüz. Bu günkü hal, cidden düşünülmeyedeğer bir ilimdir. Yazı yazacak hemen hiçbir mevzu kalmamıştır. Çünküzihniyetler değişti. Her hususta acayip ve garip değişiklikler baş gösterdi.Önceden tuhaf ve yeni addedilen şeyler, bu günkü neslin gözünde ne tuhaf ve nede yeni sayılmıyor. Devir, her şeyde birçok yenilikler mi diyeyim, yoksadelilikler mi diyeyim, hadiseler icat etmiştir. Bu gün en ciddi eserler, yeni nesilnazarında gülünç ya da saçma bulunuyor. Binaenaleyh hayatı bir makine, ruhubir hayal, vicdanı basit bir mirastan ibaret görmek, yaşamın manasını fedakârlıkve vazife gibi kelimelerle tanımlayan erdem sahipleri ile eğlenmek demek değilmidir? 

Bundan dolayıdır ki ey muhterem muallim! Ey Ahlâkçı! Siz bir günseçkin eserlerinizle en meşhur komedi yazarı sayılacaksınız.Bu nutuk devam ederken biz de bir sahaya yaklaşmış, uçmaktan vazgeçmiştik.Zavallı Ahlâkçı'nın arkasında mühim bir irfan yükü, bir çuval basılmamış esermüsveddeleri olduğunu o vakit görmüştüm. O ise uçuşun şiddetinden mi, yoksanutkun tesirinden mi nedir bilinmez, bir sebeple pat deyip yere düştü. Hepimizetrafına üşüştük. Uçuş arkadaşlarımızdan, ismi Doktor Pataban olduğu anlaşılan,usta bir tabip Ahlâkçı'yı muayene etti:-Subhanallah! Mide bomboş, hazmedecek bir şey yok. Bu baygınlık, mideninkendi kendisini hazmetmesinden ileri gelme bir şey, dedi.Edebiyatçılar ve yazarlar arasında şu bahislerin tatsızca devamı, diğer taraftagrup halinde toplanmış diğer bir kitleye karışmama sebep olmuştu. 

Bunlardan ikikişi şöylece konuşuyorlardı:-Hava teneffüsünde eşitlik yok. Her şeyden vergi alınan bu devir-i âlemde, hâlâhava üzerine bir vergi konulmamış olmasına ne dersin? Bundan daha garip birşey olur mu?-Azizim! Cidden hoş söylüyorsun. Böyle bir vergi teklif etmeli. En az birkaçyüz milyon frank değil, lira gelir elde edilir.Ucu gelmeyecek gibi olan bu konuşmaya da kulak misafiri olmaktanuzaklaştım. Temizce giyinmiş bir zat ayakta duruyordu. Meğer bu da yazar veedebiyatçı imiş. Şuradan buradan biraz konuştuk. Faydalı eserler yazmayaakrabalarım gibi vakit ayırmayıp ömrümü heba ettiğimi söyleyerek beni azarladı.Ve bu sene bari bir eser yazıp yazmadığımı sordu. Karalamaya çalıştığımı, lâkintozdan dumandan ferman okunacak sıra olmadığı gibi bir karşılık verdim. Bu
 
zat, küçümseyen bir bakış fırlattıktan sonra:-Bak ben bu sene mükemmel bir eser kaleme aldım. İsmini söylesem ne çıkar.Çünkü bir şey anlaşılmaz. Şu kadarını unutma ki, ilim bizatihi kıymetli bir şeydeğildir. İş bilen adamların işlerini kolaylaştırması bakımından ancak birehemmiyet ve kıymet kazanabilir. Bu hakikatlere vakıf olamayan âlimler, belkizüğürtlerin takdirine mazhar olur. Ama kendisi ebediyen züğürtlüktenkurtulamaz. Parasız bol alkışların ve takdirin züğürt tesellisinden başka birkıymeti var mıdır ki...Önümde geniş bir meydan görünüyor, halk küme küme toplanmışbulunuyordu. Bu berzah âleminde pek meraklı olmuştum. Haydi bakalım şuradane var, dedim; uçtum, yürüdüm. Nihayet meydanlığa varmıştım. Oraya toplananhalk, sınıf itibarıyla birçok gruplar meydana getirmişti. 

Meydanın ortasındayüksek bir yer yapılmış, ortasına da büyük bir macuncu fırıldağı asılmıştı. Acababu nedir diye merakla bakarken, biraz sonra müthiş bir kambur geldi, fırıldağınbir ucuna oturdu. Bunun hem önünde, hem de arkasında kamburları vardı.Ömrümde hiç böyle çift kambur görmemiştim. Garibi neresi, bunun ön kamburuşeffaf olduğundan içerisi görünüyor, âdeta bir tüccar mağazası idi. İçinde sayısızve hesapsız çeşitli maddeler vardı. Görüşüm acayipleşmiş, kamburun içini âdetaMescid-i Aksa avlusundan büyük, çok gözlü bir mağaza gibi görmekte idim.Hayretime hudut yoktu. O aralık elinden tutarak yol gösterdikleri bir şahsıgetirdiler. Baktım. Bu bir kör idi. Fırıldağın yanına oturttular. Bu esnada evvelcegörüştüğüm Ahlakçı, edebiyatçı familyası ve Doktor Pan dahi gelmişti. Yanımdabirisi fısıldıyordu:-Bu kambur felek, bu kör de talihtir.

Hepimiz fırıldağın etrafına dizildik. Etrafında halka oluşturmuştuk. Kör,fırıldağı çeviriyor, fırıldakta oturup dönen kamburun, ön kamburundan çıkarıpattığı çeşitli maddeleri etraftakiler kapışıyor. Tuhafı şu ki, herkesin nasibi olannesne başına düşüyordu. Sıra yazarlara, edebiyatçılara geldiği zaman bunlar dabir halka yaptılar. Ben memurlarla yazarlar arasında bir yerdeydim. Memurlarınçokluğu beni açgözlülüğe düşürdü. Yazarlar sınıfına sokuldum. Tuhaf tesadüf!Bir çuval basılmamış eserleri sırtında ahlâk muallimi benim sol tarafımadüşmüştü. Müthiş kambur, herkese bir şey atıyordu. Sıra bize gelince başımaisabet eden ağır bir şey beni yuvarladı. Esasen pek cılız olan ahlâk muallimi Çatcenapları da benimle beraber yuvarlanmıştı. Sersemlikten kurtulunca ilk işimnasibime düşen, beni yerlere yuvarlayan şeyin ne olduğuna bakmak oldu. 

Aman Ya Rabbî! Bu bir küfe çürük domates idi. Domateslerin bir kısmı başıma,yüzüme gözüme bulaşmıştı. Talihime düşen bu garip salçalanmadan dolayıetrafıma bakarken, arkadaşların nasiplerini seyrederken, hayret nazarımabenimkinden daha tuhaf bir manzara ilişti. Ahlâk muallimi Çat cenaplarınıyuvarlayan, benim düşmemin tesiri olmayıp bu bilge zatın başına isabet eden birsepet yumurta olduğu görülüyordu. Faziletli hocamız esasen pek zayıfolduğundan, başına isabet eden yumurtaların hemen hepsi kırılmış, her tarafınıyapışkan bir cila kaplamış ve bu zat, tavada kızartılmak üzere hazırlanmışyumurtalı dil balığı şeklini almıştı. Pek mütevekkil olan Çat cenapları, tam birciddiyetle yüzündeki, başındaki yumurta tabakasını parmaklayarak tıkınmayaçalışıyordu. Çürük domateslere bulanmış olduğumu unutarak kahkahayı bastım.

Ahlâk muallimi hiç ciddiyetini bozmadan konuştu:-Bine yakın büyük yumurta. Bari kırılmasalardı. Bir sene onlarla beslenir, şusırtımda senelerce taşıdığım basılmamış eserlerimin hiç olmazsa üçünü beşinibastırabilirdim.Bu sırada, evvelce temiz elbiseli ve eserinin isminden bir şey anlaşılmaz diyenve bir takım felsefeden bahseden zat, elinde bir kese altın olduğu halde geldi.Ahlâk yazarının yumurta kalıntılarını parmakladığını, benim de kahkahalarımıgörünce dedi ki:-Yahu Âdemler! Siz ne kadar budala şeylersiniz. Dünyada her şeyden istifadeetmenin yolu varken siz aksini yapıyorsunuz. Eminim ki, elimdeki kese altınısize versem bunu da kullanmasını bilmeyeceksiniz. 

Haydi yekdiğerinizin yüzünüyalayınız, domatesli yumurta yemiş olursunuz. Haydi durmayınız, vakitgeçirmeyiniz.Bu sözlerin bitmesini müteakip, ahlâk yazarı muhterem hoca hemen kucağımaatıldı. Kollarını boğazıma doladı. Zayıflıktan, gıdasızlıktan Güney Amerika'nınkarıncayiyen hayvanının hortumu şeklini alan yarım karış ince ve sert diliyleyüzümü yalamaya başladı. Kedi dili kadar tırtıllı olan bu dil yüzüme dokundukçao kadar gıdıklandım ki, değil karşılık olarak yumurtalarını yalamak, deli gibigülmekten katılıyor, bir taraftan da aç ahlâkçı hocanın demir kadar sağlam, iyicekenetlenmiş kollarından kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Gırtlak gırtlağayuvarlandık. Bir aralık kendimi kurtarabilmiştim. Gözümü açtım. Koca Aynalı,elinde bir tabakla mezarlık kapısı tarafından geliyor, gülümseyereksöyleniyordu:
 
-Âlem bir deniz, sen bir gemi, aklın yelkeni, fikrin dümeni, kurtar kendini, hagöreyim seni...Tabağı önüme koydu. Oturdu. Zenbilinden biraz ekmek çıkardı verdi. Tabaktadomates salatası üzerinde hazır lop yumurta vardı. Berzah âlemi ve gördüklerimhatırıma geldi. Aynalı tekrar tebessüm etti:-Bir farkla öyledir. Lâkin farkı atınca öyle midir? Hele çok düşünme. Ensonunda, başına atılan domateslerden ezilmeyen birkaç tanesiyle saygıdeğeryazar ahlâkçının başına isabet eden yumurtalardan kırılmayan birkaç tanesindenyapılmış salatadır. Kaşıkla! Nasibinde ne varsa, kaşığında o çıkar. Buyurunuz,yiyelim! Oğlum! Âlem, yine o âlem, devran yine o devrandır, dedi.
 
Aynalı'nın Ebedî Uzleti
Ruhumda tuhaf bir burukluk ve keder hissediyordum. İşlerimi bitirmezdenevvel Aynalı Baba'ya uğradım. Beni görünce mütebessim ve fakat değişik birsima ile:-Ee evladım! Ben artık buradan göçüyorum. Zahiren ayrılmamız lazım geldi.Cenâb-ı Hak yardımcın ve rehberin olsun. Sen yarın sabah da bir zahmet uğra!Sana, bir dağarcıkla içindekileri, hatıra ve yadigâr olarak bırakıyorum. Benigönülden çıkarma ki, her an seninle beraberim. Deyince meseleyi anladım ve elimde olmayarak ağlamaya başladım.O da ağlayarak beni bağrına bastı.-Ne yapalım evladım! Gelip gitme âlemidir. Zahirine niye bakmalı! «O her anyeni bir fiildedir»[94] Biz âdetullahtan[95] hariç olamayız ki.Geç vakte kadar yanında kaldım. Lâkin saatler ne kadar çabuk geçmişti. Kapıpgötüren şimşek miydi bilmem. 

Pek acıklı bir vedayla ayrıldık. Bütün gece uykuuyumadım. Seher vakti mezarlığa gittim.Latif bir seher yeli esiyor, en kasvetli gönülleri bile bir vahdet ve ruhaniyetvelvelesiyle dolduruyordu. Ben çok tasalı ve mustarip idim. Koca Aynalı, o hâlisnur, bir ağaç dibinde, o daim sevdiği asırlık çitlembik altında, kollar göğüsteçapraz kavuşturulmuş, sanki güzel bir rüya görüyormuş gibi mütebessim ve tatlıbir halde uzanmış idi.Yaklaştım. Hasret ve sevgi gözyaşlarıyla mübarek ellerini ıslattım. Ağladımağladım. Ne kadar geçtiğini fark etmiyordum. Gönül, son insanlık vazifesiniyapmak için bir türlü ayrılmaya ve hazırlanmaya razı olamıyordu. Bir vecd veistiğrak halinde kalktım. Sevdiklerimden oluşan küçük bir cemaatle dönüpsevdiği ağaç altına defneyledik. Akşama kadar fena bir iç sıkıntısı ruhumukemirdiği halde maksatsız ve gayesiz sersericesine dolaştım.Gecem birçok düşünceler ve maziyi anmakla geçti. Ertesi sabah Baba'nınbıraktığı yadigârı hatırladım. Hüzün dolu kulübemize girdim. 

Bıraktığı dağarcık(torba) ufak bir şeydi. Açtığım zaman yadigâr olarak bana kalan eşya bir büyük,iki küçük cezve, dört beş fincan, yüz dirhem kadar şeker ve kahve, bir parça el yazması Kur'ân-ı Kerim, ufak bir cep defterinden ibaretti. Kulübeyi tamirettirdim. Artık dünyevî meşgaleden âzâde kaldığım zamanları buradageçiriyordum.Defterdeki hatta bakılırsa, merhum Baba'nın yazısı pek hoş ve ince gibi olduğuve gözü kendisi gibi yazısının da okşadığı görülüyordu. Birçok ârifâne şiir vehikmetli makalelerin bulunduğu defterin birkaç fıkrasını, herkesin duymasındamahzur olmayan ve bilakis yararlanmayı gerektiren şeyler olduğundan aşağıdayazmaya başlıyorum.
 
Saadet
Her insan, her izan ve vicdan sahibi, hatta en naçiz bir hayvan bile bu fark vetekvin[96] âleminde ihtiyaçları hissettiği andan itibaren, saadeti aramaya başlar.Bu öyle sabit bir kaidedir ki, tabiat kanunları içinde her kanun değişmiş olsabile, bu kaide kesinlikle değişmez, bozulmaz.Hayvanlar, yaratılışlarında olan kanaatle, belki de çoğunlukla bir nisbî saadetbulur. Zira istekleri, zevki, düşüncesi sınırlıdır. Lâkin insan [kâmil insanmüstesna olmak şartıyla] aradığı, talibi ve müştâkı olduğu saadetin mahiyetinipek de bilmediği halde, yine meçhulleri olan bu meseleye bir had ve hudutbelirleyemez ve tayin edemez. 

Nice mesutlar vardır ki, bu hırs vedüşkünlüklerinden dolayı, mesut olmadığı iddiasında bulunur. Kendi kendinefani hayatını cehennemî bir hale getirir. Zaten en basit ve sıradan bir insanın, birinsan yavrusunun bile bitmez tükenmez bir emeli vardır.İnsan. İşte şu devirde, her şeyi oldukça anlaşılmış iken, anlaşılmayan birmuamma. Nedense insan fıtraten acayiptir. Birçok şeylere sahip olur, oldukçahırsı artar.Acaba saadet nedir? İşte bunu bilen yoktur. En doğru tabir, dünyadağdağasından habersiz mecnunlar mesut sayılabilir.Dikkat ediniz. Bir şehri tiyatroya ve halkını aktöre benzetmek çok mümkündür. (K...) şehrinde idim. 

Zamanın icabı olarak herkesle temas ediyordum. Pek çok insanı yakından inceledim. Bunlar manalı ve manasız birçoknoksanlıkları bulunduğundan mesut değildiler. Bu koca memlekette en fazladikkatimi üç şahıs çekmişti.Birisi oturduğum mahallenin imamı idi. Diğeri de (...) tekkesinin şeyhi olan zatidi. Her ikisi cidden nadir ve tuhaf şeylerdi. İmam efendi oldukça ders görmüş,Ezher'e kadar gitmiş. Öyle olmakla beraber vakit ve hali yerinde, çeneli, eşrafbozması, itibarlı, oldukça nüfuzlu ve aynı zamanda çok atak ve fazlasıylamutaassıp bir şahıs idi. Şeyh efendiye gelince, babadan miras olarak aldığıtekkenin muntazam geliri ile refah içinde, tekmil İsrailiyattan başka enbiya veevliya hikâyelerine vakıf, birçok safsata ve hurafeleri bilir, tüm sema ve ayinusullerinden haberdar, devamlı surette rüya görür, cin devşirir, şeytan toplar,bağlar bir adamdı.

 
İmam efendi herkese itiraz eder, âhir zaman geldiğinden iman ve akideninzayıflığından, kıyametin kopmasına az bir şey kaldığından dem vurur. Herkestebir ayıp ve kusur görür. Kimsenin kıldığı namazı, aldığı abdesti beğenmez,kendinden başka şeriata sarılmış muttaki adam göremez. Halbuki bu imam,mevcut haliyle pek mesut olabilirken, yukarıdaki halleri dolayısıyla kendinimahrum etmekle beraber, bu mahrumiyetini bir de faizle gizlice köylülere paravererek tefecilik yapmak, yolunca domuzu bile kuyruğuyla yutmak ve daimakaza ve kadere son derece teslim olduğundan bahsederken, gök gürlesekulaklarını avuçlarıyla tıkayarak duymamaya ve vaktinin büyük kısmını gizli vekanunsuz eğlencelerle geçirip lüzumsuz sıkıntılara maruz kalarak kötü huyuylanisbî saadetini büsbütün berbat eylemekle meşhur idi.

Şeyhe gelince cin düşürmek bir tarafa, cin korkusundan geceleri helaya bileailesi beraber olmadıkça gidememek, evinde kızının ahvâlini kâh görür, kâhgörmez, basit, aptal ve tam manasıyla miskin bir adam olduğundan bu da kendinibilenlere göre biraz tedbirle tam mutluluğa sahip olabilirken, şu halleriyle sürekliıstırap içindedir.Asıl mevzumuz olan üçüncü şahıstır. Bu üçüncü şahıs, tetkikimin neticesinegöre, rıza ve aynı zamanda nisbî bir saadete sahip tek bir aile olarakgörünmektedir. Şehirde cevelânım esnasında, bulunduğum yere beş on adımmesafede Hamdun... isimli bir marangoz nazarı dikkatimi celp etmişti. Bu adamotuzla kırk arasında görünüyor, sağlam yapılı ve tam sıhhatli olduğu dayüzünden ve halinden belli oluyordu. Daima şen ve hayat dolu olan bu zatla,gelip geçtikçe selamlaşırdım. Bir gün meczuplara mahsus bir imtiyazla,selamdan sonra dükkânın bir köşesindeki iskemleye çöktüm. 

Beni memnuniyet ve hürmetle karşıladı. Derhal en küçük çırağını kahve ısmarlamaya gönderdi.Hamdun Ağa, bir tahtayı rendelemekle beraber karşılıklı konuşmamız devamediyordu. Diyordu ki:-Baba! Bir marangoz boş durmak ve çene çalmakla vaktini zayi etmemelidir.Kusura bakma. Hususiyle gördüğün şu üç kalfa ve çırak, oğullarımdır. Beni iştenuzak, boşboğazlık eder bir halde görürlerse kötü örnek olur. Marangozlukhafızlık değil ya! Bizim işlerimiz kol kuvvetiyledir. Bir taraftan çalışır, birtaraftan da seninle görüşebilirim. Çalıştığım için kusura bakma!Diğer tezgâhların önünde birisi yirmi, diğeri on beş on altı yaşlarında, gürbüz,çalışma ve emeğe numune iki genç, pehlivan pazılarını andıran kollarınısıvamışlar, işleriyle meşgul idiler. 

Dükkânın daha içinde, bana kahve ısmarlamaya giden sekiz on yaşlarındaki tombul bir çocuk da talaş ve yongalarıayırıyor, çuvallara koymaya çalışıyordu.Ben bir taraftan kahvemi içerken bir taraftan da:-Hamdun Ağa! Maşallah, Allah bağışlasın! Bunlar senin oğulların öyle mi?dedim.Hamdun Ağa, övünçlü bir tavırla:-Evet, üçü de oğullarımdır. Büyüğü ilk çocuğumdur. Şimdi yirmi yaşınagirmek üzeredir. Memleketin en becerikli, en çalışkan marangoz ustalarındanoldu. Hatta kendi kendine benim bilmediğim süsleme işlerini, kabartma veoymacılık gibi şeyleri öğrendi. Yakında bu sanatı benimseyen inşaatçıYahudilerine üstün gelecektir. Şu anda kendisine bir mecidiye gündelikveriyorum.Ben:-Ya gündeliği kimden alıyor?Hamdun Ağa:-Kimden olacak ya, benden. Farzet ki oğlum yok. 

Dükkânımda bir usta kullanacağım. Ben hariçten adam alacağıma, kendi oğullarımı çalıştırmaktayım.Ben hayretle:-Bir baba oğluna yevmiye verir mi..?Hamdun:-Elbette! Bir çocuk babasının yanında gündelik almazsa ne iş öğrenir ve ne deiş çıkarır. Angarya çalışır. Zira babası kendi babası olduğu için değil, belki elininemeği için kendisini besliyor hislerini alır da ahlâksız olur. Bir de parakazanmayı ve kıymetini bilmek gibi faydalı halleri öğrenir. İşte bu yüzden bende oğullarıma yevmiye veriyorum. Ortanca oğlum on kuruş alır. Ama üç günsonra cumartesi hafta başıdır. Artık becerikli kalfa olduğundan on beş kuruşaçıkaracağım. Küçük oğlan hâlâ, benim rahmetli ustamda ilk aldığım yevmiyekadar, yani yirmi para alıyor. Çok çalışkan ve girişimcidir. 

Hatta büyük kardeşlerini geçecek gibi görünüyor. Bir kuruş hakkı ise de iki defadıracelesinden ve dikkatsizliğinden elini kesiyor. Onun için artırmıyorum. Eğer birdaha kesmezse kuruşu hak edecek. Ben dikkatsizleri sevmem. Ben:-Demek ev masrafını da müşterek yapıyorsunuz öyle mi? Hamdun Ağa:-Aa! Öyle şey mi olur? Farzet ki oğlum yok. O vakit masrafıma kalfa veçıraklarım mı iştirak edecek? Yahut (farzet ki) birçok kimsenin olduğu gibi,evlatlarım kendilerini idare edecek para kazanmaktan âcizdirler. Şu haldemasrafa nasıl iştirak ederler.-Oğullarım kazandıklarını biriktiriyorlar. Büyük oğlumun bedelini verdiktensonra kendisine kalacak bir hayli sermayesi vardır. Biraz daha artarsa benimsermayeme yetişecek. Kendisine münasip bir dükkân açacağım. Yahut ortakedeceğim ve evlendireceğim. Torunlarımla da ev şenlensin. Sonra dileğim ikincive üçüncü.Ben:-Demek ağam, sen hayli zenginsin öyle mi?Hamdun, çocuklarına hitaben:-Kollarınızı kaldırınız, dedi.Çocuklar kollarını kaldırdılar. 

O vakit bana:-Bak Aynalı Dede! Bu sekiz kol az zenginlik mi zannedersin?Çocuklara tekrar hitapla:-Haydi oğullarım, işinize devam ediniz.Bana da:-Ben çoktan oğlumun bedelini bizzat hazırlamıştım. Ortancanın kisini de tamamlamak üzereyim. Bilir misin Dede, ben yirmi yaşında evlendim. O vakit yevmiye yedi kuruştu. Bir sene sonra büyük oğlum dünyaya geldi. Ustamrahmetli Hacı Murtaza yevmiyemi on beş kuruşa çıkardı. Bana yol gösterdi. Ogünden itibaren yevmiyemden altmış para oğlumun bedeli için, üç kuruş hastalıkhalinde çalışmayacağım zaman harcama için, on para bayramlarda fukaraçocuklarına elbise yapmak için, on para sadaka vermek için, üç kuruş dasermaye biriktirmek, iki kuruş ev kirası ve elbise vesaire için ayırmaya başladım.

Beş kuruş bize bol bol yetiyordu.Ben bu tedbirlere şaşıyordum:-Demek ki, senin ustan Hacı Murtaza iyi bir adamdı.Marangozun gözlerinden yaş gelerek:-Allah rahmet etsin. Neyim varsa onun sayesindedir.Marangoza:-Allah saadetini artırsın. Allah karına ve çocuklarına sıhhat ve uzun ömürlerihsan eylesin, dedim.Bu duam marangozu pek memnun etti. Önde küçük çocuk olduğu haldeoğulları elimi öptüler. Mesut ailenin halinden o kadar memnun oldum ki, çoktanberi gözyaşı dökmeye acı ve tatlı bir vesile bulamayan gözlerim sulandı.

Marangoza:-Şimdi bana nasıl ömür geçirdiğinizi de naklet, dedim.-Sabahleyin gayet erken kalkarız. Yaz ve kış yüzümüzü soğuk suyla yıkar,küçük büyük hepimiz birer kahve içeriz. Ailece biraz konuştuktan sonra, erkencekarım tarafından ateşe konulan tencereyi odamıza alarak bir çorba yeriz. Kalkardükkâna geliriz. İçimizden birisi eve lazım malzemeyi alır, eve götürür. O gününişlerini kendilerine veririm, çalışmaya başlarız. Öğleye yakın karnımız acıkıncaküçük eve gider, yemeğimizi getirir. Güzelce karnımızı doyururuz. Gazeteokumak için komşu kahveye bir kahve ısmarlar, bir gazete alırız. Büyük oğlumgöz gezdirir, bana mühim haberleri söyler.-Vay! Evlatların okuma biliyorlar ha!-Hem okurlar, hem yazarlar.
 
-Demek onları mektebe gönderdin öyle mi?-Hayır, mahalle mektebinde çocuk senelerce devam ediyor, hem ahlâksızoluyor, hem de bir şey öğrenemiyorlar. Ben fakir bir hoca buldum. Kalfabulunduğu mektebe gitmezden evvel, her sabah bir kahve ve iki metelikkarşılığında dükkânıma gelir, çocuklara yarım saat ders verir. Bir senedeoğullarım Kur'an ve gazete okuyabildi. Ve bize lazım olan kadar da yazmaköğrendiler. Ondan sonra her sene hocanın uygun gördüğü kitapları aldım. Öğletatillerinde, bazen de geceleri okuyorlar. Gelelim nasıl yaşadığımıza: Öğle vaktibir buçuk saat tatildir. Gazete dinlemek mecburi değildir. 

İsteyen bir saat uyuyabilir. Akşam alaturka on buçukta dükkânı kaparız. Bak Dede, ben kahvetaraftarıyım. Hepimiz günde beşer fincan kahve içeriz. Akşamüzerleri şehrinuygun yerlerinde küçük bir gezinti yaparız. Geceleri evimize, kış günleri esnafkomşulardan erkekler ve kadınlar gelirler. Ha! Bizim karıyı komşu kadınlar çoksever. Zira hiç dedikodu etmez. Her cuma, karım ve çocuklarımla bahçemizegideriz. Bir kır âlemi yaparız. İşte günümüz böyle geçer. Elhamdülillah bizime ve hastalık girmez. Ömrüm boyunca ben iki, bacı da üç kere hasta olduk. Çünkü muntazam yer ve yatar, kalkarız. Abur cubur yemeyiz. 
Hülasa bin kere elhamdülillah ve teşekkür.
 
Bir Kahve Âlemi
(......) senesinde, Filistin'in (......) şehrinde bulunuyordum. Sıcak bir gününakşamı, biraz hava almak üzere, havadarlığı ile herkesin rağbetini kazanan (.....)semtine doğru zeytinler arasından yol almaya başladım. (......) semtinde bir çokmükemmel gazinoların hemen hepsi, benim gibi sıcaktan bunalanlarla dolu idi.İnsanlar her nedense zararsız delileri çok sevdiklerinden kahvelerde oturanzevâtın bazıları beni kahve, nargile içmeye davet ederlerdi. Fakat ben, herkestarafından istendikçe nazlanmayı artıran kahpelerde görülen bir cilve iletaliplerime rağbet etmiyor, kendi keyfime geziniyordum.En büyük ve şık kahvelerden birisinin önünden geçerken bir garson koşarakgeldi. Her nedense kahve garsonluğu Rum milletine has bir sanattır. 

Suriye veFilistin'de her sanat ve iş yerlilerin elinde iken, kahve ve gazinolarda garsonlar,meyhaneciler her yer gibi, Rumlardan idi. İşte koşup gelen garsonun da Rummilletinden olduğu, kendilerine mahsus garip şive ile konuşmasındananlaşılıyordu. Garson, garip bir Arapça-Türkçe karışımı ile:-Aynalı Baba! Seni beyler istiyor, buyurunuz, dedi.Ben:-Hangi beyler? Deyince:-Dıa vuelo[97], ben bilir miyim kimlerdir? İşte şu ağaçlar altına doğruoturanlar, dedi.Yürümekten haylice yorulmuştum. Beyleri eğlendirmek, daha doğrusu birazdinlenmek ve gönlümü oyalamak üzere daveti kabul ettim.Ben şehir halkı arasında aynalarım ve yabancılığım ile bilindiğim gibi, hemenbütün ileri gelenleri ve memurları ben de tek tek tanıyordum. 

Köşedeki beylerin yazı işleri mümeyyizi[98], şimendifer[99] komiseri, lise müdürü, bayındırlıkbaşmühendisi ile üç lise muallimi olduklarını tanımıştım. Hepsi beni görünce eğlenircesine ayağa kalkarak:-Vay hemşehrimiz Aynalı Sultan! Vay Aynalı Baba! Hacı Aynalı, buyurun!Sedalarıyla karşıladılar. Ben de rolüme uygun şekilde cevaplar vererek kanepeye oturdum. Garson geldi. Mümeyyiz bey:-Hazreti Aynalı! Ne içersin? Diye sordu.Ben nargile istedim. Nargileyi getiren garson, başka ne içeceğimi sordu.-Beyler ne içerse ondan getir, dedim.Garson:-Beyler vermut içiyor, siz de ondan demek, deyince, ben:-Evet, on bir palamut, dedim.Beyler ve komşu masalarda Türkçe bilenler kahkahayı kopardılar. Türkçebilmeyenler de kahkahanın sebebini sorup manasını anlayınca kahkahalarumumileşti.

Beni bilenler bilmeyenlere masa aşırı kim olduğumu anlatıyordu. Söyledikleri"Zararsız, tuhaf bir deli!" cümlesiyle özetlenebilirdi.Orada bulunanlar arsında, özellikle halkı arasındaki tatlı ve acı su Frenkî (yerlive yabancı Avrupalı) kadınların en çok dikkatini çeken, süslerim olan aynalarlaberaber, tesadüfî olarak üçünü bir onluğa aldığım horoz şekerleri idi.Vermutu içtim. Karşıdaki masada serbestliğinden İngiliz veya Amerikalıolduğu anlaşılan şuh ve pek sevimli bir kız bana dondurma ısmarladı. Ben dehemen sarığımdaki şekerlerden birisini garson vasıtasıyla kendisine gönderdim.

Bu halim her nedense umumun hoşuna gitmiş olacak ki, neşe umumileşti.Kahvenin yüzden fazla müşterileri tarafından alkışlandım. Madamlar bana pasta,çörek ve benzeri diğer şeyleri göndermekte âdeta yarışmaya başladılar. İlk partiikram edenlere ben de karşılık olarak sarığımda kalan şekerleri takdim eyledim.Lâkin çörek vesair ikramın sonunda ayağa kalktım. Uzun bir şekilde horoz gibiöttüm. Ve ilaveten:-Madamlar, beyler, efendiler! Buraya geleceğimi, bu kadar ikram göreceğimievvelden bileydim bir küfe horoz şekeriyle gelirdim. Maalesef şimdi horozlarımbitti. Binaenaleyh ikramda bulunup da karşılık olarak bir şey alamayanlara vebundan sonra ikram edeceklere bir nazik karşılık olmak üzere horoz gibi öttüm.
 
İşte bir kere daha ötüyorum. Hisseniz budur, dedim. Bu sözlerim etrafa derhaltercüme edildi.Kahkahalar eflâkı tuttu. Bulaşıcı ve umumi bir sevinç ve neşe hükümsürüyordu. Herkes deli Aynalı'nın bu günkü deliliğine gülüyordu. Ben ise hersuretle benden aşağı olan bu gafil halkın kısa görüşüne, budalalığına gülmektenbayılıyordum. O aralık kahveye bir âmâ kadın geldi. Mini mini bir kız tarafındanyürütülen bu zavallının, ömrü boyunca dilenmemiş ve yakınlarda bu sefaletedüşmüş olduğu, eski ve fakat ağır kumaştan yapılmış elbiseleriyle hal vetavırlarından anlaşılıyordu. Belki bir vakitler neşe ile geldiği ve dondurma yediğibu yere, bu defa dilenci şeklinde gelmesi kendisine fazlaca tesir etmiş olacak ki,dizleri tutmuyor, âdeta yerinde mıhlanmış kalmış, donuk bir halde bulunuyordu.

Bir adım daha atmak cesaretini gösteremeyen bu zavallı kadının sefaletmanzarası, bende tuhaf bir izlenim meydana getirdi. Deli rolümü unutarak, dahadoğrusu diğer bir rol takınarak ayağa kalktım. Sarıktan çıkardığım külâhıkeşkül[100] şekline koyarak evvela Türkçe, sonra Arapça, Fransız ve Almanlisanlarıyla:-Hanımlar, beyler! Bu sefalete düşmüş kadına sadaka lütfediniz, dedim.Herkes şaşırarak külâhıma kuruşluk, çeyrek vesair paralardan attılar. Masalarıdolaşıyor ve tamamen halimi gizlemeye lüzum da görmüyordum. Konuşmamıntesiri semeresi, zavallı kadına göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamandabirkaç yüz kuruş topladım ve eline verdim.Bundan sonra beyler, evvelki alaycı hali bırakarak bana hürmetkâr davranmaya başladılar. 

Halbuki bu benim işime gelmezdi. Israrlarına rağmen kahveyi terkederek serbestçe ve kendi âlemimde dolaşmaya karar verdim. Lâkin o kadar ısrarettiler ki, beraber yemeye kalmayı kabul ettim. "Eh! Haydi hatıra defterinde birde böyle âlem bulunsun" dedim.Yemek yerken yanıma tesadüf eden mektep müdürü, kulağıma eğilerekdiyordu ki:-Azizim! Bu pejmürde ve maskara kıyafet altında tam tahsil görmüş kâmil birinsan, büyük ve cömert bir yürek olduğunu görmemek için insanın hakiki âmâ(kör) olması lazımdır. Zavallı kadının o çekingen vaziyetini görüp de ayağakalktığınız zaman, maskara kıyafetinize rağmen çehrenizdeki safvet, ulviyet vehatta hâkimiyet hepimizi itaatkâr, büyülenmiş bir hale koymuş ve müteessir etmişti.

-Birkaç dakika zarfında yüzlerce kuruş sadaka toplamak için, mutlaka sadakaverenlerin ruhlarını ele geçirmek icap eder. Bunu siz yaptınız. Tekrar ediyorumazizim! Siz insanlığa hizmetten uzak durarak bu garip yaşam tarzı ve kıyafetiniye seçtiniz?Genç müridlerin hal ve kalinde (tavır ve sözlerinde) son derece hürmet ve tamsafvet vardı. Cevaben:-Azizim! Bu suali bana başka birisi sorsaydı delice bir cevapla geçiştirirdim.Lâkin sizde gördüğüm saflık ve samimiyete binaen, kısaca hakikati söyleyeyim.Ben insanlardan o kadar çok ihanet gördüm ki, onlara fenalık etmemek şartıylaşu huzurlu surette ömür geçirmeyi daha uygun buldum. Sözlerimi muhakemeediniz. Çıkaracağınız hisse size ait bir faydadır.Dedim ve hepsi ile vedalaşarak ayrıldım. Yaşamakta olduğum (......) kapısıcivarında inziva yerime gelmiştim.
 
Gençlik İksiri
Suriye'nin (.....) şehrinde (.....) mahallesi sakinlerinden, (...) isimli asil bir zatvardı. Bu adam gayet cömert, hatta müsrif olduğundan, bin senelik aile servetinibirer birer eritmiş ve bununla birlikte pek çok insanlara göre refah sayılacak ortaderecede bir serveti kalmıştı. Yaşı altmış beşe yaklaşan, zevk ve safa ile vücudu,kuvvetli bünyesine rağmen yıpranmış olan bu zat, hayatı boyunca evlenmediğihalde altmışından sonra evlenmeye kalkmıştı. Acaba ne için? Acaba hayatınınson günlerinde aile saadetini tatmak, vefatından sonra hayırla yâd etmesi umulanevlat yetiştirmek için mi? Bunu hiç zannetmemeli. Çünkü altmışından sonra herikisi de, umumî kaideye göre imkânsız şeylerden sayılır.

Altı ay önce bütün memlekette bir facia duyulmuştu. Mahallenin ve zamanın zenginlerinden, bir acayip tavırlı şahıs, esaslı bir terbiye almadığından, ailesinekarşı borçlu olduğu vazifeyi idrâksizliği neticesinde, oğlu o muhite göre misligörülmemiş bir çapkın, bir afacan olduğu gibi, kızı da daha on üç yaşında ikenönüne gelenle flörte pek erken olarak başlamış, nihayet bütün âşıklarına tercihettiği ... isimli emsalsiz yakışıklılıkta fakir bir gence kendini teslim etmişti.

Kızın babası er geç olayı haber almış ve telafi çaresi şer'an ve aklen pekmümkün bulunmuş iken, çok kibirli ve son derece paraya düşkün bir cimriolduğundan, kızını bu fakir delikanlı ile evlendirmeyi katiyen reddettiği için,halk arasında yüz türlü dedikodu, rezalet peyda olmuştu.Bir gün fakir delikanlı ansızın kayıplara karışmıştı. Bir hafta sonra, boşarsalardan birinde kuyu içinde cesedi bulundu. Kimisi kasten öldürülerek kuyuyaatıldığını, kimisi aşk ve ümitsizlik sevkiyle intihar ettiğini söyledi. Kaide gereğiişe zabıta (polis) el koymuştu. Bununla beraber bütün Suriye ve Arabistan'daolduğu gibi, işin ucu zengin tarafa dokununca kapandı gitti.Aradan dört beş ay geçtiğinde bu yosma kızı (.....) beye nikâhlamaya kararvermişler. Bunda iki tarafın sözde türlü türlü istifadesi olacaktı. Kızın babası(.....) bey gibi asil ve herkesin alenen dil uzatmaktan çekindiği bir zata kızınıvererek geçmiş olayları unutturmak ve hâlâ mühimce bir yekûn tutan beyinemlâkini elde etmek istiyordu. 

Çünkü kızın babası bu yaştaki ihtiyarlara, onüç onbeş yaşında kızların öldürücü zehir gibi olduğunu bilenlerdendi. (.....) bey ise âhir ömründe eski debdebesini geri getirmek ve tamahkârlık derecesini dışarıdanfark edemediği müstakbel kayınpederinin servetinden yararlanmak gayesinde
idi.Mamafih düşünüldüğünde, bey için meşru addedilemeyen evlilik meselesinde,bunun kârının kayınpedere dönük olduğunu anlamamak mümkün değildi.Her zarar biçare (.....) beyin başına patlıyordu. Üstelik bu yosma kızın süs diyebeyin alnına takacağı sayısız ve uzun boynuzlar da zararların özünü, kaymağınıteşkil edecekti.Ben o günlerde bir Fatiha makamında tıraş olduğum (....) semtindeki berber (. ..) ağanın dükkânına uğramıştım. 

Beni görünce:-Hoş geldin. Merhaba Aynalı baba! Diye samimi bir hitap ile karşıladı vedaveti üzerine koltuğa oturduktan sonra (.....) ağa ile konuşmaya başladık.Berber ağa, meslektaşları gibi, müşterileri ve civar halkının işleriyle meşgul olur,geveze bir adamdı. Dedi ki:-Haberin var mı ya Aynalı Baba? (.....) beyin nişanlısı (.....) hanım, kendisinigörmeyi arzu etmiş. Bey bu gün ikindiden sonra buraya gelecek. Niçin gelecek?Sana ne, diyeceksin değil mi? Bu gün uzun işim var. (.....) beyin saçı ve sakalını,bıyığını boyayacağım. 

Yüzüne, kulaklarına ibrişim tutacağım. Sonra şaplı, sodalısu ile yüzünü yıkayacağım. Buruşukları tamir edeceğim. Aynalı Baba! Sodalı veşaplı su tertibim çok kuvvetlidir. Nasıl, senin de buruşuklarını tamir için birazyüzüne süreyim mi? Alimallah, yüzün asker trampetine döner. Öyle gerilir ki, neburuşuk kalır, ne de bir şey. Hele içindeki soda, ayrıca ruhaniyetli bir cila verir.Ha! İstemiyorsun. Başını sallama. Bir tarafını kestireceksin. Ben (.....) beyinmakyajını tamamladıktan sonra, elde baston, tin tin kızın penceresi altındangeçecek. 

Ha! Bak senden sır çıkmaz. Yanımdaki attar da beye şeytan bokundan kuvvet hapları hazırlıyor. Anlarsın ya! Herifte barut mafiş. Şeytan boku çok kuvvetli imiş. İhtiyarlığımda lazım olursa ben de kullanacağım. Tarifini aldım.Ha, Aynalı Baba! Sen ömründe hiş şeytan boku hap yuttun mu? Kokusu biraz fenaca imiş. Neyse baba, sen bu işe ne dersin. Bizim bey yetmişe yakın. Böyleon beş yaşında bir âfeti almak ne demek? Bana kalsa, insan yetmişini bulduktansonra şeytan boku değil ya, kaz boku yutsa beş para etmez. (.....) Beyinevlendikten sonra pek çabuk cartayı çekeceği şüphesizdir. Mezarcı (.....) ağamezarı iki üç arşın derin kazmalıdır. Hatta umduğumuz gibi, bey birkaç haftadaölmez de beş on ay dayanırsa mezarı kırk arşın kazmalı.Ben:
 
-Ağa! Hepsi hoş; ama bu kadar derin mezara ne lüzum var? Dedim.Berber:-Aa! Ne lüzum mu var? Nasıl lazım değil? Beyin cesedinin bir kısmı hariçtemi kalacak? Boynuzları dışarıda mı bırakılacak? Ha, ha, ha! Eğer bir seneyaşarsa Ezher minareleri kadar boynuz uzatacağına emin ol. Sen kızı bilsen neyaman şeydir!Artık tıraş bitmişti. Geveze berberle vedalaşıp yerime döndüm.Başta da söylemiştim, (.....) bey, gayet iyi bir adamdı. Zira zararı yalnız nefsineait olmak üzere birkaç yüz bin liralık dehşetli israfının mühim kısmını sefillerinrefahına sarf etmiş, takdir edilecek bir adamdı. Bu adamcağız, bana bile çokiltifatkâr davranır, asilzâdelere has bir alicenaplıkla her defa gönlümü alırdı.Bu evlilik sonunda meydana gelmesi kaçınılmaz rezaletlere dayanamayarakfeci ve elim bir şekilde dünyaya veda edeceği bence muhakkaktı. Binaenaleyhkendisine bir hizmet yapmak için karar verdim. Biraz düşünerek çarşıya çıktım.Bir ufak teneke içinde kurşunîye çalan vernikli boya yaptırdım. Beyin hanesineyakın meydanlığın bitimindeki yerime bıraktım.Şehrin kenarında (......) bostanlarında gezinmeyi çok severdim. 

Dolaştığım esnada oralarda esaret dizginleri salıverilmiş, canından bezmiş, başıboş gezer,gelip geçene gözlerini süzer bir ihtiyar eşek görmekteydim. Onu arıyordum. Birhayli dolaştıktan sonra, suluca bir hendek kenarında tesadüf ettim.Hemen hazırladığım ipi boynuna geçirerek çekmeye başladım. Nice vakitlerderin tefekkürlere dalarak pek filozof kesilen ve hayatın fanî ve boş bir şeyolduğunu düşünmeye alışmış olan bu eşekzâde, boynuna yine kölelik yularınıngeçtiğini hissedince biraz aksilenerek hürriyet iddiasına, haklarını korumayakalkmış ve gençliği hatırına gelerek ön ayaklarını gererek inatlaşırcasınayürümemek istemiş ise de biçare eşek ihtiyarlık zayıflığına âdeta örnek teşkilettiğinden, karşı koymanın faydası olmadığını görünce, işi filozofluğa dökerekherkese karşı bu gibi mecburiyetlerde teslim olmanın zaruri olduğunugösterircesine, cılız adımlarını vakurane atarak beni takibe başlamıştı.Bir eşekle döndüğümü gören haylaz çocuklar, bana velveleli ve pek saltanatlıbir merasim alayı teşkil etmiş ve "Aynalı Baba odun satacak!" diye bağırmaktaidiler.
 
Yerime yaklaştığım zaman arkamdaki çocukların adedi elliyi geçmiş, ensıradan manzaraları bile opera tiyatrosu seyreder gibi hayretle izlemeye alışıkbirçok ahmaklar da peşime takılmıştı.(.....) beyin konağı önünden geçerken çocukların şamatası merakını mucipolarak pencereden bakıyordu.Meydanlığa ulaştığım zaman merkebi ufak bir taşa bağlayarak harabemeseğirttim. Yerimden su ve sabun alarak geri döndüm. Evvela eşeği güzelceyıkamaya başladım. (.....) bey hâlâ pencereden seyrediyordu. Yıkama işi bitincekuruladım. Daha sonra cebimdeki büyük şap ile tüylerini ovmaya başladım.Nihayetinde biraz da güneşe karşı tutarak kulak diplerinde ve ayaklarındaki uzunca ve bakımsızlıktan hâsıl olan kılları temizledim. 

Adetleri gittikçe artan seyircilerin garipseyen ve hayret dolu bakışları önünde kurşunî boyayı sürmeyebaşladım. Yarım saat sonra vernikli boyayı yiyen eşek, Venedik aynası gibiparlıyordu.(.....) beyin baş ağası geldi. Davet etti. Ben zaten bunu âdeta bekliyordum.(.....) beyefendi pek neşeli idi. Beni görünce:-Aynalı Baba! Ne yapıyorsun? Gerçi senin işlerinde bir intizam aranmazsa dabu ne iştir? Bu eşek kimindir ve ne sebepten dolayı boyadın? Suallerini sorunca,cevaben:-(. . .) beyefendi! Bu biçare hayvan yirmi dört yaşını bulmuş gibidir ki, aşağıyukarı insanların altmış ve yetmişliği demektir. Nasılsa elime geçti. Benim bir debeş yaşında genç bir dişi eşeğim var. 

Döl yetiştireceğim.Söylemesi bile gereksizdir ki, dünya değişti. Zamanın her şeyinde bir başkalıkolduğu gibi, dişi eşekler bile cilveli. Şu zavallı merkebin tüyleri dökülmüş,kemikleri meydana çıkmış, olan tüylerinde bir renk kalmamıştır. Tecrübelerimneticesi buna hiçbir genç dişi eşeğin rağbet göstermeyeceğini iyi bilirim.-Bu gün vernikli boya ile boyadım. Bir buçuk senelik sıpa gibi parlaklaştı.Yarın attar (.....) ağanın şeytan boku macunundan alarak yemine karıştıracağım.Tabii at gibi kişnemeye, harekete başlayacak. Boyamadan önce bir kere şaplı vesodalı işlem yaptım. Bir kere daha şaplı su ile yıkar, biraz da içirtirsem her tarafıdavul gibi gerilecek, cılızlığı gidip dişi eşeğin iştahlı bakışlarını celp edecektir.
 
(.....) bey, yüzüme şaşkın şaşkın bakıyordu. Dedi ki:-Aynalı Sultan! Mazursun. Şu yaptığın akıllı işi değil...Ben cevap verdim:-Ey efendim! Neden öyle olsun? Birçok ihtiyar insanlar bile, benim şu eşeğimeyaptığım işlemi kendi nefislerine yapıyorlar. Eşek idrâk sahibi olmadığındanboyadan ilk bakışta aldanır. Vuslat sermayesini arz eyler. Halbuki idrâk sahibiolan insanların dişisi, bu gibi şeylere aldanmayacağından bu çeşit işlemiyapanlar dişileri değil, kendilerini aldatırlar. Şu halde insanlar benden daha akıllıdeğil. Gençlik iksirine gelince, insanın hayatı devrelere ayrılmıştır. Gençlikdeminde iksir çok işe yarar. 

Fakat bir orta yaşlıya, bir ihtiyara verilen gençlikiksiri, şahsın tabii ömrünü ecel-i kazâya[101] uğratır. Bu, bariz bir hakikat iken,birçok ihtiyarlar gençlik iksiri kullanıyorlar. Şu halde benim eşeğimin gençlikiksiri kullanmasında bir anormallik olmasa gerek. Bununla beraber ben bu işiyapmış bulundum. Mesela genç eşek bu ihtiyar eşeği uzaktan görüp süslerine belki aldanacak ve vuslat sermayesini arz eyleyecektir. Lâkin birbirlerine yaklaştıkları zaman foya meydana çıkacağı tabiidir. Sonra ne olacak? Dişi eşek bu zavallıyı bırakıp kaçacak, kendine uygun genç ve dinç bir erkek eş arayacakdeğil mi? Halbuki bu zavallı eşeğim, eşek olmakla beraber, ömrünün songünlerini hayvanlara gelecek belâların en acısı olan kıskançlık ve yanıp yakılmaile geçirecektir.Ben sözümde devam ettikçe beyin yüzü renkten renge giriyordu. Bey,düşünceli ve dalgın bir halde zili çalarak uşağı istedi.

-Çabuk bize iki kahve yapınız. Aynalı Baba ile içeceğiz, dedi.Kahveler geldi. Bir taraftan kahveleri içiyoruz, bir taraftan da konsoldan birkâğıt ve kalem alarak bir şeyler yazmaya çalışıyordu. İşi bittiğinde elimi tutarak:-Aynalı Baba! İlacın, doğrusu kaba ve acı oldu. Lâkin tam anlamıyla tesir etti.Beni bütünüyle yeise düşmekten ve ömrümün sonunda fena bir iş yapmaktankorumakla deli değil, velî olduğunu ispat eyledin. 

Ver şu elini öpeyim. Yaşça senin baban olursam da zararı yok. Al şu kâğıdı da oku! Dedi.Kâğıdı üzüntü içinde aldım. (.....) bey, sıhhî sebepler ileri sürerek, düşünülenevlilikten vazgeçmeye mecbur olduğunu gelinin babasına bildiriyordu. Kalktım.Vedalaşmadan önce bey, her gün istediğim saatte yanına uğramamı samimi bir surette birçok yeminler vererek rica etti.(.....) beye sık sık gidiyordum. Altı ay kadar onunla pek hoş ve faydalısohbetler ettik. 

Cidden haliyle ve sözleriyle kâmil bir zat olduğunu anladım. Birmüddet sonra hastalandı. Kısa devam eden hayat deminde son sözleri:-Azizim Aynalı! Beni rezaletten kurtardığın için dünya ve âhiretimi sanaborçluyum. Eğer sen olmasaydın, bırakacağım servet her an hatıram ile alayedecek kötü bir mahlûkun ahlâksız arzularına âlet olacak, ben de kabrimdeazaptan kurtulamayacaktım. Senin getirdiğin misalin ve konuşmanın eseridir ki,âlemde insanların hususi ailelerinden başka bir de umumî ailesi ve bununinsanlık âlemi olduğunu anlamakla bahtiyarım. Kimsem olmadığı için epeykülliyetli olan emlâk ve servetimi, bir yetimhane kurulması için vasiyet ettim.Şimdi gönül rahatlığı ile ölebilirim.Hakikaten beyin vefatından sonra, bıraktığı servetle bir yetimhane tesisolundu. Her cuma akşamı yetimler tarafından kabrinin ziyaretiyle o masumağızların hediye ettiği Fatihalar tabiatıyla ruhunu şad etmektedir. Allah rahmeteylesin...
 
DİPNOTLAR 
[1]Teşbih: Benzetiş. Bir vasıfta saymak veya zannetmek.[2]Tenzih: Cenâb-ı Hakk'ı (c.c.) her çeşit kusur, noksan, şerik (ortak) gibihallerden uzak bilip söylemek.[3]Tevhid:Birleme.[4]Zekeriyya Uludağ, Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi ve Spiritüalizm,s:146-148-149.[5]Nihaî: Hayatın sonuyla ve akıbetle ilgili.[6]Mütedeyyin: Dindar.[7]Yani;dinin hem dış yüzünden hem iç yüzünden bilgi sahibi oldum.[8]Maişet: Yaşam tarzı. Geçim.[9]Batınî: Eşyanın iç yüzüne ve manevî meselelere ait.[10]İspritizma: Ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini ileri süren inanış.[11]Manyetizm: Telkin ve hipnozla insanları etkileme inanışı.[12]

Esir: Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan latif cisim.[13]Meczûb: Hakk'ın tecellîleri kendisine seyr u sülûksuz olarak zuhur edenkimsedir. Bu yüzden meczub, önce zâtı müşahede eder, müteakiben kabiliyetinegöre kendisine bir takım sırlar keşfolunur. Ardından sıfat-ı ilâhiyye ve esmâsırları açılır. Sonra da kâinatın sırlarını görmeye başlar. Çünkü cezbe, Hakktarafına çekilme anlamında bir kavramdır. Meczûb da Hak tarafına çekilen "âşık"demektir. Meczûb, önce cezbe ve aşk ateşiyle Hakk canibine çekilir, sonra seyr usülûk ile işi sahv ve temkine bağlar. Türkçede yarı mecnun anlamına kullanılanmeczûb ile bu anlamdaki meczûb arasında fark vardır. Karıştırmamak gerekir.[14]

Sülüs: Yuvarlak karakterli, daha çok kitabelerde kullanılan, kitaplarda isebaşlıklara mahsus büyük boy bir yazı üslubu. [15]Raci'nin sözlük anlamı: Niyaz eden. Uman. Ümitli.[16]Gayr-ı makul: Akla uygun olmayan. Aklın kabul etmediği.[17]Boyun bağı: Kravat.[18]Şu fâni âleme ibret gözüyle bak ey can / Gafleti bırak artık, boş değildir bumeydan /Hani Sultan Süleyman, hani İskender Han / Yüz bin ömrü mutlulukiçinde geçirsen hepsi bir an / Ne güle ne bülbüle kalır, a gözüm bu dünya bahçesi/ Kime istediği gibi yar oldu devreden zamanda felek?[19]Aşırı arzu ve hırsa uyup nefs ile kahra uğrama / Rahatın yok olur tanınanbiri olma / Allah'ı bilenin sohbetine katıl, uzak olma / Dünya saltanatına güvenipmağrur olma.[20]Kemâl ehli aldanmadı dünya zevkine / Onun gölge, oyun ve hayalolduğunu bildiler / Nitekim cihanın zevki rüyaya benzer / Onlar aşk eteğini tutuphepsi Allah'a kavuştular.[21] 

Yürü ey avare gezgin, hiç durma yürü / Geri koymasın seni kavuşmayolundan hikâye zevkleri / Bu görülmedik şeyler, güzellikler hepsi rüya ve hayal/ Yürü ey çaresiz misafir, hiç durma yürü / Yürü ki vuslatın gönül ferahlığındayükseklere eresin / Yürü aslında yokluğa ulaş, budur mükemmellik hâli / Yürügösterişi terk et, içesin vuslat şarabı / Yürü ki hiçlik meydanında bir tecelli göresin.[22]Esir: Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan latif cisim.[23]Hâle: Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak daire.[24] Visâl: Sevdiğine (Allah'a) kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.[25]

Gülşen-i merdân: Mert adamlara ait gül bahçesi.[26]Alaturka saate göre.[27]Bu hadiseler, bu âlem - Ne ebedidir, ne ezeli / Nerde Havva ve Âdem -Varsa aklın ey dedem / Dem bu demdir dem bu dem (An bu andır an bu an) /Geçmişi hatırlamak verir - korku, elem ve keder / Kaderle meşgul olma - Herkesgider kalmaz kimse geride / Senin gibi dilenciye - Gaile çekmek yakışır mı / Hâl ile de meşgul olma - Gelecek derdi ile de / Bu hayatta vefa yok - Her gün dert,cefa var / Ey safayı özleyen kişi - Boşa geçirme ömrünü / Kim bilir Edhem(İbrahim Edhem) imiş - Bilmeyen sersem imiş / Sonu bir an imiş - Gayrısı sıkıntıimiş /Dem bu demdir dem bu dem.[28]İzid: Zerdüştlük dininin hayır ve nur Tanrısı.[29]Kahir: Üstün gelen. Mecbur eden.[30]İzid: Hayır ve nur tanrısı.[31]Enaniyet: Benlik. Kendine güvenme ve gurur.[32]

Nakkare: Davul, kös. Dümbelek.[33]Abdâl: Evliyâ zümresinden bir cemaat.[34]Ezici kuvvetimle varlığı titretenim ben / Pazımın gücüyle her canahükmedenim ben / Herkesin boyun eğdiği benim / Ayağımın toprağıdır insanınsecde ettiği yer / Mertlik ahlâkında benzerim yoktur benim / Hizmetkârıyiğitlerdir meclisimin / Benim adalet terazimde herkes eşittir / Şahlarla yoksullargözümde hep birdir / Kısaca izzet ve kudret kılıcıyım Tanrı'nın / Aşkım ben,varlık titrer ezici kuvvetimden.[35]

Ey varlık meclisinin misafiri / İşlerin sırrını anla nedir / Tek olan Vahdetdeminde hudut yoktur / Her ne desen adı onun / Her şeyde sırlı nokta o / Kâhesir (denilen latif cisim), kâh bütünüyle cihan / Ölüm ve hayat onun kadehi / Kâhgüneş, kâh aydır o / Kâh yağmur, kâh bulut / Kendi ateş, kendi kıvılcım / Kendigece, kendi sabah / Bazen taş, bazen bitki / Bazen karınca, bazen aslan / Kendisiruh, kendi ceset / Kendi hayat, kendi ölüm / Devrederek insan olunca / Kendini kendinde bulur / Mutlak (kayıtsız) iken (kayıtlı) nokta olur / İnsan imiş Hakk'ınzuhûr mahalli.[36]Kibriyâ: Her cihetle büyüklük.[37]Müstağrak: Bir şeye dalmış veya daldırılmış olan. Garkolmuş. Manevî birvaziyete dalmış.[38]İdrâk güneşi doğdu şimdi âleme / Yerleştiği mahal insanın kalbidir /Âdem'in geceyi aydınlatan kandili Hakk'ın nûrudur / Ey melekler! 

Hepiniz secde edin Âdem'e[39]Merhaba ey varlık sırrının ışığı / Merhaba ey tüm işlerin özü / Merhaba eyanlayış ve sanatların kaynağı / Merhaba ey varlık ikramına zuhur mahalli olan /Kâinattan maksat sendin, sen / Ey zekâ! Bizler senin aynanız / Nokta sensin, bizsenin alâmetleriniz / Secde mahalli sen, mabudun kıblesi sen![40]Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm.[41]Fukaha: Fakihler, fıkıh âlimleri.[42]Bakara, 255.[43]Arşın: 68 cm. uzunluk. Bir kol boyu. Büyük bir adım genişliği.[44]Somakî: Kızıl veya yeşil renkte, damarlı ve çok sert bir porfir türü mermer.[45]Jüpiter: Gezegenlerin en büyüğü ve güneşe yakınlık bakımından beşincisi,Müşteri, Erendiz.[46]Sidret-ül müntehâ: Son noktadaki ağaç. İdrak edilebilecek âlemin sonsınırı.[47]

Kibriyâ: Büyüklük. Azamet. Kudret.[48]Taha, 5.[49]Milset (Milet): Aydın'da Büyük Menderes deltasında İlk Çağ kenti.[50]Hakk'ın varlık sıfatının doğduğu yer, kâinatın menşei benim / Çoklukmanasının menbaı, bedenlerin mahzeni benim / Ben O'yum ki kendi zuhûrumdanyarattım âlemi / Bu mevcut hep benim işlerimdir, hallerimdir, sonsuz zamanbenim / Ben mekânsızım, zamansızım, kayıtsızım / Her zamandan her mekândanmeydana çıkıp görünen benim / Arş benim, kürsî benim, yedi kat gök benim /Madde, öz, cansız, canlı benim / Sırf nûrum, mutlak sırrım, nun harfininnoktasıyım / Hem rûhum, hem melek, Âdemim, insan benim / Ben o mutlakzâtım ki vasıf ve fiillerim meydanda, aşikâr / Yani.... Şanlı yaratıcı benim, Rahman benim![51]Ben dedikçe maksadım kudretimdir / Vahdetin benim benliğimden ortaya çıkmış / Benliğimi senden ayrı farzetsem ey vücut / Sırf kuruntumdur, yokluğunvücudu olur mu hiç / Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç /Vahdaniyetin (Birliğin) "Fakirlik övüncümdür!" fermanı eldedir / Arş ve kürsî,arz ve felekler hep senin emrinle var / Varlık sayfaları, takdir elinle yazılmışdelilindir / O nişanı olmayan zatsın Sen, mekânsız ve zamansız / Fiil vesıfatlarındır her ne varsa, mükemmel kudretin / Sen o mevcutsun ki sendenbaşka meydana çıkan başka şey yok / Her vücuda temel oldu, varlığının sırrı.[52]Meşhud: Görünen.[53]Ekvân: Âlemler. Varlıklar. Oluşlar. Mahluklar.[54]Yani söylenmek istenileni.[55]
Ezel ufkunda.[56]Boşa geçirme.[57] Serendip, Hint okyanusunda bir ada olup Âdem Aleyhisselâm'ın cennetten oraya indiği söylenir.[58]

İlim bir noktadır; onu cahiller çoğaltmıştır.[59]Cablisa ve Cablika: Bazı asfiya kullar riyazat ve mücahede kuvveti ilemisal âleminin vilayet ve iklimlerine girmiş ve oradaki enteresan olaylarımüşahede etmiş olduklarını naklettiler ve dediler ki "Bu âlemde iki şehir vardır.Birinin adı Cablisa, birinin adı da Cablika'dır. Bu şehirlerdeki yaratıklarısaymaktan sayı ve rakamlar âciz kalmışlardır. Bu âlemin acayip olaylarınıanlamak akıl ve idrâkin dışındadır. Bu âlemi ancak keşf ehli olan asfiya kullarmüşahede edebilir. Keramet ve harikalar ve evliyanın tasarrufları bu âleminesrârındandır. Bu ümmet arasında var olmuş olan din büyükleri (rahmetullahialeyhim ecmaîn) bu âlemin ispatına işaret edip, sırlarını açıklamışlardır. Hattainsanların en bilginlerinden Hazreti İbni Abbas'tan şöyle dediği rivâyet edilir:"Bu âlemde var olan her şeyin, içinde bir benzerinin var olduğu başka bir âlemvardır. 

Hatta orada benim gibi bir İbni Abbas vardır." (Kınalızâde Ali Efendi,Ahlâk-ı Ala')[60]Yûsuf, 37.[61]Âl-i İmran, 7. [62]Müşkülât: Akla takılan problemler.[63]Halvethane: Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek içinbelli bir müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibadetle vakit geçirilen yer.[64]Mahfaza: Küçük kutu, kab. Zarf.[65]Geçliğinde çeşitli emeller, arzular.[66]Yaşlılığında türlü zahmetler.[67]Akıllılar için eşsiz güzelliklerin seyri.[68]Fahr-i Âlem: Hz. Muhammed (s.a.v.).[69]Taine: Hippolyte Adolphe Taine (1828-1893) 19. yüzyıl Fransızolguculuğunun önde gelen adlarından düşünür, eleştirmen ve tarihçi. Bilimselyöntemi insan bilimlerinin incelenmesine uyarlamaya çalışmıştır. Edebiyateleştirisine bilimsel bir yaklaşım kazandırmaya çalışmıştır.[70]A'mâk-ı hayâl: Derin hayaller.[71]Müttefik: Aynı fikirde olan. Aralarında anlaşma sağlamış olan.[72]Kanaat: Razı olma.[73]Melamilik yoluna bağlanan kimseye "Melami" denir. 

Melamilikte Muhittin Arabi'nin "Vahdet-i vücud" görüşünün derin etkisi vardır. Melamilerkaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'ayakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler. Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerinikınarlar. Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibigiyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar. Görünüş ve gösterişe değervermezler. İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çokileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar vekınarlar. En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir. Bu kötü huylardankorunmak, Melamilikte bir kuraldır. Özel giysileri ve tekkeleri yoktur. Melamiler kimseye dertlerini açmazlar.[74]

Vahde-i Vücûd anlayışı kastediliyor. 
Yani bir tek Allah'ın varlığından başka gerçek bir varlığın olmayışı.
[75]Yani madem varlık tek, ikinci bir varlık yok, o halde senin kolunu bükenkim?[76] Yani, çokluk âlemi nazarımda yok olup vahdet âlemine geçmeküzereydim.[77] Güllâbici: Akıl hastanelerindeki gardiyanlar.[78] Aşîr: Kur'an-ı Kerîm'in on cüz'ünden her biri veya on âyetlik bir parçası.[79]Ferd: Tek.[80]Harîm: Kutsal, mukaddes yer.[81]Mü'minûn Sûresi, 14.[82]Remilci: Kum falı bakan.[83]Aşk-ı mutlak: Kat'î aşk. Yani hiçbir şarta bağlı olmayan, salıverilmiş,yalnız, serbest aşk.[84]«Her grup kendi yanlarında olanla böbürlenicidir» âyeti ile işaret edilenhali kendilerine mühür yapmış. Mü'minûn Sûresi, 53.[85]İlim, nice efsaneler uydurmuş iken, hakiki ilim ve irfana efsane denildi.[86]Riyâzet: Fâni şeylerden nefsini çekerek az gıda ile yaşamak ve faydalıfikirlerle, ibadetle meşgul olmak.[87]Murakabe: İç âlemine bakmak. Dalarak kendinden geçmek. Beklemek.[88]Birinci had; La ilahe (ilah yok) tarafıdır. İkinci had; illallah (Allah var) tarafıdır.[89] Hilkat: Yaratma. Tabiat.[90]Şuûn: İşler, fiiller, hadiseler.[91]Yani, ben kendime kavuşmuştum.[92]Cilve-i şevket: Kudret tecellisi.[93]Sofestâî: Kâinatın yaratıcısını, Cenâb-ı Hakk'ı kabul etmemek için her şeyiinkâr eden. Müspet veya menfi hiçbir hükme varmayan, daima şüphe içindekalmayı esas alan felsefî bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Âlemdehakikat namına hiçbir şey tanımayan ve hakikati araştırmaktan uzak durarakzevk ü safa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılar.[94]Rahman Sûresi, 29.[95]Âdetullah: Fıtrî kanun. Cenâb-ı Hakk'ın iradesi ile kâinatta devam ettirdiğiusûl ve nizamı.[96]Fark ve tekvîn: Zât-ı Ehadiyet şuûnlarının (işlerinin) ortaya çıktığımertebelerde, Bir'in zuhûr yoluyla çoğalmasıdır.[97]Dıa vuelo: Ermiş kişi?[98]Mümeyyiz: Bir dairede yazıcıların yazdığı yazıları düzenleyen,tamamlayan görevli.[99] Şimendifer: 

Demiryolu, tren.[100]Keşkül: Dervişlerin para topladığı kap.[101]Ecel-i kazâ: Kaza ile birdenbire bir tehlikeye çarpıp ölmek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion