27 Nisan 2019 Cumartesi

TÜRK EDEBĐYATINDA KIYÂFET-NÂMELER BİR


TÜRK EDEBĐYATINDA KIYÂFETNÂMELER VE ŞABÂN-I SİVRİHİSÂRÎ NİN HAZIRLAYAN KENAN BOZKURT TEZ YÖNETİCİSİ YRD. DOÇ DR. 
RAMAZAN SARIÇİÇEK DİYARBAKIR-2008 2 ÖZET 
 Bu çalışmamız, Türk ve İslâm kültür tarihinde önemli bir yere sahip olan ve yüzlerce yıl birçok şair ve yazar tarafından ele alınan kıyâfet ilmi ve kıyâfet-nâmeler üzerinedir ve çalışmamız beş bölümden oluşmaktadır. Çalışmamızın birinci bölümü kıyâfet ilmine dairdir. Bu bölümde kıyâfet ilmi bütün yönleriyle ele alınmış, kıyâfet ilmi firâset ilmi içerisinde bir bölüm olarak yer aldığından öncelikle firâset ilmi tanıtılmış ve firâset ilmi de Hükmî ve Şerî firâset olarak ikiye ayrılmıştır. Hükmî ve şerî firâset hakkında bilgi verildikten sonra Şerî firâset de Siyâfet, Riyâfet ve Kıyâfet olmak üzere kendi içinde üçe ayrılmış ve bu bölümler hakkında bilgiler verildikten sonra asıl konu olan kıyâfet ilmi ve bu ilme ait terimler hakkında bilgi verilmiştir. Buna göre: İnsanların suratına ve vücut yapılarına bakarak kişilikleri hakkında bilgi veren ilme kıyâfet bu ilimle meşgul olan kişilere kâif denir. Kıyâfet-nâme ise bu ilmi konu edinen eserlere verilen genel bir isimdir. Çalışmamızın ikinci bölümü ise Türk-Đslâm edebiyatında kıyâfet-nâmeler konusuna ayrılmıştır. Bu ilimle islâm âleminde ilk kez ilgilenenler Araplar olduğu için öncelikle Arap edebiyatında bu ilmin yeri hakkında bilgi verilmiş ve bu alanda yazılmış belli başlı kıyâfetnâmelerden bahsedilmiştir. Araplardan sonra bu ilimle uğraşan diğer bir millet de Farslar olduğundan Fars edebiyatındaki belli başlı kıyâfet-nâmeler de tanıtılmış ve ardından Türk edebiyatında bu ilmin geçmişi ve bu alanda yazılan eserler ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Ayrıca bu bölümde Türk edebiyatında tanınmış dört kıyâfet-nâmedeki tip husûsiyetleri üzerinde durulmuş ve belli başlı organlar ile kişilik ilişkisi aktarılmıştır. Üçüncü bölüm ise bu ilmin edebiyatımıza, sosyal yaşama ve diğer ilimlere etkisidir. Gerek Doğu da gerek Batı da hayatın birçok alanına nüfuz eden bu ilim, özellikle Doğu toplumlarında bu ilim nesep belirlemede, cariyelerden doğan ya da gayrı meşru olan çocukların kime ait olduğunu tespit etme gibi durumlarda kullanılmıştır. Ayrıca devletleşme ve saray hayatına geçişe bağlı olarak askere ve devlet idaresine alınacak kişileri seçmede, kul ve cariye alımında ve hukukta da bu ilimden yararlanılmıştır. Son dönemlerde ise resimden edebiyata, eğitimden hukuka, psikolojiden tıbba kadar sanatın ve ilmin birçok alanı bu ilimden etkilenmiştir. Dördüncü bölümde Şa bân-ı Sivrihisârî nin hayatı ve eseri incelenmiştir. Yazarın hayatı hakkında kaynaklarda bilgi mevcut olmadığından eserde elde edilen bilgiler ışığında aydınlatılmaya çalışılmıştır. Eser hakkındaki çalışmada ise eserin nüsha tanıtımı, manzum bölümlerin özellikleri, dil ve anlatımı, diğer kıyâfet-nâmelerden farkı ve içeriği üzerinde durulmuştur. Çalışmamızın son bölümü olan beşinci bölüm ise Şabân-ı Sivrihisârî nin Kıyâfetnâme sinin transkripsiyonlu tam metnini içermektedir. Eserin Arapça giriş kısmı ve Arapça, Farsça şiirlerin tercümeleri dipnot şeklinde metin altında verilmiştir. Bu bölümde dokuz makale ve bir mukaddimeden oluşan eserin asıl kısmı ile ilm-i hutûtla ilgili bir risale ve sonda manzum bir kıyâfet-nâme yer almaktadır. Bu beş bölümün dışında başta önsöz, kısaltmalar transkripsiyon işaretleri; sonda sonuç, sözlük, bibliyografya ve kıyâfet-nâmenin Nuruosmaniye Kütüphanesi nde no: 4099 da bulunan orijinal metni yer almaktadır. ÖNSÖZ Birçoğumuz hayatta ilk kez karşılaştığımız insanları hiç tanımadığımız halde onlar hakkında fikir yürütürüz. Bunu yaparken de muhatabımızın ellerine, yüzüne, saç rengine, bakışlarına, boyuna bakarak bazı değerlendirmeler yaparız. Aslında bu değerlendirmelerimizin hiçbirinin bilimsel bir dayanağı yoktur. Ama bizler bu değerlendirmelerimizi ya toplumsal yaşamın bize kazandırdıklarından, ya toplumun ortak yargılarından, ya da deneyimlerimizden yola çıkarak yaparız. Bunu yaparken de temel amacımız karşımızdaki insanları tanımak, onlar hakkında belli bir kanaate varmaktır. Đnsanları tanıma, insan olmanın serüveniyle başlayan bir olgudur. Çünkü insanoğlu düşünen, eleştiren ve merak eden bir varlıktır. Doğası gereği keşfetmeye meraklıdır. Bu yüzden de ilk keşfi kendisinden başlar ve kendisine ilkin Ben kimim? sorusunu sorarak işe koyulur. İnsanoğlunun içini kemiren bu merak duygusu kendisinden sonra yavaş yavaş çevresine doğru kaymaya ve artık insan çevresini tanımak için merak etmeye başlar. Kişinin kendisini tanıma süreci kendisinden kaynaklanan bir olguyken, başka insanları tanıma süreci ise toplumsal hayatla başlayan bir olgudur. Toplumsal hayatın doğurduğu birlikte yaşama ve yaşamı paylaşma zorunluluğu, muhatabımızı tanımamızı zorunlu kılmaktadır. Bu tanıma süreci zamanla kendine has tarzların doğmasını sağlar. İnsanları tanımak amacıyla çok eski zamanlardan günümüze kadar ruhsal ve bedensel olmak üzere iki tarz geliştirilmiştir. İnsanların ruhsal özelliklerine göre kişiliklerini bilme çok yakın bir zamanda ortaya çıkan bir tarz iken, insanların beden özelliklerinden yola çıkarak kişilikleri hakkında değerlendirme yapmak ise çok daha eskiye dayanan bir tarz olup oldukça uzun süre toplum arasında etkili olmuştur. Doğu dünyasında ilm-i kıyâfet veya firâset Batı da ise fizyonomi olarak adlandırılan bu tarz, insanların kaş, göz, saç, ağız, yanak, ayak gibi uzuvlarından yola çıkarak kişilikleri ve ahlâkları hakkında bilgilere ulaşmayı hedefler. İnsanları tanımda yaygın olarak kullanılan bedensel tahlil tarzı Eski Mısır, Çin, Hint te çok eski zamanlardan beri kullanıldığı ve özellikle Çin de yüz okuma sanatının çok yaygın olduğu ayrıca eski Babil de de tikleri yorumlayan sokak yorumcuları olduğu bilinmektedir. Bununla beraber, yapılan değerlendirmelere ait çalışmalar elde bulunmamaktadır. Bu ilim, ilk kez eski Yunan bilginlerinin elinde sistemli bir nitelik kazanarak bugün Avrupa da fizyonomi olarak adlandırılan ilim dalının temellerini atılmıştır. Galien, Hippokrates, Aristo gibi Yunanlıların büyük alimlerinin çalışmaları bu ilmin gelişmesinde oldukça etkili olmuştur. Özellikle Aristo ilk kez insanları tiplerine göre tasniflere gitmiş ve onun yaptığı çalışmalar daha sonra bu ilimle uğraşanlar üzerinde büyük etkiler bırakmıştır. Bu ilim, yukarıda da izah ettiğimiz gibi Doğu dünyasında çok eski zamanlardan beri bilinmektedir. Araplar arasında firâset ya da kıyâfet olarak adlandırılan bu ilim çok eski bir geçmişe dayanıp kâif olarak adlandırılan kişiler bu ilimle uğraşmaktaydı. Kâifler, bu ilmi Nesep belirleme, İz takip etme, Çöllerde su bulma, gelecekten haber edinme ve tabiat olaylarından anlamlar çıkarma amacıyla kullanırlardı. Ama kâiflerin yaptığı bu çalışmalar sistemli olmaktan oldukça uzak, geleneksel olarak yapılan birer tahmin yürütmekten ibaretti. Bu alanda sistemli diyebileceğimiz ilk çalışmalar İslâmiyet sonrası ve özellikle tercüme faaliyetlerinin yoğunlaştığı Abbasiler döneminde görülür. Abbasiler döneminde Yunan düşünürlerinin bu konuya dair eserlerinin Arapçaya tercüme edilmesiyle bu ilim Araplar arasında oldukça rağbet görmeye başlamıştır. Araplar, bu ilmi sadece tercüme etmekle yetinmemiş, Batılı yazarların insan hakkındaki değerlendirmelerine kendi geleneksel kültürlerini ve inançlarını da katarak geliştirmişler ve ona yeni bir nitelik kazandırmışlardır. Batılı yazarları, insanı bir bütün olarak ele alıp tiplere ayırırken, İslâm bilginlerinin insanları organlarından hareket edip her organdaki farklılığı belirli karakterlerin işareti saymaktadır. 1 Böylece konuya Batılı yazarlardan farklı yaklaştıktadırlar. Birçok alanda olduğu gibi bu alanda da çalışan bilginler, insan karakteri ve ahlâkı hakkında verdiği hükümleri sağlam temellere dayandırabilmek için ayet ve hadislerden yararlanma yoluna gitmiş ve hükümlerini akli delillerle ispatlamaya çalışmıştır. Özellikle Peygamber Efendimizin bu ilme başvurması, bu ilimle uğraşanlar için önemli dayanak teşkil etmiş ve bu ilmin yaygınlaşmasını sağlamıştır. İslâm ı kabul ettikten sonra Arap ve Fars kültürünün etkisine girerek İslâm ilimlerinin bütün dallarıyla ilgilenen Türkler, kıyâfet konusunda da çalışmalar yapmış bu alanda oldukça fazla eser kaleme almışlardır. Türk edebiyatında bu ilmin etkileri ilk kez Yusuf Has Hacib in Kutadgu Bilig adlı siyâset-nâmesinde görülmektedir. Türk edebiyatında bu konuyla ilgili ilk önemli eserler, XV. yüzyılda yazılmış ve bu dönemden sonra bu alanda manzum ve mensur çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Nesep belirleme, asker ocaklarına asker alma, suçluyu tespit etme, memur alma, köle ve cariye seçme gibi birçok alanda kullanılan bu ilme dair eserlerin genelde edebi yönü pek güçlü olmayıp hacimli de değildir. Manzum olarak yazılanlar genelde yüz-yüz elli beyti geçmezken mensur olanlar ise elli ile yüz varak arasındadır. Bu çalışmamızda temel amacımız, Türk-Đslâm kültürü içinde önemli bir yere sahip olan kıyâfet ilmini, bütün yönleriyle tanıtmaya çalışmaktır. Bunu yaparken bu ilmin tarihçesini, içeriğini ve kaynaklarını tespit etmeyle işe koyulduk. Çeşitli dönemlerde yapılan tez çalışmalarından, ansiklopedi maddelerinden ve makalelerden yararlanarak bu ilim hakkında bilgi toplamaya çalıştık. Bu alanda İslâm dönemi edebiyatımızda çok fazla eser yazılmasına rağmen bu eserler üzerinde yapılan çalışmaların azlığı, çalışmamızı yaparken kaynak sıkıntısı çekmemize neden oldu. Bu çalışmamızı beş bölümden ibarettir. Çalışmamızın ilk kısmını ilmi kıyâfet konusuna ayırdık; ama çalışmamızı kıyâfet ilmiyle başlatmayıp kıyâfet ilmine göre daha geniş bir anlam ifade eden ve kıyâfet ilmini de içine alan ilm-i firâset ile başlama gereği duyduk ve bu ilmi bütün özellikleriyle anlatarak uzun bir dönem Türk-Đslâm edebiyatında birçok yazar tarafından konu edinen bu ilmin ne olduğu, kaynaklarının neler olduğunu anlatmaya çalıştık. Bunu yaparken de Doğu dünyasındaki gelişimiyle sınırlı tutmayıp Batı dünyasındaki gelişimi üzerinde de durarak bu alanda kimlerin çalıştığını da çalışmamız dahil ettik. Bu suretle Doğu ve Batılı müelliflerin bu konuya nasıl yaklaştıklarını, aralarındaki farkların neler olduğunu belirleyerek bu ilmin daha iyi anlaşılmasına çalıştık. Çalışmamızın ikinci kısmını ise bu ilmin Arap, Fars ve Türk edebiyatındaki gelişimini ortaya koymaya ve bu alanda kimlerin eser verdiğine ayırdık. Ayrıca kıyâfet-nâmelerde ne tür tip özelliklerine dikkat edildiğini ve hangi tür organların ele alındığını ve bu organlara bakılarak karakter tahlillerinin nasıl yapıldığını verdik. Bu ilmin toplumsal hayat içinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu yapılan çalışmalar göstermektedir. Toplumsal hayattaki önemini ortaya koymak amacıyla çalışmamızın üçüncü bölümünü bu konuya ayırarak bu ilmin toplumsal hayatı nasıl etkilediğini, sanat ve edebiyatta nasıl kullanıldığını ve günümüzde etkisinin ne olduğunu inceledik. Çalışmamızın dördüncü ve beşinci bölümlerini de Şabân-ı Sivrihisârî nin hayatına ve eserine ayırdık. Müellifin hayatı hakkında dönemine ve sonraki dönemlere ait kaynaklarda bilgi yer almadığından eserinde geçen sınırlı bilgiyle yetinerek müellifin hayatını az da olsa aydınlatmaya çalıştık. Ayrıca bu bölümde müellifin eserinin içeriği ve edebi yönü üzerinde durarak eserin ne tür özelliklere sahip olduğunu inceledik. Çalışmamızın son kısmı olan beşinci kısmında ise Şabân-ı Sivrihisârî nin Nuruosmaniye Kütüphanesi 4099 numarada kayıtlı olan tek nüshasının transkripsiyonlu metnine yer verdik. Nüshanın tek olması, metni transkribe ederken zorluk çekmemize neden oldu. Metinde geçen ayetlerin orijinal yazımlarını esas alarak bunları traskribe etmedik; ama ayetlerin meallerini ve ayet numaralarını dipnot şeklinde alt kısımda gösterdik. Arapça ve Farsça beyit ve şiirlerde ve hadislerde ise böyle bir ayrıma gitmeyerek bunların transkripsiyonlu metinlerini metne aldık. Ayrıca metinde yer alan kelime yanlışlarını düzelterek metne aktardık ve bu düzeltmeleri dipnotlarla gösterdik. Okuyucuların metinden daha iyi faydalanabilmeleri için de çalışmanın sonuna bir sözlük de ekledik. Çalışmamızda yaptığımız tüm kısaltmaları ve transkripsiyon işaretlerini çalışmanın başında verdik. Böyle bir çalışma yapmam için beni cesaretlendiren ve tüm çalışma boyunca beni yalnız bırakmayarak zorlukları aşmamda bana yardımcı olup engin bilgilerinden faydalandığım danışman hocam Yrd. Doç. Dr. Ramazan Sarıçiçek e, Arapça metinleri okuyup tercüme eden hocalarım Doç. Dr. Mehmet Azimli ve Prof. Dr. Abdurrahman Acar a ve emeği geçen herkese teşekkürü borç biliyor, saygılarımı sunuyorum. KISALTMALAR A.Ü: Atatürk Üniversitesi A.yer: Aynı yer age.: Adı geçen eser agm.: Adı geçen makale agmd.: Adı geçen madde agy.: Adı geçen yazı Bak.: Bakınız Bl: Bölüm c.: Cilt Çev.: Çeviren DĐA: Diyanet Vakfı Đslâm Ansiklopedisi DĐB. Diyanet Đşleri Başkanlığı H.: Hicri Hz.: Hazreti Đ. Ü: Đstanbul Üniversitesi ĐA: Đslâm Ansiklopedisi Ktp: Kütüphane M.: Miladi M.Ö: Milattan Önce M.S: Milattan Sonra MEB: Milli Eğitim Bakanlığı No: numara s.: Sayfa TDK: Türk Dil Kurumu Trz: Tarihsiz TTK: Türk Tarih Kurumu v.: Varak 9 İÇİNDEKİLER Özet... 1 Abstract...3 Önsöz...5 Kısaltmalar...9 İçindekiler...10 I. BÖLÜM 1. Firâset Şer î Firâset Hükmî Firâset İlm-i Riyâfet İlm-i Siyâfet İlm-i Kıyâfet İlm-i Kıyâfetin Bölümleri İlm-i Simâ Đlm-i Hutût Đlm-i Kef İlmü l-akdem İlmü l İhtilâc İlmüş-şamat ve l-hayalân İlmü l-ektâf İlmü l- İrâfe İlmü l-đhtidâ Bi l-berâri ve l-akfâr İlmü l-đyâfe Kıyâfet İlmine Ait Terimler Kıyâfet-nâme Kâif, Kıyâfet-şinâs, Müdlicî, Muazzizî Tarihsel Gelişimi... II. BÖLÜM 3. İslâm Dünyasındaki Yeri ve Kıyâfet-nâmelerde Tip Husûsiyetleri Arap Edebiyatında Kıyâfet-nâmeler Fars Edebiyatında 12 3. 3. Türk Edebiyatında Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig Bedr-i Dilşâd Murad-nâme Sarıca Kemal Firâset-nâme Akşemseddin-zâde Hamdullah Hamdi Kıyâfet-nâme Firdevsî-i Rumî Firâset-nâme Şa bân-ı Sivrihisârî Kıyâfet-nâne Balizâde Mustafa Kıyâfet-nâme Đlyas b. Đsa-yı Saruhani Kıyâfet-nâme Abdülmecid b. Şeyh Nasuh Kıyâfet-nâme Mustafa b. Evranos Kıyâfet-nâme Nesimî Kıyâfetü l-firâse Niğdeli Visâlî Vesîletü l-đrfân Seyyid Lokman b. Hüseyin Kıyâfetü l-đnsaniyye fi Şemâili l-osmaniyye Şeyh Ömerü l-halveti Kıyâfet-nâme Ömer Fânî Kıyâfet-nâme Erzurumlu Đbrahim Hakkı Marifet-nâme Gevrek-zâde Hafız Hasan Kıyâfet-name Matbu Olanlar Mustafa Hâmî Paşa Fenn-i Kıyâfet-nâme Avan-zâde M. Süleyman Musavver ve Mükemmel Kıyâfet-nâme Hüseyin Şakir Firâsetü l- Hikemiyye fi Kıyâfeti l-đnsâniyye Tahir Ömerzâde Yûsuf Kıyâfet-nâme-i Cedîde Müellifi Belli Olmayanlar...69 a) Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi...69 b) Nuruosmaniye Kütüphanesi...70 c) Selimağa Kütüphanesi...70 d) Süleymaniye Kütüphanesi...70 e) Manisa Đl Halk Kütüphanesi...71 f) Millet Kütüphanesi Kıyâfet-nâmelerde Tip Hususiyetleri Renk Boy Tenin Sertliği ve Yumuşaklığı Kişinin Hareketli ve Sakin Olması Saç ve Kıl Baş Alın Kulak Kaş Göz Burun Ağız Ses Gülüş Dudak Diş Çene Çene Çukuru İncik, Baldır, Ayak ve Ökçe El ve Bilek Karın Tırnak, Parmak ve Avuç Sırt Ben Yüz Omuz Sakal Boyun Kadın Güzelliği Kıyâfet-nâmelere Göre Mutedil İnsanların Özellikleri...III. BÖLÜM 5. İslâm Toplumunda ve Osmanlıda Bu İlmin Yeri ve Diğer Alanlara Etkileri Nesep Belirlemede Hukukta Kul ve Cariye Alımlarında Memur Alımında Askerlik Alımında Edebiyatımızdaki Etkileri Divan Edebiyatında Halk Edebiyatında Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatında İlm-i Kıyâfet ve Fizyonominin Diğer Bilimlere Etkisi Psikoloji Tıp Eğitim Antropoloji, Irkçılık Kriminoloji Sanat ve Edebiyat Resim İlmin Muzdaripleri Değerlendirme IV. BÖLÜM 10. Şabân-ı Sivrihisârî nin Hayatı Nüshanın Tanıtımı Eserin Özellikleri Diğer Eserlerden Ayrılan Yönleri Eserin Dil ve Anlatım Özellikleri Biçim, Ölçü ve Kafiye Eserin Yapısı Bölümlerin Değerlendirilmesi V. BÖLÜM Şabân-ı Sivrihisârî nin Kıyâfet-nâmesinin Transkripsiyonlu Metni Sonuç Sözlük Bibliyografya Kıyâfet-nâmenin Orijinal Metni I. BÖLÜM İLM-İ FİRÂSET Firâset, genel bir kavram olup terim anlamı olarak bir şeyi sezmek, anlamak, varlık ve olayların iç yüznü keşfetmek, gaybı görmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu kavram Türk edebiyatında kıyâfet ilmi için kullanılsa da içerdiği anlam itibariyle daha geniş olup kıyâfet ilmini de içermektedir. Firaset ilmi, ilm-i kıyafet, ilm-i siyâfet, ilm-i riyâfet ve bu lanla ilgili diğer ilimleri içinde barındıran genel bir ilim olup bütün bu ilimlerin de genel adı olarak kullanılmaktadır. 1.Firâset: Firâset, insanların, diğer varlık ve olayların iç yüzünü keşfetmesi, gelecek olaylar hakkında doğru ve isabetli tahminlerde bulunabilme melekesi anlamında bir terim ve bu konuyu ele alan ilim dalıdır. Sözlük anlamı olarak ise zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir kimsenin ahlak ve istidadını yüzünden anlamak gibi anlamlara gelir. 2 Firâset sözcüğünü Araplar kıyâfet terimi için kullansalar da bu sözcüğün içerdiği anlam ve kapsama alanı kıyâfet sözcüğünden daha geniş ve daha derindir. Firâset kelime anlamı olarak sezmek, hissetmek, yakîn, gaybı görme gibi anlamlarda kullanılmış 3, ayrıca kaynaklarda zeyreklik, yani zeki ve anlayışlı olmak 4, keşfetme, sezme ve ileri görüşlülük gibi anlamları ifade etse de genel anlamıyla basiret sahibi olmak, herhangi bir konuda ve durumda uzak görüşlü olmayı ifade eder 5. Nitekim bu sözcüğü daha geniş anlamıyla düşünmek gerekirse duyu organları ve akılla ulaşamadığımız, insanların akıl ve duyu sınırlarını aşan tüm konularda yapılan fikir yürütmeyi ve sezgi gücüyle ulaşılan bütün bilgi alanını kapsar. Şabân-ı Sivrihisârî ye göre, insanların hakikatlerini, özelliklerini, hallerini değişik yollardan öğrenebiliriz. Sivrihisâri: Delîl-i aolî vü naolî ile bu fennüñ 2aooaniyyetini vü fazîletini beyân ider. Bilgil ki kütüb-i müdevvineden ba 7ında fâ7ılâdan buyurmuşlar ki: 2 Heyet, Firâset Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lugat, Türdav, Đstanbul, 1995, s Suleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Bu kelimenin asıl metinde yazımı yanlış olup tarafımızca metnin manasına uygun olarak doğru olan yazımı yazılmıştır.İnsânuñ evsâfın vü ahvâlin bilmek üç nesne ile Hâsıl olur. dedikten sonra ve bunların ilkinin vahi-yi rabbâni olduğunu şöyle aktarır. Evvel kisi vâhy-i rabbâniyeyle nitekim enbiyâdan Mûsâ peyiamber aleyhis-selâm hazret-i Mustafayı 4allallâhu aleyhi ve sellem ilhâm-ı ilâhî ile bulup temennî itdi ki anuñ ümmetinden ola. On iki tane peygamber benüm ümmetümden olmak istedi. Mûsâ bin Ümrân vü Đsa aleyhi s-selâm Mu2ammed Mu4+afâ aleyhi 4-4elâtu s-selâmın gelecegin bilüp -aber virdi. 7 Đsmi A2med vü da-ı evliyâdan nitekim Selmân-ı Fârisi vü Üveys Oaranî 8 rahimehumu llâhi aleyh Peyiamber 2a7retlerinüñ 4alallâhu aleyhi ve sellem mübârek 4uretlerin 6âhir yüzinde görmeyüp dururlar idi. Lâkin keşf u kerâmet ile bilüp ana mütâba at itmişler idi. Ammâ buncılayın marifet enbiyâdan vü evliyâdan iayrıya müyesser olmaz. Sivrhisârî ye göre bu peygamber ve evliyalar Hz. Peygamber i hiç görmedikler halde Allâh ın onlara bahşettiği ilham ve keşif suretiyle Hz. Muhammed in geleceğini Allâh onların kalbine ilham etmiştir. Sivrihisârî ye göre bir diğer yol ise marifet yoluyladır. Kişi marifet yoluyla elde ettiği bilgilerden yola çıkarak bir konu hakkında bilgilere ulaşabilir ve Allâh onu doğru yolu gösterebilir. Sivrihisârî bu görüşünü desteklemek amacıyla bir örnek verir: /ekim Camâsb, /a7ret-i Resûl üñ aleyhi 4-4elatu s-selâm oamer devrinde şah olup burc-i aoreb oırânında mâh olıcaiını vü şerî atınuñ keyfiyyetin bilüp -aloa bildürdi. Vü Danyal peyamber aleyhi selâm nücûm ahkamıyla hükmüdüp dediler ki sebayı seyyâreden devr-i oamerde beşer cinsinden bir kâmil vücûda gele na6îri gelmiş vü gelecek olmaya dir, haber verip Resûlüñ sallallâhu aleyhi ve sellem nübüvvetin bildirdiler. Sivrihisârî ye göre üçüncüsü ise ilm-i firâset ile bilinir. Bu ilmin sahibi insanların dış yapısına bakarak onların iç dünyasını okuyabilir. Sivrihisârî, Peygamber Efendimizin Medîne ye hicret ederken firâset sahibi bir kişinin Efendimizin yüzünü gördükten sonra inne vechehu leyse bi-vechin ke88âb 10 diyerek onun doğru söylediğini ve bir peygamber olduğuna kanaat getirerek imana gelmesini bu ilmin isabetli ve hak olduğuna işâret etmek istemiş. insanların bu ilim vasıtasıyla gerçeğe ulaşabilceğini aktarmıştır Allâh, Kur an-i Kerim de şöyle buyurur: Hani Meryem oğlu isa, Ey israiloğulları! Şüphesiz ben, Allâh ın size, benden önce gelen Tevrât ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberim demişti. Fakat (isa) onlara apacık mucizeler getirince Bunlar sihirdir dediler. (Saff suresi 6. ayet). Veysel Karani. Sivrihisârî, age. v. 6 b. 10 Tercümesi: Onun yüzü yalancı yüzü değildir. Sivrihisârî, age. v. 7a. 15 söyler. Firâset kavramı sûfilerde oldukça önemli bir yer işgal etmiş ve tasavvuf anlayışına Şaban-i Sivrihisârî, firâseti zeyreklik olarak tanımlayıp bu ilmin evliya ve enbiyanın marifeti olduğunu söyleyerek bu ilim hakkında şöyle der: A2vâl-i 6âhirî ile a2lâo-ı bâ+ınîye istidlâl itmekden ibâretdür. Eğer su âl olınırsa ki 6âhiri a2lâ9-ı bâ+ına nice delîl olur? Cevâb iderüz ki nefs ya mîzâcdür, ya mîzâc nefsüñ altıdur. Oanoısı olursa ef alde mizâc illet olur. 6âhirüñ ve bâ+ınuñ a2vâline öyle 6âhir ve bâ+ın eğer ma lumdur mizâca bir ma lûl 2â4ıl olduiı vaotde bir ma lûlle dahi oaziyye-yi müsellemedendür. Ve 6-6âhirü unvânü lbâ+ıni 12 şâhitdür ki sûret-i 6âhirden sîret-i bâ+ına istidlâl-ı tarîode, dürüstdür. Enbiyâ vü evliyâ ma rifetidür. Bunu özetlemek gerekirse, Sivrihisârî bu ilmin, insanın yüzünden ve dış yapısından onun iç dünyasını ve ahlakını anlamak olduğunu söyler. Osmanzâde Tâib Ahmed e göre ise firâset, hükûmet vü eyâletin şerâit-i külliyesindendür. Şuûr ve intibâha -usûsen ashâb-ı hükumete vü câha ziyb ü ârâyîş vü sebebi turfe vü arayîşdür. Malikî fakîhi ibni Ferhun firâseti kişinin dış görünüşlerinden hareketle huy, kişilik, meslek gibi yönleri hakkında fikir yürütme kabiliyeti şeklinde tanımlamış ve bu ilme kısmen dar bir anlam yüklemiştir. Hatta onu dış görünüşleri ve beden yapılarından hareketle insanların neseplerini belirleyen kıyafe ilminden de ayrı tutmaya özen göstermiştir. Katip Çelebi ye göre ise: Firâset dediklerinde suret keşfi yoktur. Sülûk ehlinin riyazetle aklına cila ve arılık vererek aydın akıl sebebiyle basiret melekesinin ziyade olup görülen ve görülmeyen, nazır ve gayıp her hali, her maddeyi basiret gücüyle olağanüstü keramet gibi bilmektir. şeklinde tanımlar ve bu ilmin sülük ehlinin bir özelliği olduğunu göre bir sufinin mutlaka firâset sahibi olması gerektiği sık sık vurgulanmıştır. Sufiler gerçeği gönül yoluyla keşfetmeyi amaçladığından firâset ilmini gerçeğe ulaşmanın bir aracı olarak görmüşlerdir. Nitekim Seyyid Şerif el-cürcânî, firâsetin kesin bilginin elde edilmesi, gaybın görünmesi anlamına geldiğini belirtir. Bu yüzden firâseti kişinin züht ve takva sonucu Allâh ın müminin kalbine bahşettiği ilham anlamıyla kullanılmıştır. Sûfiler ilhamı da bazı 12 Tercümesi: Đnsânın ruh dünyasını açıklayan bir unvandır. 13 Sivrihisârî, age. V. 4 b. 14 Yerdelen, age. s Salim Öğüt, Firâset. DİA, İstanbul 1995 c. 13, s Orhan Şaik Gökyay, Katip Çelebi, Yaşam, Kişilik ve Yapıtlarından Seçmeler, T. Đş Bankası Yayınlar, Đstanbul (trz) s Uludağ, agmd. s hallerde gerçeğe ulaşmanın bir aracı olarak görmüşlerdir. Mutasavvıflara göre mümin basiret ve firâset sahibi kişidir. Mümin firâset ve basiret sahibi olduğundan da vereceği hükümlerde şaşırmaması ve sürekli isabet kaydetmesi gerektiği savunulmuştur. Mümin isabetli hükümlere yer verirken de bunu akılla değil gönül yoluyla yapmalıdır. Onlara göre akıl insanları yanıltır, olay ve durumlar karşısında insanın gerçeğe varmasını engeller. Çünkü olayların zahir yönü olduğu kadar batın yönü de vardır. Akıl olayların sadece zahir yönünü değerlendirip onları anlamaya çalışırken olayların batın yönünü ihmal eder ve onu kavramamızı sağlayamaz. Bu yüzden mutasavvıflar görünmeyen yönünün ancak keşif yoluyla mümkün olduğunu savunurlar Çileye girmiş ve dünyevi tüm arzulardan sıyrılmış bir mümin kendi içindeki şeytani nefsi öldürdükten sonra fikri ve ruhi yönünü güçlendirdikten sonra gerçeği ve olayların ardında görünmeyeni görmesi daha kolay olur. Çünkü kendini tamamen Allâh a adamış bir mümin, olayları ve zahirin ardındaki batın perdesini aralaması, gerçeğe ulaşması Allâh tarafından bu güç kendisine lütfedilecektir. Bir kişinin züht ve takvaya yönrlmesi firâset sahibi olması için yeterli olan bir şart değildir. Firâset sahibi olabilmek için düşüncede tutarlı olmak, bir şeyde düşünerek davranmak ve basiretli hareket etmek, bir şeyin gerçek mahiyetini görebilmek gerektirir. Firâset aynı zamanda süreklilik isteyen bir fikir yürütme eylemidir. Yoksa bir kişinin tesadüfen yaptığı bir fikir yürütme firâset olarak kabul edilemez. Nitekim bir kişi işlerin iç yüzünü görebildiği, önceden tahmin edip, düşünebilme kabiliyet ve maharetine sahip olduğu müddetçe firâsetli sayılır. Bu yüzden bu yönün güçlendirmiş firâset ve basiret sahibi bir müminin isabetli tahminlerde bulunması kaçınılmazdır. Bundandır ki sufiler, firâseti müminin Allâh ın nuruyla bakması ve o kullun gören gözü olması anlamında kullanmışlardır. Nitekim birçok evliya tezkiresinde velilerin bu yönü zikrolunmuş ve onların bu alandaki maharetleri anlatılmıştır. Ayrıca firâset ilmi klasik İslâm kültüründe giderek değer kazanmasına bağlı olarak bu ilim zamanla İslâm fıkıhında da kullanılır olmuş ve fıkıh literatüründe yer edinmiştir. Başta Hanbeli fakihi İbni Kayyim el-cevziyye olmak üzere bazı İslâm hukukçuları firâsete daha geniş bir anlam yükleyerek onu, hakimin ipucularını, delil ve maddi bulgularını olaylar arasında bağ kurması sonucu gerçeği sezinmesi şeklinde anlamışlardır. Ayrıca bu ilmi yargılamalarda ve suçluyu tespit etmede kullanarak bu ilmi gerçeğe ulaşmanın bir aracı olarak görmüş ve hakimlerin bu ilmin sahibi olması gerektiğini savunmuşlardır. firasetin bu alanda kullanılmaya başlanması, kendisiyle beraber tartışmaları başlatmıştır. Nitekim bu ilim özellikle yargılama hukukunda bilgi ve ispat aracı olarak kullanılıp kullanılmayacağı tartışılmıştır. Bazı İslâm hukukçuları bu ilmin hukukta hakimin başvurması gereken temel kıstaslardan biri olması gerektiğini ve yönetici, kanun koyucu ve müctehitlerin firâsetle davranmaları gereği üzerinde dururken bazı İslâm hukukçuları Kazai gibi - da bu tür bir yaklaşımın zan ve tahminden ibâret olduğundan dolayı bu türden bir kararın zulüm olacağını savunmuştur. Bu ilim eğitim ve öğretimle elde edilen bir ilim olarak değil de Allâh ın bazı insanlara bahşettiği bir lütuf olarak kabul edilmiştir. Tecrübeye ve ilhama dayalı olmasına rağmen bu ilimde herkesin söz sahibi olması söz konusu olmayıp belli bir grup insanın bu alanda mahir olduğunu kaynaklar aktarmaktadır. Cahilye devrinde bu ilim Araplar arasında oldukça yaygın olmasına rağmen bu ilimde sadece Beni Müdlice, Beni Leheb ve Beni Nizaroğulları nın mahir olması ve bu ilimle özdeşleşmesi bundandır. Hatta Katip Çelebi bu ilmin sadece Beni Müdlice ye ait olduğu, bu ilmin öğrenilmesinin mümkün olmadığını savunur. Kaynaklarda bu kabilelerin yaptıkları tahminlerde hiç yanılmadıkları aktarılır. Firâsette, yoruma dayalı olarak bilgi edinme söz konusu olduğundan bu terim falnameler için de kullanılmıştır. Ama falnamelerde gelecekten haber verme söz konusu olduğundan firâset, falnamelerden ayrılır. Çünkü firâset gelecekten haber vermeyip sadece var olan bir durum hakkında fikir yürütmeyi içerir. Cüneyd-i Bağdadi bu konu için şöyle der: Firâset, isabet kaydetmektir, gaybı bilmek değildir. Firâset isabetli düşünmektir. der. Firâset sahibi kişi bir kere mi yoksa sürekli mi isabet kaydeder? sorusuna da Cüneyd: İsabet, belli bir zaman değil, her zaman olur; çünkü bu, Allâh ın insana hediyesidir ve hediye ise devamlı hediye verilen kişi ile bulunur. diye karşılık verir. Her ne kadar bu konularla ilgilenen alimler bu ilmin falcılıktan ayrı olduğunu ve daha çok insanı ve olayları değerlendirme ve tanıma ilmi olduğunu anlatmaya çalışılmışsa da bu ilimin bazı bölümleri, özellikle ilm-i kef, tamamen bir fal risâlesi gibi ele alınmış ve algılanmıştır. Firâset ve feraset kavramları birbirine yakın kelimeler olmasına rağmen bu iki kavram birbirinden tamamen farklıdır. Firâset, yukarıda da anlattığımız gibi olayların iç yüzünü keşfetmek, doğru ve isabetli tahminlerde bulunmak, insanların dış yapısından yola çıkarak onun iç dünyasını anlatmakla ilgili bir terim iken feraset ya da fürûset olarak da kelimesi ise süvarilik, binicilik ve at yetiştirme bilgisi anlamına gelip bu alanda yazılan eserleri karşılamak amacıyla da ilm-i feraset tabiri kullanılmıştır. Esb-name adı da verilen bu eserler genel olarak binicilik, savaşma ve kılıç kullanmayla ilgili eğitici bilgilerden, oktan, yaydan ve diğer savaş malzemelerinden, at yetiştirme, atın özelliklerinden, cins atların diğer Öğüt, agmd. s Yerdelen, age. s Yerdelen, age. s. 44, Sivrihisârî, age. V Mustafa Uzun, Fal-name DĐA. Đstanbul C. 12 s Ali Çavuşoğlu, Kıyâfet-nâmeler, Akçağ yayınları, Ankara 2004, s Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Kitabevi, Ankara 1992, satlardan ayrılan özelliklerinden, at hastalıklarının tedavi edilmesinden bahseder. İçerik bakımından firâset-nameler ile feraset-nameler farklı olmasına rağmen bu eserlerin içerikleri dikkat edilmediğinden feraset-nameler de firâset-name olarak algılanmış ve bu tür eserlere dahil edilmiştir. Hatta bazı sözlükler feraset kelimesini firâset kelimesinin anlamıyla kullanmıştır. 24 Genelde kaynaklar firâset ilmini iki başlık içinde ele alarak incelerler. Şer î ve hükmî firâset olmak üzere iki tür firâset söz konusudur. Bunların ilki tamamen Allâh ın insanlara bir bağışı olup sonradan öğrenmenin söz konusu olmadığı ve züht ile takva sonucu elde edilebilen bir firâset iken bir diğeri ise Đslâmiyet öncesi toplumlardan Đslâm dünyasına geçmiş olan ve sonradan öğrenilmesinin mümkün olduğu firâset türüdür Şer i Firâset Osmanzâde Tâ ib Ahlâk-ı Ahmedî adlı eserinin firâset babında firâset ilminin tanımını yaptıktan sonra bu ilmi şer î ve hükmî firâset olarak ikiye ayırarak şer î firâseti şu şekilde tanımlar: Firâset-i şer î andan ibâretdür ki vasıta-yı tezkiye-i nefs u tasfiye-yi kalp ile hicab-ı gaflet ayn-ı basiretden ref olup nûr-i ikân ile müşahid ola, ta ki tevcih-i nazar itdüği ahvale badi-i emrde tahsil-i vukûf u şu ûr eyleye. 25 Bu tanımlamadan yola çıkarak şer i firâsetin, tecrübeye dayanmayıp çalışma sonucu elde edilmeyen nefsin arınması yoluyla insanın ulaşabileceği, Allâh ın bir lütfu olan manevi görme gücünden ibâret olması şeklinde açıklayabiliriz. Diğer bir deyişle kişinin madde aleminden ve bedeni hazlardan tamamen arınarak Allâh ın lütfuyla kişinin herhangi bir kişi ya da olay hakkında isabetli kararlar ve hükümler vermesidir. Bu ilim öğrenmeye dayanmayıp tamamen kişinin ahlaki yönüyle ilgili olan bir firâset türüdür. Sufiler bu tür firâseti ilham anlamında kullanmışlardır. İlham, feyiz yoluyla kalbe ilka olunan mânâ, akıl yürütme ve düşünmeye dayanmadan kalpte doğan bilgi olarak tarif edilebilir. ilhamın çeşitli tarifleri yapılmakla beraber ortak noktaları dikkate alındığında şöyle de tarif edilebilir: Herhangi bir istidlal yoluna başvurmadan insanın ruhî melekeleri vasıtasıyla bir konu hakkında ilim sahibi olmasıdır. Şer î firâset, eğitimle ve tecrübeyle elde edilmeyip genelde keskin zeka ve üstün sezgi gücüne sahip olan insanların sıkı perhiz ve çile sonucunda nefislerini arındırarak ruhi ve fikri Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe sözlüğünde feraset sözcüğünü anlayışlılık, çabuk seziş şeklinde açıklamıştır. Bak. Devellioğlu, age. s Yerdelen, age. s Çavuşoğlu, age, s Uludağ, agmd. s yönlerini güçlendirerek görünmeyenin ardındakini görmeleri; diğer bir deyişle zahirden batına ulaşmalarıyla elde ettiklerinden böyle bir hükme varılmıştır. Bir Müslüman kalbini kin, nefret, münafıklık, çekemezlik, düşmanlık...vb. her türlü kalp hastalıklarından temizleyip iman nuru ile takva muhabbetiyle doldurduğunda, aynaya akseden eşyanın sureti gibi bazı sırlar adeta cilalanmış olarak kalbine akseder, "başkalarının gönüllerindeki saklı olan şeyleri de keşfedebilir ki, işte bu gerçek "firâsettir". Nitekim Hz. Peygamber "müminin firâsetinden sakınınız; zira o Allâh Teâlâ'nın nuru ile bakar" 28 hadisi bu tür firâseti işâret eder. Yukarıda sözü edilen hadiste iki ayrı yorum yapılmıştır: Birincisi, hadisin zâhirinin delalet ettiği anlamdır ki, bunu Allâh Teâlâ, evliyasının kalbine koyar da, onlar da bunun sâyesinde kerâmet, isabetli zan ve hades (başkalarının bilmediği şeyleri bilebilme yeteneği) çeşitleri ile insanlardan bazısının durumlarını bilirler. ikinci görüşe göre ise; hadiste sözü edilen firâset, delillerle, tecrübelerle, yaratılış ve ahlâkla öğrenilen bir tür (maharettir) ki, bazıları insanların bâtın hallerini bu maharetleri sâyesinde bilebilirler. Necmüddin Kübra şer î firâseti, ruhun ilahi bir kuvvetle, düşünme ve tefekkür olmadan gaybi manaları bilmesi, yani diğer bir tabirle Allâh ın kişinin gönlüne attığı bir ilham ile kişinin iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, zararlıyı yararlıdan ayırabilme gücü şeklinde tarif eder ve buna firâset-i akliye, ilahi ve keşfi firâset de dendiğini aktarır. Bu ilimde yanılmanın mümkün olmadığını kaydederek firâset sahiplerinin dört ana mertebelerinin olduğunu söyler. Bunlar: iman, velayet, nübüvvet ve risâlettir. Kişinin ruhunu terbiye edip benliğinden sıyrıldıktan sonra bu ilme sahip olabileceğini aktardıktan sonra, Ölü iken kalbini diriltip insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu karanlık içinde kalıp bir türlü çıkamayan kimsenin durumu gibi midir? (En am 122) ayetinin bu tür firâseti işâret ettiğini dile getirerek ayrıca ayeti şu şekilde yorumlar: Yani onu taş gibi katı ve sert olan ene nîn karanlığından kurtarıp onu rabbani vasıflarımızla diriltiriz ve sonra ona cemalimizden bir nur veririz ki sufi o sayede firâsetle insan arasında yürür ve onların hallerini müşahede eder. 30 Kaynaklarda bu tür firâsete enbiya ve seçkin müminlerin sahip olduğu ve sıradan insanların bu tür firâsete sahip olamayacağı aktarılır. 31 Gerçi bu ilim zahir alimlerde de görülmekle beraber daha çok sufiler arasında yaygındır. 32 Azizüddin Nesefî sufilerin dışında başka kavimlerin de gönüllerinin süsten arınmış ve sade olduğundan bazı durumlar hakkında 28 Gazzalî, Đhyau Ulumi'd-Din terc. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınları, Đstanbul 1973, II Çavuşoğlu. age. s Necmüddin Kübra, Tasavvufi Hayat, Dergah yayınları, Đstanbul, 1996, s Çavuşoğlu, age. s Uludağ, agmd. s tahminlerin onların gönüllerinde de belirdiğini ve bu durumun hayvanların gönlünde de hasıl olduğunu; çünkü onlarını kalplerinin saf olduğunu belirttikten sonra bu tür hayvanların insanlara ilettiklerini ancak kimilerin anladığını kimilerinin anlamadığını söyler. Ama buna rağmen bu firâset türü sufilerle özdeşleşmiş ve evliya tezkirelerinde sûfiler aktarılırken onların bu yönü özellikle vurgulanmıştır. Hatta Attâr gibi mutasavvıf yazarlar bir veliyi anlatırken onların bu yönlerini de aktarmayı ihmal etmemiştir. Ayrıca sûfilerin bir olay ya da kişi hakkında verecekleri hükümlerde kolay kolay yanılmayacaklarından bahsedilir ve verdikleri hükümlerde isabet kaydettikleri aktarılır. Rivayete göre güçlü bir firâsete sahip olan Şah Şücâ -i Kirmâni in tahminlerinde yanılmadığı ve nitekim Cüneyd-i Bağdadi nîn Müslüman kılığındaki bir gencin Yahudi olduğunu ve yakında ihtida edeceğini ilk bakışta firâsetiye anlamıştır. Ayrıca Hz. Osman ın kendisine gelen bir kişinin gözlerinden zinaya meyilli olduğunu firâset sâyesinde bir bakışta anladığını aktarır. Necmüddin Kübra bir sufinin firâsetiyle kendisinin ilim ve irfan bakımından yeterli bir mertebede olmadığını aktardığı şu olay anlatmaktadır: Kerbelâ yolundayken bir dervişten kuş sesleri duyardım, kötü görüp inkar etmiş ve durumu kendisinden sormuştum. Sufi de bana: Hayırlı olur inşallâh bu, mübarek bir şeydir. diye karşılık verdi. Benim o makama ulaşmadığımı firâset ile tespit edince bana bu sözlerin dışında başka bir şey söylenmedi. Gerçekten bir zaman sonra o makama ulaşınca, kuş seslerinin işitme halini tecrübeyle öğrendiğim zaman o dervişin sayhasından doğru ve sahih olduğunu öğrendim. Nedametle parmağımı ısırdım. Hayret ve dehşet içindekiler gibi sübhanallâh dedim. Đşin garip tarafı bu işten haberi olanlar müstesna- insanlar arasında bu yüzden adım mecnuna çıktı Hükmi Firâset Bu firâset türü Đslâm alemine Đslâmiyet öncesi kültürlerden tercüme edilen eserlerden geçmiştir. Aristo ya mal edilen ve Yuhanna b. Bıtrîk tarafından Kitabü s-siyase fi Tedbiri r- Riyase adlı Arapça yazılan eser Đslâm alemini bu tür firâsette oldukça etkilemiş 38 ve bu tarzda yazılan eserlere örneklik teşkil etmiştir. Bu firâset türü şer i firâsetten farklı olarak çalışma ve tecrübe sonucu elde edilen ve başkalarına öğretilebilen bir firâset türüdür. Şer i firâset kişinin ruhi terbiyesi sonucu kişinin kalbinde oluşan ilhamlara dayalı olarak kişinin bir durum hakkında yorum yapması hususuna dayanırken, bu firâset türü kişinin tamamen 33 Azizüddin Nesefi, Tasavvufta Đnsan Meselesi (Đnsan-ı Kamil) Dergah yayınları, Đstanbul, 1990, s Uludağ, agmd. s A.yer. 36 Çavuşoğlu, age. s Necmüddin Kübra, age. s Uludağ agmd. s 23 tecrübelerine dayalı olup kişinin bu tecrübelerinden yola çıkarak kişi ve olaylar hakkında fikir yürütmesi temeline dayanır. Osmanzâde Ta ib in deyişiyle ekseri tecrübe ile ma lum olan ve heyet ve eşkalden istidlal olunan firâset türüdür. Hükmî firâset, tecrübeye ve kişinin öğrendiklerine dayalı olduğu için bu ilimde yanılma ihtimali yüksektir. Bu ilme hükmî firâset denmesinin asıl sebebi de tamamen gözleme ve tecrubeye dayanmasıdır. Firâset ilminde temel maksat kişinin veya bir durumun herhangi bir zahiri özelliği bilinmeden, bir gözleme dayanmaksızın kişinin ahlaki yapısını bilmek ve olayların iç yüzünü anlamaktır. Firâset ilminin bu özelliği göz önünde bulundurulduğundan bu firâset türü tecrübeye dayalı olması ve doğrudan doğruya insanın ve varlığın dışa bakan tarafıyla ilgili olup tabiat bilimlerine yakın olduğundan asıl firâset ilminden sayılmaz. Bu firâset türü, tamamen gözlemlerden yola çıkarak hüküm verme üzerine temellendiğinden bu ilme kaynaklarda kıyâfet ilmi de denilmiştir. Katip Çelebi ve Taşköprüzâde Ahmet Efendi, bu kıyâfet türünü kendi içinde kıyâfetü l- beşer ve kıyâfetü l isr diye ikiye ayırır, Şaban-ı Sivrihisârî ise kıyâfet-nâmesinde bu firâset türünü ilm-i kıyâfet, ilm-i riyafet ve ilm-i siyafet adı altında üç başlıkta ele almıştır. Biz de bu ayrımı esas alarak hükmî firâseti üç bölümde ele alacağız İlm-i Riyafet Bu ilme kıyâfetül-mâ adı da verilir. Şaban-ı Sivrihisârî kıyâfet-nâmesinde bu ilmi şu şekilde tanımlar: Fehi ibâretün an-ma rifeti r-raifi l-mâ i l-müteseccini fi l- arzi. Ya nî bir yerde Habsolmuş Suyu bilmekden ibâretdir. Bu fennüñ ehli turâbuñ râyi2asını şem itmek ile suyuñ yaoınlıiını ve ırâolıiını idrâk ider. Yani bir yerde bulunan suyu bulmak ilmi olarak adlandırılır. Bu ilmin sahibi çevrede bulunan otlardan, bitki örtüsünden, canlılardan, toprağın kokusu ve neminden yola çıkarak yeraltındaki su damarlarını bulmaya çalışırlar. Bu özellik sadece insana özgü olan bir özellik olmayıp hayvanlarda da mevcuttur. Afrika da yeni otlaklara göç eden filler, savanada yol alırlarken susamaları esnasında koklama duyularından ve uzun hortumlarından yararlanarak yeraltındaki suyu bulurlar ve böylece uzun süren yolculuklarında susuzluktan helak olmaktan kurtulurlar. Ayrıca Mehmet Kaplan dan aktaracağımız ve Oğuz-nâme den alınan aşağıdaki olay yukarıdaki dediklerimizi destekler niteliktedir. Olay şöyledir: Oğuz un yolu bir seferinde susuz bir sahradan geçer. Öyle ki bir damla gül yağına bir damla su vermezler. Kara Sülük, insanların susuzluğunu ve içinde bulundukları çaresizliği babası Yuşı Hoca ya bildirince Yuşı Hoca der ki: Birkaç ineğin başını birbirine bağlayarak onları çok susayıncaya kadar devamlı koşturunuz. Sonra bırakın, eğer bu inekler tırnaklarını bir yere vurup kazarsa orda su bulunduğuna işârettir. Yuşı Hoca nın dedikleri yapılır ve Oğuzlar susuzluktan kurtulur İlm-i Siyafet Şaban-i Sivrihisârî nîn kıyâfet-nâmesinde açıklanan firâset ilminin bir diğer bölümüdür. Bu ilme ilm-i isr adı da verilmektedir. Sivrihisârî bu ilim için kıyâfet-nâmesinde şöyle der: Fehi ibâretün an-tetebu i sayifin â3ârü l-aodemi ve l-i-feyi ve l-2avefin fi t- +arioi l-oabileti. 47 ya nî siyâfet ayaolar izlerin ve dırnaolar izlerin +erk-i oâbilede ya nî şol yerdeki ayao şekli ile müteşekkil olmaia oâbil ola tetebbu idüp bilmekden ibâretdür. Nâs bu fennüñ ehli ile tamâm-ı fâ ide ile fâ idelenürler. Zîrâ bunuñ sâyesiyle vü4ûl bulurlar ırâo yerlerdeki anda nâsdan hârib u sârio u 2ayvân gitmiştir. Bunu idrâk itmez. Îllâ ouvvet-i bâ4irede ve -ayâliyede ve 2afı6ada tamâm-ı kemâl üzerine olan vallâhu a lem u a2kâm. 48 Ya nî ayak ve tırnak izlerinden yola çıkarak izlerin sahipleri hakkında bilgi edinmektir. Türkçede iz sürmek şeklinde tabir edilen bu ilim, 49 yerdeki ayak izlerinden yola çıkarak ayak izlerinin sahipleri hakkında bilgiler aktarılır. Đnsana ait olan ayak izlerini ele alan bu ilmin sahibi ayak izinin şeklinden yola çıkarak izin erkeğe mi yoksa bir kadına mı ait olduğunu tespit etmeye çalışır. Ayrıca bu ilmin sahibi bu tür tespitlerde bulunurken izin sahibinin yaşı, kilosu, kişiliği, sağlık durumu hakkında da bilgiler verme yoluna gider. Amil Çelebioğlu nun da makalesinde anlattığı ve Halk arasında biraz daha farklı anlatılan bu hikaye bu ilmi konu alması bakımından önemlidir: Hikaye edilir ki üç arkadaş yolculuk ederken yolda birinin bir kese altını kaybolur. Kese altınını kaybeden şahıs, arkadaşlarına altınlarını kaybettiğini söyler. Arkadaşından biri altınlarının kırmızı bir kese içinde mi olduğunu sorar. Adam altınlarını bulmuş olabileceği düşüncesiyle evet diye sevinçle cevap verir. Diğer arkadaşı hemen söze karışır ve içinde şu kadar mı para vardı diye sorar. Adamın sevinci daha da artar ve mutluluk içinde evet der. Diğer arkadaş devam eder ve kesenin ağzını şu şekilde mi kapattın der adam 46 Mehmet Kaplan, Tip Tahlilleri, Dergâh Yayınları, Đstanbul. 1985, s Tercümesi: Bu, yoldaki çukurları ve ayak izlerini araştıran sayifin araştırmalarından ibârettir. 48 Sivrihisârî, age. v. 5a-b. 49 Çavuşoğlu, age. s 25 yine sevinçle evet der. Kesesini bulmuş olmanın sevinci içinde kesemi alabilir miyim der. Kesenin kendilerinde olmadığını söylerler söylemesine ama kese sahibini ikna edemezler ve kese sahibi onları hırsızlıkla suçlayıp onlardan şikayetçi olduğunu söyleyerek kadının yolunu tutar. Yolda üç arkadaş devesini ve deveye binmiş karısını kaybeden bir adama rastlarlar. Adam, devesini görmüş olabilecekleri ümidiyle üç arkadaşa devesini ve karısını sorar. Arkadaşlardan biri adama: Deven yük taşıyordu değil mi? diye sorar adam evet cevabını verir. Diğer arkadaşı devenin kuyruğu kısa ve deve kör müydü, der. Adam yine bunu onaylar. Sözü ilk alan tekrar söz alır ve karın hamile miydi, der. Adam bunu da onayalar. Artık karısını ve devesini bulmuş olmanın rahatlığı içinde: Devem ve karım nerde? der, iki arkadaş görmedik derler. Đki arkadaş adama bazı açıklamalar yapmayı deneseler de adam ikna olmaz ve soluğu kadı nın huzurunda alır. Kadı davacıyı dinler ve iki arkadaşa döner: - Devenin yük taşıdığını nereden anladın, der. - Deve yürürken bastığı yerlerde normalden daha fazla derin çukurlar oluşmuş ve izler daha belirgin olmuştu, der. Kadı diğerine döner ve bu sefer ona devenin kuyruğunun kısa ve devenin kör olduğunu nereden bildiğini sorar. Adam: - Devenin kuyruğunun kısa olduğunu yoldaki kan damlalarından anladım. Yolda kan damlaları vardı ve anladım ki devenin kuyruğu kısadır ve kısa olduğundan dolayı da onu sokan sinekleri kovmakta zorluk çekiyor. Kör olduğunu nerden bildiğime gelince de yolda bir taraftaki otlar yenmiş iken bir taraftaki otlara ise hiç dokunulmadığını fark ettim. Anladım ki deve hep bir taraftan otlanmış ve ben de bu gözlemlerimden yola çıkarak devenin kör olduğuna kanaatine vardım, der. Kadı dinledikleri karşısında şaşkınlığını gizlemeye çalışır, diğerine döner ve kadının hamile olduğunu nerden anladığını sorar. Adam: - Efendim, kadınının oturduğu yerde el izi gördüm. Anladım ki kadın hamiledir, çünkü kadın kalkmakta zorluk çekmiş ve kalkabilmek için de ellerini yere koyup destek almaya çalışmıştı ve böyle bir şeyi ancak hamile olanlar yapar, der. Kadı iki arkadaşı dinledikten sonra bunların kıyâfet ilminde mahir oldukları kanaatine vararak ikisinin de suçsuz olduğunu söyleyerek davacı tarafları davalarından vazgeçmeleri için ikna eder. Bu ilim sadece insanların ayak izlerini konu almaz. Ayak izleri bir hayvana aitse hayvanın hangi yöne ve ne zaman gittiği, hayvanın dişi mi erkek mi olduğu ve hayvanın ne tür özelliklere sahip olduğu da aktarılır. 24 26 1.2.3 Đlm-i Kıyâfet Đnsanların dış yapısını, yüz hatlarını ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerini konu alan bölümlerine kıyâfetü l-beşer adı verilir. Kıyâfetü l-beşer de kıyâfetü l-insaniye ve kıyâfetü l-ebdan olarak da bilinmektedir. Bir kimsenin saç, göz, kulak, ayak gibi dış yapısına ait uzuvlarından yola çıkarak onun ahlak ve karakter özellikleri hakkında bilgi vermeye denir. 50 Diğer bir deyişle insanın zahirinden batıni vasıflarını tahmin ve tespit etmek olan ilme 51 denir Đnsanın vücut yapısı ile karakteri arasındaki ilişki kesinlik göstermese de birçok bilim adamınca doğru kabul edilmektedir. Đnsanoğlu tarihin her döneminde bu bilim dalı ile ilgilenmiş, çeşitli medeniyet dairelerinde kendisine farklı isimler verilmiş ve hakkında birçok fikir ileri sürülmüştür. Bilim dalı olarak bizdeki tabiri ile kıyâfet ilmi Arapların ıstılâhında yer alan firâset ilminden daha dar bir alanı ihtiva etmektedir. Kıyâfet kelimesi ıstılah anlamı olarak değişik anlamlara gelen bir sözcüktür. Bu sözcük kelime anlamı olarak kılık, bir şeyin dış görünüşü, şekil, suret, bir kişinin giydiklerinin bütünü gibi anlamlarda kullanılmış hatta kıyâfet kelimesi sözlüklerde ayak izlerinden yola çıkarak varlıklar hakkında bilgi veren ilim 52 şeklinde de aktarılmıştır. Nitekim edebiyatta ve eski ıstılahta ise kıyâfet bu anlamların dışında kullanılmıştır. 53 Edebiyatta bu sözcük; insan fizyonomisinden, onun yüz hatlarından, el, kol ve ayağından, göz, saç ve ten renginden ve bir kısım davranışlarından hareketle karakter tahlilinde bulunan ilme verilen isim olarak kullanılır. Bu ilim sadece insanların dış yapısından yola çıkarak kişiliklerini ortaya koymaya çalışmaz, aynı zamanda insan organlarından yola çıkarak insanların akrabalık ilişkilerini de ortaya koymaya çalışır. 54 Kıyâfet ilmi dar manada Arap ıstılahında kıyâfet denilen bir bilgi şubesini delalet eder. 55 Arapça kavf kökünden türeyen kıyâfet iz sürüp gitmek, takip etmek, peşi sıra gitmek anlamlarına gelir 56 ve bu terim eskiden Arabistan da insanların beden yapılarına, organlarına bakarak onların nesebini belirleyen kâif lerin uğraştığı ilmin adı olarak kullanılmıştır. Bu kelime Kuran-ı Kerim de sadece bir kere kullanılmış, bu kullanım da kıraat şeklindedir; fakat aynı anlama gelen, k-v-f kökü Kuran da beş kere yer almaktadır. Kıyâfet 50 Çavuşoğlu, age, s Amil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, MEB Yayınları, Đstanbul 1998, s Sivrihisârî, age. v. 4b. 53 Devellioğlu, age. s Yerdelen, age. s O. B. Macdonald., Kıyâfet Đslâm Ansiklopedisi, c. 4, MEB Yayınları, Đstanbul 1988, s Mine Mengi, Kıyâfetnâme, DĐA, c. 25 Ankara 2002, s 27 terimi Türkçeye elbise şekil heyet, sûret, zâhir ve kılık anlamlarıyla kullanıldığı halde Arapçada bu kelime bu anlamlarıyla kullanılmamış, Farsçada Türkçedeki manaları mevcut olduğundan bu kelimenin Türkçeye Farsçadan geçtiği tahmin edilmektedir. 57 Arapça da firâset kelimesi de iz sürmek, birinin arkasından gitmek anlamına geldiği için Arap âlim ve edipleri kıyâfet yerine daha çok firâset kelimesini kullanmışlardır; 58 ama firâset kelimesi kıyâfet kelimesinden daha geniş bir anlam ifade etmekte ve kıyâfet ilmi firâset ilminin bir alt bölümü olarak ele alınmaktadır. Hatta bazı Đslâm alimleri kıyâfet ilmini firâset ilminden tamamen bağımsız bir ilim şeklinde de ele alıp değerlendirmiştir. 59 Firâset tabiri insanların dış yapısına bakarak onun iç dünyası hakkında bilgi veren ilim anlamına gelmekle beraber, tasavvuf ıstılâhı olarak da, Allâh tarafından evliyaya ihsân edilen keşif hasletini ifade eder. Türkler firâset ilminin Arap medeniyet ve coğrafyasını ilgilendiren kısımları (ibnü l-ektâf, ilmü l-irâfe, ilmü l ihtida, ilmü r-riyâfe, ilmü nüzûli lgays, ilmü kıyâfetü l-eser) yerine insanın bedenî ve ruhî yapısıyla ilgilenen bölümlerini (ilmü l-kef, ilmü l-esarîr, ilmü l-ihtilâc, ilmü kıyâfetü l-beşer) ön plana çıkarıp bunları kıyâfetü l-isr ve kıyâfetü l-beşer olmak üzere iki kısımda değerlendirilmişse de 60 yukarıda da izah ettiğimiz gibi genel olarak bu ilim siyafet, riyafet ve kıyâfet diye üç kısımda değerlendirilmiş ve kıyâfet ilmide ele aldığı konulara bağlı olarak alt bölümlere ayrılmıştır. Bu ilim sadece Doğu dünyasında görülen bir ilim olmayıp geniş bir coğrafyada yaygınlık kazanmış ve her medeniyet kendince bu ilme bazı özellikler katarak geliştirmiş ve bu ilme kendi kültürüne uygun şekilde ad vermiştir. Doğu dünyasında insanların dış yapışlarıyla kişilikleri arasındaki ilişkiyi inceleyen bu ilime ilm-i kıyâfet, Batı dillerinde ise bu ilme fizyonomi adı verilmiştir. Fizyonomi, kıyâfet kelimesine göre daha dar bir anlam ifade etmektedir. Kıyâfet kavramı insanın tüm hatlarını, ayak izlerini ve hayvanları ele alırken fizyonomi, sadece insandan hareketle insanın kişiliğini ortaya koymaya çalışır. Đlm-i kıyâfet uzmanları bize göre gaybî sayılan pek çok hükümlerde bulunurlar. Bu uzmanların yapmış oldukları değerlendirmelerin ve vardıkları hükümlerin tamamını içeren bilime verilen isme ilm- kıyâfet denmektedir. Bu alanda yazılmış eserlere de Vesiletü l- Đrfan, Zübdetü l-đfan gibi özel isimlerin dışında 61 - genel olarak kıyâfet-nâme adı verilir Çelebioğlu, age, s Mengi, agmd. s Nusret Gedikli, Kıyâfet Đlmi ve Süleymaniye Kütüphanesinde Kayıtlı Yeni Bir Kıyâfetnâme Üzerine 28 Mayıs Öğüt, agmd. s Nusret Gedikli, Kıyâfet Đlmi ve Süleymaniye Kütüphanesinde Kayıtlı Yeni Bir Kıyâfet-nâme Üzerine 28 Mayıs Çelebioğlu, age, s M. Zeki Pakalın, Kıyâfet-nâme, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 2. c. Đstanbul. 1993, s 28 Đlm-i Kıyâfetin Bölümleri Kıyâfet ilmi kaynaklarda kıyâfetü l-isr ve kıyâfetü l-beşer veya kıyâfetü linsaniye diye ikiye ayrılmışsa da yukarıda da ele aldığımız gibi kıyâfetü l- isr ve kıyâfetü lbeşer firâset ilminin bir alt bölümü olarak ele alınmış ve kaynakların bir kısmında bu şekilde verilmiştir. 63 Đnsanların dış yapısını, yüz hatlarını ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerini konu alan bölümlerine kıyâfetü l-beşer adı verilir. Kıyâfetü l-beşer de kıyâfetü l-insaniye ve kıyâfetü l-ebdan gibi kavramlar genel olarak kıyâfet ilmi için kullanılmıştır. Kaynaklarda (örneğin Keşfü z-zünun da) bu ilim, nesep, doğum ve diğer durumlarda iki şahsın bütün organlarındaki benzer ve ortaklardan istidlalde bulunma keyfiyyâtıdır 64 şeklinde tanımlanmışsa da bu tanımlama sadece nesep belirleme yönüyle ele alındığından eksik bir tanımlamadır. Kıyâfetü l beşer, insanların uzuvlarından yola çıkarak onun nesebi, kişiliği, inançları, eğilimleri, hastalıkları ve talihi hakkında bilgi veren ilimdir şeklinde tanımlamak daha doğru bir tanım olmalıdır. Çünkü bu alanda yazılan eserler, nesep belirlemeden ziyade insan organlarıyla kişiliği arasındaki ilişkiyi ele almıştır. Kıyâfet-nâmelerde insanın her organına yazarlar farklı anlamlar yüklemiş ve hatta ele alınan organlar ve organların özelliklerine göre bu ilme adlar verilmiştir. Bunlar: Đlm-i Sima Đnsanların yüz hatlarından ( göz, kaş, burun, çene, kulak, yanak, bakışların buğusu gibi) yola çıkarak onların karakterleri, ahlakları hakkında bilgi veren ilme denir. 65 Yüz okuma sanatı olarak da bilinen ilm-i sima çok eskilerden beri bilinen bir ilim olup bu alandaki ilk çalışmalar milattan öncelere dayanır. Çin de Mien Shiang olarak bilinen yüz okuma sanatı bu alanda yapılan ilk çalışma olarak bilinir. Eski Çin yüz okuma sanatına göre bir kişinin ağız, kulak, burun, göz ve kaşların dengeli olması kişinin mutlu olması arasında sıkı bir ilişki vardır. Ayrıca yüze dair özellikler Aristo nun da ilgisini çekmiştir. Aristo ya göre insanların yüz hatları kişilikleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir Đlm-i Hutût Đnsanın çektiği acılar, sıkıntılar, yaşam şartlarının zorlukları insanların yüzlerine yansıdığından ve yüzde izler bıraktığından bu izlere bakarak şahsın kişiliği, çektiği sıkıntıları, yaşı hakkında ipucular elde edebiliriz. Đşte ilm-i hutût insanların alın çizgilerine bakarak 63 Sivrihisârî age. v. 5a. 64 Yerdelen, age. s Mengi, agmd. s 29 kişinin yaşı, içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumu ve çektiği sıkıntılar hakkında fikir yürüten ilme verilen addır Đlm-i Kef Đnsanların el ve avuç içlerindeki çizgilere, tırnak ve parmaklara, tırnaktaki noktalara bakarak onların kişilikleri, gelecekleri ve talihleri hakkında bilgi veren ilme denir. 67 Bu ilim genelde falcılıkta kullanılmış ve el falı olarak yaygınlaşmıştır. Đnsanların avuç içlerini bilmek onların talihlerini bilmekle eş değer tutulmuş ve ayrıca insanların kaderlerinin dahi avuç içinde gizli olduğuna inanılmıştır. Arap şairlerden A şa dan aktarılan şu alıntı bu yargımızı destekler niteliktedir: A şa ol kimseye itâb idüp didi ki sen benüm a yâma da-ı a yâmüñ esrârına anda olan -a+lara na6âr eyle. Sen baña 7arar idem deyu va ad eyleseñ eyleyemezsün. Zîrâ benim a yâmda devlet ve şecâ at 2a++ı vardır. 68 Kıyâfet-nâmelerde en çok üzerinde durulan kısım ilm-i keftir. Bu ilmi anlatan bölümlere el resimleri eklenerek bu resimlerden yola çıkılarak eldeki çizgiler hakkında yorumlar yapılır, 69 kişilerin sağlık durumları, ömürleri, talihleri, ve gelecekteki durumları hakkında tahminlerde bulunulur. Bu ilim bağımsız olarak ele alınmamakla beraber bu ilimle ilgili müstakil eserler de yazılmamıştır ve bu ilme dair bilgiler kıyâfet-nâmelerde genelde bir risâle şeklinde verilmiştir. Bu ilimle ilgili ilk çalışmalar eski Mısır ve Hindistan da görülmüş ve sonradan diğer coğrafyalarda yaygınlaşmıştır. Ellere ve avuçlara bakarak kişinin geleceği hakkında bilgiler vermek özellikle çingenelerin maharetli olmasından dolayı bu ilim çingenelerle özdeşleşmiştir Đlmü l- Akdem Đlmü l- akdem ise kişinin ayaklarındaki çizgilere bakarak onun kişiliği, nesebi, talihi, sağlık durumu ve talihi hakkında bilgi vermeye denir. 70 Bu ilim Arap yarımadasında kâifler arasında yaygındır. Kâifler, insanların ayaklarındaki benzerliklerden, hatlardan ve diğer özelliklerden yola çıkarak kişinin nesebi hakkında bilgiler verirlerdi. 66 Mengi, agmd. s A. yer. 68 Sivrihisârî, age, v. 8b. 69 Çavuşoğlu, age. s A. yer. 28 30 Đlm-i Đhtilac Đnsan vücudundaki seğirmeleri özellikle gözdeki seğirmeleri konu alan ilimdir. 71 Bu ilmin sahibi, kişinin yüz ve gözündeki seğirmelerden yola çıkarak kişinin kişiliği, eğilimleri ve talihi hakkında hükümlere varır. Balizade Mustafa ya göre: Külli kurallar altında olmayıp yüzdeki ve bedendeki hallerden çıkarılan hükümlerden ibârettir. 72 Bu ilinin çok eskiden beri yaygın olduğu ve Babil de tikleri yorumlayan sokak yorumcuların olduğu kaynaklarda aktarılmaktadır. 73 Ayrıca kaynaklarda bu ilmin Helenistik dönemde ve Sümerlerde makbul olduğu ve oldukça rağbet gördüğü de belirtilmektedir Đlmü ş-şamat ve l Hayalân Đnsanların vücutlarındaki ben ve lekelere bakarak onların özelliklerinden, şekillerinden yola çıkarak insanların kişilikleri, iç dünyaları, talihleri hakkında bilgi veren ilme denir. 75 Ayrıca Taşköprizâde firâset ilminin yukarıda saydığımız bölümleri dışında başka bölümleri de saymaktadır 76. Bunlar: Đlmü l-ektaf Koyun ve keçilerin yassı kemiklerini güneşe tutularak bu esnada garip çizgiler ve şaşılacak şekilerin ortaya çıkarılarak firâset ehli olan kimsenin bunlara bakarak büyük alemde olan olayların, kıtlık, bolluk, savaş ve barışları 77 ilham ve sezgiyle tahmin ettikleri bir bilim dalıdır. 78 Bu ilim, kahinlik olarak da kabul edilebilir. Çünkü bu ilmin sahibi bazı işâretlerden yola çıkarak geleceğe dair bazı kehanetlerde bulunmaktadır Đlmü l-đrafe Firâset ehlinin, şu anda meydana gelen olaylardan yolla çıkarak gelecekte olacak olaylar hakkında yorumlar yapması temeline dayanan ilme denir. 79 Bu ilmin sahibi olayların oluşum şartlarını, olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini gizli ve açık delillerini iyi bir şekilde ortaya koyarak gelecekte ne tür olayların ortaya çıkacağı 80 hakkında fikirler yürütür. 71 Mengi, agmd, s Çavuşoğlu, age, s Đsmail Deniz, Fizyonomi, Sızıntı, sayı : 300, Ocak Çavuşoğlu, age. s Uludağ, agmd. s A. yer. 77 A. yer. 78 Çavuşoğlu, age. s Uludağ, agmd. s Çavuşoğlu, age. s 31 Günümüzde de birçok ilim adamı genel gidişatlardan yola çıkarak geleceğe dair felaket senaryoları çizdikleri ve komplo teorilerini ortaya attıkları, yorumlarda bulundukları görülmektedir. Bu bilim adamların yaptıkları bu tür yorumlar irafe ilmi çerçevesinde değerlendirilebilir Đlmü l-đhtidâ Bi l-berâri ve l-akfâr Sahra ve çöllerde yön tayin eden ilme denir. 81 Çöller sabit bir yapıya sahip olmayıp sürekli bir değişim içindedir. Birkaç saat önce görülen bir tep, bir çukur bir kum fırtınası sonrasında tamamen ortadan kaybolabilir. Bu yüzden çöllerde seyahat eden insanların yollarını kaybetmesi ve çölde helak olması an meselesidir. Bu ilmin ehli, yıldızlardan, toprağın yapısından, bitki örtüsünden, rüzgarların esiş yönünden yola çıkarak yön tayin eder ve çölden kaybolmaktan kurtulur. Kaynaklar Hz. Muhammet in Medine ye hicret ederken çölde iz süren ve bu ilmin ehli olan birinin rehberliğinden faydalandığı aktarılmaktadır Đlmü l-đyafe Kuşların uçuşundan bir mana çıkarmak, yani kuşların uçuş şekline, havadaki durumlarına ve havadaki yüksekliklerine bakarak gidecekleri yer, mesafe gibi ilgili tahminlerde bulunma ilmidir. Günümüzde yaygın olan kuş gözlemciliği bu ilim içinde değerlendirilebilir Kıyâfet Đlmine Ait Terimler Birçok ilmin olduğu gibi bu ilmin de kendine ait terimleri ve kavramları vardır ve bir ilim hakkında sağlıklı bilgiler edinmenin yollarından biri de o ilimle ilgili terimlere vakıf olmaktır. Bu ilme ait kavramlar şunlardır: Kıyâfet-nâme Kıyâfet-nâme bir Arapça kelime olan kıyâfet (görünüm, kılık, şekil) kelimesiyle Farsça olan name (mektup, yazılı eser) iki kelimenin birleşiminden oluşmuş bir birleşik sözcüktür. 84 Edebiyat terimi olarak kıyâfet ilmini konu alan ve insanların boy, kulak, göz, karın, omuz, kaş, arka, el, ayak gibi organlarını birkaç beyit içinde ayrı ayrı belirterek her birini özelliklerine göre insanların karakterine işâret eden ve böylece yargılara varan eserlere 81 Uludağ, agmd. s A.yer. 83 Çavuşoğlu, age, s Yerdelen, age. s 32 verilen genel addır. 85 Türk edebiyatında ilm-i kıyâfeti konu alan eserler için bu tabir kullanılmakla beraber bu türde yazılan eserlere Fenn-i Kıyâfet, Vesiletü l- Đrfan, Zübdetü l-đrfan gibi özel adlar da verilmiştir. 86 Türk edebiyatında bu türde yazılan eserlere genel olarak kıyâfet-nâme tabiri kullanılırken, Arap edebiyatında ilm-i kıyâfeti konu alan bu türdeki eserlere firâset-nâme adı verilmiştir. Đlm-i kıyâfeti konu alan eserler müstakil olabileceği gibi herhangi bir eser içinde bir bab veya risâle şeklinde de olabilir. Dış görünüşten kişilik ile ilgili yargılara varma bir ilim olarak değerlendirildiğinden bu konuya kimi mesnevilerde ve tasavvufi-ahlaki eserlerde de yer verildiği görülmektedir. 87 Türk edebiyatının en tanınmış kıyâfet-nâmelerinden olan Erzurumlu Đbrahim Hakkı nın kıyâfet-nâmesi müstakil bir eser olmayıp yazarın meşhur eseri olan Marifetname içinde bir bölüm olarak yer almakta ve bu bölümde yazar ilm-i kıyâfete dair bilgiler vermektedir. Ayrıca Bedr-i Dilşadi de Murad-name adlı eserinde, saraya alınacak köle ve cariyelerin vasıflarını anlatırken bu konuyu ele aldığı babda bu ilimden bahsetmektedir. Bu tür eserler genelde nazım olarak kaleme alınmış, mesnevi nazım şekliyle ve belli bir aruz kalıbına göre yazılmıştır. Hamdullâh Hamdi, Niğdeli Visali ve Đbrahim Hakkı nın kıyâfet-nâmeleri belirttiğimiz özellikleri taşıyan eserlerdir. Nazım oldukları gibi nesir şeklinde de yazılan kıyâfet-nâmeler de vardır. Şaban-ı Sivrihisârî nîn eserinde olduğu gibi bazı kıyâfet-nâmeler hem nazım hem de nesir şeklinde kaleme alınmıştır. Ayrıca Balizâde Mustafa nın kıyâfet-nâmesinde olduğu gibi de bazı kıyâfet-nâmeler sadece nesir olarak kaleme alınmıştır. Hz. Muhammet i konu alan hilye ve ş ler de konu itibariyle kıyâfet-nâmeler içinde değerlendirilebilecek eserlerdir. Hilye, kelime anlamı olarak süs, yaratılış, suret, güzel vasıflar gibi anlamlara gelse de özel anlamıyla Hz. Muhammet in vücut ve yüz yapısını, kişilik özelliklerini, vasıflarını konu alması 88 bakımından kıyâfet-nâmelere benzese de hilyelerin sadece Peygamber Efendimizi konu laması ve kıyâfet-nâmelerin uzuvlar hakkında vardıkları hükümlerin hilyelerde yer almaması yönüyle bu tür eserlerden ayrılır. Hilyeler önceleri sadece Peygamber Efendimiz için yazılırken ve onun vücut özellikleri ve kişiliği hakkında bilgi verirken, zaman içinde dört halife, din uluları için de hilyeler yazılmıştır Agah Sırrı Levent, Türk Edebiyatı Tarihi, TTK Yayınları, Ankara, 1998, s Komisyon, Kıyafet-nâme, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, c. 5 s Atilla Özkırımlı, Kıyâfet-nâme, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Cem Yayıları, c. 3, Đstanbul 1990, s Mustafa Uzun, Hilye DĐA. c.18, Đstanbul 1995, s M. Uğur Derman, Hilye DĐA. c. 18, Đstanbul 1995, s 33 Bazı eserler kıyâfet-nâme tarzında kaleme alınmadıkları halde bu ilme ait özellikleri kendi içinde barındırmaktadır. Bu tür eserlerde yazarlar bazı insanların özelliklerini verirken onların kişilikleri ile beden yapıları arasındaki ilişkiyi de verir. Örneğin bir siyaset-name olan Kutadgu Bilig de yazar, hükümdar, vezir ve akıl sahibi kimselerin vasıflarını verirken onların kişilikleri ve beden yapıları arasındaki ilişkiyi de vermektedir. Ayrıca Đbnü l- Cevzi Kitabü l-ezkiye adlı eserinde zeki insanları anlatırken kıyâfet ilminden yararlanmış ve bu ilmin zekiler için belirlemiş olduğu kıstasları yazar kitabında ele almıştır. 90 Yukarıda zikrettiğimiz bu iki kitap her ne kadar kıyâfet ilmine dair olmasa da bu ilme ait bazı özellikleri taşımaktadır Kâif, Kıyâfet-şinas, Müdlici, Muazziz Đnsanların el ve ayak hatlarından, göz, kaş, saç ve ten renginden, vücut yapılarından yola çıkarak kişilikleri hakkında fikir yürüten veya iki kişi arasındaki benzer vücut yapısından yola çıkarak akrabalık ilişkilerini ortaya koyan kişilere kâif ve çoğuluna da kafet 91 denir. Eski Arap ıstılahı olarak kâif sözcüğü yerdeki izleri takip eden kişiler için kullanılırdı. Amma kâif, yalnız yerdeki izleri takip eden ve bunlardan manalar çıkaran kimseye değil, aynı zamanda mesleği, kişiler arasındaki benzerliklere dayanarak akrabalık derecelerini tespit etmek olan kişiler için de kullanılmıştır. 92 Araplar bu ilmin erbabı için genel olarak kâif sözcüğünü kullanmakla beraber bu ilmin erbapları için kâif yerine farklı isimler de kullanmıştır. 93 Türkçe ve Farsçada bu ilmin erbabı için kıyâfet-şinas (kıyâfet ilmini bilen) tabiri kullanılmıştır. 94 Kaynaklar, kıyâfet ilminin Arap kabilelerinden Beni Müdlice, Beni Leheb ve Beni Nizaroğulları adıyla özdeşleştiğini aktarırlar ve bu yüzden Müdlici ve Muazzizi kelimeleri de kâif anlamında kullanılmıştır. 95 Bu kabilelere mensup kâiflerin yaptığı tespitlerde hiç yanılmadığı kaynaklarda aktarılmaktadır. Kıyâfet ilmi değişik dönemlerde falcılık olarak algılandığı için falcılık alanına girebilecek bazı kavramlar da kıyâfet ilmiyle ilgilenenler için kullanılmıştır. Yukarıda 90 Đbnü l-cevzi bu eserinde bazı insan tiplerinin özelliklerini şöyle açıklamaktadır: Mu tedil yaratılış, azaları uyumlu bünye, aklın gücüne ve uyanıklığa delalettir. Beynin genişliği dimağın kuvvetini gösterir. Gözü oynak ve sert olan kimse hilekar, hokkabaz ve hırsızdır. En güzel göz ela gözdür. Ela olmasa da sarı ve kızıl olmayan göz tabiatın iyiliğine delalettir. Küçük ve çukur gözlüler hilekar ve hasetçi olur. Đnce yüzlü insanlar anlayışlı olup bazı işlere karşı ilgi duyarlar. Orta boyluların halleri güzel olur. (Đbnü l-cevzi, Kitabü l- Ezkiye, Şule Yayınları, Đstanbul, 1998, s. 17.) 91 Sivrihisârî, age v.5a 92 Çavuşoğlu, age, s Mcdonald, agmd. s Çelebioğlu, age. s Yerdelen, age. s 34 zikrettiğimiz kavramlar dışında kıyâfa ve hâzir kelimeleri de kâif kelimesinin eşanlamlısı olup tahmin eden falcı anlamına gelmektedir. 96 Dinî konularda ise kâifin rolü gayet sınırlı olup kâiflere dini konularda pek itibar edilmemiştir. Kâife sadece bir konuda müracaat edilir idi. O da bir cariyeden doğan bir çocuğun babasının kim olduğunu, anasının yeni efendisinden mi yoksa eski efendisinden mi çocuğu doğurduğu meselesiydi. 97 Cahilliye döneminde ve sonrasında kâiflere çok önem verilmiş ve kâifler de bu alanda epey mahir olduklarını türlü sebeplerle göstermişlerdir. Hatta yerdeki ize bakıp sahibinin yaşı, cinsiyeti, evli olup olmadığı hakkında isabetli tahminlerde bulunduğu aktarılmaktadır. 98 Nitekim Đmam Şafii den nakledilen rivayete göre bir örtü altında yatan Hz. Muhammet ile Üsema bin Zeyid in ayakları dışarı çıkmış ve bunu gören bir kâifin bu iki ayak sahibinin akraba olduğunu ifade etmiş ve bu durum Peygamber Efendimizi oldukça memnun etmiştir. 99 Kâiflik ilim ve çalışmayla elde edilen bir ilim olmayıp Allâh ın bir grup kulluna bahşedilen bir lütuf olarak kabul edilmiştir. Bu ilim, sadece belli bir grup insan tarafından bilinir ve bu kişiler, bu mirası kendilerinden sonra gelen çocuklarına bırakmıştır. Böylece bu ilim nesilden nesile aktarılarak gelişme imkanı bulup yaşamıştır. Katip Çelebi, bu ilmin belli bir kabileye bırakılmasının ve öğrenilmesinin hikmetinin Peygamber Efendimizin soyunun korunması, onların fesatlardan, kötülüklerden, zarar görmekten korumak amacına yönelik olduğunu söyler. Ayrıca bazı bilginlere göre de bu ilmin öğrenilmesinin bir diğer sebebi Arap lisanının korunmasıdır Tarihsel Gelişimi: Đnsanoğlunun temel uğraşı sahası kendisidir. Kendisine ulaşabilmenin yolu ise diğerini, geniş anlamda, parçası olduğu tabiatı anlamaktan geçer. Bu noktada, bilimsel sınıflama sistemimiz, ortaya iki belirgin tarif çıkarır: normal ve anormal. Normalin sınırlarının saptanabilmesi için anormalin nerede başladığının bilinmesi gerekir. Yüzyıllar boyu bu başlangıç noktası, bilimsel bilginin gelişimine göre değişkenlik göstermiştir. Ortaçağın karanlık zamanlarında nedeni bilinmeyen her olay, durum ya da davranış, insanın kendi varlığına bir tehdit olarak algılanmış ve sebep-sonuç ilişkileri dahilinde mantıklı bir açıklama getirilemediğinden bunlardan şeytanlar, cadılar, kötü ruhlar ve acımasız tanrılar sorumlu 96 A. yer. 97 Çavuşoğlu, age s Uludağ, agmd. s Çavuşoğlu, age. s Yerdelen, age. s 35 tutulmuştur. Fiziki evrende gök gürlemesi, güneş tutulması, fırtına gibi doğa olayları bu sıfatlardan pay alırken, ruhsal evrende alışılagelenin dışında kalan tüm davranışlar bu bağlamda değerlendirilmiştir. 101 Đnsanın kendini tanıma ve davranışlarını anlamlandırma süreci zaman içinde yön değiştirmeye başlamış ve insan, davranışlarının nedenlerini kendisinde aramaya başlamışlardır. Bu çalışmalar da fizyonomi denen bir ilmin doğmasına neden olmuştur. Bu ilmin iki bin yıllık bir geçmişi olduğu söylense de 102 Lubbe Ayer, bu ilimin temelleri milattan önceki döneme kadar gittiğini söyler; ancak bu tarihlendirme de yetersizdir ve bu ilmin gerçek tarihi, insanlık tarih kadar eski olmalıdır. Bu ilim tıpkı dil gibi kimin tarafından ve ne zaman ilk kez oluşturulduğu bilinmeyip gizli bir anlaşma gibi halk arasında asırlardır sürüp gelmektedir. Bu ilmin ilk kez Batı da mı yoksa Doğu da mı ortaya çıktığı bilinmemekle beraber Çinlilerin çok eski dönemlerden beri insanların yüz hatlarını okudukları ve bu okumalardan yola çıkarak muhatapları hakkında bazı değerlendirmelerde bulunduklarını kaynaklar bildirmektedir. Fakat Doğu da yapılan bu çalışmalar elimizde olmadığından bu tür çalışmaların içeriği hakkında bir bilgi edinemiyoruz. Yazılı eski belgelerde, Babil'de tikleri araştıran ve bunları yorumlayan sokak yorumcularından bahsedilir. Hatta bunların rüya tabir edenlere göre hem ucuz olması, hem de uzun uzun tabirlere ihtiyaç bırakmaması sebebiyle, daha çok rağbet gördükleri rivayet edilir. 103 Mısır, Hint ve Đran da bu ilme dair çalışmaların yapıldığı, insanların beden yapılarına bakarak kişilikleri ve talihleri hakkında bilgiler elde edilmeye çalışıldığı aktarılan bir başka bilgidir Batı Kültüründe: Bilindiği kadarıyla bu alanda yapılan ilk bilimsel çalışma Antik Yunan şehir devletlerinde yapılmıştır. Daha Antik çağlarda Yunan toplumu toplumdaki deforme tiplere büyük bir şüpheyle bakmışlar ve bunları kötülüğün habercisi olarak kabul etmişler. Eski Yunan da, kişinin bedensel ve ruhsal sağlığını suyuk adı verilen 4 beden sıvısı arasındaki dengeye bağlı olduğu ve her kişilik özelliğinin bir suyuktan kaynaklandığı kabul edilirdi. Sokrates binlerce yıl önce, suçluluk ile ilgili gözlemler yapmıştır. Keza içgüdü, öğrenme ve bunların suç ilişkileri de modern kriminolojiden yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış Sophokles 101 Dr. Gül Çörüş, Davranış Kişiliği Yansıtır, www. Forumvadi.com. 102 Ernest Kreshmer, Beden Yapısı ve Karakter, Çev. Dr. Mümtaz Turhan, Doğan Kardeş Yayınları, Đstanbul 1949, s. V. 103 Deniz, agy. 34 36 tarafından gözlemlenmiştir. Zaman içerisinde de kriminoloji alanında çalışmalar devam etmiştir. Đnsan tipleri üzerine ilk yapılan ciddi çalışma milattan önce 5.yüzyıla dayanmaktadır. 5. yüzyılda yaşamış Yunanların büyük tıp âlimi Hippocrates ilk kez insanları tiplerine göre ayrımlara gitmiştir. 104 Hippocrates insanların kişiliği üzerinde etkili olan dört ana sıvıda bahseder. Ona göre bu dört sıvının dengesi ya da uyumsuzluğu insan kişiliğinin temel özelliğini oluşturur. Hipokrat a göre insanın kişiliğini belirleyen dört sıvı şunlardır: kan, safra, balgam ve sevda. Buna göre kan heyecanlı, kara safra melankolik, sarı safra öfkeli, balgam kayıtsız kişilik özelliklerine yol açıyor ve bu sıvıların vücuttaki oranı ruh durumunu belirliyordu. 105 Milattan sonra 2. yüzyılda yaşayan ve bir tıp âlimi olan Galien de bu alan üzerinde çalışmış ve insan kişiliği ile tip arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmıştır. Galien, Hipokrat ın temel ayrımını esas almış ve o da bu tip ayırımını dört unsur olarak belirlemiştir. Galien e göre tipler demevi (kan), coloric (safravi), flegmatik (balgami) ve melankoliktir. 106 Galien e göre bu dört unsur insanın kişiliğini oluşturan temel unsurlardır. Bu unsurlar içinde hangisi kişinin bedeninde baskın ise kişinin kişilik özelliklerini o unsur belirlemektedir. Bu alanda çalışma yapmış bir diğer şahsiyet ise Đflimun (Polemonis, Philemon ) dur. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre Đflimun insanların yüz hatlarına bakarak insanların ahlakını belirleyebileceğini söyler. Hipokrat ın öğrenciler onu sınamak ister ve bu amaçla hocalarının bir resmini yaparak ona gösterirler. Đflimun resme baktıktan sonra şahıs hakkında yorum yapar. Đflimun, resmin sahibinin zinaya düşkün biri olduğunu söyler. Hipokrat ın öğrencileri, hocalarının bu şekilde itham edilmesine karşı çıkar. Bunun üzerine Đflimun, durumu hocalarına sormalarını ister. Öğrenciler hocalarına gidip durumu söyler ve hocalarının söyledikleri Đflimun u destekler niteliktedir. Hipokrat: Doğru söylemiştir. Ben zinayı severim, lakin nefsime sahip çıkabilen biriyim. 107 der. Bu hikaye birçok kıyâfet-nâmede de yer almakta ve Đflimun un bu ilimde mahir biri olduğu aktarmaktadır. Ama kaynaklar Đflimun un bu ilimle uğraşırken ne tür özelliklere göre ilmini icra ettiği ve nelere dikkat ettiği aktarmamaktadır. Bu alanda maharetinden söz ettiren ve Batı dünyasının en büyük filozoflarından biri olan Eflatun dur. Eflatun da tıpkı Đflimun gibi insan resimlerine bakarak onların hakkında kişilik tahlili yaparmış. Eflatun, bir dağın başına yerleşmiş ve inziva hayatı yaşamaya 104 Çelebioğlu, age. s Timur Demirbaş, Suç Nedenleri ve Suç Etilojisi Çelebioğlu, age Çelebioğlu, age. s 37 başlamıştır. Eflatun, dağın aşağısına bir ressam bırakmış ve gelenlerin resimlerinin yapıp kendisine göstermesini istemiştir. Onun sureti hakkında edindiği izlenim iyiyse onunla görüşür, iyi değilse gelen kişiyle görüşmez onu geri gönderirmiş. Eflatun sadece resimlere bakarak onların kişilikleri hakkında yorum yapmakla yetinmemiş, insanları kişilik bakımından bazı sınıflandırmalara gitmiştir. Eflatun a göre insanlar kişilik yapıları bakımından ikiye ayrılırlar. Eflatun insanları derin ve sathi ( yüzeysel) diye ayırır. Ama Eflatun un bu ayrımı tip yönünden ziyade kişilik yönüyle ele almıştır. Batı dünyasında bu alanda yapılan en önemli ve dikkate değer çalışma Aristo ya aittir. Aristo insan kişiliği ile beden yapısı arasında belli bir ilişki kurarak kişinin uzuvlarından yola çıkarak kişilik tahlillerinde bulunmuştur. Aristo ya göre, belli özelliğe sahip insanlar, benzeri oldukları hayvanların karakter özelliklerini taşımaktadırlar. O ve onun öğrencilerine göre, insan ve hayvanların yüz özellikleri onların kişilikleri için birer anahtardır. Bu yüzdendir ki yüz yapısı, insan karakterini ortaya koymak bakımından, onun tip tahlilleri için temel kriterler teşkil etmiştir. Aristo, hocası olan Eflatun un temel kişilik ayrımını kabul etmekle beraber insan kişiliğinin temel özelliklerini fizyolojik özelliklere bağlayarak anlatmayı yeğlemiş ve tezlerini bu çerçevede ele almıştır. Bazı yazarlar, Aristo yu biyolojik psikolojinin kurucusu olarak saymaktadırlar. Böylece günümüze dek geçerliliğini koruyan fizyonominin temel prensipleri şekillenmeye başlar. Buna göre alın kısmı, zihnî potansiyele; göz ile ağız arası kısım mizacına; çenenin şekli ve büyüklüğü canlılığa ve fizikî gücüne işâret eder denmiştir. Bu konuda eğitim görmüş kişiler, bu suretle insanın sağlık durumunu tespit edebilir; birçok hekim hastalığın belirtilerini yakalamak üzere bu metoda başvurur. Ayrıca Aristo nun talebesi Đskender için bir kıyâfet-nâme yazdığı kaynaklarda belirtmektedir. Aristo nun yazmış olduğu bu eser sonradan Arapçaya tercüme edilerek Đslâm aleminde bu ilmin doğuşu ve gelişmesi sağlanmıştır. Kaynaklara göre Aristo, Đskender e siyaset yollarını birer birer öğretirken bu ilimden de bahsetmiş ve bu ilmin sunduklarını dikkate alması konusunda talebesini uyarmıştır. Aristo yapmış olduğu bu çalışmalarıyla insanın beden yapısıyla kişiliğini ortaya koyarken aynı zamanda insanların vücut yapılarına bağlı olarak onların suça meyillerini de ortaya koymaya çalışmıştır. Aristo, suçluları toplum düşmanı saymış ve onların merhametsizce cezalandırılmaları gerektiğini savunmuştur. Aristo sefaletin, ihtilâle ve suça sebep olduğunu iddia ediyor. Onun yaptığı bu tür çalışmalarla kriminoloji çalışmalarının da ilk örneklerini teşkil etmiştir. Tarihsel olarak fiziki özellikler ve şekil bozukluklarının kişinin şeytani niteliklerini gösterdiğini iddia etmiştir. Nitekim Ortaçağda kanunlar, suç zanlıları arasında en çirkin olanın 36 38 suçlu olma ihtimalinin fazla olduğunu belirtmekteydiler. 108 Bu yüzden toplum içerisinde meydana gelecek herhangi bir olayda deforme tipler potansiyel suçlu olarak kabul edilmiştir. Fizyonomi sadece insanlarla değil, hayvanlar, bitkiler ve tabiatla da ilgilenmektedir. Özellikle bu ilim tıpta şifalı bitkileri belirlemede kullanılmıştır. Meselâ Rönesans devri hekimlerinden Paracelsus, bitkinin dış görünümünü müşahede ederek, şifalı olup olmadığını ortaya koyuyordu ve bitkiyi bu özelliğiyle hastalarına tasfiye ediyordu. 18. yüzyıl sonlarına doğru Avrupa'da elit kesim arasında bir fizyonomi furyası başlar. Birçok sarayda, entelektüel çevrede yüz yorumu bir hobi haline gelir. Gerçi insanlarla sağlıklı bir iletişim kurabilmek için muhatapla yüz yüze gelmek son derece önem arz etmektedir. Bu sebeple herkesin bir derece fizyonomiyi dikkate aldığı ve uyguladığı söylenebilir. Zürihli din adamı Johann Caspar Lavater gözü kapalıyken burun arasından, kralın burnunu tanıyabilme iddiasında bulunabilecek kadar ileri gitmiştir. (Ancak bunu hiç denememiştir.) Onun 'in üzerinde meşhur kişinin yüz yorumuna ait bilgiler ihtiva eden kitabı, en çok satan kitaplar arasındadır. Ne var ki Lavater, fizyonominin ne kadar sınırlı olduğunun farkındaydı. Olumlu yönü ise, Lavater'in kitabı birçok yazar, filozof, karikatürist, ressam, hekim ve mimara ilham kaynağı olmuştur. Lavater her insanda Allâh'ın isimlerinden birinin daha çok tecelli ettiğini görmüştür. Ne var ki bu görüş zamanla yerini, kin, korku ve - ileride de bahsedeceğimiz gibi- ırkçılığa bırakmıştır. Fizyonomi ilminin 18.yüzyıldan sonra hızlı bir şekilde Avrupa da gelişme göstermesi bu bilimin uygulanabilirlik alanını da hızlı bir şekilde genişletmiştir. Bu yüzyıldan sonra fizyonomi özellikle psikoloji başta olmak üzere tıp, hukuk, tarih, edebiyat, resim, sinema, tiyatro eğitim gibi birçok alanda uygulanmıştır. Tipolojide yapı ya da bünye denildiğinde sadece görünür özellikler akla gelmez; aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik öğeler de göz önünde bulundurulur. Daha doğrusu morfolojik, fizyolojik ve psikolojik öğeler insan bünyesinin analizinde birlikte dikkate alınmalıdır. Đlk olarak Giambattista Della Porta ( ), insan fizyonomi okulunu kurarak, insan davranışları ile yüz özellikleri arasındaki ilişkileri incelemiştir. Bu aynı zamanda fizyonominin psikolojide uygulanmasının ilk adımı olmuştur. Gerçi o zamanlar psikoloji bağımsız bir bilim hüviyeti kazanmamıştır ama Giambattista della Porta nın başlattığı bu çalışma kendinden sonra çalışan birçok psikologu etkilemiştir Porta nın görüşleri aşağı yukarı 200 yıl sonra, Đsveçli Johann Kapsar Lavater ( ) tarafından tekrar ele alınmıştır. Tüm bu görüşler Fransız Joseph Gall ( ), 108 Demirbaş,agy. 37 39 Johann Kapsar Spurzheim ( ) ve Charles Caldwell ( ) tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Onlara göre, beyin dokusu ve hücreleri ile beyindeki girinti ve çıkıntılar, insan davranışını düzenler. 109 Çağdaş kuramlar; tip, nitelik, durum, özellik ve davranış kuramları gibi başlıklar altında toplana bilen çağdaş kişilik kuramlarında, çoğunlukla tekil özelliklerden yola çıkarak genellemelere gitme eylemi ağır basar. Tip kuramlarında kişilik beden yapısına göre sınıflandırılır. Beden yapısı ile kişilik özellikleri arasındaki ilişkiler konusundaki düşünceleri ilk sistemleştiren Dr. Gall dir. Prenolojinin (kafatası bilimi) kurucularından Dr. Gall, kişilik ile ilgili çeşitli özellik ve fonksiyonların beyinde belirli merkezleri olduğu şeklinde bir varsayımı kabul etmiş ve bütün beynin topografyasını çıkarmıştır. Beyindeki bu merkezlerin iyi gelişmiş olması, bu özellik ve fonksiyonların kuvvetli olması şeklinde anlaşılmıştır. Beynin bu merkezlerinin kafatasına da etki yapıp, orada da bir takım çıkıntı veya girintilere yol açacağı tabii sayılmıştır. Kafatasındaki çıkıntı, düzlük ve girintilerin incelenmesi ile kişilik özellikleri hakkında fikir sahibi olunacağı belirtilmiştir. Buna göre kafatasının arka kısmında belirli bir çıkıntı olanların maddi zevklere düşkün; alınlarının yukarı kısmı çıkıntılı olanların ise, mal ve mülkiyet arzularının kuvvetli olduğu ileri sürülmüştür. Tip ve kişilik arasındaki ilişkiyi inceleyen ve tiplere göre insanları kişilik bakımından sınıflandıran bir diğer önemli şahsiyet ise Kretschmer dir. Kretschmer Psikolojisi kişiyi başkalarından farklı kılan ve toplumsal ilişkilere içinde gözlemlenebilen örgütlü ruhsal, bedensel işlevsel özellikler bütünü olarak tanımlamıştır. Kişiler arasındaki benzerlik ve farklılıkları saptamak, bir dizi benzerlik ya da farklılığın bir kalıp ya da model halinde nasıl örgütlendiğini araştırmak amacıyla Alman psikiyatr Ernst Kretschmer in öncülük ettiği kuram, 3 temel beden tipe (somatotip) dayandırılmıştır. Geniş gövdeli, kısa kol ve bacaklı, şişmanlama eğilimindeki kişilerin oluşturduğu piknik tip, Kretschmer in klinik gözlemlerine göre manik depresif psikoza ve siklotimi denen duygusal dalgalanmalara yatkındır. Bunun karşıtı olan astenik tipin özelliği ince uzun gövde, uzun kol ve bacaklar, kilo almama eğilimidir; astenik tipler şizofreniye yatkındır. Geniş omuzlu ve dar kalçalı atletik tipler ise ruh ve akıl hastalıklarına en az yatkın olan kişilerdir. Daha sonra tanımlanan displastik tip, bu 3 tipin hiçbirine tam uymayan karışık beden özellikleri gösterir. 110 Bu alanda yapılmış ve ilim alemini bir süre meşgul ettikten sonra güvenirliği çürütülmüş bir diğer kuram hem psikolog, hem de tıp doktoru olan William Sheldon undur. 109 Demirbaş, agy. 110 Kretschmer, age. s 40 Sheldon dış görünüşün üç boyutu olduğunu söylemektedir ve buna bağlı olarak dış görünüşün üç boyutunu incelemiş ve bunlara uygun mizaçları belirlemeye çalışmıştır. Sheldon tipleri: Endomorfik tipleri şişman, yumuşak ve yuvarlak bir beden yapısına sahiptir. Mezomorfik tipleri adaleli, atletik ve güçlü bir beden yapısına sahiptir. Ektomorfik tipleri ise uzun boylu, zayıf, beyni iyi gelişmiş şeklinde tarif etmiştir. Sheldon a göre her beden tipinin ayrı mizacı bulunmaktadır. Endomorflar eğlenceden hoşlanan, neşeli, arkadaş canlısı; mezomorflar saldırgan, cüretli, dinç; ektomorflar ise içe dönük, duygusal ve sinirli tiplerdir. Sheldon, Krecthmer den farklı olarak, bu üç boyut arasında kesin bir çizgi çekmemiştir. Her insanda bunların her birinden bir miktar bulunabileceği ve yedi birimli bir ölçek ile değerlendirilirse, uç örneklerin 7-1-1, 1-7-1, olacağını, dengeli tiplerde ise boyutların olacağını iddia etmiştir Demirbaş, agy. 39 41 II. BÖLÜM 40 42 3. Türk-Đslâm Dünyasında Kıyâfet-nâmeler ve Tip Husûsiyetleri 3. 1.Arap edebiyatında Kıyâfet-nâmeler: Kıyâfet kelimesi Arapça bir kelime olup kavf kökünden türediğini ve kelime anlamı olarak da iz sürmek ardınca gitmek anlamına geldiğini, eski Arabistan da kâif kelimesinin yerde iz süren, iz takip eden kişiler için kullanıldığını, kâif denen kişilerin sadece iz sürmediğini aynı zamanda nesepleri belirlediğini ve bu konularda fikirlerine başvurulan kişiler olduğunu ve Türk- Đslâm edebiyatında insanların beden uzuvlarından yola çıkılarak kişilikleri hakkında bilgi veren eserlere de kıyâfet-nâme dendiğini ve bunun bir ilim olarak görülüp dönem içinde birçok yazar tarafından çok sayıda örnek verildiğini de yukarıda ayrıntılı bir şekilde anlatmıştık. Bu ilmin kökeninin neresi olduğu tam olarak bilinmemekle beraber ilk kez Doğu dünyasında görüldüğü ve eski Çin, Mısır, Hint ve Babillilerde bu ilme dair çalışmaların yapıldığı kaynaklarda aktarılsa da bu çalışmaların mahiyeti tam olarak bilinmemektedir. Hatta yüz okuma sanatının ilk kez Çin de başladığı ve Çin alimlerinin insanların yüz hatlarına bakarak onların kişiliği ve talihleri hakkında bilgi verdiği, Babil de tikleri yorumlayan sokak gezginlerinin olduğu ve bunların yaptıkları uzun açıklamalar ve daha mantıklı yorumlardan dolayı daha çok tercih edildikleri kaynaklarda aktarılan 112 bir diğer bilgidir. Đslâm toplumları arasında kıyâfet-nâme türünde ilk örnekler Araplar tarafından verilmiştir ve onların bu alanda belirlemiş oldukları kıstaslar diğer toplumları da etkilemiş, Arap müelliflerin dışında yazılmış eserlerde de bu kıstaslar dikkate alınmıştır. Gerçi bu türde yazılmış eserler tamamıyla Arap kültürünün dinamiklerinden doğduğunu savunmak yanlıştır. Çünkü Đslâmiyet in yayılmış oldukları sahâlârda Đslâm öncesinde çok köklü kültürlerin hüküm sürdüğünü unutmamak gerekir. Kaynaklarda eski Đran hükümdarlarından Nuşirevan ın ülkesini yönetmekte bu türde yazılmış eserlerden yararlandığını ve Hint te de bu alanda çalışma yapan sanatçıların olduğunu bize bildirmektedir 113. Bunun dışında özellikle eski Yunan filozoflarının eserlerinin tercüme edilmesi ve bu alanda yapılan çalışmaların tanınması kıyâfet-nâmelerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Araplarda kıyâfet-nâmelerle ilgili eserler Đslâmiyet ten sonra ilk örneklerini vermesine rağmen bu ilim Araplar arasında Đslâmiyet ten önce kâiflik ve ilm-i kıyâfete dair çalışmalar oldukça yaygındır ve temelleri Cahilliye Öncesi döneme dayanır. Yukarıda kâif sözcüğünü 112 Deniz, agy. 113 Çelebioğlu,age. s 43 açıklarken kâiflerin Đslâmiyet öncesinde Araplar arasında oldukça yaygın ve itibar sahibi olduklarından, insanların ve hayvanların ayak izlerine bakarak onlar hakkında bilgi edindiklerinden bahsetmiştik. Đslâmiyet öncesi dönemde kâifler insanların ve hayvanların ayak izlerine bakar ve bazı bilgiler edinmenin yanı sıra, insanların birbirleriyle olan akrabalıklarını ayaklara bakarak da belirlerdi ve bu nesep belirlemede oldukça etkiliydi. Belki de kâifleri önemli kılan en önemli sebep de budur. Cahilliye toplumunda gayr-i meşru doğan bir çocuğun ya da bir cariyenin doğurduğu çocuğun ki bu genellikle cariyenin eski ve yeni sahibi arasında olur- kime ait olduğunu belirlemede kâiflere başvurulur ve kâifler de çocuğun ayağının ve vücut azalarının özelliklerinden yola çıkarak çocuğun babasını belirlemeye çalışırdı. Çocuğun ve babasının ayak ve vücudun diğer uzuvları arasındaki benzerlik kâif için nesebi belirlemede en önemli işâretlerdir. Bu ilim, Araplar arasında Cahilye devrindeki yaygınlık Đslâm ın Araplar tarafından kabulünden sonra da devam etmiş ve Đslâmiyet ten sonra da varlığını sürdürmüştür. Đslâmiyet bu ilme sınırlandırma getirmemekle beraber bu ilim, Đslâm döneminde de revaç bulmuştur. Peygamber Efendimiz bu ilime karşı çıkmadığı gibi, hatta bu ilmin onun tarafından da takdir edildiği kaynaklar tarafından aktarılmaktadır. Rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (sav) bu, bir defasında kendisi de bir kâif getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame b. Zeyd ile Zeyd b. Harise ye baktırmıştı. Zeyd Peygamber Efendimizin azatlısıydı, Üsame de onun oğluydu. Ancak Zeyd in aksine Üsame beyaz tenliydi. Bunun için de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu.- Efendimiz, bir gün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü. Ve sadece ayakları görünüyordu. Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu. Ayaklarına bakarak: Bu ayaklar birbiriyle alâkalı dedi. Allâh Resûlü (sav) de sevinçle Hz. Âişe nîn (ra) yanına giderek bu durumu haber verdi: Üsâme Zeyd dendir ya Âişe dedi. 114 Bu hadise gösteriyor ki Peygamber efendimiz de bu ilme itibar etmiş ve var olan bir yanlışı eski bir yöntemle hal etmiştir. Burada bir kâif getirmekle, halka mal olmuş bulunan ve içtimaî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu. Ancak kâifler halk arasında bu konuda itibar sahibi olduklarından kâifin söyledikleri bağlayıcı olacak ve böylece dedikodulara bir son verilmiş olunacaktı. Onun için de Peygamberimiz kâifin söylediğinin halka mal olmasını arzu ediyordu. Görüldüğü gibi Peygamberimizin de bu ilme başvurması bu ilmin revaç görmesini ve gerek Araplar arasında gerek diğer Đslâm toplulukları arasında bu ilim üzerine birçok eserin yazılmasını sağlamıştır. 114 Fethullâh Gülen, Đlm-i Kıyâfet, www. fgülen.com. 42 44 Đslâm dünyasında gerek birçok bilim dalları, gerekse çeşitli araştırma usulleri Hint, Çin, Mısır, Iran ve Yunan'dan esinlenmiş, daha değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Bu ilmin Araplar arasında asıl yaygınlaşması ve fizyonomi ilmine dair -Batılı anlamda- ilk ürünlerinin verilmesi Abbasiler zamanında görülmektedir. Bu dönemde yaygın olan tercüme çalışmaları ve yoğun kültürel etkileşim ilk kıyâfet-nâmelerin doğuşunu da hazırlamıştır. Özellikle bu dönemde Yunan kültürüne ait eserlerin Arapçaya tercüme edilmesi Yunan ve Arap kültürü arasında çok ciddi bir etkileşimin başlaması başlangıcı olmuştur. Özellikle bu dönemde Aristo nun bu ilme dair olan ve Öğrencisi Büyük Đskender için yazdığı siyaset-name ile fizyonomi ilmine dair eserinin tercüme edilmesi bu ilmin Arap edebiyatında başlaması için ilk çalışma olmuş ve birçok yazar Aristo nun bu eserini örnek alarak bu tarzda eserler kaleme almıştır. Kaleme alınan bu eserler için Arap edebiyatında yaygın olarak Firâset-nâme tabiri kullanılmıştır. Bu alandaki çalışmalar bazen Đslâm'a aykırı olan usullerle yürütme yoluna gidilmiş ve Đslâm ın kesinlikle yasakladığı mecralara kaymıştır. Bu ilimle uğraşan bazı kişiler, bu ilmi gelecekten haber verme, kehanette bulunma, falcılık gibi hiçbir dayanağı olmayan alanlarda kullanmıştır. Bazen de bu ilimle uğraşanlar çalışmalarını meşru usullerle yürütmüş ve verdikleri hükümlere dayanaklar aramıştır. Bu çalışmaların meşruluğunu savunmada en temel dayanaklar ise ayetler ve Hz. Peygamber e atfedilen hadisler ile kimi Đslâm büyüklerinin (örneğin, Ali bin Ebu Talip, Cafer Sadık gibi) bu gizli ilimlere vakıf oldukları yönündeki söylemler olmuştur. Bunları kendine dayanak eden kimi ilim erbabı, bu ilmi inkar etmeyi büyük bir yanlış olarak kabul edip bu ilmin hak olduğunu delilerle ispat yoluna gitmiştir. 115 Đslâm dini Arabistan dışındaki diğer coğrafyalara Araplar aracılığıyla girdiğinden Araplar girdikleri bu coğrafyalara kendi kültür ve uygarlıklarını da taşımış; bilim sanat, dil alanında etkileşime girdikleri toplumları derinden etkilemişlerdir. Đran gibi çok güçlü bir uygarlığa sahip olan bir toplum bile Đslâm etkisiyle altüst olmuş, bu etkileşimle yepyeni bir toplum olarak yeniden doğmuştur. Đslâmiyet i benimseyen her toplum, Arapların edebiyatından etkilenmiş ve bu edebiyata ait olan kafiye, ölçü, nazım şekillerini de benimsemiştir. Arapların diğer toplumlar üzerinde bu kadar etkili olmalarının sebebi Đslâmiyet in Arap yarımadasında doğması, Peygamberin Arap, Kuran dilinin Arapça ve Đslâm ın Araplarca diğer toplumlara aktarılmış olmasıdır. Bu nedenlerden ötürü Araplar dışındaki diğer Đslâm toplumlarının Araplara beslemiş oldukları sempati ve saygı onların ortaya koydukları her şeyi hemen benimsemelerine sebep olmuştur. Özellikle bu durum 115 Daha fazla bilgi için Şaban-ı Sivrihisârî nîn eserinin 4, 5,6. varaklarına bakınız. 43 45 kendini edebiyatta iyice hissettirmiştir. Bir toplumun zevklerini, temayüllerini ve estetik anlayışlarını en iyi yansıtan edebiyat olduğundan, edebiyat alanında gerçekleşen bir etkileşim estetik anlayışını ve toplumun diğer alanlarını da etkilemesi kaçınılmazdır. Bu etkileşim sonucunda toplumlar dışardan aldıkları kültür unsurlarını kendi değerleriyle yoğurup yeni ürünler meydana koyma yoluna gitmişlerdir. Bu yoğrulma sonucunda 1400 yıl sürecek bir Đslâm kültür ve uygarlığı meydana gelmiştir. Kıyâfet ilmi de eski dönemlerde gizli ilimler içinde yer almış, bu ilim değişik adlar altında toplanmış çeşitli metotlar ve tezler, o dönemde aşağı yukarı bugünkü fizyonominin işlevini yerine getirmiştir. Bu ilimle uğraşanlar, bu ilimlerin (veya uygulamaların) kaynağını müminin manevi gelişiminden aramışlardır. Örneğin, firâset; ilham, keşf, sezgi, keskin idrak, kalp gözüyle görmek gibi anlamları içeren bir kavram olmuştur. Firâsetin temelinde, takvanın kalpleri nurlandıran bir nimet olduğu ve göğse inşirah (genişlik, huzur) verdiği, bu vesile ile de müminin Allâh ın nuru ile bakabildiği düşüncesi yatmaktadır. Allâh kulunu sevdiği zaman "onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı" olduğu için tüm bu marifetleri Allâh ın bir nimeti olarak görmüşlerdir. Bu yüzden bu ilim, Đslâm aleminde oldukça yaygınlaşmış ve birçok yazar tarafından ele alınması sağlanmıştır. Arap edebiyatında kıyafet ilmini konu edinen ilk eserin müellifi Đmam Şafii ( ) olarak kaynaklarda verilmektedir. Đmam Şafii ye atfedilen bu eser günümüze kadar ulaşmamış ve sadece eserden kaynaklar bahsetmektedir. Eserin herhangi bir nüshası elde olmadığından eserin telif mi yoksa tercüme mi olduğu ve içeriğinin nasıl olduğu da bilinmemektedir. Kaynakların Đmam Şafii nîn bu alanda bir eser teşkil edecek kadar yetenekli olduğunu bildirmektedir. Kaynakların Đmam Şafii ye atfettikleri bazı hadiselere baktığımızda Onun bu alanda gerçekten ehil olduğunu görürüz. Kaynaklara göre Đmam Şafii firâset sahibi ve keskin bir zekâya sahip olan biridir. Muhatap olacağı kişinin fizyonomik özelliklerine bakarak onun kişiliğini tahlil edecek düzeydedir. Bu yeteneğinden ötürü muhatabına edindiği izlenimlerine göre yaklaşır. Đmam Şafii nîn başından geçen aşağıda aktaracağımız olay, bu alanda Đmam ın ne kadar maharetli ve keskin görüşlü olduğunu göstermektedir. Đmam Şafiî bu konuya dair şöyle bir hatırasını anlatır: "Đlm-i firâset (sezgi ve anlayış bilgisi) ile ilgili kitaplar aramak için Yemen'e gittim. Konuyla ilgili kitapları aldıktan sonra geri dönerken konaklamak için, yolda evinin avlusunda duran bir adama uğradım. Adam gök gözlü ve çıkık alınlı biriydi. Bu suret, firâset ve kıyâfet ilmine göre olumsuz sîretin habercisiydi. Beni evine misafir etti. Bir de gördüm ki, pek cömert bir adam! Bana akşam yemeği ve güzel koku, hayvanıma yulaf, ayrıca yatak ve yorgan gönderdi. Bunları görünce kendi kendime dedim ki: Đlm-i firâset, bu adamın oldukça 44 46 düşük bir şahsiyete sahip olduğunu gösteriyor. Ben ise ondan hayır ve iyilikten başka bir şey görmüyorum. Demek ki bu ilim boş ve gerçek dışıymış! Sabah olunca yanımdaki hizmetçi çocuğa hayvanı eyerlemesini söyledim. Hayvana binip çıkacağım sırada adama dedim ki: Mekke ye geldiğin zaman, Muhammed b. Đdris'in (Şafiî) evini soruver. Adam dedi: Peki, dün gece sana yaptığım hizmetin karşılığı nerede? Neymiş o? Sana iki dirheme yemek aldım; ayrıca aynı fiyatlarla katık, güzel koku, hayvanına yem, sana yatak ve yorgan alıverdim... Çocuğa dedim ki: Oğlum, ona istediğini ver! Başka bir şey kaldı mı? Ev kirası nerede? Ben evimi sana genişletip kendime daralttım! Ev kirasını da verdikten sonra oradan ayrıldık ve anladım ki bu ilim gerçekten doğruymuş. 116 Yukarıda vermiş olduğumuz hikâye doğruysa ve hikâye Đmam Şafii nîn ağzından alınmışsa bu hikâye üstadın bu alandaki maharetini göstermesinin yanı sıra kaynaklarda verilen bir yanlış bilgiyi de bize göstermektedir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi kaynaklar kıyâfet-nâme alanında yazılmış olan ilk eserin Đmam Şafii ye ait olduğunu bildirmekteydi 117. Ama bu hikâyede Şafii bu konuda yazılmış kitapları bulmak için Yemen e gittiğini belirtmekte ve olayın Yemen de geçtiğini aktarmaktadır. Bu da kendisinden önce Yemen de bu alanda eser yazıldığını ortaya koymaktadır ve bu durum kaynakların yanlış bir bilgiyi tekrarladıklarını göstermektedir. Bu alanda yazılmış bir diğer eser de El-Kindi namıyla meşhur felsefeci Yakup Đbni Đshak (öl.m.9.yy.) ın Risâlet ün-fi l- Firase adlı eseridir. El-Kindi Aristo dan yaptığı tercüme lerle tanınmış bir filozoftur. El-Kindi, çoğu tercüme olan matematik, mantık, tıp, felsefe alanında çok sayıda eser vermiş. 118 El-Kindi Risâlet ün fi l-firase adlı eserinin de Aristo dan çevri olup olmadığı hakkında kaynaklar herhangi bir bilgi vermemektedir. Ama filozofun Aristo felsefesi etkisinde kalması ve Aristo nun düşüncelerini benimsemesi onun eserini oluştururken Aristo dan etkilendiği ihtimalini doğurmaktadır. Yuhanna Đbni Bıtrık (10.yüzyıl) da felsefeyle ilgilenmiş, Yunancadan tercümeler yapmış ve dönemin tanınmış fikir adamlarındandır. Aristo nun talebesi Đskender için yazdığı ve siyaset konusunda bilgi veren eserini Kitabü s-siyase fi Tedbiri r-riyase adıyla tercüme 116 Deniz, agy. 117 Bu konuda bilgi edinmek için bak. Đskender Pala Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü Đstanbul 1995, s Amil Çelebioğlu Eski Türk Edebiyatı Araştırmalar, MEB Yayınları, Đstanbul 1998 s Mine Mengi Kıyâfet-nâme DĐA. S Macdonald, Kıyâfet MEB Đslâm Ansiklopedisi,s H. Ziya Ülken, Đslâm Düşüncesi, Đstanbul 1995, s 47 etmiştir. Bu eser devlet yönetimi hakkında bilgiler vermenin yanı sıra devlet kademelerinde yer alacak kişilerin seçimi hakkında da bilgiler verilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Aristo, öğrencisine bu ilmi dikkate alması konusunda öğütlerde bulunmuş ve bu ilmin faziletlerinden bahsetmiştir. Yuhanna nın tercüme ettiği bu eser on bölümden ibâret olup ikinci bölümün son kısmı bu konuya ayrılmıştır. Kelam alanında zirve olan ve Horasan da yetişmiş meşhur din âlimlerinden Fahreddini Razi nîn de bu konuda yazmış olduğu Kitabü l-firase adlı bir eseri vardır. Kaynakların verdiği bilgilere göre bu alanda yapılmış olan en iyi çalışmadır. Muhammet Đbni Zekeriya Razi ( ) tıbba dair yazmış olduğu eserinde bu konuya da bir bölüm ayırmıştır. El-Mansuri 119 ismini taşıyan bu eser on makaleden oluşmakta olup eserin ikinci makalesi firâset ilmine dairdir. Bu eserin bir nüshası Đstanbul da Üsküdar Selimağa Kütüphanesi nde 886 numarada bulunmaktadır. 120 Bu alanda Arap diliyle eser vermiş bir diğer kişi ise Đbni Sina ( ) dır. Aslen Türk olan bu ilim adamı başta tıp olmak üzere felsefe, matematik ve diğer alanlarda eserler vermiştir. Đslâm âleminin en büyük âlimlerinden biri olan Đbni Sina nın birçok eseri Batı dillerine de tercüme edilmiştir. Đbni Sina nın kıyâfet-nâme alanında yazmış olduğu risâle hakkında bilgiyi Kâtip Çelebi Keşfü z-zünun adlı eserinde vermektedir. 121 Đbni Sina ile muasır olan ve bu alanda başarılı bir eser veren bir diğer müellif de Ebu Sehl Mesihi dir. Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi 2695 numarada bulunan Gevrekzade nîn kıyâfet-nâmesi bu yazarın Arapça yazdığı kıyâfet-nâmenden haber vermektedir. Tasavvuf üzerine yazdığı risâlesiyle Đslâm dünyasında adından söz ettiren Kuşeyri nîn de bu alanda yazdığı fakat müstakil olmayan bir eseri vardır. Kuşeyri ye göre feraset zühd ve istikametin bir neticesinden başka bir şey değildir. Kuşeyri Etvâru Selâtîni l-müslimin adlı eserinin bir kısmını bu konuya ayırmıştır. 122 Bu alanda Arapça eser veren bir diğer müellif Muhyeddin Đbnü l Arabî dir. Özellikle vahdet-i vücut fikrini sistemleştirmek ve bu fikri belli temellere oturtmakla tanınan meşhur mutasavvıfın eserleri içinde bu konuya yer verdiği görülür. Arabî firâsetle ilgili fikirlerini Et- Tedbiratü Đlâhiye fi Islahi l-memleketi l-đnsaniyye adlı eserinin sekizinci bölümü ve El- Fütuhatü l-mekkiyye adlı eserinin yüz kırk sekizinci bölümünde dile getirmektedir. 119 Mengi bu eseri bu alanda Arapçada yazılmış ilk eser olarak tanındığını söyler. Bak. Mengi agmd. s Çelebioğlu,age. s A. yer. 122 M. Mengi,Kuşeyri nîn bu konuyu içeren eserinin başlı başına bir eser olmayıp bir risâle olduğunu aktarır.bak. Mengi, agmd. s 48 Ebi Abdullâh Đbni Muhammed bin Ebi Bekr Ebi Talibi l-ensari ed-dımışki bu alanda tanınmış eser veren bir diğer yazardır. Dımışkî, Kitabü l-adab ve s-siyase fi Đlmi n-nazari ve ve l-firase (telif:1349) adlı eserinde bu konuyla ilgili genel yargılarını dile getirmiştir. Bu eserin Türkiye deki kütüphanelerde çok sayıda yazma nüshası bulunmaktadır. Bu eser 16. yüzyılda Şa bân-ı Sivrihisârî tarafından Damat Đbrahim Paşa nın emriyle Türkçeye tercüme edilmiştir Fars Edebiyatında Kıyâfet-nâme: Bu alanda Arapların dışında eser veren bir diğer ulus Đranlılardır. Kadisiye ve Nihavend savaşlarından sonra Đslâm ordularının istilasına uğrayan Đran çok güçlü ve köklü uygarlığına rağmen çok hızlı bir şekilde Arap kültür ve uygarlığının etkisinde kalmıştır. Bu etkileşimle birlikte bütün iç dinamiklerinde hızlı ve büyük bir değişme olmuştur. Eski inanca dair bütün kalıntılar ortadan kalkmış ve Đran ın Đslâmlaşma süreci çok kısa sürede tamamlanmıştır. Bu değişim Đran edebiyatı ve dilinde de görülmüştür. Eski Đran dili olan Pehlevice tamamıyla bir değişime uğramış ve değişim sonucunda bugünkü modern Farsçanın temelleri atılmıştır. Edebiyatta ise bu değişim önceleri Arap edebiyatının taklidi mahiyetindeyken sonraları Đranlıların dehasıyla Arap belagatının senteziyle Đslâm dünyasını ve özellikle Türk edebiyatını derinden etkileyen bir edebiyat meydana gelmiştir. Farsların Araplarla etkileşimi sonucunda Arap edebiyatına ait birçok nazım şeklinin ve Arap edebiyatında işlenilen birçok temanın Fars edebiyatına geçmesine neden olmuştur. Kıyâfet-nâme türünün Fars edebiyatındaki seyrine baktığımızda bu türün Đslâm döneminden çok önce olduğunu görmekteyiz. Kaynakların verdiği bilgilere göre Sasani hükümdarlarından Nuşirevan, ülkesini bu türden yazılmış bir eserle yönetir ve devlet idaresine alacak memurları bu ilmin kıstaslarına göre seçermiş. 123 Rivayet olunur ki bir gün kısa boylu olan bir adam gelip başka bir kişiden şikayetçi olur. Adamı dinleyen Nuşirevan firâset ilmine vakıf olduğundan firâset ilminin belirlediği kıstaslardan hareketle şikayet edilen adamın boyunu bosunu sormuş ve adamın şikayetçi olunan kişiden daha kısa olduğunu öğrendiğinde şikayetçi olana tebessüm edip gereği gibi hükmetmiştir. 124 Kıyâfet ilminin geçmişi Đran da her ne kadar eski olsa da bu alanda verilen eserler Đslâm sonrası dönemde yaygınlaşmış ve birçok eser 14.yüzyıldan sonra yazılmıştır. Her ne kadar bu ilim Đranlılarda geçmişi çok eskiye dayansa da bu ilimin Đslâmiyet ten sonra 123 Çelebioğlu,age. s Çavuşoğlu, age, s 49 yaygınlaşması ve ilk örneklerin Farsların Đslâm ı kabulünden sonra vermeleri, bu ilmin Araplardan Farslara geçtiği intibasını güçlendirmektedir. Đran edebiyatında bu alanda yazılmış ilk eser Kemalettin Abdürrezzak Kaşani (öl.1329) ye aittir. 125 Kaşani nîn adını ve nüshasını bilmediğimiz eseri elde bulunmamakta ve eserin varlığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. 126 Kaşani ile aynı çağda yaşamış Derviş Abdürrahman Mireki inin Tuhfetü l- Fakir adlı eseri Kaşani den sonra yazılmış bu alandaki bilinen ikinci eserdir. Mireki eserini çağın sultanlarından Sultan Ebu Sait Bahadır a sunmuştur. 127 Seyyid Ali Hamedani (öl.1384) Zahiretü l-müluk adlı eserinin beşinci bölümünü bu konuya ayırmıştır. Yazarın bu eseri Fars edebiyatı içinde bu alanda yazılan en önemli eserlerden biridir. Ayrıca Hüseyin Vaiz Kâşifî (öl.1504) nîn Ahlak-i Muhsinî adlı ahlaki ve öğretici eserinin bir bölümü bu konuya ayrılmıştır. 128 Kâşifî nîn bu eserini Osmanzâde Tâib Ahmet Ahlakı-ı Ahmedî adıyla Türkçeye tercüme etmiştir. Yukarıda verdiğimiz bu eserler bu konuda Đran edebiyatında önemli bir yere sahiptir Türk Edebiyatında Kıyâfet-nâmeler: Yukarıda kıyâfet ilminin ya da diğer adıyla fizyonominin Batı ve Doğu toplumlarındaki gelişmelerini ve bu konuda yazılmış eserler, eserlerin müelliflerini aktarmaya çalıştık. Bundan sonraki bölümlerde ise bu ilmin Türk sanatçıları tarafından nasıl işlendiği ve verilen eserleri konu edineceğiz. Fakat biz bu konuya geçmeden önce bu ilmin bizdeki yansımalarını ve Türk yazarlar bu ilmi nelere göre ele aldıklarını ve kıstaslarının ne olduğunu ve nerelerde kullanılması gerektiğini kısaca ele alacağız. Bu alanda verilen eserlerin özelliklerine baktığımızda bu eserlerin ortaya çıktığı çağlarda insanların estetik anlayışlarını yansıtmakla beraber, önceki bölümlerde de söylediğimiz gibi Arap ve Fars edebiyatının ve bu toplumların estetik anlayışlarını da yansıtmaktadır. Gerek ilk eserlerde ve gerekse de son dönemde yazılan eserler baktığımızda bu eserlerin oluşturuldukları dönemlerde revaçta olan hilye, siyer, ş gibi dini nitelikli eserlerden beslendikleri görülmektedir. Arap ve Fars edebiyatlarında sayıları hayli kalabalık olan ve Hz. Muhammed in yüz şeklini, beden yapısını, giyim tarzını anlatan eserlerin kıyâfetnâmeleri etkiledikleri bir gerçektir. Ayrıca toplumun geleneksel anlayışları ve insanların dış 125 Đskender Pala Kaşani nîn ölüm tarihini 1392 olarak kaydeder. Bak.Đ.Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Đstanbul s Mengi, agmd. s Çelebioğlu, age. s Pala, age. s 50 yapılarıyla kişilikleri arasında kurdukları ilişkiler ve bu alandaki inançları, bu ilmin temel kaynaklarını yansıtır. Bu türün ilk örnekleri bizde müstakil olmaktan ziyade sultanlar için yazılan siyasetname türündeki eserlerde ya da ahlaki ve didaktik türdeki eserlerde verilmiştir. Bu tür eserler daha çok tercüme olduklarından genel olarak hangi dilden çevrilmişse mütercim o ulusun insanlara bakış açısını olduğu gibi aktarmıştır. Bizde bu tür eserler Arapçadan ve Farsçadan daha çok tercümeyle girdiğinden bu iki toplumun insani temel kıstasları, güzellik anlayışları, ahlak anlayışları doğrudan bize geçmiştir. Mesela tüm kıyâfet-nâmelerde kara gözlü, kara kaşlı, kara saçlı esmerlerin ideal insan tipi olarak ortaya konulması bunun açık bir delili gibidir. Çünkü yukarıda saydığımız bu özellikler tamamıyla Arapların ve Farsların özelliği olmaktan başka bir şey değildir. Yukarıda verdiğimiz özellikler Türk yapısıyla tam uyumlu olmadığı görülür. Bu türün Türk edebiyatındaki seyrine baktığımızda bu ilme ait ilk eserlerin ilk kez Türklerin Đslâmiyet i kabûlünden sonraki dönemde yazılmış olduğu görülür ve bu alanlarda yazılan eserlerin üstünde Arap ve Fars dilinde yazılan eserlerin etkisi ağırlıklı olarak hissedilir. Çünkü bu alanda yazılan bir kısım eserler tercüme iken bir kısmı ise var olan Arapça ve Farsça eserlerin tesiriyle kaleme alınmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu tür eserlerde belirtilen kıstasların Arap ve Fars yaşamının ve karakterinin etkisinin görülmesi buna kanıt teşkil eder. Hatta Đbrahim Hakkı ya mal edilen ve onun ilm-i kıyâfet alanındaki maharetini ortaya koymak amacıyla anlatılan hikaye bile Đmam Şafii nîn bu alandaki maharetini göstermek amacıyla kaynaklarda anlatılan hikayenin bir miktar değiştirilmiş versiyonudur. Kıyâfet ilmiyle ilgili Türk edebiyatında ilk örnekler Osmanlılar döneminde verilmeye başlanmıştır. Gerçi Đslâmiyet sonrası Türk edebiyatının ilk ürünlerinden olan Kutadgu Bilig de hükümdarın ve vezirlerin vasıfları, iyi bir kadında bulunması gereken nitelikler, eş seçilirken, saraya görevli ve devlet adamı alınırken dikkat edilmesi gereken hususlarla ilgili özelikler bulunmaktadır; 129 ayrıca saraya alınan kişilerin özelliklerini verirken onların bedensel olarak dikkat edilmesi gereken hususlara da yer vermiştir. Kıyâfet ilmine dair ilk manzum çalışma Bedr-i Dilşâd ın Murad-nâme adlı eserinde 40. bâbda yer alan bölümdür. Ama bu eser müstakil bir eser olmayıp sadece bir eserin bir bölümünden oluşmaktadır. Fatih döneminde yaşayan Sarıca Kemal bu alanda ilk eser vermiş olsa da bu eser elde mevcut değildir. Hamdullâh Hamdi nîn Kıyâfet-nâmesi ise XVI. 129 Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında Đlk Mutasavvıflar,DĐB Yayınları, Ankara 1991, s 51 yüzyılda bu alanda yazılan en önemli eserdir ve ondan sonra yazılan birçok eser onun etkisinden kurtulamamış, müellifler eserlerini oluştururken ondan yararlanmıştır. Bu yüzyıldan sonra bu alanda bir patlama yaşanır ve gerek manzum gerek mensur çok sayıda kıyâfet-nâme kaleme alınır. XVIII. yüzyılda bu alanda önemli eserlerden biri Erzurumlu Đbrahim Hakkı tarafından verilir. Bu türle ilgili eserler XIX.yüzyılda da verilmeye devam etmişse de Hamdullâh Hamdi ile Đbrahim Hakkı nın kıyâfet-nâmeleri kadar meşhur eserler oluşturulmamış ve yazılan eserler bu iki eserin gölgesinde kalmıştır. Bu dönemde Avrupa da psikoloji ve tıp alanında çok gelişme yaşanmış ve insan yapısı bilimsel olarak ele alınmıştır. Ama bütün bu gelişmelerden habersiz bir şekilde eser veren Osmanlı müelliflerinin, bu alandaki bilgileri bilimsel çalışmalardan uzak ve yüzyıllar önce aktarılan bilgilerden ibârettir. Sadece son dönemde eser veren Mustafa Hami Paşa, tıp eğitimi aldığından ötürü pek hacimli olmayan Fenn-i Kıyâfet adlı eserinde konuya biraz bilimsel yaklaşmaya ve bazı konularda bilimsel ve kesin hükümlere varmaya çalışmıştır. Türk edebiyatında bu alanda yazılan bazı eserler müstakil iken bazı eserler de diniahlaki ve didaktik eserler içerisinde bir bölüm olarak yer almaktadır. Örneğin Hamdullâh Hamdi nîn, Şa bân-ı Sivrihisârî nîn, Balizâde Mustafa nın, Niğdeli Visâlî nîn ve diğer birkaç yazarın daha eseri sadece bu konuyu ele alan müstakil birer eserken Erzurumlu Đbrahim Hakkı nın kıyâfet-nâmesi yazarın meşhur eseri olan Marifet-nâme içinde bir bölüm olarak yer almaktadır. Ayrıca Bedr-i Dilşâd ın Murad-nâme adlı eserinde ve Yusuf Has Hacib in Kutadgu Bilig adlı eserinde kıyâfet ilmine dair bilgiler verilse de bu iki eser bu ilmin tamamını konu almış değil, sadece bazı bölümlerde bu ilme dair bilgiler aktarmıştır. Türk edebiyatında bu türde yazılan eserlere genel isim olarak kıyâfet-nâme veya firâset-name adı verilmekle beraber, az da olsa bu ilme dair yazılan kimi eserlere özel isimler de (Fenn-i Kıyâfet, Visaletü l-đrfan, Zübdetü l-đrfan) verilmiştir. Ayrıca bu ilimle ilgili eserlerin çoğunluğu el yazması niteliğinde olup XIX. yüzyıldan sonra yazılan kimi eserler de matbu olarak tab edilmiştir. Türk edebiyatında bu ilmi doğrudan veya dolaylı olarak konu alan eserler şunlardır: Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig Bu eser Türk edebiyatında kaleme alınan Đslâm etkisindeki ilk eser olmakla beraber yazılan ilk siyaset-nâmedir de. Yazar, iktidarın nasıl olması gerektiği, hükümdarla halk ilişkilerini, akıllı ve ileri görüşlü olmanın faziletlerini anlatmanın yanı sıra saraya alınacak hizmetçilerin, seçilecek devlet adamlarının, komutanların ne tür özellikleresahip olması gerektiğinden deuzun uzun bahseder. 50 52 Yusuf a göre insanın iyilik ya da kötülüğünü, karakterini görünüşünden anlamak mümkündür. Hükümdarlar çevrelerinde insanları şekl u ş lerinden tanıyan insanları tutmalıdır. Çünkü idaresinin devamı ve işleri ehline vermesi bakımından bir hükümdar görev ve yetki vermiş olduğu insanların ne tür özelliklere sahip olduğunu bilmesi şarttır. Hükümdarın görev vermiş olduğu insanlar sahip olduğu engin anlayış ve firâsetle hükümdarın başına gelecek felaketleri önlemeli, itimat edilmeyecek kötü kimseleri onun yanından uzaklaştırmalı, şüpheli kimselere karşı ihtiyati tedbirler almalıdır. Şair, bu eserinde hükümdar, vezir, vezirin oğlu Öğdilmiş, kadehçi, aşçıbaşı, elçi, içkici başı gibi kişileri ele alırken onların vücut yapılarıyla kişilikleri arasında bir bağ kurarak aktarmaya çalışır. Şaire göre hükümdarın genel görünüşüyle diğer insanlardan ayrıldığı için bir topluluk içinde hemen fark edilir. Şaire göre hükümdarın yakışıklı, güzel yüzlü, saçı sakalı düzgün olmalıdır. Boyun uzunluğu bilgi nazarında makbul olmadığından hükümdarın boyu uzun olmamalı ve kısa da olmamalıdır. Hükümdar orta boylu olmalıdır. Veziri ele alırken de onun soyunun temiz ve yüzünün güzel olması gerektiğini söyler. Ulu Hacib in yüzü ve kıyâfetinin güzel, saçı, sakalı düzgün, erkek sesli ve açık sözlü olması gerektiğini söyler. Şair bu kişiliklerin dışında bazı tipler için karakter tahlillerinde bulunur. Örneğin kısa boylu, bodur kimselerin hırçın, yüzü ve dışı güzel olanın içinin de güzel, orta boyu insanların ise tercih edilen özelliklerinin olduğunu söyler. Ayrıca eş seçimlerinde kumral güzellerin tercih edilmesi gerektiğini ifade eder. 130 Görüldüğü gibi şair eserinde daha sonraki dönemlerde yazılan kıyâfet-nâmelerde ele alınan bazı kıstasları ele almış ve bunları derine inmeden ve genel bir karakter tahliline girmeden belli başlı kişileri görevleri ile ilişkili olarak onların bedensel yapılarıyla kişilikleri arasında ilişki kurarak aktarmaktadır. Şair eserinde kendinden sonra yazılan ve ilm-i kıyâfeti konu alan eserlerde ele alınan özellikleri yansıtmasına ve bu ilme dair bazı özellikleri barındırmasına rağmen bu, bu konunun tamamıyla işlendiğini ve eserin bir kıyâfet-nâme olduğunu göstermez Bedr-i Dilşâd Murad-nâme Bu konuda Osmanlı sahasında yazılmış ilk örnek Bedr-i Dilşâd ın 2. Murat a sunduğu Murat-name adlı eserinin kırkıncı bölümünde Ender Gulâm ve Kenîzek Hırîden başlığıla bu konuya yer vermiştir. Müellifin ele almış olduğu bu ilim eserde sadece bir bab olup müstakil bir eser değildir. Bu eser, Ziyaroğullarından Emir Unsûrü l-meâlî Keykavûs bin Đskender bin 130 Çavuşoğlu, age. s 53 Veşmgir in, oğlu Geylan Şah için yazdırdığı Kabus-nâme adlı mensur eserin Türkçe manzum tercümesidir. Bu eserin musikiyle ilgili otuz dördüncü babı bu ilme dair verdiği bazı özellikler ile kırkıncı babında yazar, saraya alınacak genç erkek hizmetçi ve cariyelerin niteliklerinin nasıl olması gerektiğine dikkat etmeleri gerektiği konusunda kıyâfet ilmine değinmektedir. Bedr-i Dilşâd eserinin beytinden başlayarak beyte kadar olan kısmı genel bir giriş şeklinde hazırlamıştır. Ayrıca yazar babı kendi içinde Güftâr-ı Ender Beyân-ı Evsâf-ı Kenîzek ve Güftâr-ı Ender evsâf-ı Gulâmân ara başlıklara ayırarak 131 cariye ve hizmetçiler hakkında bilgiler vermektedir. Yazar, bu bölümün girişinde cariye seçmek için temiz ehilden olması gerektiğini söyler ve şöyle devam eder: Kişi hûşyâr olmayınca tamâm Ne alsa ziyân idiser ve s-selâm Basiret gerekdür ki âdem-şinâs Olıbileler ta ki eşrâf -nâs 132 ( ) Bedr-i Dilşâd bu beyitlerle başlayan girişi yaptıktan sonra beyitten başlayarak cariyelerin özelliklerini saymaya başlar. Müellife göre saraya alınacak bir cariyenin öncelikle yüzünün güzel, fiziğinin düzgün olması gerekir; çünkü yüz gözün baktığı yer ve Allâh ın sanatına mazhardır. Hizmetçinin güzelliği, semiz olmasından daha önemli ve olgunluğa erdirmek daha mükemmeldir. Cariye olarak alınacak kişinin önce gözünü, kaşını görmek ve bu hususlardan yola çıkarak Allâh ın sıfatlarını görmek gerekir. Sonra Ağzı ve burnuyla dişlerine, yanağıyla çenesine, saçına ve benine bakılmalı. Her insanın şerefi göze ve gönle hoş gelen sözdedir. Bu itibarla alınacak cariye kara veya ele gözlü, bilhassa tatlı sözlü, açık kaşlı, dudağı lal, dişleri inci gibi, gül endamlı ve ay yüzlü, doğru burunlu olmalı ki bakınca gönül alıcı ve göz aydınlatıcı olmalı. Cariyenin boyu ne uzun ne kısa olmalı, cariye ne zayıf ne de şişman olmalı yani orta kilolu olmalı. Şaire göre cariye alan kişi bu niteliklere sahip birini bulduğunda böyle bir cariyeyi kaçırmaması gerekir. Ama şairimiz sonradan ekler: Bu niteliklere sahip bir cariye dünyada huri demektir. Şair eserinin 7501 beytinden başlayıp 7631 beytine kadar olan kısmında hizmetçilerin özelliklerini saymaya başlar. Şaire göre erkek hizmetçinim özellikleri şöyle olmalıdır: Boyu düzgün, kendisi ay yüzlü; eti ve saçı uyumlu, sırtı yassı, ayasıyla alnı açık, kaşı kirpiği ona 131 Müjgan Çakır, Kıyâfet-nâmeler Hakkında Bir Biblografya Denemesi, Türkiyat Araştırmaları Literatür Dergisi, c.5, sayı , s Âdem Ceyhan, Bedr-i Dilşâd, Murâd-nâme, MEB Yayınları, c. 2, Đstanbul 1997, s 54 uygun olmalıdır. Ayrıca şair o dönemde Osmanlı tebaasında bulunan milletlerin özelliklerini sayarak bunların devlet kademelerinde seçilmesinde bu özelliklerin dikkate alınması gerektiğini söyler. Şair, o dönemin tıp anlayışından yola çıkarak bazı hastalıkların dış yapıyla bağlantılarını verir. Şaire göre insanların birçok hastalığı onların yüzlerine yansır: Kamu gizli rencün alametleri Gelüp yüzde bellü olısar varı (7576). Tamarları yoğın olsa gözler kızıl Anı renc-i sara delil oldı bil (7585) Şair hastalıklarla ilgili bilgi verdikten sonra insanların vücut yapılarından yola çıkarak kişilik tahlilleri yapmaya başlar: Husûsâ ki saruşın ola anı Serâ-perdeye koyma dinle beni. (7524) Dudağı kalın ola endâmı süst Evet, boyu uzun olursa dürüst. (7521) Şair eserini bir padişaha sunduğu için daha çok saraya alınacak elemanlar ve elemanların nitelikleri üzerinde durmuştur. Eser her ne kadar edebi bakımdan önemli olmasa da bu alandaki ilk çalışmaları içermesi bakımından önemlidir. Bu eser Adem Ceyhan tarafından iki cilt halinde metin ve inceleme olarak yayına hazırlanmıştır Sarıca Kemal Firâset-nâme Fatih devrinin önde gelen simalarındandır. Kemal-ı Zerd olarak da bilinen Sarıca Kemal, Bergama doğumludur. Mahmut Paşa nın muhasipliğini ve has gulâmının hocalığını yapmıştır. Fadlallâh ın Tarih-i Mu cam Fi-Âsâr Mülûke l-acem adlı eserinin Belagatnâme diye adlandırdığı çevrisini bitirmiştir. Dönemin gazel şairlerinden biri olarak tanınmış ve aynı zamanda mesnevi biçiminde de eser kaleme almıştır. Latifi, tezkiresinde şairden bazı beyitler akarmış ama bu beyitlerin hangi eserinden aktardığını belirtmemiştir. Sarıca Kemal, 1490 yılında Selâtin-nâme adlı eserini tamamlamıştır. Şair bu eserinin: Ki düzdüm Türkî dilde iki nâme Firâset-nâmedür, biri Sûz-nâme 53 55 Bu beytiyle iki eserinin daha olduğunu ve bunlardan bir tanesinin ilm-i kıyâfete dair olduğunu aktarsa da maalesef bu iki eserin varlığını ancak şairden öğrenebilmekteyiz. Şairin Firâset-name sinin elde bir nüshası olmayıp eser hakkında elimizde herhangi bir bilgi de yoktur. Bu yüzden eserin içeriği hakkında herhangi bir bilgi edinememekteyiz Akşemseddin-zâde Hamdullâh Hamdi Kıyâfet-nâme Fatih in hocalarından Akşemsettin in küçük oğlu olan Hamdullâh Hamdi ( ) dönemin önemli şairlerindendir. Hamse şairler olarak da bilinir. Türk edebiyatında en güzel Yusuf u Züleyha mesnevisinin de yazarıdır. Hamdullâh Hamdi tarafından yazılan Kıyâfetnâme adlı eser bu alanda yazılan en önemli eserdir ve kütüphanelerde en çok nüshası olan kıyâfet-nâmedir. Ayrıca Türk edebiyatında yazılan ilk müstakil eserdir. Bu eser mesnevi nazım biçimiyle yazılmış olup tamamı yüz eli beyittir. Eser aruzun feilâtün, mefâilün, feilün kalıbıyla yazılmış olup şair tarafından çeşitli başlıklar şeklinde düzenlenmiştir. Hamdullâh Hamdi bu eserde renk, boy, yanak, saç, çene, sakal, parmak gibi 26 başlık altında karakter tahlilleri yapmıştır. Şair klasik mesnevi girişi yaptıktan sonra sebeb-i telif bölümünde bu eseri yazmasının sebebini açıklar ve şair eseri yazmasının sebebini Mevla nın isteğine bağlar. 133 Şair eserine Allâh a hamd ile başlar ve Allâh ın insanı güzel yarattığından bahseder: Eylerüm ol Kerîm e hamd u sipâs Yok, durur ni metine hadd u kıyâs Ahsen eyledi şekl-i insânı Cümle hayvândan a del etti anı Şair, hamdele, salvele ve naat mahiyeti taşıyan beyitlerden sonra yüz şekillerinin kişiliklere delalet olduğunu anlatan konuya yani esas konuya geçer. Sıfat-ı renk bölümünde insan rengiyle kişiliğini,sıfat-ı ruh bölümünde yanakla kişilik münasebetini, sıfat-ı kamet bölümünde boyların hususiyetlerini, sıfat-ı ette insan vücudunu oluşturan et ile kişilik münasebetini, sıfat-ı harekette insan davranışlarını, sıfat-ı saç bölümünde saçın yapısı ve kişilikle bağlantılarını, sıfat-ı baş kısmında başın şekilsel yapısıyla kişiliği, sıfat-ı cebhe bölümünde alın yapısı ile kişilik bağını,sıfat-ı kulak kısmında kulaklardan yola çıkılarak kişilik yapısını,sıfat-ı kaşta kaşın yapısını ve hangi tür kaşların ne anlam ifade ettiğini,sıfat-ı çeşm bölümünde göz yapısı,göz renginin kişiliğe etkisini, kulak, burun vs. gibi uzuvların kişiliğe etkisini şair 26 başlık altında ele alır. 133 A.Çelebioğlu, Akşemsettin-zade Hamdullâh Hamdi Çelebi ve Pendnamesi.1. Akşemsettin Sempozyumu Tebliğler Bolu 1988, s 56 Kâtip Çelebi, eserin Đmam Şâfiî den tercüme edildiğini 134 bildirse de bunu destekleyecek herhangi bir delil elde yoktur. Hamdullâh Hamdi nîn bu eseri mesnevileri arasında en rağbet görmüş eseri Yusuf u Züleyha kadar beğenilmiş ve birçok nüshası kopya edilmiş ve birçok kütüphanede yazma nüshası bulunmaktadır. 135 Bu eser edebi bakımdan fazla bir değer taşımamaktadır. Sadece bu türde yazılan diğer eserlerde olduğu gibi belli bir sanat gayesi gütmeden insanların vücut yapılarından yola çıkarak kişilik hakkında bilgi vermektir. 136 Bu eser, sonraları yazılan birçok eser üzerinde etkili olmuş ve birçok esere kaynaklık teşkil etmiştir. Bu yönüyle Türk edebiyatında bu konuda yazılmış en meşhur eserdir. Örneğin Yümnî, Hara-name adlı eserinde sarışınlarla ilgili yargıya varırken, Hamdullâh Hamdi Çelebi nîn bu konuda yazdığı beyitlerini olduğu gibi aktarmıştır: Âsâf idi heyet-i zırnîh-veş Nehs idi zatı dahi mirrîh-veş Hamdî-i merhûm eserinde dimiş Dahi nice kimse betân eylemiş Tecribe ittim nice kez ben hele Hiç umamam sarıdan eylik gele Yukarıdaki beyitte görüldüğü gibi şair Hamdullâh Hamdi nîn aynı beytini kendi tecrübesiymiş gibi göstermiştir. Zübtedü l-đrfan fi Alameti l Ebdan adlı mensur eserde de Hamdullâh Hamdi den bazı aktarmalar yapılmıştır. 137 Ayrıca Hamdullâh Hamdi den sonra bu alanda eser veren ve en önemli eserlerden biri olan Erzurumlu Đbrahim Hakkı nın kıyâfet-nâmesinde de onun etkisi açıkça görülür ve yazarın verdiği hükümler olduğu gibi tekrarlandığı görülmektedir. Yukarıda verdiğimiz bu örnekler eserin bu konuda edebiyatımızdaki yeri hakkında bilgi vermesi bakımından önemlidir. 134 Amil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmalar, MEB Yayınları, Đstanbul1998, s Kıyâfet-nâme-i Hamdi nüshâlârı: Süleymaniye Ktp. Murat Buhari bl. no Süleymaniye Ktp. Esat Efendi bl. no: 3613, Süleymaniye Ktp. Esat Efendi bl. no: 3436, Đstanbul Üniversitesi Ktp.TY.no:1883, Erzurum A. Ü. Ktp. A. Sırrı bl. no: , Süleymaniye Ktp. Bağdatlı Vehbi bl. no: 2162, Millet Ktp. Ali Emiri bl. no: 563 Ankara Cebeci Ktp. No: 1717, Koyunoğlu Müzesi no: 13249, 13507; Süleymaniye Ktp. Esat Efendi bl. no: Süleymaniye Ktp. Fatih bl. no: 3544, Süleymaniye Ktp. H.Mahmut bl. no: 2043, Süleymaniye Ktp.Yazma Bağışlar, bl. no: 1386, Topkapı Saray Müzesi Ktp. no: Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Đstanbul 1999 s Çelebioğlu age. s 57 Firdevsi-i Rumî Firâset-nâme XV. yüzyıldan başlayarak birçok eser verilmeye başlanan bu alanda ve XVI. yüzyılda ise diğer türlerde de görülen gelişmelerin bu türü de etkilediği ve bu alanda bir patlama yaşandığı söylenebilir. XVI. yüzyılda Osmanlı sahasında yazılmış bir diğer Türkçe eser Firdevsi-i Rumî nîn Firâset-nâme sidir. II. Beyazid döneminde yaşayan sanatçı, Süleymânnâme adıyla bilinen ve Hz. Süleyman ın hayatını, menkıbelerini ve Doğu esatirini konu alan hacimli bir eser yazmış ve II. Beyazid e sunmuş fakat her nedense padişah eseri beğenmemiştir. Bu yüzden padişahla arası açılmış ve Osmanlı topraklarını terk etmiştir. 138 Kaynaklarda şairin en çok Süleymân-nâme adlı eserinden söz edilmesine rağmen onun bu alanda, yani ilm-i kıyâfet ile ilgili yazdığı eserinden pek bahsedilmez. Eserin varlığı hakkındaki bilgiyi M. Tahir in Osmanlı Müellifleri adlı eserinden öğrenmekteyiz 139.Eserin yazma nüshâlârı elde bulunmadığından eserin içeriği hakkında da bilgi sahibi değiliz Şaban-i Sivrihisârî Kıyâfet-nâme 16. yüzyılda yazılan kıyâfet-nâmelerden biri de Şaban-i Sivrihisârî nîn Kıyâfetnâmesi dir. Eser tercüme olup Mu2ammed bin Ebi Bekir bin Ebu Xalib El-En4ari ed- Dımışkî den tercüme edilmiştir. Eser dönemin sadrazamı Damat Đbrahim Paşa nın isteğiyle 1532 de kaleme alınmış olup bitirildikten sonra paşaya sunulmuştur. Eser nazım-nesir karışık şekilde kaleme alınmış ve Arapça bir girişle başlamıştır. Eser bir mukaddime ve dokuz makaleden oluşmaktadır. Mukaddime huruf-i mermuze beyanında olup eserde görüşlerine yer verilen her şahsın karşılığında bir harf kullanılmıştır. Bu harfler: Aristo ya :ط işâretdir. işâretdir. Cemā ate :هŞāfíî ye :ع Đplavus a :سĐmāma :م Manŝūriyye :صEflimūn : ن Yazar her makalede farklı farklı konuları işlemiştir. Yazar, ilk makalede bölümünde ilm-i kıyâfetin tanımını yapmış ve bu ilmi kıyâfet, siyafet ve riyafet adı altında üç bölüme ayırdıktan sonra bu bölümler hakkında bilgiler vermiştir. Ayrıca yazar, kıyâfet ilminin hak bir ilim olduğunu ispatlama amacıyla akli deliller sunmuştur. Eser sadece insanların vücut yapılarını ele almamış, insanlarla beraber hayvanları, hayvanları da uçan kanatlılar, suda yaşayan hayvanlar, yırtıcı olan hayvanlar ve diğer hayvanlar olarak bölümlere ayırmış ve ayrıca çeşitli ülkelerin insanlarının özelliklerini eserde açıklamıştır. Eserin ilm-i hutut bölümünde yazar, el şekillerinden yola çıkarak insanların kişilikleri ve talihleri hakkında bilgi vermiştir. Yazara göre bir insanı tanımanın en önemli yolu onların 138 Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB yayınları, Đstanbul 1998, s Çelebioğlu, age. s 58 ellerindeki çizgilerine bakmaktır. Nitekim Allâh her insanın el çizgilerini farklı farklı yaratmasının sebebinin bu olduğunu savunan yazar, eskiden saraylara kul ve cariye alındığında onların el çizgilerine bakılarak alındığını da ekler. Yazar ayadaki her hata isim vermiş ve çizgilerin ne anlama geldiğini ve hangi yıldızın hükmünde olduğunu açıklayarak kişilerin talihlerini bu çizgilere göre açıklamaya çalışmıştır. Bu bölümü bir risâle şeklinde hazırlayan yazar, bu bölümü de bir mukaddime ve altı bab üzerine kurmuştur. Eserin son kısmı da manzum bir bölüm olup Yunan hükemasının bu ilme dair görüşlerini manzum olarak aktarmıştır. Bu bölümü de müstakil bir kıyâfet-nâme olarak da ele almak mümkündür. Yazar bu bölümde insan uzuvlarını ele alarak Yunan hükemasının görüşleri ışığında tahlil eder. Eser tez konumuz olduğundan dolayı eser hakkında ayrıntılı tahlile ileriki bölümlerde yer vereceğiz. Eserin bilinen bir nüshası vardır. Bu nüsha Nuruosmaniye Kütüphanesi 4099 numarada kayıtlıdır Balizâde Mustafa Kıyâfet-nâme Balizâde Mustafa Efendi, bu eseri 1575 te tamamlanmış olup 3.Murat a eserini ithaf etmiştir. Bu eser hem dönemin hem de daha sonra yazılan eserler içinde en dikkat çeken eserlerden biridir. Eserin bilinen tek nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi nde 4100 numarada kayıtlıdır. Eserin tamamı 65 varaktan oluşmakta ve eserin tamamı mensurdur. Ayrıca eserin varaklarına başkaları tarafından açıklamalar eklenmiştir. Yazar kısa bir giriş yaptıktan sonra eserin bölümleri hakkında bilgi vermektedir. Buna göre eser bir mukaddime ve yedi bâb üzerine kurulmuştur. Mukaddime bölümü genel olarak firâset ilmine ayrılmış ve bu ilim hakkında bilgiler verilmiştir ve ayrıca bu bölüm de yedi fasla ayrılmıştı. Bu fasıllarda işlenen konular şöyledir: Fasl-ı evvel, tarif-i ilm-i firâset beyanındadır. Đkinci fasıl, fazilet-i ilm-i firâset beyanındadır. Üçüncü fasıl, taksim-i kıyâfet beyanındadır. Dördüncü fasıl, bu ilimde ma rifet lâzım olan eşya beyânındadır. Beşinci fasıl, bu ilme karîb olan ulum-i garibe beyânındadır. Altıncı fasıl, tarîk-i firâset beyânındadır. Yedinci fasıl, tarik-i firâsete vakıf ve şu urdan sonra ma rifi lâzım olan umur beyânındadır. 140 Balizâde ilm-i firâseti anlatırken deliler vermiş ve bu ilmin doğruluğunu delillerle desteklemeye çalışmıştır. Yazar, mukaddime bölümünde anlatacağı temel konu başlıklarını verdikten sonra yedi babda işleyeceği konulara değinmektedir. Ayrıca yazar, birinci babı altı fasla, ikinci babı on beş fasla ayırarak aktarmış ve her uzvu bir fasıl üzerine açıklamıştır. 140 Bali-zâde Mustafa Kıyâfet-nâmesi, Nuruosmaniye Kütüphanesi, No: 59 Ayrıca yazar, her babda farklı konuları işlemiştir. Eser üzerinde herhangi bir bilimsel araştırma yapılmamıştır Đlyas Đbni Đsa-yı Saruhânî Kıyâfet-nâme Bayramiye tarikatının şeyhlerinden olup Akhisâr doğumludur de ölen Đlyas Đbni Đsa-yı Saruhanî çok iyi bir eğitim aldı. II. Selim in döneminde yetişen müellif, dönemin padişahına Nurîye adlı eserini takdim etti. Bu eseri müellifin en önemli eseri olup müellifin bu eserleri dışında bir de Runuzu l-kunuz, Tabiat-nâme, Ferâh-nâme, Kıyâfet-nâme, Fusûl-i Sabia, Fusûl-i Aşâre, Manzûm Şerh-i Esmâ-yı Hüsnâ, Kavâidü t-teshîr, Ebvâb-ı Site, Kenzü l-esrâr adlı eserleri de vardır. Yukarıda da aktardığımızdan anlaşıldığı gibi yazarın ilm-i kıyâfete dair bir eserinin olduğu anlaşılmakta olsa da bu eserin varlığını ancak kaynaklardan öğrenebilmekteyiz. 141 Eserin herhangi bir nüshası da elde olmadığından eser hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz Abdülmecit b. Şeyh Nasuh Kıyâfet-nâme 1565 te ölen Abdülmecit Đbni Şeyh Nasuh, bu alanda eser vermiş önemli şahsiyetlerden biridir. Tosyalı Şeyh Nasuh Efendi nîn oğludur. Çok iyi br eğitim almış ve çok sayıda eser kaleme almıştır. Daha çok dini-didaktik tarzda eserler kaleme alan yazarın Tezkire-i Ulû l-elbâd, El Havf ü ve l-huzûn, El-Felâh ve l-hüdâ, El-Fevzü l-azim, Riyâzi n-nasihin, Ravzatü l-ezhâr ve Cennetü l-esmâr, Kenzü l-favâid adlı eserleri yanı sıra insan fizyonomisiyle ilgili bir eser yazmış olduğu da kaynaklarda aktarılmaktadır. Bu müellife atfedilen kıyâfet-nâmenin varlığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. 142 Bu eserin de elimize şimdiye dek herhangi bir nüshası geçmemiştir. Eserin nüshası elde olmadığından eserin mahiyeti hakkında herhangi bir bilgimiz yoktur Mustafa Đbni Evranos Kıyâfet-nâme Mustafa Đbni Evranos XVI. yüzyılda yaşamış şahsiyetlerdendir. Kaynaklar onun kıyâfet-nâme adında bir eserinden bahsetmekte ve eserin II. Selim e sunulduğu aktarılmaktadır. Eserin herhangi bir nüshası elde bulunmayıp varlığı hakkında bilgiyi kaynaklardan öğrenmekteyiz. Eserin elde nüshası olmadığından eserin mahiyeti hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. 141 Çelebioğlu, age. s M. Tahir Osmanlı Müellifleri adlı eserden naklen Amil Çelebioğlu eserin varlığını bize bildirmektedir. Çelebioğlu, age. s 60 Nesîmî Kıyâfetü l-firâse Azeri sahasının büyük şairi ve Hurufiliğin temsilcilerinden olan Nesimî ile burada konu edineceğimiz Nesimî birbirinden ayrı iki şahsiyettir. Azeri şair Nesimî, XIV. yüzyılda yaşamış olup Hurufilik düşüncesini benimsediğinden ve ene l-hak dediğinden dolayı idam edilmiştir. Kıyâfetü l Firâse nin müellifi olan Nesimî nîn hayatı hakkında elde fazla bilgi bulunmamaktadır. Bildiğimiz müellifin XVI. yüzyılda yaşadığı ve kaynakların verdiği bilgilere göre müellifin Kıyâfetü l-firâse adlı bir eserinin olduğudur. Eserin Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde bir nüshası bulunmaktadır. Bu nüsha Türkçe yazmalar bölümünde ve 5413 numarada kayıtlıdır. Bu eser hakkında herhangi bir araştırma yapılmamıştır Niğdeli Visâli Vesîletü l-đrfân Niğdeli Visali nîn asıl adı Muhammed dir. Niğde doğumlu olup Đstanbul da iyi bir medrese eğitimi almış ve medrese hocalığı ve kadılık yapmıştır.mevlevi tarikatına bağlanarak tasavvufun tüm inceliklerini öğrenmiştir. Şair ilm-i kıyâfete dair yazdığı eserini diğer şairlerden farklı olarak Vesiletü l-đrfân adını vermiştir. Şairin 1595 te yazmış olduğu bu eseri mesnevi nazım biçimiyle ve aruzun feilâtün, mefâîlün, feilün kalıbıyla yazılmış ve şair, aruzu Türkçeye uygulamada oldukça başarılıdır. Eserin tamamı 1002 beyitten oluşmaktadır. Eser klasik mesnevi tarzıyla yazılmış olup eser tevhidle başlar, münâcât, na at, mirâcîye, medh-i çıhâr Güzin, III. Mehmed e övgü, sebeb-i telif-i eser, ağaz-ı destan ile devam edip hatime ve dua bölümüyle son bulur. Sebeb-itelif-i eserde şair, eserinin yazılış sebebi olarak tahta çıkan yeni padişaha layık olacak bir eser sunmak olduğunu ve buna en uygun olanın da insanı anlatan bir kitap olduğunu söyler beyte kadar olan kısım mesnevinin yukarıda bahsettiğimiz klasik bölümleri olup genel bir giriş niteliğindedir. Şair, 188. beyitten başlayarak asıl konuya geçmeye başlar. Asıl bölümde şair, insana ait özellikleri (boy, göz, kaş, ağız, omuz, cinsel organ, yanak, renk, saç...) tek tek ele alarak bu uzuvlar hakkında teferruatlı bilgiler verir. Yazarın ele aldığı ilk beden özelliği boydur ve boyları da kendi içinde üçe ayırarak bunlar hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Mesela şair uzun boy için şöyle der: Kâmeti bir kişinin olsa tavîl Bereket sâhibidür anı bil (B. 188) Hayr u şer her ne salsa ol başına Suna anı hemişe kardaşına 59 61 Ehl-i hikmet buyurdı bu kavli Safîdür bay gönüllünün aklı Eyülerle müdâm eyle başı Sevmez oğlı olursa kallaşı Đki âlemde eyülük ey kardaş Ehl-i kibr ilekavuşmakdur baş. Kibr u kin nidüğüni ol bilmez Kimsenün ayıbını görüp gülmez Ayrıca şair orta boyun hikmetlerinden bahseder ve orta boylu insanların işlerinin hikmet üzere olduğunu ve edepli ve yumuşak huylu, bütün güzellikleri kendisinde barındırdığını söyler. Yazar eserin giriş kısmında ayetlerden, hadislerden ve kelam-ı kibârlardan yararlanmıştır. Mesela şair eserin giriş kısmında konuyla ilgili şu hadisi aktarmıştır: Kâle Resûlu llâhi aleyhi vesellam: El bereketü fi tivâli ümmeti ve l-hikmetü ve l- izâmu fi visâti ümmeti ve l-fitnetü kisâri ümmeti 143 ve ayrıca bazı yerlerde bu konudaki hükümlerini deyim ve atasözleriyle açıklama yoluna gider. Mesela şair Devlet anun ki tab ı selim ola Đzzet anun dürişe âlim ola (B. 363) (Tabiat selimliği devlettir) Gönli büyük olan olur gözi aç. Mâl-ı dünyâya sâhip olsa da muhtaç. (B.358) (Gönlü büyük olanın gözü aç olur) Söz güherdür açarsan gûş Can kulağına takar gör menguş. (B.493) 144 (Kulak açana söz cevherdir) (Can kulağına küpe takmak) Bu eser bu alanda yazılmış en hacimli eserlerden biri olup yazılmış olan diğer kıyâfet-nâmelere nazaran daha çok uzvu ve insan özelliğini ele almış ve bu özellikler 143 Resûlullâh buyurdu ki: Bereket ümmetimin boyunun uzun olmasındandır. Hikmet ve büyüklük ümmetimin orta boyluluğundandır. Fitne ve rezaletse ümmetimin kısa boylularındandır. 144 Yerdelen, age. s 62 hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu eser III. Mehmet in cülusuna önce veya sonra bitirilip padişaha ithaf edilmiştir. Eserin tam ismi Vesiletü l-đrfan dır. Eserin bilinin tek nüshası Erzurum Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi nde, Agâh Sırrı Levent bölümünde 269 numarada kayıtlıdır. 145 Eser üzerinde Cevat Yerdelen yüksek lisans çalışması yapmıştır. Çalışma kıyâfet ilminin günlük yaşama yansıması konusunun ele alınmasıyla başlanmış ve halk arasında organ özellikleriyle ruh bozukluğu arasında bir paralellik kurulduğu ve halk arasındaki uğursuzluk inanışlarında kıyâfet-nâmelerin bu yönüyle ilgili olduğunu belirtmiştir. Yerdelen, bu ilmin siyaset ve modern psikolojiyle olan ilişkilerini ele almış ve Sheldon ile Kretschmer in tip ayrımlarını, bu ayrımlarda dikkat edilen hususları aktarmıştır. 146 Ayrıca Yerdelen, bu ilim hakkında bilgi verirken Katip Çelebi nîn Keşfü z-zünûn, Mustafa Hamî nîn Fenn-i Kıyâfet, Taşköprlü Ahmet Efendi nîn Mevzuatü l-ulûm, Osmanzâde Ta ib in Ahlak-ı Ahmedî adlı eserlerinden bu konuyla ilgili bölümlerden alıntılar aktarmaktadır. Bu tezde Yerdelen kıyâfet ilminin tarihçesini kısaca ele aldıktan sonra bu ilme ait olan kavramları açıklamıştır. Arap, Fars ve Türk edebiyatındaki kıyâfet-nâmeleri ele almış ve bu edebiyatlara ait kütüphanelerdeki nüshâlârı ve yazarları da tanıtma yoluna gitmiştir. Yerdelen, asıl tez bölümünde ise müellifin hayatı ve eseri hakkında bilgi vermiş ve Vesîletü l-đrfân ın ele aldığı uzuvlar ile Hamdullâh Hamdi ile Erzurumlu Đbrahim Hakkı nın kıyâfet-nâmesinde bulunan uzuvlarla karşılaştırmıştır. Yerdelen, daha sonra kıyâfet-nâmenin asıl metnini aktarmıştır Seyyid Lokman Kıyâfetü l-đnsaniye fi Ş i l-osmaniyye XVII.yy.da yazılmış olan bir diğer eser ise Seyyid Lokman b. Hüseyin e aittir. Eser 1601 yılında yazılmıştır ve eserin tam ismi Kıyâfetü l Đnsaniye fi Ş i l-osmaniyye dir. Seyyit Lokman aslında bir porte ustasıdır. Osmanlı Sultanların portelerinden yola çıkarak ideal insan tipini ortaya koymaya çalışmıştır. Seyyid Lokman'ın sultan portrelerinin tasvirine geçmeden önce yaptığı açıklama, portrelerin gerçeğe uygun olması gayretini aksettirmesi yönünden ayrı bir değer taşımakta ve Türk minyatür sanatında portrecilik anlayışını ortaya koymaktadır. Padişah portrelerinin böyle bir albüm haline getirilmesi bir yenilikti. Bundan dolayı yazar işe hemen Osmanlı hükümdarlarının anlatımıyla başlamamış, önce insanların görünüşlerinden mizaç ve karakterini okuma ilmî, yani belirli alâmetlerle gizli 145 Eser hakkında daha ayrıntılı bilgi için Cevat Yerdelen in yüksek lisans çalışmasına bakabilirsiniz. 146 Çakır, agm. s 63 olan şeyleri gösteren ilm-i firâset ile ilgili bölüme yer vermiştir. Firâset ilmini kıyâfet, riyafet ve siyafet olmak üzere üç kola ayırmıştır. Kur'an dan bazı ayetlerle bunun ilmen günah olmadığını ve kumar gibi kötülükleri cezalandırma ve düzeltme imkânı verdiği için faydalı olduğunu ileri sürmüştür. Bu ilim sâyesinde insan görünüşünden mesleğini anlamanın, sözde Müslüman görünenleri ayırt etmenin ve insanların kendi yaradılışlarındaki alâmetlerden kusurlarını anlayıp ibadet vs. ile ıslah olmalarının gerçekleşebileceğini anlatmıştır. 147 Yazar; yüz şekli, benler, yüz rengi, göz alâmetleri, baş biçimleri, alın, kulak, zülüf, burun, ağız, dudak, diş, çene, gerdan, sırt, karın gibi vücut kısımlarına bakarak insan mizaç ve karakterini okuma yollarını öğretmektedir. Fakat Seyyid Lokman, bu ilmi Padişahlara uygulamaktan kaçınmakta ve bunun sebebini şöyle açıklamaktadır: ona göre padişahlar herkesten üstün olduklarından sıradan halkla bir tutulamazlar. Çünkü devlet sahipleri ilahî ilham almaktadırlar. 148 Bu açıklama Osmanlı dünyasında padişahların halk gözünde nasıl görüldüğünü aksettirmesi açısından da çok önemlidir Şeyh Ömerü l-halvetî Kıyâfet-nâme 17. yy.da yazılmış bir diğer eser Şeyh Ömerü l Halveti nîn manzum olarak tercüme ettiği kıyâfet-nâmesidir. Eser 1620 tarihlidir. Eserin varlığını Bursalı Mehmet Tahir bildirmektedir. Eserin elimizde nüshası yoktur. Bu yüzden eserin içeriği ve eserin kimden tercüme edildiği hakkında herhangi bir bilgimiz yoktur Ömer Fânî Kıyâfet-nâme Ömer Fani Efendi (öl ) Debre doğumludur. Çok iyi bir eğitim almış, tasavvufla meşgul olmuş, Dremen Şeyhi Abdülmümin Efendi ye intisap etmiş ve ona halifelik yapmıştır. Tefsir ilmiyle uğraşmış, bu yüzden kendisine Tefsîrî lakabı da verilmiştir. Ayasofya vaizliği görevinde bulunmuş, çeşitli seferlere katılmıştır. Hüccetü n-neyyire Fi- Beyani t-tarikati l-münire ve Kıyâfet-nâme adında iki eseri vardır. Ömer Fani nîn kıyâfetnâmesinin elimizde bilinen tek bir nüshası vardır. Bu nüsha, Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi nde olup Türkçe yazmalar bölümünde 2695 numarada kayıtlıdır. Eser üzerinde herhangi bir bilimsel çalışma yapılmamıştır. 147 Hülya Demiray, Seyyid Lokman Çelebi nîn Kıyafetü l-đnsaniyye Fi Ş i l-osmaniyye si (Lisans Tezi) Türkiyat Enstitüsü No: Nurhan Atasoy, Kıyâfet-nâmelerin Doğuşu ve Fenerci Mehmet Kıyâfet-nâmesi, www. Osmanlı Medeniyeti. com Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, c. 1, Meral Yayınları (trz), s 64 Erzurumlu Đbrahim Hakkı Mârifet-nâme Türk Edebiyatında bu alanda yapılmış olan çalışmalardan biri yılları arasında yaşamış Erzurum un tanınmış âlimlerinden Đbrahim Hakkı Efendi ye aittir. Yazar bu alanla bilgilerini Marifet-name adlı eserinin içinde vermektedir. Mârifet-nâme nîn ikinci ana bölümünde dört, beş, altı, yedi ve sekizinci kısımlarında yer almaktadır. Kıyâfet-nâme nîn sadece yedinci kısmı manzum olup yer yer aruz yer yer de hece ölçüsü ile yazılmıştır. Kıyâfet-nâme nîn diğer kısımları ise divan nesrinin özelliklerini taşımakta secili ağır ve sanatlı bir özellik taşımaktadır. Ayrıca müellif, kıyâfet-nâmesine bir rubai, iki müfred ve bir de kıta yerleştirmiştir. Đbrahim Hakkı kıyâfet-nâmesinin başında insanların yüz hatlarından kişiliklerinin huylarının ve ahlak yapılarının öğrenilebileceğini söyler. Đnsanların, toplum yaşamında da ilişki kuracakları inanların kişilikleri hakkında bilgi edinmesi ve onları ayrıntılı bir şekilde tanıması sağlıklı bir ilişki için ilk şarttır. Kişilerin organlarından, yüz hatlarından yola çıkarak onu tanımak yararlı olduğu gibi güzel ahlaklı karakter sahibi insanlara karşı sevgi beslememize yarar. Đbrahim Hakkı, kıyâfet-nâmesinde kadınların özellikleri üzerinde durmuş ve evlenecek bir insanda bulunması gereken özellikleri sıralamıştır. Hamdullâh Hamdi nîn eserinden farklı olarak insan organlarını daha ayrıntılı bir şekilde ele almış Hamdullâh Hamdi yirmi altı organın özelliğini sayarken Đbrahim Hakkı otuz iki organın kişilik arasındaki bağlantılarını vermektedir. Đbrahim Hakkı kadın güzelliği ile ilgili belirlediği bu nitelikleri daha önceki kısımlarda verdiği yüz, beden ve karakter arasındaki özelliklere dayandırarak ortaya koyar. Kıyâfet-nâmenin son kısmında Đbrahim Hakkı yüz seğirmelerine de yer verir. Bu bölümde yüz ve gözün seğirmeleri ile ilgili dikkati çeken durumları anlatır ve buradan yola çıkarak insanın ruh yapısını çözmeye çalışır. 150 Đbrahim Hakkı nın eserini oluştururken kendinden önce yazılmış telif ve tercüme eserlerden yararlandığı görülür. Özellikle yazar Hamdullâh Hamdi nîn etkisinde kalmış ve onun bazı beyitlerini olduğu gibi eserine aktarmıştır. Örneğin Đbrahim Hakkı, kösenin boyu tavil alsa ol kösedir diyü ta n olunmaz ifadesini, Köse ola boyı uzun meselâ Kösedür diyü ta n olunmaz ana H. Hamdi nîn eserinin 125. beyti olan yukarıdaki beyti olduğu gibi naklettiği görülür. Ayrıca iki müellif arasındaki benzerliği daha iyi anlamak için iki kıyâfet-nâmenin kaş 150 Mine Mengi, Kıyâfet-nâmeler TDAY Belleten 1977, TDK Yayınları, Ankara 1978 s 65 hakkındaki hükümleri aktarmak daha yerinde olur. Hamdullâh Hamdi Sıfat-ı Kaş bölümünde kaşın sıfatlarını şöyle açıklar Her ki kaşınun ince olsa uci Eksük olmaya fitnesi ve güci Kaşı kılı olur ise bisyâr Herze ola nedimi gussası yâr Hûb ola ebrûvân ki ola açuk Uğri olur eğer olursa çatuk Đnce olmak delil-i bihçetdür. Kibre uzunlığı alâmetdür Kaş odurki siyâh u ince ola Nâzı vü şîvesi yirince ola. Đbrahim Hakkı kıyâfet-nâmesinde müellif kaşın sıfatını şu şekilde açıklar: Đnce olan kaş ucı Fitnedür işi güci Kaşda çok olan kılı Müksir olur gussalı Kaşı açık toğrıdur Çatma ise uğrıdur Đnce kaş olur cemîl Kibre te villi delîl Kaşı mukavves olan Dilber olur her zaman Görüldüğü gibi iki kıyâfet-nâmenin kaş konusundaki hükümleri aynı olup sadece Đbrahim Hakkı, Hamdullâh Hamdi ye nazaran daha az sözle konuya temas etmiştir. Bununla beraber yazarın eserini tamamen başka eserlerin üzerine inşa ettiğini ve eserin bir taklit olduğunu söylemek mümkün değildir. Yazar eserini oluştururken yaşamış olduğu coğrafyayı, insanları ve toplumun insanlara bakış açısını iyi bir şekilde tahlil ettiği ve Doğu Anadolu insanının karakterinden, bu insanların estetik anlayışlarından ve folklorundan da yararlandığı da görülmektedir Hayrani Altıntaş, Erzurumlu Đbrahim Hakkı, MEB Yayınları, Đstanbul 1997, s 66 Gevrek-zâde Hafız Hasan Kıyâfet-nâme 19.yüzyılda bu alanda eser vermiş önemli sanatçılarından biri Gevrek-zâde Hafız Hasan (öl.1801) dönemin ünlü bir tıp doktorudur Türk-Rus savaşına katıldı ve başhekimlik görevinde bulundu. Daha sonra tababet-i Hassa görevine geçti ve II: Abdülhamit in özel doktorluğunu yaptı. Yazar, Gazali nîn Đlm-i Lâddüni adlı eserini Türkçeye tercüme etmiştir. Tıp konusunda birçok eser yazan yazarın bir de kıyâfet ilmiyle ilgili bir eseri de vardır. Gevrekzade nîn bu eseri, Yunanlı meşhur filozof Aristo nun Yunanca olarak Büyük Đskender için yazdığı ve sonradan Arapça ya tercüme edilen Te sisü s-siyase fi Tedbirü r-riyâse adlı eserin dördüncü makalesinin tercümesidir. Gevrek-zâde, bu eseri Sırrü l- Esrâr adıyla tercüme etmiştir 152 ve bu eserin tek bir yazma nüshası vardır. Eserin bilinen bu tek nüshası Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi nde olup Türkçe yazmalar bölümünde 2695 numarada kayıtlıdır. Bildiğimiz kadarıyla eser üzerinde herhangi bir bilimsel çalışma yapılmamıştır Matbû Olanlar Mustafa Hâmî Paşa Fenn-i Kıyâfet Mustafa Hâmî Paşa, Tıbbıye Mektebi nde yetişmiş ünlü bir doktordur. Hicaz tabipliği ve askerî şûra azalığında bulunmuştur. Oldukça başarılı ve çalışkan biri olan yazarın bu eseri dışında başka eserleri de vardır. 154 Hacimsiz bir eser olan bu türün bizdeki en son örneğidir. Yazar bu kıyâfet-nâmede çeşitli uzuvları ve insan azalarını ele alır ve bunlar hakkında bilgiler verir. Yazar, Fenn-i kıyâfetin bir vech icmâl-i beyânı başlıklı kısmında kıyâfet ilmiyle ilgili birkaç sayfalık bilgi verilmektedir. Yazar bu bölümde bu ilmin çalışılıp tecrübe ile elde edilebileceğini ve bu ilim yardımıyla insanların dış yapısına ait bazı azalarından, remiz ve işâretlerinden, hareketlerinden, göz ve bakışlarından yola çıkılarak onların iç dünyaları hakkında bilgi edinebileceğini söyler. Ayrıca yazar bu ilmi bilen insanlar için bu ilmin çok sayıda faydasının olduğunu, bu ilmi anlamayanlarınsa bu ilmin yanlış olduğunu savunduklarını, halbuki bu ilmi öğrendiklerinde bu konudaki kanaatlerinin değişeceğini söyler. Daha sonra vücut azalarının bu ilimle ilgili yorumlarına geçmektedir. Bu yorumlar aşağıdaki gibi başlıklara ayrılmıştır: Re s-i insândan teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır. Re s-i insânın hey et ü vaz ından teferrüs olunan keyfiyyât beyanındadır. Vech-i insândan teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır, Cebhe-i insândan teferrüs olunan 152 Bursalı Mehmet Tahir, age. c. 3, s Çelebioğlu, age. s Yerdelen, age. s 67 keyfiyyât beyânındadır., Đnsânın şakağından teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır., Havacib-i insândan teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır., Çeşm-i insândan teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır., Çeşm-i insânın bebeğinden teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır., Enf-i insândan teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır., Arız-ı insândan teferrüs olunan keyfiyyât beyânındadır., Fem-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Fek-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Lihye-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Unk-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Menkıb-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Sadr-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Asla -i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Şid-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Batn-ı insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Pâzu vü fahz-ı insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Sak-ı insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Yed u kadem-i insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., cilt u şa r-ı insanın levninden teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır., Sedâ-yı insândan teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır. ve Đnsanın etvâr u hareket ü remz u işâretden teferrüs olunan keyfiyet beyânındadır. Yazar, eserinde bazı uzuvları nasıl ele aldığı hakkında bilgi vermek gerekirse, onun sakalla ilgili verdiği bilgiler şu şekildedir: Sakal tüylerinin yumuşak ve parlak olması heveskâr u şûrîde-i aşk u tab ı mülayim u mûnis olmasına, kalın ve rengi siyah olmaklığı şedîd u hadîdü l-mizâc olmasına ve sert ve dikçe olması sert meşreb u gazûb u anûd olmasına delalet eder. 155 Nesir halinde tercüme olan bu eserin genel hükümleri bakımından diğer kıyâfetnâmelerden pek de bir farkı olmayıp diğer yazarlardan farklı bir yaklaşım sergilenmemiştir. Sadece yazar bir tıp doktoru olmasından dolayı sebep-sonuç arasında bilimsel ve kesin bağlar kurmaya çalışması eserin diğerlerinden ayrılan önemli bir özelliğidir A vanzâde Mehmed Süleymân Musavver ve Mükemmel Kıyâfet-nâme Eser, son dönemde yazılmış önemli eserlerden biridir. Eser, Kıyâfet-nâmeye Dair Birkaç Söz başlığıyla başlar ve yazar bu bölümde kıyâfet ilminin tanımını, özelliklerini bir girişle okuyucuya aktarır. Daha sonra kıyâfet ilminin bölümleri olan ilmü l-ektâf, ilmü lesarir, ilm-i kıyâfetü l-beşer gibi bölümlerden bahseder ve bu ilimlerin belli başlı özelliklerini aktarır. Yazar, Đnsan-Erkek, Kadın, Kadınlarda Dimağ, Mukayese-i Zükûr u Nisvân, Simâ-yı Urûk, Simâ-yı Milel, Mizâc, gibi başlıklarla insan organlarının özelliklerini ve kişilikleri 155 Çakır, agm. s Yerdelen, age. s 68 arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışır ve insanların karakter özelliklerini aktarır. Ayrıca yazar, Ailenin Fizyonomisi adlı bölümde ailelerin temel özelliklerini, Hastalıkların Fizyonomisi adlı bölümde insan bedeninin genel özellikleri ve bu özellikler ile hastalıklar arasındaki ilişkiyi, Yaşların Fizyonomisi adlı bölümde ise insanların yaşları ve kişilikleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışır. Kıyâfet-nâmeden Đstifâde adlı bölümde ise yazar bu ilimden şu şekilde faydalanabileceğimizi aktarır: Đlm-i kıyâfeti bilen ve öğrenen bir adam, dostunu düşmanını pek kolay tanır, ona göre muhitinde bulunan insanlarla münâsebete girişir ve bu sayede ticarette, sanâi de, umuri idârede, siyâsette, mesâ il-i ictimaiyede ve l-hasıl her şeyde daima mahazır-ı sühûlet ve muvaffakiyet olur. Đşleri bir intizâm-ı tam üzerinde cereyan eder. 157 Yazarın bu eseri sadece insanların beden uzuvlarıyla kişilikleri arasında ilişkiyi anlatan bir eser olmayıp aynı zamanda milletlerin de karakterlerini yansıtan bir eserdir. Yazar, bu eserinde Tatarlar, Çinliler, Japonlar, Siyamlılar, Birmanyalılar, Malezyalılar, Bengalliler, Đranlılar, Araplar, Yahudiler, Rumlar, Habeşliler, Kongolular, gibi başlıklar altında çeşitli milletlerin beden yapısıyla karakterleriyle ilgili bilgiler vermektedir. 158 Eser bu yönüyle şaban-ı Sivrihisarî nîn eserine benzer. Eser matbu olup Hicri 1330 da Artin Asaduryan ve Mahdumları Matbaasında tab edilmiştir Hüseyin Şakir Firâsetü l- Hikemiyye fi Kıyâfeti l-đnsâniyye Hüseyin Şakir, Nakşibendi tarikatına mensup olup tasavvufla ilgilenmiştir. Yazarın yazdığı kıyâfet-nâme mensur bir eserdir. Eser bir mukaddime, konuyla ilgili iki matlâb (konuyla ilgili mesele) ve bir hatime üzerine kurulmuştur. Yazar eserin giriş bölümünde kıyâfet ilmini şu şekilde tarif etmiştir: Kıyâfet-i insâniye bahsi ya nî insanın hâvî ve müşemil olduğu a zaların i tidal ve inhirâfları insânda olan sıfât-ı muhtelife ve ahlâk-ı mütabeyyineye alamet olduğu bahsleri ba z kütübde beyân olunmuşsa da lîkin insânın zât-ı hilkatinde a zâlarının i tidâl ve inhrâflarını ne sebepten dolayı olduğu beyân-ı meskû-i anha bırakılmış 159 Bu eser telif olmayıp ünlü mutasavvıf Muhiyettin-i Arabi nîn Fütuhatü l-mekkiyye adlı eserinin kıyâfet ilmiyle ilgili olan 148. bâbın mensûr tercümesidir. Yazar giriş bölümünde 157 Çakır, agm. s A. yer. 159 A. yer. 67 69 eserin tercüme olduğunu ve Şeyhü l-ekber den neden tercüme ettiğini şu şekilde anlatmaktadır: Hâtim-i velâyet-i Muhammediyye ve tercüme-i ulum-i lâ-düniye olan Hazret-i Şeyhü l- Ekber kaddesallâllhu bi-sırrıhi l-athar hazretlerinin ba zı kütübde mübeyyen olan bahisleri ve meskût-i anha bırakılan sebepleri i tidâl-i a zâda ve inhrâf-ı a zâda vaki diğer itibârât-ı dakîkaları Fütûhât-ı Mekkiyye nîn yüz kırk sekizinci bâbında tarz-ı garib ve nehc-i acib üzere serd u beyân etmiş ve hadd-i zâtında bâb-ı mezkûre mütâla a menâfi -i kesireye müfid olup ancak kitâb-ı şerif-i mezkûrun medlûlât-ı kudsiyyesi nikâb-ı elfâz-ı Arabiyye ile mestûr olmakla âşinâsının gayrıya yüz göstermediğinden umûm-i menfa ât kasdıyla bâb-ı mezkûru bir mukaddime, iki matlab ve bir hâtime üzerine tertib olunarak lisân-ı Türkîye tercüme olunup tercüme-i mezkûre Firâsetü l- Hikemiyye fi Kıyâfeti l-đnsâniyye nâmıyla tesmiye olundu. 160 Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi eser tercüme olup tercümenin amacı halka faydalı olmasıdır. Ayrıca yazarın, eseri Đbni Arabi den tercüme etmesinin gerekçesini de bu ilmin herkesçe bilinmemesine ve sır perdesini herkese açmamasına bağlamıştır. Bu eser Đstanbul da hicri 1276 da matbu olarak tab edilmiştir Tahir Ömerzâde Yûsuf Kıyâfet-nâme-i Cedîde Matbu olan bu eser hicri 1280 yılında Đstanbul da neşredilmiştir. Eser bir, mukaddime ve vücut a zâları ile insan karakteri arasındaki ilişki konusunda bilgiler içeren asıl metinden ibârettir. Eserin, Der-Beyân-ı ahvâl-ı cebin bölümünde insan alınlarının genel özelliklerini, Der-Beyân-ı ahkâm-ı Ebruvân bölümünde kaş yapısı ve kişilik arasındaki ilişkiyi, Der- Beyân-ı ahkâm-ı çeşm bölümünde insanların göz yapısı, rengi ve kişilikleri arasındaki ilişkiyi, Der-Beyân-ı ahkâm-ı enf bölümünde dudak yapısı ve kişilik arasındaki ilişkiyi, Der-Beyân-ı ahkâm-ı dehân bölümünde ağız yapısı ve kişilik arasındaki ilişkiyi ve farklı yapıdaki ağızların ne anlama geldiğini, Der-Beyân-ı ahkâm-ı zekân bölümünde erkeklerin cinsel organları ve karakterler arsındaki ilişkiyi, erkeklik organının yapısı ve bu yapıya sahip olan kişilerin cinsel özelliklerini, Der-Beyân-ı ahkâm-ı gîsûvân bölümünde kahkül ve kahkül yapısı ve kişilk arasındaki ilişkileri ve farklı yapıdaki kahküllerin ne tür özellikler taşıdığını, Der-Beyân-ı ahkâm-ı gerdân bölümünde ise insan boynunun yapısını ve kişilik arasındaki ilişkiyi ele almıştır. Yazar, bu başlıkların ardından 32 çeşit insânın kıyâfet ilmine göre karakter analizlerini yapar. Yazar bu karakterlerin tahlillerini yaparken aynı zamanda bu 160 Çakır, agm. s 70 kişiliklerin eğilimlerini, yeteneklerini ve hangi alanlarda başarışlı olup hangi alanlarda başarılı olamayacaklarını da aktarır. Yazar, karakter analizi yaptığı tiplerin kara kalem resimlerine yer vermiştir. Resimler üzerinde karakter tahlili yapmak o döneme kadar yazılan kıyâfetnânelerde görülen bir özellik olmayıp bu tür çalışma edebiyatımız için bir ilk olma özelliği teşkil etmektedir. Ayrıca yazar, her şekli ele alırken de bunları birbirinden ayırmıştır. Yazar, Bu bölümleri Birinci Şekl Kıyâfet-nâmesi Beyân Olunur veya Đkinci Şekl Kıyâfet-nâmesi Beyân Olunur şeklinde ayrıma gitmiştir. Aşağıda aktaracağımız alıntı, yazarın konuları ele alış tarzı hakkında bilgi edinmek bakımından oldukça önemlidir: Muktezâ-yı kıyâfet kullanılacağı maslahatlarda gâyetle ibrâz-ı şetâret ve liyâkat edeceği ve başın yukarı tarafı pek olmak ashâb-ı dikkat ve efkâr-ı amîka erbâbına mahsus olup gâyet derin ve fikr u dikkate muhtâc ulûm u fünûnu kolaylıkla tahsile ve keskin bir mühendis olmakla salâhiyet olur, lâkin san at-ı i câz üzere inşâ ve şi rde aslâ kabiliyet olmaz ve on beşinci şekilde olan nişâneler gibi sebât ve metâneti icâb eder hâlât bulunmadığını ve gayetle demevî mizâc olduğundan zevk u safâya meyli olup ve ekseriya zevki için maslâhatlarından geriye kalır Müellifi Belli Olmayanlar: Yukarıda verdiğimiz eserlerin yanı sıra Türkiye deki kütüphanelerde yazarı belli olmayan manzum ve mensur başka eserler de vardır. Türkiye de şu kütüphanelerde yazma kıyâfet-nâmeler bulunmaktadır: a) Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi: Bu kütüphanede üç kıyâfet-nâme yer almaktadır. Bunların ilki Yıldız Mütenevvie Bölümü nr. 489 da kayıtlı olan bir kıyâfet-nâmedir. Bu eser, Dımışkî den tercüme edilmiş olup tercüme tarihi ve mütercimi bilinmemektedir. Yazarı bilinmeyen ikinci eser ise 4015 numarada bulunan eserdir. Bu eser Kıyâfet-nâme Haza Risâle-i Kimya-yı Sa âdet adını taşımaktadır. Bu kütüphanede bulunan bir diğer kıyâfet-nâme ise 2765 numarada yer alan ve yazarı belli olmayan bir kıyâfet-nâmedir. Bu eserin kesin yazılış tarihi bilinmemekle beraber Sultan Selim döneminde kaleme alındığı ve padişahın adına yazılıp kendisine ithaf edildiğidir. Bu eser nesir olarak kaleme alınmıştır. 161 Çakır, agm. s 71 b) Nuruosmaniye Kütüphanesi: Bu kütüphanede bilindiği kadarıyla iki kıyâfet-nâme yer almaktadır. Bu kıyâfetnâmelerden ilki, kimin tarafından tercüme edildiği bilinmeyen bir kıyâfet-nâme olup nr.4101 de bulunmaktadır. Bu eser, Tartuşî Kıyâfet-nâmesi nîn Türkçe tercümesidir. Eserin ne zaman tercüme edildiği bilinmemektedir. 162 Bu kütüphanede bulunan diğer eser ise 185 numarada Şafii den tercüme edilen kıyâfet-nâmedir. Bu kıyâfet-nâmenin yazarı belli olmayıp eser nesir olarak tercüme edilmiştir. c) Selimağa Kütüphanesi: Bu kütüphanede bilinen tek bir kıyâfet-nâme yer almaktadır. Bu kıyâfet-nâme de kütüphanenin 458 numarasında kayıtlı olan bir eser içindedir. Bu kıyâfet-nâme eserin 41. sayfasından sonra başlar. 163 Bu eser nesir olarak kaleme alınmıştır. d) Süleymaniye Kütüphanesi: Bu kütüphanede yazarı belli olmayan iki kıyâfet-nâme yer almaktadır. Bunların ilki numarada kayıtlı bir mecmuanın varakları arasında yer alan, yazarı ve yazılış tarihi belli olmayan mensur bir eserdir. 164 Bu eser son zamanlarda Nusret Gedik tarafından bir bildiriyle tanıtılmış ve bildiriye göre bu eser içerik bakımından Şaban-ı Sivrihisârî nîn kıyâfet-nâmesinin eksik ve isimsiz bir kopyasıdır. Çünkü eserin bölümlere ayrılışı, ele aldığı uzuvlar, ve eserin son bölümlerinin ilm-i hututa ayrılmış olmasının yanı sıra içerikleri de aynıdır. Gedik in tanıttığı bu kıyâfet-nâme Sivrihisârî nîn kıyâfet-nâmesi gibi bir Arapça girişle başlar ve eserin tertibi hakkında bilgi verir. Eserin tertibi bölümünde ele alınan konular da aynıdır. Sadece tez konumuz olan yazarın Nuruosmaniye Kütüphanesi ndeki kıyâfet-nâme bir mukaddime ve dokuz makaleden oluşurken Nusret Gedik in bildirisinde konu olan kıyâfet-nâme bir mukaddime ve yedi makaleden oluşmaktadır. Ayrıca Harf-i Mermuze bölümünde ele alınan harfler ve harflerin temsil ettiği kişiler de aynıdır. Bunun dışında Sivrihisârî nîn Nuruosmaniye de 4099 numarada kayıtlı olan kıyâfet-nâmesinde yer alan milletlerin ve hayvanları özellikleri bu kıyâfet-nâmede de görülmektedir. Her iki eserin son bölümleri ilm-i hututa ayrılmış ve el şekilleriyle insanların talihi ve kişilikler hakkında bilgi 162 Çavuşoğlu, age. s A. yer. 164 Gedik, agy. 70 72 verilmiştir. Sivrihisârî nîn Nuruosmaniye de 4099 numarada kayıtlı olan kıyâfet-nâmesinin sonunda manzum bir bölüm yer alırken Gedik in bildirisine konu olan bu nüshada manzum kısım yer almaktadır. Bu kütüphanede bulunup yazarı belli olmayan bir diğer kıyâfet-nâme ise Kıyâfet-nâme-i Türkî ismiyle 1836 numarada bulunan kıyâfet-nâmedir. Nesir olan bu eserin ne zaman yazıldığı belli değildir ve eserin giriş kısmı ıslanmış olduğundan okunmamaktadır. 165 e) Manisa Đl Halk Kütüphanesi: Bu kütüphanede bilindiği kadarıyla iki kıyâfet-nâme yer almaktadır. Bunların ilki bir eserin içinde bulunup 1858 numarada Firâset-nâme adıyla kayıtlı olan kıyâfet-nâmedir. Bu eser müstakil değildir, bir eserin varakları arasında yer almaktadır. Bu kıyâfet-nâme nazım-nesir karışık olarak kaleme alınmıştır. Manisa Đl Halk Kütüphanesi nde kayıtlı bir başka kıyâfet-nâme daha bulunmaktadır. Bu eser 1506 numarada kayıtlıdır. Eser, nazım-nesir karışık olarak yazılmış olup kıyâfet-nâmenin sonunda da bir risâle yer almaktadır. f) Millet Kütüphanesi: Bu kütüphanede bilinen ve yazarı belli olmayan tek bir kıyâfet-nâme vardır. Bu kıyâfet-nâme Ali Emirî Tıb bölümünde Nr.25 kayıtlı olan kıyâfet-nâmedir. Bu kıyâfetnâmenin hattından anlaşıldığı kadarıyla son dönemde kaleme alınmıştır. 166 Bu eser 35 başlık altında muhtelif uzuvları ele alır Kıyâfet-nâmelerde Tip Hususiyetleri: Yaratılış itibariyle tüm insanlar bedensel olarak birbirinden farklı özelliklerle yaratıldıklarından onların kişililik özelliklerinin de farklı olması gayet doğaldır. Đnsanların bu bedensel farklılıkları onların kişilikleri hakkında belli bir işâret taşır. Çünkü insan iki özellikten müteşekkildir. Bunlardan bir insanın maddi yönüdür. Bu yönü gözlenebilen, hissedilebilen bir özelliktir. Bir diğer özelliği ise onun manevi yönüdür ve bu yön gözlenmesi, hissedilmesi herkesçe mümkün olmayan ve insanın kara kutusunu teşkil eden yöndür. Elbette ki insanların olaylara bakış açıları, yaklaşım tarzları, olaylar karşısında duruşları onların kişilikleri hakkında bizlere belli bir fikir vermektedir. 165 Yerdelen, age. s Çavuşoğlu, age. s Çavuşoğlu, age. s 73 Aşağı yukarı tüm kıyâfet-nâmelerde kişilerin tip özellikleri ve kişilikleri arasındaki özellikler birbirine yakın bir şekilde verilir. Bazı kıyâfet-nâmeler bazı organlara ait özellikleri verirken diğerlerinin ise bazı organları ele almadığı görülür. Ayrıca bazı kıyâfet-nâmeler organları ele alırken bunların özelliklerinin bir kısmını aktarırken bir kısım özellikleri ise ele almaz. Ama yine de aşağı yukarı tüm kıyâfet-nâmeler el, kol, yüz, göz, yumuşaklık, sertlik, dudak, boyun, kaş, kirpik, boy, saç, kıl, gerdan, alın, baş, kulak, burun, ses gibi insana ait özellikler hakkında hükümler vermişlerdir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kıyâfet-nâmelerdeki bazı özellikler Arap ve Fars kaynaklarından alındığından bu milletlerin kıstasları da olduğu gibi edebiyatımıza aktarılmıştır. Bu bölümde, Türk edebiyatında bu alanda farklı dönemlerde yazılmış önemli eserlerden yararlanarak bu konuda ne tür kıstaslar belirlediklerine bakacağız. Bu bölümde Hamdullâh Hamdi, Erzurumlu Đbrahim Hakkı, Niğdeli Visâlî, Şa bân-ı Sivrihisârî nîn eserlerinden yararlanarak insan azaları hakkında yapılan değerlendirmeleri aktaracağız. Yukarıda bahsettiğimiz müellifler insanların uzuvlarıyla kişilikleri arasındaki ilişkilerini ortaya koyarken dikkat ettikleri özellikler ve bedene ait özellikleri şu şekilde ortaya koymaya çalışmaktadır: 4.1. Renk: Renk kavramı algılama tarzı kişiden kişiye değişen bir kavram olduğundan günümüzde tam olarak bir renk tanımı yapılamamıştır. Bu algılama tarzı sadece insanlar için değil toplumlara göre de farklı anlamlar ifade eder. Toplumlar kendi yaşam tarzları, sosyoekonomik durumları ve inanışları onların renklere yüklediği anlamları da farklılaştırır. Mesela bazı toplumlarda kırmızı sevinç ve şadlığın sembolüyken bazı toplumlarda kan dökücülük ve şerrin, bazı toplumlarda ise şehvetin ve ihtirasın rengi olması; beyaz saflık ve temizlik sembolü olarak bazı toplumlar bu rengi kullanırken, bazı toplumların ise, ölümün rengi olarak görmesi renklere yüklenilen anlam farklılığının bir sonucudur. Bu yüzden bazı toplumların kendine özgü renk anlayışları vardır. Mesela Uygurlar, sarıyı matem ve gamın, maviyi gençlik ve baht saadetinin, kırmızıyı sevinç ve şadlığın, beyazı saflık ve kutluluğun, siyahı kaygı ve sükunetin sembolü olarak kullanmışlardır. 168 Renkler toplumlar için bir sembol ve belli anlamlar ifade ettiğinden hemen hemen her kıyâfet-nâme yazarı, renk konusuna yer vermiştir. Yukarıda bellirtiğimiz gibi rengin soyut bir özellik taşıması ve kişiler tarafından farklı algılaması kıyâfet-nâmelere de yansımış, bu 168 Çavuşoğlu, age. s 74 durum, yazarların aynı renkler hakkında farklı yorumlar yapmasına yol açmıştır. Ayrıca bazı yazarlar kişinin rengiyle kişiliği arasında bağlantı kurarken bazı yazarlar da kişinin rengiyle sağlık durumu arasında bağ kurmuş ve tıbbın alanına girecek açıklamalara yer vermiştir. Kıyâfet-nâmelerde ten rengiyle ilgili olarak genelde yazarlar, kırmızı teni, tez canlılığa ve kan basıncına yorumlayarak saf kırmızı tenli insanların edebi ve utanmasının çok ve terbiyeli olduğu, esmer teni de zeki ve hayırlı fikirli olduğuna, edepli ve saf bir yaratılışa yorumlamıştır. Sarı tenli insanlardan hayır gelmediği, hain ve riyakâr olduğuna ve eğer kişinin renginin siyaha meyilli olması durumunda ise ahlakının tamamen bozuk olduğuna yorumlamıştır. Kıyâfet-nâmelere göre kişinin rengini itidal üzerine olmalıdır. Yani beyazsa tam beyaz kızılsa tam kızıl olmalıdır. Yukarıda gibi bazı kıyâfet-nâmelerin kişinin vücut rengiyle sağlık durumu üzerinde durduğunu ifade etmiştik. Buna göre kırmızı renk sıhhatli ve semiz olmaya, sarı benizli olmak hastalıklı ve bedeninden kan alınmış olmaya, beyaz ten de vücutta kanın az olduğuna delildir 4.2. Boy: Kıyâfet-nâmelerde ve toplum arasında boy konusunda aşağı yukarı aynı görüşler dile getirilmiştir. Toplum arasında Kıçı yere yakın insandan uzak dur. denmesi, uzun boyluların saf olarak görülmeleri anlayışı kıyâfet-nâmelerle aynıdır. Kıyâfet-nâmelere göre uzun boylu insanlar saf, temiz yaratılışa ve insanlara kötülük düşünmemeye; kısa boy, kin ve kibre, hileciliğe; orta boyluların ise her yönden uyumlu olduğuna ve rahmete yorumlanmıştır. Ama bu hükümler bütün uzun boylu insanların bu özelliği taşıdığı ve bütün kısa boylu insanların da kindar ve fitneci olduğu anlamına gelmez. Bu yüzden bazen kâiflerin bu durumda bazı istisnalar sunduğu olur. Mesela Hz. Ali nîn kısa olmasından dolayı kâifler kısalar hakkında verdikleri hükümlerde Hz. Ali yi bu yorumun dışında tutmuşlar ve bu tarz bir yorumun onun için geçerli olmayacağını söylemişlerdir Tenin Sertliği ve Yumuşaklığı: Derinin ve etin kalın ve kaba olması her ne kadar fiziki güce işâret ediyorsa da estetik bakımdan bu özellik çirkinlik ve kabalığın alametidir. Kıyâfet-nâmeler, yumuşak etli olmanın insanların anlayış güzelliğinin çok, mizacının güzellik üzerine, nazik ve hoş bir yaratılışa, ve cana yakın olduklarına; hoş ve latif etli olan insanların ince ve nazik olmalarına, sert etli olmasının ise güçlü pazılara sahip olmalarına rağmen aptal ve kaba bir yaratılışa sahip 73 75 olmalarına işâret ettiğini bildirir. Aynı zamanda etin fazla yumuşak olması da iyi bir durum olmayıp kişinin ileri görüşlü olmadığına delalet eder Kişinin Hareketli ve Sakin olması: Çok hareketli olan ve yerinde duramayan insanlar kendini beğenmiş, bencil ve ahlaksız olurlar. Aynı zamanda bu tür insanlar aşırı hileci de olurlar. Bu tür insanların en belirgin özellikleri fuhşa meyilli ve eşlerini aldattıklarıdır. Hareketlerinde dengeli ve istikrarlı olan insanlar iyi huylu olurlar. Kişinin sarhoş gibi yürümesi kişinin büyüklük tasladığına ve kadınsı özellikler taşıdığına, ellerini sallayarak yürümesi, kişinin cesur ve aynı zamanda gaflet içinde olduğuna delildir Saç ve Kıl: Saç da birçok şeyin alameti olarak kabul edilir. Saçı uzun olursa kişinin aklı da kısa olur ve anlayışı kıt olur. Eğer kişinin saçı gür ise bu onun çok cesur ve sıhhatli o olduğunun alametidir. Saçın az oluşu güzelliğe, bilgili ve zarif olmaya delalettir. Vücudunda çok kil olan insanın zarafeti de olmaz ve kişi de kıl kadar bir incelik bulunmaz. Kişinin saçı çoksa ve sakalının da kılı fazlaysa kötülükte bu kişinin benzeri olmaz. Saç rengi kırmızı olursa bu korku ve gazaba, siyah olursa akıllı, sabırlı ve edepli olmaya; saçı sarı ise kişinin kibirli olduğu ve gazaba meyilli olduğuna işârettir. Kumral saç saçların güzelidir ve bu saçın sahibi emsalsizdir. Saçın yumuşaklığı ve sertliği de kişilik açısından önemlidir. Kişinin saçları eğer yumuşak olursa bu onun korkak ve ahmak olduğuna işârettir ve kişinin hayasız olduğunun da göstergesidir. Ayrıca saçın sert olması kişinin cesur olduğuna ve tam sağlıklı olduğuna güzel bir işârettir. Ayrıca sert saçlı insanlar akıllı ve ileri görüşlü olurlar. Kıyâfet-nâmelerde bir erkeğin teninde ve saçında aranan özellik ne fazla katılık ve ne de fazla yumuşaklıktır. Kadında ise tercih edilen yumuşak, tavlı bir ten ve kılsız bir vücuttur Baş: Kişinin başı küçük ise buna bağlı olarak aklı da az olur. Bu yüzden bu insanlar sır tutamazlar ve bunlara sır verilmemeli. Eğer baş aşırı küçükse bu durum kişinin aşırı hilekar, sabırsız ve çabuk öfkelendiğine delildir. Eğer kişinin başı büyük ise o kişinin aklı da çok olur. Başı yassı ise kişi dertten ve tasadan her zaman uzak olur ve yassı kafalı insanların budalalıkta benzeri olmaz. Kafa derisi parlak ve ince olan insanlar her zaman hayırlı şeyler yapar ve bu tür insanlardan zarar gelmez. Başında saç olmayan kötü huylu olur ve bu tür insanlardan sakınılmalıdır. Enli kafalı olan insanlar ahmaklığın illetine tutuktur. Eğer baş vücutla 74 76 orantılıysa bu durum güzel görünüşe ve iyi niyete işârettir. Başın sağa sola dönmeyecek kadar büyük olması ve orantılı bir vücuda, geniş göğse ve güçlü bir sırta sahip olması halinde bu durum kişinin iyi bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Kişinin başının uzun olması kabiliyetsiz ve zeka bakımından yetersiz olduğunu gösterir Alın: Alınla ilgili olarak da şu tür değerlendirmeler yapılır: Alın eğer dar olursa kişi çirkin huylara sahip olur ve kişinin içi de sıkıntılı olur. Bu alın yapısın sahip olan kişiler cahil ve huysuz olurlar. Çünkü dar olan alında beyin bulunmaz. Yumru alın kimi kaynaklarda çirkin ve kalın kafalılığa işâret olarak gösterilirken kimi kaynaklarda olgunluğa delil olarak gösterilmiştir. Alın normal olursa yani ne çok küçük ne de büyük olursa kişi olgun olur ve güzel ve uygun olan alınlar bunlardır. Kişinin alnı çok geniş olursa sahibi kavgacı ve hırçın olur ve aynı zamanda geniş olan gelişmiş bir beyne ve yüksek bir fiziki yaratılışa işâret eder. Alnı uzun olan kişi anlayışlı, alnı uzun olmayan kişi cömert olur. Alındaki kırışıklıklar az ise kişi anlayışlı olur. Alnındaki kırışıklıklar eğer çok olursa kişinin tüm işleri kısa sürede hal olur. Đki kaş arasında kırışıklık olursa kişi sebepsiz yere gamlanır. Kişinin alnında enine buruşukluk olmazsa kişi ahmak, şerli ve bencil olur. Buruşukluk yanağa kadar iner ve uzun olursa kişinin zeki olduğuna delildir. Alnında kırışıklık olmayan kişi tembeldir. Eğer alın siyah olursa ahmaklığa ve kendini beğenmişliğe delalettir Kulak: Kulak uzunluğu ve kısalığıyla ilgili tespitlere gidilmiş. Kişinin kulakları eğer uzun ve eşek kulağı gibi büyük olursa o kişi cahil olur; fakat bu kişi dikkatsiz olmakla beraber, hafızası güçlü olur. Kişinin kulakları kısa olursa kedininki gibi bu kişi unutkan, aptal olur ve hırsızlıkta maharetli olur. Kulak memesinin etli, üst tarafı dik duran, ağzında kıl bitmeyen, içinde yolları olmayan rengi ak veya kızıla meyilli kulak akıllı ve güzel ahlaklı olmaya, kılı çok olan kulak işitgenliğin, hafızanın ve anlayışın az olduğuna delildir. Kulağın yumuşak ve büyük olması cahilliğe ve zinaya meyil etmeye delildir. Eğer kulakları büyük olursa kişinin ömrünün uzun olacağına delalettir. Damarları dışta, etli kulak şiddete ve kızgınlığa işârettir. Mutedil boy ve şekildeki kulak güzellik, erdemlilik ve dürüstlüğe delildir Kaş: Kişinin kaşlarının ucu sivri olursa o kişide fitne ve fesat eksik olmaz. Kaş çok kıllı olursa kişinin boş lakırdılı ve sürekli tasalı olur aynı zan-manda bu insanlar çok üzüntülü olur. 75 77 Đki kaş arasında açıklık varsa bu kişiye güzellik katar ve bu insanlar dürüst olur. Eğer çatık, kavisli olursa uğru açık olur ve bu kaşın sahipleri aynı zamanda hırsız ve eğri kişiliğe sahip olur. Kalın kaşlı insanlar kırıcı ve garazkar olur. Bu tür insanlar söyledikleri sözlerden dolayı başkalarına büyük sıkıntı verir. Kaşları hem kalın hem de gür olması ise kişinin mağrur olmakla kalmayıp sözlerinin de bitmediğini gösterir. Kaşların kıllarının kısa olması kişinin güvenilir olduğunu gösterir. Kaşlarının uçları şakakların seviyesinden yukarı doğru kalkmışsa bu kişiler tedbirsiz, düşüncesiz ve pis olurlar. Kaşlar uzun olursa kibirliliğe, ince olursa sevinçli ve güzel olmaya delildir. Ama en güzel ve makul kaşlar siyah ve ince olandır. Bu tip kaşlara sahip olan kadınlarda işve ve naz eksik olmaz. Kaşları siyah ve tam olan, ortadan yay gibi kavisli şekilli, uçları hilal gibi kıvrık olan bir kişi sakin mizaçlı olup başarılı ve yararlı bir hayat sürer Göz: Göz âşıkların dilinden düşmeyen ve âşıkları çıldırtan yegâne kavramdır. Bazen sevgilinin bir tek bakışı dünyaya bedel olabilir. Divan edebiyatında sevgilinin bakışlarına bu kadar değer verilirken kıyâfet-nâmelerde bu tür eserlerde bu konuya değinmemeleri düşünülemez. Kıyâfet-nâmelerde göz hakkında tafsilatlı bazı izahlara gidilmiştir. Gözü çukur olan insanların kıskanma ve kibir duyguları fazla olur. Donuk gözler pars gibi sivri dilli kendini beğenmiş olur. Göz kurt bakışlı olursa bakışın sahibinin huyu güzel, can ve gönül kapıcı, tabiatı sağlam olur. Göz karası kişinin zeki olduğunu, gözler surh olursa da yiğitliğe delalettir. Mavi gözlü olan inanlar edepsiz ve zeki olur, kötü huyludurlar ve kendi burunlarının dikine giderler. Ela gölü insanlar edepli olur. Kızıl gözlü cesur olur. Kişinin gözleri gök, kızıl ve ak olursa bu kişilerden uzak durulmalıdır. Su rengi göz sahibi, şerri dokunacağına, şeytanlıkta usta, fitneci ve hileci olur. Murabba göz sahibi, kadınlarla iyi anlaşır, tembel ve cahil olur.yeşil gözden hayır gelmez ve uğursuzdur. Süzgün bakışlı insanlar süslü olur. Çakır bakan insanlardan korkulmalıdır. Şaşı olan insanlar fesatçı, inatçı ve zorba olur. Kör olan insanlardan uzak durulmalıdır. Turna gözlü olan insanlar, bir şahinin cüretine sahip olur. Kişinin gözü büyükse bu olgunluğa, küçükse bu onun hafif bir kişiliğe sahip olduğuna delalettir. Küçük, parlak mavi gözlü kişiler hilekar ve şehvetperest olur. Kanlı gözler melankolik ve deliliğe işârettir. Yuvalarından çıkık ve yuvarlak gözler ahmaklığa ve zafiyete delalet eder. Eğer gözler yumru ise bu onun kıskanç, kindar ve hain olduğuna delalettir. Göz akına sarı nokta olursa bu onun çok dert çektiğinin gösterir ve sıkıntılı, hastalıklı olduklarını gösterir. Gözlerini yavaş yavaş kırpan kişi, kaba yaratılışlı ve tam cahil olur. Sık bakan gözlerde emniyet çok olur. Hangi kadının bakışları erkek gibi olursa ömrünün 76 78 uzun olduğunu gösterir. Đşveli bakışlı kişiler kişinin yüreğini koparır ve nazları ile insanın başını döndürür Burun: Kıyâfet-nâmelerde burun ile kişi arasında şöyle bir ilişki kurulmuştur: Eğer kişinin burnu ağzına yakınsa o kişide aslan cesareti bulunur ve ondan sakınılmalıdır. Koç burunlu insanlar haris ve tutkulu, gaga burunlular avcılığa düşkün, çengel burunluluk ise ahmaklık ve kibre delildir. Her kimin burun delikleri geniş olursa o insan kindar ve kibir sahibi olur. Đnce ve uzun burunlular ise akıllı ve zeki olurlar. Uzun burunlu insanlar anlayışsız olur, kısa burunlular ise korkak olur. Kişinin burnunun ucu yuvarlak ise o kişi neşeli ve hayat dolu olur. Burnu kalkık olan kişinin öfkesi de çok olur. Burnu yassı olan insanlar zinaya düşkün olur. Ağzı büyük olan insanlar davranışlarında tedbirli olur. Burnu hafif eğri olan kişi asil ve terbiyeli olur. Düz burunlu ve burun delikleri açık olan talihli olur. Burnu domuz burnu gibi sert ve büyük olan kötü mizaçlı, burun delikleri kıllı olan huysuz ve kıskanç olur; fakat aynı zamanda sadık bir dost olurlar. Đnce ve düz burun asalete ve olgunluğa işâret eder Ağız: Küçük ağızlı insanlar kıyâfet-nâmelere göre olgun olur ve bu durumları onların Allâh korkusu taşıdıklarına delalettir. Hiçbir zaman eğri ağızlı insanlardan doğru bir haber alamazsın; çünkü bunlar ağızları gibi haberleri de çarpıtarak söylerler. Dar ağızlı insanlar güzel olur; fakat dar ağızlı olmak yüreksiz olmaya da delalet eder. Büyük ağızlı olmak cesaretli olmaya işâret eder. Darlıkta ve genişlikte uyumlu olan, iç ve dış tarafındaki etleri kırmızı olan ağız akıllı, güzel söz söylemeye, sadakate delildir. Kalın dudaklı olmak, ahmaklığa; altı üstünden dışarı çıkmış sarkık, kalın dudaklı ağız, övünmeye ve nefsinin yaramaz olduğuna delildir Ses: Her kim genizden konuştursa yaratılış bakımından ahmak, kibirli ve kindar olur. Đnce ve tiz sesli insanlar ise cahil hayâsız ve yalan konusunda oldukça başarılı olurlar. Ağır ağır konuşan insanın tabiatı de ağırdır. Bu tür insanlar ahmak olur ve ahmaklarla dostluk yapılmamalıdır. Sesi yoğun ise kişinin sinirli ve çabuk öfkelenen biri olduğunu gösterir. Tok sözlü olan insanlar olgun ve bilge olur. Aslan gibi sesi derinden, gür ve kalın çıkan bir ses cesaret ve kahramanlık, adalete ve insaflı olmaya alametidir. Uzun nefese sahip kişiler iyi şarkı söyler; fakat kıskanç ve kavgacı olur. Derinden gelen ses şehvete; çirkin ses akıl 77 79 za fiyetine, yumuşak ve kalın ses ahlak bozukluğuna ve sefalete delildir. Sert ve kalın sesli kadınlar kendi hemcinslerine göre daha cesur olurlar. Kısık sesli konuşanlar ise korkak olurlar. Makbul olan erkeğin erkek gibi konuşması kadının ise kadın gibi konuşmasıdır Gülüş: Bir tebessüm bazen insanlara hayat bahşederken bazen de tebessüm muhatabın kişiliğini de ele vermektedir. Kıyâfet-nâmelerde bu konu hakkında çok az da olsa yer verilmiştir. Buna göre çok fazla gülen insanlardan hiçbir zaman hayır gelmez ve bu yüzden o insanlarla uyuşmak zordur. Çünkü tebessüm kişinin edebi hakkında bilgi verir ve çok gülmek edepsizliğe delalettir. Küçük bir tebessüm edepli olmanın alameti iken kahkahâlârla gülmek ise edepsizliğin ve düşüncesizliğin alametidir. Yüzü güleç olup sözü tatlı olan kişi azizdir ve sevimlidir. Kişi gülerken kişiyi öksürük tutuyorsa kalp katılığına ve düşüncesizliğe işârettir.tebessüm edici bir yüz, zarafete ve dikkatli bir mizaca işârettir. Çok nadir gülen insanlar, kötü mizaçlıdır ve insanların yaptıklarını hakir görür ve bu insanlarla uyuşmak zordur. Kişi gülerken gözlerini yumuyorsa bu, hileye ve yalancılığa, gülerken ağızdan salyaların akması, cehalet ve büyüklenmeye, gülerken elini dizine vurmak, akıl noksanlığına, cimriliğe, kıskançlığa; az gülmek akıllı ve anlayışlı olmaya delildir Dudak: Edebiyatta değişik anlamları bünyesinde barındıran dudak kelimesi kıyâfet-nâmelerde değişik özellikleri ile ele alınır. Kıyâfet-nâmelerde dudak şu şekillerde ele alınmıştır: Yumuşak ve kırmızı dudaklar güzel bir yaratılışa ve anlayış kıvraklığına; büyük ve mat dudaklar ahmaklığa delalettir. Kalın dudaklar kızgınlığa delildir. Zenciler gibi dudakları dışarı doğru çıkık olanlar hayırsız ve aptal olur. Alt dudak çıkıntılı ve büyük olanlar anlayışsız ve cahil olurlar. Dudakları çok koyu renkli olanlar melankoliye müpteladırlar. Alt dudağı sarkık ve köşeleri çekik olursa bu durum kişinin aşırı aptal olduğuna delildir. Dudakları çok dar ve kısa dişleri dışarıdan görünen kişiler, sağlam ve güçlü bir fiziğe sahip olurlar. Dudak orantılı bir şekilde kırmızı olursa, kişi akl-ı selim hükümler verir Diş: Gerek kadınlarda gerekse de erkeklerde diş güzellik unsurlarından biridir. Kıyâfetnâmelerde dişlerin yapısı bakımından kişilikle bağlantı kurulmuştur. Buna göre: seyrek dişli olmak zaaf sahibi olmaya, dişlerin iri olması kötülüğe ve kötü yaratılışlı olmaya ve çok defa zor işleri yapmaya delalettir. Dişlerde eğrilik ise hileye ve hıyanete bağlanmıştır. Düzgün 78 80 dişler ise en çok tercih edilen dişlerdir ve Kıyâfet-nâmecilere göre bu tür diş sahiplerinden asla zarar gelmez, huyları güzel olur ve birçok iyilik bunlardan gelir. Büyük azı dişleri fena mizaca ve suçlu olmaya işârettir. Dişler arasında açıklığın olması, kişinin hastalıklı olduğuna, küçük ve çarpık dişler hilekarlığa ve hainliğe, uzun dişler karar verme konusunda zayıflığa, düzenli ve orta büyüklükteki dişler dürüst ve doğruluğa, düzenli bir sıra halinde birbirine bitişik dişler doğru ve güvenilir olmaya işârettir. Düzensiz ve sık olan diş yalancılığa ve gammazlığa işâret eder Çene: Kıyâfet-nâmelere göre çene ince olursa bu durum kişinin hafifmeşrep bir kişiliğe sahip olduğunu; çenenin büyük olması kibirli ve anlayışsız olmaya; çenenin ölçülü olması kişinin akıllı olup neyi isterse elde edebileceğine delalet eder. Çenenin enli olması kişinin kaba yaratılışlı olduğuna işârettir. Dar çene düşüncesizliğe, orantılı çene ise mutedil bir mizaca ve ince bir zekaya delildir. Kısa çene akıl zayıflığına ama himmetli olup cesaretli ve sevmeye delildir Çene Çukuru: Nedendir bilinmez ama Divan şairleri kendilerini hep çene çukurlarında mahpus edilmiş bir tutukluya benzetir. Belki de bunun sebebi sevgilinin dudaklarına biraz daha yakın olabilmektir. Ama gerçek olan bir şey varsa eski kültürde çene çukurunu kadınlarda bir güzellik nişanesi olmasıdır. Kıyâfet-nâmelerde çene çukurunun yapısına bazı anlamlar yüklenmiştir. Đnce ve büyük olmayan çene çukuru zarafetin, büyük olması kibir ve kine delalet saymışlardır. Bunlara göre uygun olan her şeyiyle birbirine uyumlu olan çene çukurudur. Bu tür çene çukurları akıl ve kabiliyet sahibi olmaya delalet saymıştır Đncik, Baldır, Ayak ve Ökçe: Baldırı yoğun olan insanlar edepsiz olur, anlayışsız olursa da şaşılacak bir durum değildir. Kalın baldır ve kalça, utangaçlık ve zayıflığa işâret ederken orantılı baldır ve kalçalar edebe ve iyi niyete işârettir. Etli ve hantal baldırlar, tembelliğe ve sıkıntılı bir mizaca işâret eder, çünkü sıkıntı ve kasvet rutubetin sonucudur. Uzun baldırlı insanlar, gururlu olmaları yanı sıra giriştikleri işlerde başarılı ve mütebbessim bir yüze sahip olurlar. Ayrıca bu tür baldırlar bencilliğe ve hırsızlığa da işâret eder. Kısa baldırlılar, kötülük sahibi ve hırçın olur. orantılı baldırlılar güçlü bir karaktere sahip olurlar. Büyük kemikli ince baldır sahipleri 79 81 kadınlara karşı aşırı zaafları olur. baldırların üzerinde ince damarların olması tembellik ve hareketsizliğe işâret eder. Ökçenin kalınlığı kuvvetli olmaya ve yiğitliğe delalet eder. Đnce ökçe kabalığa işâret eder. Ökçenin eti az ve sinirleri gizli olup parmakların siniri çok olması güzel yaratılışa, akla ve anlayış fazlalığına işâret eder. Etsiz ve sinirleri az olan ayak ve topuk kuvvete işâret eder. Ayağın etli olması işlerinin zulüm ve cehalet üzerine olduğuna işâret eder. Ayak küçük yumuşak olursa fena huylu olmaya, adımlarını geniş atma ise tedbirli olmaya delalet eder. Ayağın uzun olması sahibinin sabırlı olmasına, enli olması işinin sıkıntı ve eziyet olduğuna, büyük ayağa sahip olanlar dindar, küçük ayağa sahip olanlar uyuşuk ve yetersiz olduğuna işârettir. Đnce ayak sahipleri uçarı geveze, dar ayak sahipleri hastalıklı, geniş ayak sahipleri ise cesaretli olur. Ayak parmakları ördeğinki gibi birbirine bitişik olursa kişi kötü huylu olur. Ayak parmaklarının çarpık olması ahlaksızlık ve utanmazlığa işâret eder. Ayak parmaklarının düz ve uzun olması şehvete işâret eder El ve Bilek: Gövdeye uyumlu olmayan kısa bilek kişinin huyunun dar, aklının az, cimri, hile-kâr ve kendisinde kötülüğün fazla olduğunu gösterir. Kişi ince bilekli ve pazuluysa kişinin kendi halinde ve kötü olmadığını işâret eder. Kişi kalın bilekliyse çok işte üstünlük kazanır. Kişi uzun bilekliyse cömert, alçakgönüllü olur. kişinin bilekleri kılsız ise kişinin anlayışlı olduğuna, kıllı ise anlayış azlığına, eller ve bilekler çok kıllı ve kıllarının uzun olması kişi şehvetli olduğunu gösterir. Orta bilek iyilerle arkadaş olup kendisinin de iyi olduğunu gösterir. Kişinin eli küçük ise bu kişi güzellikte bedelsiz olur. El etli ve yumuşak olursa kişi düşünceli ve zeki olur. Kısa el kişinin aptal olduğuna, etli el iffetsizliğe işâret eder. Elin uzun olması kötülüğe işâret ederken, yuvarlık el sabırsızlığa ve hayırsızlığa işâret etmektedir. Ayası sert elin sahibinin sözü ve yüzü de serttir, merhametsizdir ve cömertliği sevmezler. Çok oval ve sivri el, kişinin cana değecek işler yapacağına işârettir. Elin orantılı ve ayanın da güzel olması, kişinin sözünün tatlı olmasına işârettir Karın: Karın konusunda genelde kıyâfet-nâmelerde şu hükümler ye alır: Büyük karın kısa boylu insanlarda olduğu durumda bu çok kötü ve yakışıksız olur. Büyük karın, anlayışsızlığa, cehalete ve kötülükte benzerinin olmadığına işâret eder. Küçük olan karını sahibinin kabiliyetli, zeki ve efendi olduğunu gösterir. Karın ve göğüste kıl olmaması kişinin tabiatının 80 82 kötü ve zalim olduğuna işâret eder. Eğer karın arık, kılsız ve sırta yapışmışsa bu kişinin zarif ve güzel bir nefse sahip olduğunu gösterir. Karnın üstünde damarların görünmesi kişinin aptal ve kötü fikirli olduğuna işâret eder. Yağlı, yumuşak ve semiz karın, sahibinin şehvet ve muhabbetinin fazla olduğu işâret eder. Uzun ve geniş olan karın cahilliğe ve yaramaz yaratılışa delildir. Yuvarlak ve küçük karın ise kişinin güzel fikirlere sahip olduğunu gösterir. Mutedil karın karınların en iyisidir. Bu karna sahip insanlar, bilgili, kerem sahibi ve iyi huylu olur Tırnak, Parmak ve Avuç: Parmakla ilgili olarak bazı kıyâfet-nâmeler teferruatlı bilgiler verilirken bazı kıyâfetnâmeler ise tırnağın sadece birkaç özelliğini ele almıştır. Ele aldığımız beş kıyâfet-nâmede parmak hakkında genel olarak şu bilgiler verilmiştir: Uzun parmaklı olan insanlar zor işlerini kolaylıkla halleder. Böyle parmaklara sahip olan insanlar, anlayışlı, bilgili, hünerli ve her işe elleri yatkın olur. Yumuşak parmaklı insanlar zeki, sarkık parmaklılar ise çok lafçı ve insafsız olur. Ucu ince kalın parmak uzun olursa bu kişi çok korkak olur. Kısa parmaklı insanlar kötülüğe, ahmaklığa ve zaafa işâret eder. Parmakların kısalığı, etliliği ve yumuşaklığı kişinin nefsinin ve fizikinin kuvvetli olduğunu gösterir. Şayet parmak düz ve yumuşak olursa kişinin güzel yaratılış üstünde olduğunu gösterir. Sert parmak kişinin sert tabiatlı, uçları çok ince olması kişinin cömert; küçük, etsiz olması iyi işler yapmış olduğuna işâret eder. Orta parmak ise kişinin zeki olduğunu gösterir. Kişinin tırnağının ak olması, berekete işâret eder. Enli tırnaklı olmayan insanlardan zarar gelmez, kişinin tırnağı yumru ve çizik olursa kişinin suçtan uzak durduğuna işârettir. Eğer tırnak kara olursa kişinin yaramaz huylara sahip olduğuna, kırmızı olursa kişinin, güçlü bir beden yapısı olduğuna ve karşı cinse zaaf duyduğuna delalet eder. Beyaz tırnak sağlıksız vücuda işâret eder; çünkü bu renk beden rutubetinin bir sonucudur. Uzun ve ince tırnak sıcak ve cana yakın bir mizaca delildir. Çirkin ve hoş olmayan tırnaklara sahip olmak hastalık ve kötü mizaç belirtisidir. Uzun tırnaklar hassas ve kibar bir ruhu ve yüksek payeler elde etmeyi gösterir. Avuçların maymun avuçları gibi zayıf olması kötü bir karaktere işâret eder. Çok etli bir avuç korkaklığa ve yüreksiz olmaya delalet eder. Orta seviyede olan mutedil avuçlar, kişinin olgun, güçlü, ve az gururlu olduğunu gösterir. Bu insanlar iyi mizaçlı ve herkesçe beğenilirler. 81 83 Sırt: Sırt kavramı için kıyâfet-nâmelerde genelde arka kavramı kullanılır. Kıyâfetnâmelerde sırt hakkında her yazar farklı görüşler olsa da birleştikleri hususlar daha fazladır, buna göre: Yassı sırtlı kişiler güçlü olurlar; eğer bu kişiler nefsine uyarsa suçlu olur ve ayrıca bu tür insanlar kuvvetli, ahmak, şehvetinin kölesi, cesur, müsrif olur ve hayvani nefsini doyurmak için her şey yaparlar. Gürz gibi olan sırt, kişinin akıllı ve kamil olduğunu gösterir. Eğer sırt eğri olursa kişinin müsrif ve huyunun çirkin olduğunu, bazılarına göre ise fikrinin güçlü olduğunu gösterir. Sırt doğru olduğunda kişinin herhangi bir konuda fikir yürütemeyeceğini bildirir. Kişinin sırtının etli olması, anlayış bakımından noksan olduğunu gösterir. Kıllı sırt kişinin, çok cesur, şehvetli olduğuna delildir, kılın çok ama sırtın etsiz olması iyilerin ona sırdaş olduğunu gösterir. Geniş ve ortası çukur, çukurunda zincir gibi işâret ve karnından enli, aşağısı ve omuz arası yassı, pak ve ak olan, kemikleriyle sinirleri görünmeyen doğru, kılsız sırt uzun ömre sanat güzelliğine ve cesarete işârettir. Sırtın çıkık ve sivri olması, yani ayı sırtına benzemesi kişinin şehvetinin fazla, kaba yaratılışlı ve cesur olduğuna işâret eder. Sırt çıkığında iki yumrunun olması kişinin ahlaksız olduğuna işâret eder. Sırtı mutedil olan insanların adları dünyada cömertlikle anılır ve bu insanlarda birçok güzellik mevcuttur Ben: Göz kapağında olan ben, hassas bir yaradılışı; gözün alt kapağında olan ben, meraklı ve kuruntulu bir yaradılışı sahip olur. Sağ şakaktaki et beni, kararsızlığı; alnın sağ yanındaki ben, güçlü bir belleği ve hızlı kavrayışı, uzun ömrü, alnın solundaki ben, dengeliliği, iki kaş arasında sağda ben, aşka düşkünlüğü, hoşsohbetliliği, iyi bir geleceği olmayı; iki kaş arasında solda ben, mantıkla iş görmeyi, duygululuğu gösterir Yüz: Yüz insan gözüne doğrudan hitap eden ve güzellik unsurlarının başında gelen organların başında gelir. Divan şiirinde kadın yüzü sürekli bazı kavramlarla kullanılırken kıyâfet-nâmelerde yüz hatları için bazı değerlendirmeler yapılır. Güzellik yüzde gizlidir. Göz, kaş, burun, ağız güzelse yüz de güzel olur. Kötü huy yüze düşer, yüzdeki işâretler ne kadar iyiyse o kadar saadet getirir. Diğer organları güzel olsa da yüz çirkinse kişi kötü ahlakın gazabına uğramıştır. Yüzün sıfatları nefsin sıfatlarını gösterir. Nitekim kızan adamın yüzü kızarır, korksa yüz rengi kaçar, utansa yine yüz rengi değişir. Yüzü ayıplı olanın sözü de öyle 82 84 olur. 169 Yüz büyüklüğü olgunluğa ve hasta olmaya, bilgin ve zeki olmaya delildir; küçük yüzlü olan, kibirli, alçak ve kaba olur. Đnce yüzlü insanlar anlayışlı, sevimli ve cana yakın, etli yüzlü insanlar, cahil, ahmak, sevimsiz ve itici olur. Yanakların dolgun olması ise tabiat yoğunluğuna, kişinin yüzü yumru olursa bu onun cahil ve sıkıntılı oluşuna delalettir. Yüzü sarı olanlar kindar, eğer boyunları da uzun ise oldukça gaddar olur. Uzun yüzlü insanlar düşünceli ve hafızaları kuvvetli olur; ama aynı zamanda bu tür yüzlerde yalan da bulunur. Küçük, dar ve çok uzun yüz, hainliğin delilidir. Yuvarlak yüzlü insanların yüzleri güleç olur ve bu insanları gören onlardan murat alır. Yüzün tam yuvarlak olması cahilliğe ve ahmaklığa işâret eder. Kızıl yüzlü insanlar terbiyeli, esmer yüzlüler zeki, benzi sarı olan insanlar aynı zamanda hastalıklı olurlar. Siyaha çalan yüz tevekküllü, normal yüz ise hem beyaz hem de kızıl olandır. Marazi ve çiçek bozuğu yüz, kötü mizaca işâret eder. Ekşi yüzlü insanların sözleri de kendi suratları gibi ekşi, yüzleri eğri insanlar yalancı olur ve bu tür insanlardan asla doğruluk aranmamalıdır. Gül yüzlü insanların içleri de yüzleri gibi saf ve güzel olur. Đşte aranması gereken makul insanlar bu tür yüze sahip olanlardır Omuz: Omzun sivri oluşu kişinin dini inanç bakımından eksik olduğuna delildir. Böyle insanın sözü ve yüzü iyi değildir. Ayıp ve kötülük arar, insafsız ve kindardır, hayvan gibi çok yer ve hayvandan daha alçaktır. Kısa olursa da aptallığa delalet olarak kabul edilmiştir. Omzu eğri olanın, işi eğrilik olur; ama fikri doğru olur. ince uzun omuzlu kişiler zevk ve eğlenceye düşkün olurlar. Düşük omuzlu kişiler ise müsrif olurlar, zevk ve eğlenceye düşkündürler. Omuzlar arasındaki mesafenin ve sırt orta kısmının geniş olması zekiliğe işâret eder. Dar omuzlar aklın eksikliğiyle orantılı olur. Köprücük kemiğinin çıkıntılı olması kişinin ahmak ve alçak olduğunun alametidir. Köprücük kemiğinin çarpık olması kişinin hilekar ve sıkıntı çıkarmaya eğilimli olduğuna işârettir. Zayıf omuzlar anlayışın da zayıflığına alamettir. Yassı, etli, semiz, kürekleri enli, ak, üstü düz olup çıkık olan omuz, kuvvete, cesarete, anlayışın fazlalığına delildir. Hepsinin ortası olursa kişinin akıl yönüyle ileri bir derecede olduğunu gösterir Sakal: Her şey anılır da Doğu insanının en temel özelliği olan ve Doğu insanıyla özdeşleşen sakalın anılmaması olur mu? Sakal uzunluğuyla ilgili olarak dönemin yazarları çok enteresan 169 Yerdelen. age. s 85 tespitlerde bulunmuşlardır. Her şeye bir anlam yükleyen bu yazarlar, sakalın uzunluğuna, kısalığına, rengine kadar her türlü özelliğini göz önünde bulundurmuşlar. Bunlara göre sakalın uzunluğu ahmaklığa, yani kullanılan tabire uygun olarak eşekliğe; kalın sakal hoş sohbetliliğe ve ağırlığa delalet ediyor. Sakal çokluğu kişinin vakur bir kişiliğe, köselik ise şeytani fikirlere ve hilekârlığa işârettir. Akıllı, zeki ve anlayış sahibi insanların sakalları ne çok ne de az olan yani vasat olan sakaldır Boyun: Boynun çok uzun olması kişinin olgunluğunun az olduğuna, boynun ince olması sahibinin anlayışsızlığına; düşük boyun, köyü huya ve insafsızlığa delalet eder. Uzun ve ince olması kişinin korkak ve salak kötü, hilekar, ağzının ölçüsüz, kadın tabiatlı ve ahmak olduğuna; boynun kalın ve uzun olması ise kişinin aşırı derecede midesine düşkün, akılsız, neşeli, ateşli olduğunun göstergesidir. Boyun kısalığı hile ve ihanetin göstergesi iken mutedil boyunlar ise güzelliklere delildir. Gayet yoğun, ince, uzun, kısa olmayan ak ve düz, yumuşak olan, sinirleri ve damarları görünmeyen, üzerinde şekiller ve benler olmayan doğru boyun akıllı, olgun, güzel yaratılışlı olmaya işârettir. Güçlü boyna sahip kimseler kuvvetli olurlar. Etli boyna sahip olanlar, şehvete, öfkeye, kötü huya meyillidir. Yumuşak, sağa sola hareket eden boyun, akılsız, himmeti yaramaz, nefsi zayıf, zelil ve sabırsız olur. boynun daima sağa doğru eğilmiş olması hırsa; boynun gevşek olup gah bir tarafa gah başka tarafa eğilmesi beden ve nefsin zayıflığına delildir. Yukarıda vücut azalarıyla ilgili kıyâfet-nâmelerin bakış açılarını ortaya koymaya çalıştık. Bir uzvun özelliğine bağlı olarak verilen olumsuz bir hüküm başka bir kıyâfetnâmede olumlu olarak ortaya koyulmuş olduğu görüldüğü için verilen hükümler belli bir kesinlik taşımaz. Bazen de bir kişinin bir uzvu olumsuzluk ifade ederken ve kişinin yaramaz sıfatlara sahip olduğuna delalet ederken başka uzuvları onun iyi bir yaratılış üzerine yaratıldığına delalet edebilir. Bu yüzden bu ilmin erbapları bir kıyâfet-nâmeye göre bir kişiyi değerlendirirken onun tek uzvuna göre değil genel özelliklerini göz önünde bulundurarak hüküm verirlerdi. Yukarıda verdiğimiz ve Türk edebiyatında yazılan eserlerin temel kıstaslarını ortaya koyan özellikler, insanların kişiliklerini tam yansıtmamakla beraber bilimsel bir dayanaktan da yoksundur. Bu kıstaslar Doğu toplumunu ve buna bağlı olarak toplumumuzu derinden etkilemiş ve insan yaşamında etkili olmuştur. Bu kıstaslar hemen hemen her alanda kendi ağırlığını hissettirmiş ve birçok insan, bu kıstasların gazabına uğramıştır. 84 86 Kadın Güzelliği: Kıyâfet-nâmelerde kadın güzelliğiyle ilgili olarak verilen hususlar o dönemin kadına bakış açısını yansıtmakla beraber, toplum tarafından kabul gören güzel kadının ne tür vasıfları taşıdığını ve o dönemde iddalize edilmiş kadının özelliklerini vermesi bakımından önemlidir. Şüphesiz ki kadın bir toplumun vazgeçilmez öğelerinden biridir. Hem evliliklerde ve hem de cariye alımlarında dikkat edilmesi gereken özelliklere kıyâfet-nâmeler teferruatlı olmasa da yer vermiştir. Đbrahim Hakkı, kıyâfet-nâmesinde kadının güzelliğini belirten otuz iki vasfın olduğunu belirtir ve bu vasıfları renk, büyüklük-küçüklük, darlık-genişlik, kalınlık-incelik, sertlik, yumuşaklık ve tenin kıllılık özelliği bakımından ele almıştır. Bunları şu şekilde açıklar: Đbrahim Hakkı ya göre güzel bir kadının gözleri, saçı, kaşı ve kirpikleri siyah olmalıdır. Buna karşın kadının dört yeri de beyaz olmak zorundadır. Bir kadının öncelikle teni beyaz ve yumuşak olmalı, dişi, tırnağı ve gözünün akı da teniyle uyumlu olarak beyaz olmalıdır. Kadının dört yeri, yani yanağı, dudağı, diş eti, ve dili kırmızı olmalı, dört yeri de geniş olmalıdır. Bir kadının göğsü, kaşı, gözü ve göbeği geniş olması gereken yerlerdir. Kadının geniş olan bu uzuvlarına karşı burun, kulak, koltuk altı ve tenasül organı dar olmalıdır. Ayrıca bir kadının memesi, başı, tenasül uzvu ve dizi büyük olmalı; buna karşın burnu, ağzı, ayak ve elli küçük olmalıdır. Bir kadının sesi erkek sesi gibi kaba ve sert olmamalı ve kendi doğası gereği latif bir ses tonuna sahip olmalı ve güzel konuşmalıdır; zira kadının güzel konuşanı ölüyü bile diriltir, insanın günlüne güzellikler saçar. Kadının vücudu da yumuşak etli ve kılsız, bacağı uzun -ki uzun bacak kadının şehvetli olduğuna işârettirökçesi etli ve yumuşak olmalıdır. Kadın salına salına yürümeli ve bu yürüyüşüyle tüm dikkatleri cezp etmelidir. Đbrahim Hakkı ya göre bu tür özelliklere sahip olan kadınlar güzeldir ve böylelerinin huyları da güzel olur ve Allâh bu insanları güzel bir yaratılış üzerine yaratmıştır Kıyâfet-nâmelere Göre Mu tedil Đnsanların Özellikleri: Đslâm dîni ifrat ve tefrite karşı olduğundan bütün alanlarda Müslümanların mu tedil olmalarını ve aşırılıklardan kaçınmalarını istemiştir. Bu yüzden tüm kıyâfet-nâmelerde yazarlar, insanı ele alırken aynı zamanda Đslâm ın belirlemiş olduğu bu ilkeyi göz önünde bulunduruş ve buna göre hareket etmiştir. Diyebiliriz ki tüm kıyâfet-nâmeler Đslâm ın bu ilkesini kendine çıkış yolu olarak belirlemiştir. Örneğin boy hakkında kıyâfet-nâme yazarları hükümler verirken orta boyu mu tedil boy olarak kabul ederek Peygamber Efendimizin Đşlerin en hayırlısı ortasıdır hadisinden yola çıkmışlardır. Bu yüzdendir ki tüm kıyâfet-nâme 85 87 yazarları uzuvlar ve insanların bazı özellikleri hakkında yorum yaparken aşırılıklarla adeta savaş açar gibi görünmüş, vasat olan özelliklere ise olumlu bir yaklaşım sergilemiş ve vasat özellikleri idealize ederek aktarma yoluna gitmiştir. Kıyâfet-nâmeler mu tedil insanın özelliklerini şu şekilde ele alırlar: Mu tedil bir insanın boyu ne uzun ne de kısa olur. Çünkü kısalık ve uzunluk kendi içinde bazı olumsuzluklar taşır. Bu yüzden mu tedil insanın boyu ortadır. Bu boya sahip olan insanlar bilgili, cömert, alçakgönüllü, terbiyeli, anlayışlı, merhameti olur ve güzel bir huya sahiptir. Gövdesi ne iri ve hantal ne de çok zayıf olur. Mu tedil insanın gövdesi semiz ama yağlı olmaz boyuyla orantılı olur. Vücudunda kıl az ve kılı yumuşak olur. ayrıca vücudu ne sert ve ne de yumuşak olmalıdır. Etin sert ve aşırı yumuşak olması kişinin olumsuz sıfatlara sahip olduğunu gösterir. Ama mu tedil bir vücut yumuşaklığına sahip olmak kişinin sağlam akıllı, güzel huylu, zarif, anlayışlı, hoş fikirli, iyilik yapmaya meyilli olduğunu gösterir. Kişinin göğsünün geniş olması onun yumuşak huylu ve iyi kalpli olduğuna işârettir. Böyle göğüsler çok etli olmadığı gibi çok sıska da olmamalıdır. Ayakları küçük ve ayaktaki parmakları düz olmaz. Karın ise ne büyü ne de çok küçük olur. Sırt yassı ve uyumlu olmalıdır. Vasat olan bir sırt, sahibinin cömert ve anlayışlı olduğuna delalet eder. Başı ne büyük ne de küçüktür, büyüklük ile küçüklük arasındadır. Orta bir başa sahip olan insanlarda sağlam ve kusursuz olurlar. Mu tedil insanların boynu ne uzun ne de kısa olup uzunlukla kısalık arasında olmalıdır. Omuzları ne dik ve sivri ne de eğri ve düşük olmalıdır. Çünkü bu durum, kişinin doğruluk üzerine olmadığını gösterir. Bilekleri ne uzun ne de kısa olur, çünkü uzunluk kişinin alçakgönüllü olmadığına işâretken kısalık ise kişinin çok cimri olduğuna işâret eder. Đnce ve pazılı olması hayır üzerine olduğuna işârettir; ama en makulü vasat olandır. Kişinin eli ne uzun ne de kısa olmalıdır. El fazla etli ya da zayıf da olmamalıdır. El her yönüyle uyumlu olmalıdır. Böyle eller sahibinin tatlı sözlü, güzel huylu, akıllı olduğunu gösterir ve parmaklar da el ile uyumlu olmak zorundadır. Tırnağın ak ve yuvarlak olması kişinin mübarek, yufka yürekli ve zeki olduğuna delildir. Tırnağın farklı özelliklere sahip olması da olumsuzluklara işâret eder. Ökçe, yumuşak ve küçük olur. Đnsanların en dikkat çeken uzvu yüzdür ve bu yüzden yüz güzel olmak zorundadır. Çünkü yüz insanların aynasıdır. Yüzün güzel olması, huyun da güzelliğine; çirkin olması huyun da çirkin olduğuna işâret eder. Aynı zamanda kişinin yüzü tebessüm edici olmalı, kahkaha atar şekilde gülmemelidir. Eğer kişi kahkaha tarak gülüyorsa kişinin utanmaz ve ahlaksız olduğunu, sadece tebessüm ediyorsa kişinin akıllı ve iffet sahibi olduğunu gösterir. Benzi esmer olmalıdır bu kişilerin; çünkü esmer insanların kalbi geniş ve iyilik isterler, kederli, terbiyeli ve bilgili olurlar. Ama kızıl ya da beyaz ise kızıllığı ve beyazlığı aşırı 86 88 olmamalıdır. Kızıllığı ve beyazlığı aşırı olmayan insanlar da güzel huylu ve güzel yaratılışlı olurlar. Kişinin yanağı ne çok büyük ne de küçük olmalıdır. Mu tedil insanların yanakları kendi gibi vasat olandır. Eğer kişinin yanağı büyüklükte ve küçüklükte vasat olursa kişinin, güzel huylu ve selâmet üzerine olduğunu gösterir. Mu tedil insanın gözü kara ve kurt gibi bakan, sürmeli ve çocuk gözü gibi sürekli içinde tebessüm taşıyıcı olmalıdır. Böyle gözlere sahip olan insanların huyu, anlayışları güzel olur. Sağlam bir kişiliğe sahiptirler, akıllı ve nazlı olurlar. Ama gözler içinde en güzeli şehladır. Çünkü bu gözler herkesten yüce olduğunun alametidir. Burun küçük ve ince olmalıdır. Kalın ve büyük burun kabalık ve yaratılış bakımından kötü olmanın işâret olduğundan mutedil insanların bu tür burna sahip olması beklenmez. Đnce ve küçük burunlu insanlar güzel huylu ve doğru sözlü olurlar. Ağız küçük ve dudaklar ince kırmızı olmalıdır. Ağzın büyük olması bir olumsuzluk olarak kabul edilirken çok da küçük olması da hayra alamet değildir. Bu yüzden mu tedil bir ağzın küçüklüğü de pek aşırı olmamalıdır. Küçük ağız kişinin akıllı ve güzel söz söylediğine, gereksiz yere konuşmadığına, yumuşak huylu olduğuna işâret eder. Kişinin dişi küçük, ince ve beyaz olmalıdır. Böyle bir dişin sahibi ağzını her zaman hayır üzerine açar, kötülük ağzından çıkmaz. Saçı ne tam kızıl, ne tam kara, ne sarı, ne de serttir. Saçı kumral ve yumuşaklık ile sertlik arasındadır. Böyle saça sahip olanlar güzel,zarif ve anlayışı olurlar. Alnı ne çok dar, ne de çok geniş ne de çok çizgili yani kırışık olur. Mu tedil bir insanın alnı orta büyüklükte ve fazla kırışık olmaz. Bu tür alna sahip insanlar adil, güvenilir, tatlı sözlü, gözü gönlü açık ve bahtlı olur. Kaşı açık, başı burna, kuyruğu şakağa doğru eğik, hilal gibi kavisli ve her yeri ince ve düz olur. Ucu ince olmaz, çatık değildir, kılı çok olmaz. Mu tedil insanların sakalları hafif seyrek ve kısa olur. seyrek sakallı insanlar dindar, iyiliksever, bilgili ve zeki olurken sakalı kısa olan insanlar ise akıl ve huy bakımından güzel yaratılışlı olduklarına işârettir. Mu tedil bir erkeğin sesi tok ve davudi olur. Kadınlarda ise ses ince ve güzel olmalıdır. Kalın ve kaba sesler kişinin kaba yaratılışlı ve anlayışsız olduğunu gösterir. Kıyâfet-nâmelerde idealiz edilmiş insanların özellikleri yukarıda aktardığımız gibi tamamen vasat ve aşırılıklardan arınmış bir şekildedir. Bu durum, bu özelliklerin kesinlikle doğru olduğu anlamını doğurmaz ya da bu vasıfları dışında kalmış olan insanların ise olumsuz kir kişiliğe sahip olduklarını da göstermez. Bu yüzde kıyâfet-nâmelerde bir insanda bu özelliklerin tümünü bir anda aramaktansa bu özelliklerden bir tanenin bile bir kişide bulunması yeterli bulunmuş ve kişi o şekilde değerlendirilmiştir. 87 89 III. BÖLÜM 88 90 5. Đslâm Toplumunda ve Osmanlıda Bu Đlmin Yeri Đslâm toplumu ve Osmanlıda bu ilmin çok sayıda yazar tarafından ele alınması ve birçok eserin kaleme alınması, bu ilmin oldukça revaçta olduğu ve bu ilme itibar edildiğinin göstergesidir. Bu ilim, yargılama hukukundan saraya kul ve cariye alımına, asker ocaklarına asker alımından memur alımlarına, nesep belirlemeden kişilik tahlili ve falcılığa kadar birçok alanda kullanılmıştır. Bu ilim özellikle şu alanlarda yaygın olarak kullanılmıştır: Nesep Belirlemede: Đslâmiyet öncesinden başlayarak Arap ve diğer kavimler arasında yaygın olan ilm-i kıyâfet hayatın birçok alanını kuşatmış, Đslâm dan önce pek sistemli olmayan bu ilim Yunancadan yapılan özellikle Aristo dan yapılan- tercümelerle sistemli bir hale getirilmiş ve bu kavimlerin Đslâm ı kabulüyle daha da gelişerek yaygınlaşmış, özellikle devletleşmenin başlaması ve saray hayatına geçilmesiyle bu ilim daha bir önem kazanmıştır. Bilindiği gibi Araplar arasında bu ilmin asıl kullanımı cariyelerden veya gayrı meşru doğan çocukların kime ait olduğunu tespit etmek ya da çocuğun kendisinden olduğundan şüphelenen birinin çocuğun kendinden olup olmadığını ispatlamak amacındaydı. Kâif, çocuğun vücut azalarındaki benzerliklerden yola çıkarak çocuğun babasını belirlemeye çalışılırdı. Nesep belirlemede kâiflerden yararlanma Đslâmiyet sonrasında da devam etmiş hatta Peygamber Efendimiz bizzat kendisi bir defasında bir kâif getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame b. Zeyd ile, Zeyd b. Harise'ye baktırmıştı. Zeyd Efendimizin azatlısıydı. Üsame de onun oğluydu. Ancak Zeyd'in aksine Üsame beyaz tenliydi. Bunun için de halk arasında bu meselenin dedikodusu yapılıyordu. Efendimiz, bir gün her ikisi de uyurken üstlerini sadece ayakları dışarıda kalacak şekilde örttürdü. Efendimiz aslında çocuğun Zeyd den olduğunu bildiği halde dedikodulara son verebilmek amacıyla Araplar arasında itibar gören kâiflerden birini çağırmış, getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu. Kâif ayaklara bakarak bu iki ayak arasında akrabalık olduğunu söyleyince Efendimiz bundan oldukça memnun olmuştur. Bu anlayış sonraki dönemlerde de devam etmiş ve Osmanlılarda da kâiflerden yaralanılmıştır. Osmanlılarda cariyelerden doğan çocukların nesebi bu ilmi bilenlerin aracılığıyla belirlenme yoluna gidilmiştir. 89 91 5. 2. Hukukta: Kıyâfet ilmi ve fizyonominin kullanıldığı bir diğer alan ise hukuktur. Adil bir hakim karşısına getirilen kişinin suçlu olup olmadığını sadece eldeki kanıtlardan değil de kişinin simasından, duruşundan ve bakışlarından anlayabilmelidir. Çünkü bazen eldeki deliller birisini suçlamak için yetersiz olabileceği gibi suçsuz bir kişi eldeki çok güçlü delillerle suçlanabilir de. Peki bu durumda hakim neye göre hüküm vermelidir. Đşte bu konuda Đslâm alimlerine göre devreye firâset ilmi girmeli ve hakim firâsetli davranıp suçluyu suçsuzdan ayırmalıdır. Bilindiği gibi suçun geçmişi insanlığın başlangıcına yani Hz. Adem ve Havva nın cennette yasak meyveye yaklaşmalarına kadar gider. Daha sonra iki kardeşin Habil ve Kabil in- bir birini öldürmesiyle ilk kez suç yeryüzünde insanlar arsında kendini göstermiş olur. Tüm kriminologların üzerinde anlaştıkları temel nokta suçun politik süreçlere dayanan yasal bir kavram olduğudur. Bu politik süreçler 6000 yıl önce Orta Doğu da veya civarında suçun keşfi ile mümkün hale gelmiştir. Batı da genellikle suç ve kişinin beden yapısı arasında bir ilişki kurma yoluna gidilmiş ve genelde deforme tipler suçlu olarak kabul görmüştür. Suç teorileri alanında Batı da Socrates, binlerce yıl önce, suçluluk ile ilgili gözlemler yapmıştır. Keza içgüdü, öğrenme ve bunların suç ilişkileri de modern kriminolojiden yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış Sopholes tarafından gözlemlenmiştir Aristo ise, suçluları toplum düşmanı saymış ve onların merhametsizce cezalandırılmaları gerektiğini savunmuştur. Aristo sefaletin, ihtilâle ve suça sebep olduğunu iddia ediyor. Bazı yazarlar, Aristo yu biyolojik psikolojinin kurucusu olarak saymaktadırlar. Zaman içerisinde de kriminoloji alanında çalışmalar devam etmiş 170 ve XIX. yüzyılda bu alanda çalışmalar oldukça yaygınlaşarak modern kriminolojinin temelleri atılmıştır. Đslâm aleminde ise firâset başlangıçta başı başına bir ilim olarak değerlendirilirken daha sonraki dönemlerde Đslâm fıkıhının vazgeçilmez uğraşlarından biri haline gelmeye başlamış ve kadıların adları bu ilimle anılır olmuştur. Bu ilim tartışmalara sebep olsa da zaman içerisinde yargılama hukukunda bilgi ve ispat aracı olarak kullanılmış olup yönetici, kanun koyucu ve müçtehitlerin firâsetle davranmaları gerektiği savunulmuştur. 171 Đslâm yargılama hukukunun yerleşik teamüllerine göre hakim, önüne gelen bir davayı karara bağlarken olayların dış görünüşünün, objektif ölçü ve delilerin yeterli ve tatminkar olmadığı durumlarda bilgi ve tecrübesine, zeka ve sezgi gücüne dayanarak ipucuları 170 Hanifi Sever -M.Burak Gönültaş, Kriminal Profillendirmenin Temeli ve Pozitif Ekol Açıklamalarında Doğru Bilinen Yanlışlar www. caginpolisi. com.tr. 171 Öğüt, agmd. s 92 değerlendirmeli ve yeni delillerle vararak adaletli hükümler vermelidir. Yargılama hukukunda firâset ilmine başvurmak ve bu ilimden yararlanıp yararlanmama dönemin âlim ve kadıları arasında yoğun tartışmalara sebep olmuştur. Hanbel fakihi Đbni Kayyim el-cevziyye firâset ilmine daha geniş bir anlam yükleyerek bu ilmi, hakimin ipucuları, delil ve bulguları dikkatlice inceleyip olaylar arasında bağ kurması sonucunda gerçeği sezinlemesi şeklinde anlar. Maliki fakihi Ebu Bekir Đbnü l-arabî ise Kur an daki mütevvesimîn 172 sözcüğünü firâset sahipleri anlamına geldiğini savunmuştur. El-Cevziyye el-firâsetü l-mardiye fi Ahkami s-siyaseti ş-şer iyye adıyla bilinen el-turuku l Hükmîyye fi s-siyaseti ş-şer iyye adlı eserinin önemli bir bölümünü yargılamada firâset ilmine başvurma konusuna yer vermiş ve düşüncesini desteklemek amacıyla Hz. Peygamber döneminden itibaren Đslâm yargı tarihi içinde yapılan uygulamalardan birçok delil ve örnek gösterme yoluna gitmiştir. Đbni Kayyim e göre firâset hakim ve yöneticilerde olması gereken temel özelliklerden biridir. Eğer idareci ve hakimler bu özelliklere sahip olmazsa adaletsizlikler yaşanır ve birçok hak zayi olur. 173 Đbni Kayyim ile aynı görüşte olan birçok kadı dönem içinde firâset ilmiyle hükümler vermiş ve davalarını sonuçlandırmışlar. Örneğin Ömer Bin Abdülaziz döneminde kadılık yapan Đyâs bin Muâviye, birçok davada firâsetle hüküm verdiği ve dönemin Bağdat kadısının da Şam da bulunduğunda Đyâs bin Muâviye ye uyarak hükümler verdiği bilinmektedir. Bu uygulamalar karşısında duran Kefal eş-şaşi nîn ise bu ilmin yargılama hukukunda uygun bir yol olmadığını savunarak bunu tenkit amacıyla bir risâle kaleme aldığı kaynaklarda bildirilmektedir. 174 Suçluyu vücut azalarından anlama konusunda II. Abdülhamit in oldukça mahir olduğu ve aynı zamanda büyük bir insan sarrafı olarak kabul edildiğini kaynaklarda aktarılmaktadır. Atıf Hüseyin Bey, hatıralarında Abdülhamit in okuduğu romanlardan birinde başparmağının ucu, işâret parmağının orta boğumundan uzun kişilerin cinayete eğilimli olduğunu okuduğunu kendisine ilettiğini anlatıyor. Atıf Hüseyin Bey, ayrıca Abdülhamit in bunun için hapishanedeki cinayet mahkûmlarının fotoğraflarını çektirdiğini ve bu görüşün doğru olduğunu gördüğünü belirttiğini söylüyor. Đddialara göre Abdülhamit, istibdat döneminde siyasi olaylara karışanların da davalarından önce teşhis için sanıkların fotoğraflarını incelermiş. Hatta tahta çıkışının 25. yılında hapishanelerdeki mahkûmların fotoğraflarını 172 Hicr suresi, 75. ayet. 173 Öğüt, agmd. s A. yer. 91 93 çektirmiş, altına mahkûmiyet sebeplerini yazdırmış ve bu fotoğraflardan seçtiği mahkumlar için af çıkarmıştır Kul ve Cariye Alımlarında: Bu ilmin bir diğer kullanım yeri ise saraya alınacak cariye ve gulâmların alımıdır. Bedr-i Dil-şâdi ye göre saraya alınacak olan kul ve cariyeler konusunda alıcının uyanık ve firâsetli olması gerekir. Adam sarrafı olmak ve işe yarar bir kişiyi alabilmek için kişinin firâset ilmini iyi bilmesi şarttır. 176 Çünkü alınacak kişinin zahirine bakarak onun batınını yani içi dünyasını bilmek gerekir. Bu yüzden olmalı ki eskiden Şa ban-i Sivrihsâri nîn aktardığına göre saraya alınan cariye ve gulâmların ellerine bakılır ve elerindeki hatlar, parmakların ve ayanın uzunluğu, elin darlığı ve genişliğine göre değerlendirmeler yapılarak cariye ve gulâmlar alınırdı. Örneğin eli uzun olan cariye ve gulâmlardan kaçınılırdı. Çünkü eli uzun olmak hırsızlığa delalet olarak kabul edilirdi. 177 Saraya alınacak kul ve cariyelerin alımıyla ilgili bize en geniş bilgiyi veren Bedr-i Dilşâdi nîn Murad-nâme adlı eserinin 40. bâbındaki erkek hizmetçi ve cariye satın almayla ilgili bölümüdür. Yazara göre alınacak bir cariyenin kaşını, yüzünü, gözünü görmek gerekir, sonra da burnuna, ağzına, dişine ve çenesine bakılmalıdır. Cariyenin yüzü güzel olmalıdır. Çünkü yüz, Allâh ın tecelli ettiği yerdir. Cariye semiz olmalıdır, semizlik güzelliği doğurur. Cariye ela veya kara gözlü, güzel sözlü, açık kaşlı, kırmızı dudaklı gül endamlı, ay yüzlü, doğru burunlu olmalıdır. Cariyenin boyu ne uzun ne de kısa olmalı, şişmanlık ve zayıflıkta da vasat olmalıdır. Çünkü her şeyin iyisi vasat olanıdır. Erkek gulâmlar ise düzgün boylu, ay yüzlü, eti ve saçı mu tedi, sırtı yassı, ayasıyla alnı açık, kaşı kirpiği ona uygun yüzü parlak ve güleç, güzü ela ve şehla olması gayet iyi olduğuna işârettir. Yazar bu özellikler verdikten sonra cariye gulâmların sağlıklarına da dikkat edilmesi gerektiğini aktarır ve bu özellikleri taşıyan kul ve cariyelerin kaçırılmaması gerektiğini ekler Memur Alımında: Kul ve cariyeler için belirlenen bu kıstaslar devlet idaresine alınacak memurlar için de geçerliydi. Osmanlılar döneminde devlet idaresine alınacak memurlar çok titizlikle seçilmiş. Hatta II. Abdülhamit, devlet kademelerine atanacak kişilerin, idadiye ve askeri okullara 175 M.Yaşar Durukan Siz Adamı Gözünden mi Tamırsınız, Geninden mi? Aksiyon Sayı: Ceyhan, age. s Sivrihisârî, age. v. 44a. 178 Ceyhan, age. s 94 alınacak öğrencilerin önce fotoğraflarına bakar, fotoğraflar üzerinde yaptığı değerlendirmelerden sonra bunları gerekli yerlere alırmış. Osmanlılarda vücutlarında kusur bulunan, köse, çirkin ve sakatlar devlet dairelerine alınmamıştır. Kıyâfet-nâmelerde köseler için belirtilen olumsuz yargılar bazılarının devlet dairelerine girmelerine engel olmuş ve bazılarının da sakal ve bıyıkları onların saadetinin bir parçası haline gelmiştir. Atalarımız, tek tip insan yaratmak gibi bir kaygı taşımasalar da, erkeğin sakalsız ve bıyıksızını ciddiye almazlardı. Erkekliğe geçişin ilk adımı sünnet, ikinci adımı ise bıyık ve sakal bırakmaktı. Ve sakalın sık, seyrek, kısa, uzun vb. oluşuna bakarak karakter tahlilleri yaparlardı. Kıyâfet-nâme kitaplarına inanmak gerekirse, köseler hilekâr ve düzenbazdı; seyrek sakallıları ise ciddiye almamak gerekirdi. Bir Osmanlı nın, hangi gerekçeyle olursa olsun, erkeğin alamet-i fârikası ve tabii süsü olan sakal ve bıyığı keserek çirkinleşmeyi tercih etmesi düşünülemezdi. Ömer Seyfettin, Kesik Bıyık adlı hikâyesinde, bir gencin bıyıklarını modaya uyarak kısaltıp incelttikten sonra başına gelenleri anlatır. Bazı sufilerin başta sakal ve bıyık olmak üzere, vücutlarındaki bütün kılları tıraş etmeleri, kendilerini bu süslerden mahrum etmek, yani dünya ilgilerinden uzaklaşmak anlamına geliyordu. Evliya Çelebi nîn anlattığına göre, sakal kesmek Dünya süsünü bıraktım, bıyık kesmek de Ben varlığımdan geçip çirkin görünüşlü olmayı kabul ettim demekti. Bu anlamlardan yola çıkarak Cevlâkîlerin hayat felsefesine ulaşmak mümkündür. Cevlâkîler, bilindiği gibi, vücutlarındaki bütün kılları tıraş eden Kalenderî tâifesidir ve bu kişiler toplum tarafından pek de hoş karşılanmazdı. 179 XVI. yüzyıl şairlerinden Köse Meâlî, Şuara tezkirelerindeki kayıtlara göre, sakal bıyık fukarası olduğu için müderrisliğe lâyık görülmedi, halbuki ilim irfan sahibi bir adamdı. Tuhfetü l-hattatin müellifi Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi nîn sakalı da seyrekliği (hiffet-i lihye) yüzünden liyâkatına rağmen, girdiği rüus imtihanında başarısız sayıldı. Sakal kurbanlarından biri de, Tanzimat devrinin ünlü isimlerinden Şinasi idi. Ahmet Cevdet Paşa nın Tezâkir de anlattığına göre, Meclis-i maârif azasından Şinasi Efendi sakalını tıraş etmiş olduğu halde meclise gelmiş olduğundan rütbesi ref ile meclis âzâlığından tard olunmuştu. 180 Tanzimat tan sonra bile özellikle devlet dairelerinde matruş suratlı birini görmek mümkün değildi. Matruş yabancılara bile pek rastlanmazdı. Sermet Muhtar Alus, Đstanbul sokaklarında görülen ilk matruş yabancının Alman asıllı Blum Paşa olduğunu söyler. Osmanlı kıyâfetiyle dolaştığı için onu görenler hayretle bakar, Herhalde akağalardan olacak! derlermiş. Bilindiği gibi, siyâhî olmayan harem ağalarına akağa denirdi. Başka bir meşhur 179 Beşir Ayvazoğlu, Sakal ve Bıyığa Dair Aksiyon Sayı: Ayvazoğlu, agy. 93 95 matruş da Mınakyan kumpanyasının dram aktörü Aleksanyan mış. Müslümanlardan ilk matruş suratlının Galatasaray Lisesi jimnastik hocası Ali Faik Bey in felsefe meraklısı kardeşi Ârifî Bey olduğundan söz eden Sermet Muhtar, XIX. asrın diğer meşhur sakal bıyık fukaralarının matruş değil, köse olduklarını söylüyor. Ahmet Rasim e bakılırsa, Abdülhamid devrinde sakala ve boya bosa ayrı bir itibar vardı. Süvari hafif mızraklı alayından bir askerî kâtip, uzun beyaz sakalı sâyesinde kaymakamlığa terfi ettirilmişti. Sakallı Mehmet Paşa ya lâyık görülen rütbelerde sakalının hatırı sayılır payı vardı. Hünkâr yaverlerinden Faik Bey in sakalı da öyle. Bir gün bir yemekten sonra, yanında oturan adam muziplik olsun diye sakalını tutup ağzını siliverince, Faik Bey, Ne yaptın be! Senin ağzını sildiğin bu sakal, benim saadetimin sebebi. Ben bunun sâyesinde miralay oldum, daha livâ ve ferik olacağım! demişti Askerlik Alanında: Osmanlıda kıyâfet ilminin kullanım yerlerinden biri de orduya alınacak kişilerin seçimidir. Asker ocağına alınacak çocukların iyi bir aileden ve soyu sopu belli olmasına önem verilir ve yaşının sekiz ile on sekiz arasında olmasına dikkat edilirdi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi köselerin hain ve hilekar olduklarına inanıldığı ve onlara olumsuz anlamlar yüklendiği için köseler orduya alınmaz idi. Kısa boy da toplum tarafından ve kıyâfet yazarlarınca fitne ve fesadın, şerrin işâreti olarak kabul edildiğinden kısa boylu ve sanat bilen, birçok yeri gezerek gözü açılan çocuklar orduya alınmazdı 182. Bu anlayış sonraki dönemlerde de devam etmiş ve Abdülhamit döneminde iddialara göre, askeri okula kayıt olacak çocukları padişah fotoğraflardan yola çıkarak uzuvları ve kişilikleri hakkında yorum yaparak seçmiştir. Yakın tarihte ve günümüzde de askeri okullara, öğretmen ve polis okullarına alınacak öğrencilerin vücut yapılarına oldukça dikkat edilmiş ve bedensel üzürü olan öğrenciler bu okullara alınmamıştır. Görüldüğü gibi sezgilere dayanan öğretilmesi zor bu ilim hem Osmanlıda ve hem de Đslâm aleminde çocukların nesebinin araştırılması, devlet politikası, saraylıların istihdamı, köle ve cariye edinme, hastalıkların seyrinin araştırılması, hukuk gibi birçok alanlarında kullanılmış ve nispeten günümüzde de kullanılmaya devam etmektedir. 181 Ayvazoğlu, agy. 182 Yerdelen. age. s 96 6. Edebiyatımızdaki Etkileri: Toplum ve toplumun yaşam tarzıyla o toplumun meydana getirdiği edebiyat arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bir toplumda görülen değişimlerin, fikri akımların, inançların edebiyata yansımaması mümkün değildir; çünkü edebiyatı oluşturan insan olduğuna göre insanlar kendi yaşamlarını ve estetik anlayışlarını edebiyata aksettirecektir. Bundan dolayı kıyâfet ilmiyle ilgili birçok ayrıntı gerek Divan edebiyatına ve gerekse Halk edebiyatına geçmiş ve şiirlerde-özellikle kadın tipinde-kendini ağır bir şekilde hissettirmiştir Divan Edebiyatında: Kadın ve erkeğin, tabiat ve eşyanın güzelliği eski Türk edebiyatında çok önemli bir yer tutar. O devirde güzelliğe çok önem verilmiştir. Bu anlayışı mimaride, minyatürde, hat sanatında, kılık kıyâfette ve konuşma dilinde görmek mümkündür. Bilindiği üzere eskiler, güzellik ile Allâh arasında bir ilişki kurulmuş, güzelliği Allâh güzelliğinin aynası olarak tasavvur etmişlerdir. 183 Bu yüzden Divan şairleri güzelliğe büyük bir önem vermiş, hem sanat anlayışlarında hem de ortaya koydukları kişilerde buna dikkat etmişlerdir. Bilindiği gibi kıyâfet ilmine dair yazılan ilk eserler XIV. yüzyılda kaleme alınmış ve Divan edebiyatının gelişimine bağlı olarak bu tarzda yazılan eserlerde de bir artış olmuştur. Yurt içindeki birçok kütüphanede kıyâfet-nâmelere dair çok sayıda eserin bulunması bu gelişimi göstermektedir. Özellikle XVI. yüzyıla geldiğimizde Divan edebiyatı altın çağını yaşarken kıyâfet-nâmelerde de patlama yaşanır ve çok sayıda yazar nazım ya da nesir kıyâfetnâme kaleme almıştır. Kıyâfet-nâmelerin özellikleri ve yazılma amaçları dikkate alındığında Divan şairlerinin bu ilimden etkilenmediklerini ya da bu ilmin şairleri etkilemediğini düşünmek mümkün değildir. Zaten tercüme faaliyetlerinin yoğunlaştığı ve Arap ve Fars edebiyatının kendini ağırlıklı bir şekilde hissettirdiği bir dönemde Divan şairlerinin bu ilimden habersiz oldukları da söylemek yanlış olur kanısındayım. Hatta Divan edebiyatında ilmi-kıyâfet ile ilgili eser veren şairlerin dışında bu konuda eser vermeyen sanatçılar da bu ilim ile ilgilenmiş ve bazılar ilm-i kıyâfet bildikleri için övünmüştür. Örneğin; Aşki aşağıdaki beytinde ilm-i kıyâfet bildiğini söyleyerek nakşın içinde Nakkaşı bulabildiğini söylemektedir: N ola fehm eyler isek nakşa bakıp nakkaşı Biz nazar-bâzları ilm-i kıyâfet biliriz (Aşki) 183 Kaplan, age. s 97 Edebiyatın konusu içinde kadının vazgeçilmez bir yeri vardır. Kapalı bir toplum olan Osmanlı toplumunda kadın-erkek ilişkisinin sınırlı olduğu düşünüldüğünde şairlerin ele alacakları kadın tipinin toplum tarafından kabul gören bir güzelliğe sahip, ideal bir kadın olması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bir şairin o dönemin şartları içinde toplum içindeki bir kadını her yönüyle anlatması imkansızdır. Bu yüzdendir ki şairler, toplumun güzellik anlayışını yansıtan ve kabul görmüş bir tipi anlatması gerekmiştir. Divan şairi eserlerinde idealize edilmiş olan kadın tipini ortaya koyarken bu ilimden ve toplumun belirlemiş olduğu kıstaslardan yararlanmışlardır. Bu yüzden olmalı ki Divan şairlerin çoğunluğu sanki tek kadın işliyormuş izlenimi uyandırır kişide. Hepsinin yüz hatları, benleri, saçları, boyları ve tavırları aynıdır. Kıyâfet-nâmelerde evlenecek eşin özelliklerini sayarken kıyâfet-nâmeciler Divan şiirindeki idealize edilmiş olan kadın tipini de ortaya koymaktadır. Kıyâfet-nâmelerle Divan şiirinin etkileşim içinde olduğunu daha somut kılabilmek için Divan şiirinin en ünlü şairi Nedim ile kıyâfet ilminde meşhur olan Đbrahim Hakkı nın birer beyitlerini örnek vermemiz yerinde olur. Đbrahim Hakkı kıyâfet-nâmesinde kadın güzelliğini anlatan bölümde güzel bir kadında şu üç şeyin siyah olmasını şu şekilde aktarır: Dört yeri lazım siyah Saç u kaş u kirpik göz ah 184 Nedim ise güzel kadını tasvir ederken Đbrahim Hakkı nın belirtmiş olduğu kıstasları olduğu gibi gazelinde aktarır: Hâl kafir, zülf kafir, çeşm kafir el amân Ser-be-ser iklim-i hüsn-i kafiristan olmuş hep Görüldüğü gibi bu iki beyit arasında kadın güzelliği arasında çok yakın bir ilişki bulunmakta ve iki şair de aynı güzellik anlayışını yansıtmaktadır. Ayrıca kadının yüzünün, dişinin, tırnağı ve göz akının beyaz; dudak, ağız, diş eti ve dilin kırmızı; burun, ağız, kulak ve elin de küçük olması gerektiğini belirlemişlerdir. Bu kıstasların tamamı Divan şiirinde de vazgeçilmez unsurdur ve şairler ele aldıkları güzelleri bu özelliklere göre işlemiştir. Divan Edebiyatının şairlerin belirledikleri kadın güzelliği beyaz tenli ya da esmerdir. Şairlerin ele aldığı bu kadın tipi dönemin kadın anlayışıyla bire bir örtüşmekle beraber 184 Çavuşoğlu, age, s 98 dönemin kıyafetnamelerinde belirtilen güzel kadın tasvirine de uygun bir seçimdir. Divan şiirinde genelde kadın ten rengi, göz, kş, kirpik, boy, bakış, gülüş, duşdak, yanak, diş, çene çukuru, ben, saç gibi unsurlarla anlatılır ve bu edebiyatta bu unsurlar şu şekilde ele alınır: Divan şairlerinin en çok söz ettikleri güzellik unsurlarından biri gözdür. Divan şiirinde ele alınan ideal kadının gözü ile kıyâfet-nâmelerde ele alınan kadın gözü birbirine paralellik gösterir. Kıyâfet-nâmelerde ideal kadının gözlerinin ela ya da siyah olması gerektiği aktarılır: Kara olursa çeşm-i insânun Akl u fikri güzel sözi anun 185 Divan şiirinde de göz rengi aynıdır. Divan şiirinde kadın siyah gözlüdür. Divan şiirinde karanın ele alınması genel bir anlayış olmakla beraber kara renkteki muğlaklık ve belirsizlik bakışları daha anlamlı kılması bakımından da şairler siyah göze itibar etmişlerdir: Çeşm-i siyehine sürmeden ar Hindûsına sürme hem giriftar 186 (Fuzuli) Ya ala gözlerün ile ol idi ahd kim Âl ile ala cân ü dil ü yoğ u varımuz (Şeyhî) Tabi her zaman siyah olmaya bilir gözün rengi. Toplum ve kıyâfet-nâme yazarları tarafından ela göz de gözler arasında en güzel göz olarak kabul görüldüğünden kadının gözü eladır yani ahu gözüne bezer. Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek (Y.Selim) Göz sevgilinin bütün özelliklerini yansıtır. Göz zalimdir, kan dökücüdür. Bir bakışıyla aşığını can evinden vurur ve yaralar, aşığının yüreğini parçalar. 185 Yerdelen, age. s Fuzul inin Leyla ile Mecnun mesnevisinden alınmıştır. Bkz. Fuzuli, Lela ile Mecnun, (Hazırlayan Mehmet Nuri Doğan) Yapıkredi Yayınları, Đstanbul 2006 s 99 Çeşmin ol Kahraman-ı gazab-naktır senin Kim hışm-ı zail olsa dahi bi-aman olur (Nefi) Gözünün kaşunun anlayımazam hilelerin Đlle bu fitne vü ol afet-i cândur bilürem (Şeyhî) Mahmur bakışlıdır sevgili ve aynı zamanda muğlâk bakar. Bundan dolayı da âşık sevgilisinin bakışlarından herhangi bir anlam çıkaramaz. Bir bakış aşığı çıldırtırken bir bakış onu hayata bağlayabilir. Be-nîm gamze-i tuvânî ki katl-i âm kunî Neûzübilleh eğer gamze-râ tamâm kunî 187 Divan Edebiyatında diğer bir estetik unsuru ise ağızdır. Kıyâfet-nâmelerde ağız ve dudak birlikte ya da ayrı ayrı ele alınır ve güzel bir kadının ağzının küçük ve dar, dudaklarınınsa ince olması gerektiği vurgulanır: Dehan-i teng egerçi bihçetdür Havf-ı kalbe velî alametdür 188 Ağız, Divan edebiyatında tıpkı kıyâfet-nâmelerde bahsedildiği gibi küçüklüğüyle dikkat çeker. Genellikle ağız bu yönüyle bir noktaya benzetilir, hatta hiç yoktur. Bu yüzden şair: Ağzın yok dediler dedikleri kadar var imiş. der. Kime ağzı haberin sordum ise yokdur der Dehan-ı tengi nigârun katı nâ-yâb gibi (Hayâlî) Bilün nişânını sordum lebünden aydur kim Dilin dut eyleye kâli ki bundan sığmaz kıl (Şeyhî) 187 Sevgilinin yarım ve baygın bir bakışı aşıklar arsında katliama sebep oldu. Allâh korusun yarin bakışı tam olsaydı ya ne olurdu! 188 Çelebioğlu, age. s 100 Ağız Divan edebiyatında hiç açılmaz. Kapalı bir hazine kutusu gibidir, içinde nice sır taşır ve inciler taşır. Ağız dardır ve içine hiçbir sığmaz Kapalılık bakımından goncaya benzetilir.. Ama sevgili ağzını asla açmaz hatta bırakın açmayı lütfedip bir tebessüm bile etmez. Bu yüzden şair sevgilisinden şu şekilde yakınır ve ona sitemde bulunur: Bir nihanice tebessüm de mi sığmaz cana Söyle billâh dehanın ta o kadar teng midir? (Nedim) Ben kıyâfet-nâmelerde bir güzellik unsuru olarak kabul edilir ve kadının değişik yerlerinde bulunan benler onun güzel ve olgun bir kişiliğe sahip olduğunu gösterir. Divan şiirinde kadının ağzın yan kısımlarında genellikle ben vardır. Ben, sevgilinin güzelliğine güzellik katar: Kanda buldı lebi nebatını hâl Tutîden yeğ imiş mekes nidelüm (Şeyhî) Divan şiirinde şairlerin tasavvur ettiği kadın tipi günümüzdeki kadın tipinden çok uzak ve farklıdır. Şairlerin tasavvur ettiği kadın tipi o dönemin kadın tipile tıpa tıp aynı olmasa da o dönemin kadın anlayışıyla ve toplumun kadına bakış açısıyla paralellik gösterdiği olur. Mesela toplumda yaygın inanca göre kadın pek konuşmamalı ve herkesle muhatap olmamalıdır. Bu anlayış Divan şiirinde de görülür. Kadın pek konuşmaz, anlatmak istediğini yan bakışlarıyla anlatmak ister ve gamzelerine binlerce anlam yükler. Sevgilinin tüm niyazlarına rağmen ağzını açmaz ve tek tatlı laf etmez sevdiğine. Ağzın açılması ve sevgilinin edeceği tek söz aşığa hayat vermesi demektir. Bu yüzden onun kelimeleri Hz. Đsa nın nefesi gibi aşığın ölü kalbine ruh verir: Ebvâb-ı tekellüm etse meftûh Emvâta verürdi müjde-i ruh (Fuzûlî) Bir diğer estetik unsurda dudaktır. Kıyâfet-nâmelerde kadın dudağını kırmızı ve ince olması kadının güzel ve akl-ı selim olduğuna delalet ettiğini bildirir, dudağın kalın ve büyük olması ise çirkinlik alameti olarak kabul edilmiştir: 99 101 Rûhlaru gibi al olursa lebi Ağzını hayra açmadır talebi Katı yufka değilse katı hub Da ma gonca-veş olur mahcub 189 Divan şiirinde de kıyâfet-nâmelerde belirlenen dudak yapısı benimsenmiş ve şairler, dudağı kırmızılık bakımından ele alarak onu gonca, la l, yakut, mey-gûn gibi varlıklara benzeterek anlatma yoluna gitmişlerdir. Ayrıca şairler dudağı hep ağız ile ele alarak onun ağız gibi küçük hatta yok denecek kadar küçük ve ince bir şekilde aktarmışlardır: Şive birle la lünü ağzunda pinhân eyledün Hey zâlim yok yere vallâhi bir kan eyledi (Hayâlî) Şöyle kim dil-teşne olmışam leb-i mey-gûnuna El çekem kamudan ammâ çekmeyem peymâneden (Zeynî) Divan şiirinde en çok üzerinde durulan ve çeşitli benzetmelerle (gül, ay, güneş vb.) anlatılan diğer bir uzuv da yüzdür ve buna bağlı olarak yanaktır.. Yanak ve yüz kıyâfetnâmelerde renk ve dolgunluk bakımından ele alınır ve genelde her renge anlamlar verilir. Örneğin yüzü sarı olan birisi için kıyâfet-nâmelerde şöyle bir hüküm verilir: Tab -ı sarudur olma ana karın Olmaya dirsen ilm gamıyla hazin 190 Beyitten de anlaşılacağı gibi kıyâfet-nâmelerde sarı yüzlü insanların gamlı ve hüzünlü oldukları söylenmektedir. Divan şiirinde de sarı yüz hüznün ve kederin alameti olarak kabul edilmiş ve kıyâfet-nâmelerle paralel bir hüküm verilmiştir: Halt olduğuna kâh-ı gam ile ezel gilüm Şâhid bu ruy-i zerdüm tende her kılum (Hayâlî) 189 Yerdelen age. s Yerdelen, age s 102 Sarı renk gam ve kederin alameti olduğu gibi aşkın da alametidir. Çünkü aşk girdiği bedende tasayı ve gamı da kendisiyle getirir. Fuzuli, aşık olan insanların aşklarına sarı yüzün delalet olduğu bildirilmiş ve Mecnun un aşık olduktan sonra yüzünü ve bedenini şu şekilde aktarmıştır: Dönmiş gül-i surhi zagferana Şimşad-i latifi hîzrâna 191 Yanak ve yüz kadın güzelliğini gösteren en önemli unsurdur. Eski edebiyatta yüz Allâh güzelliğinin tecelli ettiği yer olarak kabul edilmiş, bu yüzden yüzün güzel olması gerektiği savunulmuştur. Kıyâfet-nâmelerde toplum tarafından benimsenen ve güzel olarak kabul edilen bir yüz profili çizilmiştir: Adem oldur derûni sade ola Sureti gül gibi güşâde ola Eyü yüze bu vasf olur kâfi Mu tedil ola cümle evfâfi 192 Kıyâfet-nâmelerden aldığımız yukarıdaki beyitlerdeki yüz özelliğinin aynısı Divan şiirinde de görülmekte ve kadının yüzünü beyaz, gül rengi yani kırmızı şeklinde anlatılır ve yüz parlaklık, letafet ve temizlik bakımından ele alınmıştır. Bu yüzden sevgilinin yüzü ay, güneş ve güle benzetilerek anlatılır: Gül-i rusârına karşu gözümden akar kanlı su Habibim fasl-ı güldür bu akan sular bulanmaz mı? (Fuzûlî) Gün yüzüni göricek zâhir olur zulmâni Her ne vech aydur isem ol meh-i tâbânun içün (Şeyhî) Ondan beri kim ay yüzüni gördi bu gönlüm Kutlu gicede bahtlu mihmâna irişdi. (Şeyhî) 191 Fuzûli, age. s Çelebioğlu, age. s 103 Benin bir güzellik unsuru olduğunu ve kadının çeşitli yerlerinde ben olmasının kadını güzel gösterdiğini yukarıda aktarmıştık. Divan şiirinde kadının yanağında sürekli bir ben bulunur. Bu ben genellikle dudağın yan kısmındadır. Sevgilinin yanağındaki ben onun çekiciliğini artırdığı gibi sevgililerini de bu ben sâyesinde kendine meftun eder. Bu yüzden şairler saçı tuzağa benzetirken beni de tuzak içindeki daneye benzeterek beni anlatmaya çalışır: Gönlüm kebuterine bir dane saçdu hâlün Kim çarh urur mu allak hoş mürg imiş havâyi (Şeyî) Zülf-i damı halkasından nokta-i hâli anun Danedür kim sayd-ı murg-ı cân içün dilber saçar. (Şeyhî) Yanaktaki kırmızılık Divan şiirindeki kadında pek fazla değildir ve yüz ufak bir kırmızılığı içinde barındırır. Bu kırmızılık genellikle utanma olarak ele alınsa da aslında bir güzellik unsurudur: Haddeden geçmiş nezaket yal u bal olmuş sana Mey süzülmüş şişeden ruhsar-ı al olmuş sana (Nedim) Görenler nîlgûn dülbent ile ol yar-ı meh-rûyu Sanur dördüncü kat gökden göründü mihr-i rahşânı (Hayâlî) Divan şiirinde kadınla en çok anılan bir diğer unsur kaş ve kirpiktir. Kaş ve kirpik yapısı, rengi azlığı ve çokluğu kıyâfet-nâmelerde kişinin kişiliğini yansıtması bakımından önemli bir yere sahip olur. Kıyâfet-nâmelere göre kaşın çok olması tasaya, ucunun ince olması fitneye, ebruvan olması da güzelliğe alamettir. Kıyâfet-nâmelere göre kaş şöyle olursa güzel olur: Olsa kaşun hilâl gibi uci Hûbdur eylük olur işi güci Kaş odur kara ola ince ola Hüsn ü nazı dahi yerince ola Yerdelen, age. s 104 Eski yaşam şartlarına uygun olarak şairler yapacakları benzetmeleri kendi yaşamlarından veya toplum yaşam tarzından alır. Bu yüzden şairler estetik unsurlarını ortaya koyarken bu tür benzetmeler sıkça gider. Divan Edebiyatında sevgilinin kaşları siyah, kavisli ve ebruvandır. Bu yönüyle kemana benzer. Sevgilinin kirpikleri saf tutulmuş olan okçu gurubuna benzetilir. Sevgilinin bir bakışı aşığın gönlüne saplanmış olan binlerce ok gibidir. Kirpikler, tek tek ve siyahtır. kirpiğin bu özelliğini şöyle ortaya koyar: Olupdur gamzesi şahbaz-ı kattal Đki saf kirpiği ana per u bal (Yahya Bey) Divan şiirindeki boy kavramı kıyâfet-nâmelerde belirlenen kıstaslara tam olarak uyduğu söylenemez. Kıyâfet-nâmelerde uzun ve kıs boy olumsuzluğun birer işâreti olarak görülmüş ve orta boy tercih edilmiştir. Divan şiirinde ise sevgilinin boyu genellikle uzun ve incedir. Pürüzsüzdür, bu yönüyle serviye benzetilir. Yürürken salına salına yürür. Sevgilinin bu yürüyüşü işve ve naz dolu olduğundan aşığın kalbini yaralar. Boy için şöyle der: Uzundur kaddi gibi vasfı ey dil Leb-i didar gibi muhtasar kıl (Yahya Bey) Dideden niçün nihân oldı nihâl-i kametün Serv hôd bir dem cüdâ olmaz kenâr-ı âbdan (Harimi) Kıyâfet-nâmelerde çene yapısına bazı anlamlar yüklenmiştir. Đnce ve büyük olmayan çene zarafetin, büyük olması kibir ve kine delalet saymışlardır. Bunlara göre uygun olan her şeyiyle birbirine uyumlu olan çenedir. Bu tür çeneler, akıl ve kabiliyet sahibi olmaya delalet saymıştır. Çenede çukurun olması ise güzelliğin bir alametidir: Çün enek ince olsa hıffet olur Büyük olsa kibr u gılzet olur Mu tedil olsa ıssı akıl olur Her neye talib olsa kâbil olur Çelebioğlu, age. s 105 Divan şairleri çeneden çok çene çukuru üzerinde durmuş ve kendilerini hep çene çukurlarında mahpus edilmiş bir tutukluya benzetmişlerdir. Belki de bunun sebebi sevgilinin dudaklarına biraz daha yakın olabilmektir. Ama gerçek olan bir şey varsa eski kültürde çene çukurunu kadınlarda bir güzellik nişanesi olmasıdır ve şairler de bu yüzden bu güzellik alameti olan unsuru şiirlerinde sık olarak kullanmışlardır: Gönülü çâh-ı zenahdânına düşmüş gördüm Bunu Yûsuf anı zindân dediler gerçek mi? (Kadı Burhaneddin) Gönül hararet ile cân atar zenahdâna Nitekî germ-i hoş-âb-ı bunara saklarlar (Aşkî) Çâh-ı sîmîn-i zenahdânındaki dil düzdüne Sundu zincir-i mu anber kâkül-i müşgin-i dost (Ahmet Paşa) Son olarak sevgilinin saçlarını ele almak yerinde olur. Çünkü Divan edebiyatında saç oldukça geniş bir yer tutmakla beraber çok değişik kavramlar içinde kullanmıştır. Ama bizim için önemli olan güzellik unsuru olmasıdır. Kıyâfet-nâmelerde kadının saçı siyah olarak ele alınmıştır. Her ne kadar saç siyah olarak ele alınmışsa da güzel olan saç kıyâfet-nâme yazarlarına göre kumraldır ve fazla uzun değildir; çünkü siyahlık sabrın, kumrallık güzelliğin alametiyken uzunluk akıl eksikliğinin alameti olarak görülmüştür: Kim ki saçudur kara Sabrı var anı ara Kumral ise saç güzel Sahibidür bi-bedel Saçı az olan latif Oldı arif u zarif Saçı çok olsa zenün Fehmi az olur anun Çelebioğlu, age. s 106 Divan şiirinde belirtilen saç rengi kıyâfet-nâmelerle bir paralellik gösterse de uzunlukta bu paralellik görülmez. Çünkü divan şiirinde sevgilinin saçları genellikle uzun olur ve uzunluk bakımından kemende benzetildiği olur. ayrıca şairler saçı dağınık ve halka halka olarak tasavvur etmişlerdir: Halka-i zülfü hayali gözümüzden gitmez Guyiya çeşm-i alil üzre siyeh çenberdür. (Bâkî) Ayrıca Divan şiirinde kadın saçı siyahtır. Kendisine has bir kokusu vardır. Saç, fes altında da olsa türban altında da her zaman saçın rengi siyahtır: Gözün kara vü kaşunla ol iki zülf kara Ne kara günlere kaldım dirig vâveyla (Hayâlî) Yukarda verdiğimiz özellikler göz önünde bulundurulduğunda divan şairlerinin bize esmer bir kadının tasvirini yaptıklarını görürüz. Bu da bize şunu gösterir: Dönemin kadın estetiği esmerdir ve esmer kadın toplum içinde revaçtadır. Her ne kadar verilen özellikler daha çok Arap ve Fars estetik anlayışını yansıtsa da verilen özellikler toplumdan kopuk olamaz. Aşağıda anlatılacağımız gibi Divan şairlerinin ele aldıkları güzelle Halk şairlerinin ele aldıkları güzel aşağı yukarı aynıdır Halk Edebiyatı: Halk Edebiyatında kıyâfet-nâme türünde eser yazılmadığı halka ait bazı ürünlerde bu ilmin etkileri görülmektedir. Bu ilmin halk arasındaki inançların derlenmesi sonucu mu kaleme alındığı ya da halkın bu ilimden mi etkilendiği tam olarak bilinmemekle beraber halk arasında bazı yaygın görüşlerin ve inançların kıyâfet-nâmelerle paralellik taşıdığı görülmektedir. Gerek atasözlerinde ve gerekse de şiirlerde insanın dış yapısına ait yerleşmiş inançlar, temel estetik anlayışlar, deforme tiplere bakış açısı kıyâfet-nâmelerde belirtilen bazı hususlara çok benzemekte ve hatta yere yer aynı inanç kıyâfet-nâmelerde tekrar etmektedir. Mesela halk arasında boy hakkında belirlenen kıstaslar, kısa ve uzun boylu insanlar için verilen hükümler ile kıyâfet-nâmeler hakkında belirlenen görüşler birbiriyle aynıdır. Toplum içinde yaygın inanca göre deforme tipler uğursuzluk olarak kabul edilir. Örneğin Anadolu nun değişik bölgelerinde yapılan araştırmalarda şu tip insanlar uğursuz olarak kabul edilmiştir: Erzurum ve çevresinde yapılan araştırmalara göre, kısa boylu, sarı saçlı, mavi gözlü, köse, topal, kör, burnu ağzına yakın, düztaban, kaz göğüslü ve seyrek dişli 105 107 kişiler uğursuz olarak bilinir. Sivas ve dolaylarında ise uğursuz olarak tanınan kişilerin şu özellikleri taşıdıkları görülür: Sarı saç, sarı kaş ve kirpik, mavi göz, kısa boy, kısa kol, eksik ya da eksik parmak, seyrek saç, seyrek sakal ve seyrek dişi, topallık veya körlük. Balıkesir yöresindeki halkın da konuyla ilgili görüşleri şöyledir: Çukur gözlü insanlar hain ve merhametsiz, gözleri büyük olanlar para canlısı, büyük burunlu nankör, sivri dilli yalancı, uzun elli insan hırsız olur. Verdiğimiz örneklerde, Anadolu nun değişik yörelerindeki halk inanışlarında yer alan uğursuz insan tipiyle kıyâfet-nâmelerde çizilen çeşitli ruhsal bozuklukları olan kişilerin bedensel görünümleri arasındaki benzerlik ve özdeşlik dikkatimizi çekmektedir. 196 Şimdi kıyâfet-nâmelerde belirlenen bazı kıstasları ve halk arasında yaygın olan bazı inançları benzerlik bakımından ele alalım. Kıyâfet-nâmelerde yazarların üzerinde durdukları insana ait temel özelliklerden biri boydur. Kıyâfet-nâmelerde boy hakkında şu hüküm verilir: Kameti her kimin olsa uzun Olur ol safi-kalb u sâde derûn Hamdullâh Hamdi nîn Kıyâfet-nâmesi nde uzun boylu insanların saf kalpli ve hilelerden ve yaramaz sıfatlardan uzak oldukları bildirir. Halk arasındaki yoğun inanış kıyâfet-nâmede bildirilen görüşle paraleldir. Hal arasındaki yaygın inanışa göre uzun boylu insanlar saf kalpli olur ve bu tür insanlardan zarar gelmez, hatta bu insanlar biraz da aptal olurlar. Nitekim bu inanış halkın ürettiği atasözlerine de yansımıştır: Uzun adam herek olur, ayda yılda gerek olur., Boyu sırık aklı kıvık gibi atasözü yukarda belirttiğimiz görüşü tamamen ortaya koymakta ve kıyâfet-nâmelerle paralel bir görüşü belirtmektedir. Toplum tarafından hakkından kesin ve olumsuz hüküm verilen bir diğer insan tipi kısa olanlardır. Kıyâfet-nâmelerde kısalar için şöyle denmektedir: Kısa olursa kibr u kine olur Mekr ile hileye hazin olur 197 Kıyâfet-nâmelerde kısa boylu insanlar hakkında oldukça olumsuz bir görüş yansıtmakla beraber bu görüş halkın bu tip insanlara bakışıyla birebir örtüşmektedir. Halk arasında kısa boylu insanlar hileci, fitne çıkaran ve kendilerinden sakınılması gereken tipler olarak kabul görür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Erzurum ve Sivas bölgesinde bu insanların 196 Mine Mengi, TDAY Belleten 1977, s Çelebioğlu, age. s 108 uğursuz olduklarına inanılır. 198 Kıçı yere yakından korkmalısın - aklı kısayla boyu kısayla arkadaş olma gibi atasözleri bu inancı dile getirmektedir. Kıyâfet-nâmelerde olumsuz olarak değerlendirilen bir diğer özellik ise mavi gözdür. Kıyâfet-nâmelerde bu renge sahip olan göz için şöyle bir yorum yapılmaktadır: Gözü gök olanda olmaz edeb Gözü çakır bahadır olsa aceb... Gök olursa ne uzubillâh eger Bu sıfatlar bulunur anda beter Olmaz anun gibi olanda haya Kat bed-huy olur aceb hod-ra 199 Görüldüğü gibi mavi gözlülük edepsizliğin alameti olarak kabul edilmiştir. Şimdi halkın bu göz rengine nasıl baktığına bakalım. Halk arasında mavi gözün nazara sebep olduğu ve bu gözlerin insanları daha çok nazar ettiğine inanılır. Erzurum ve Sivas bölgelerinde ise bu göze sahip insanların uğursuz oldukları hükmü verilmektedir. Atasözlerinde ise mavi gözlü ve sarışın tiplerin şehvet-perest olduklarını şu atasözünden anlıyoruz: Sakalı sarı, gözü mavi döl azgını; gece ayaz, gündüz bulut yıl azgını. Halk arasında ve kıyâfet-nâmelerde olumsuz olarak değerlendirilen özellik kişinin ten rengidir. Halk arasında beğenilen ve takdir edilen renk esmer ve beyazdır. Esmer ve beyaz ten dışında sarışınlığa pek fazla revaç edilmemiş ve genelde bu ten rengi uğursuzluk olarak kabul edilmiştir. Sarışınlığı uğursuzluk olarak kabul etme kıyâfet-nâmelerin de temel eğilimidir. Mesela kıyâfet-nâmelerde sarışınlar için şöyle denmektedir: Rengi ol ademin ki sufretdür (sarı) Kalbi kalb u işi hıyanetdür Ola saru kim siyaha ma ildür Hak budur cümle hulku batıldır. 200 Görüldüğü gibi kıyâfet-nâmelerde sarışın insanların hıyanete meyilli olduğu ve yaramaz bir yaratılışa sahip oldukları aktarılmış ve bu kişiler hakkında olumsuz hükümler verilmiştir. Bu tür olumsuzluklar Erzurum ve Sivas bölgesinde yaşayan insanların, sarışın insanlar için verdikleri hükümler için de geçerlidir. Bu bölgenin insanları sarışın insanlara itibar edilmemesi gerektiğine inanılmış ve bu tip insanların yaramaz özelliklere sahip olduklarını ve 198 Mengi, agm. s Çelebioğlu, age. s Çelebioğlu, age. s 109 uğursuzluk taşıdıklarına inanılmıştır. Ayrıca halk arasında beğenilen kadın tipi içinde de sarışına pek yer olmayıp tercih edilen kadının esmer olduğu şu atasözüyle anlaşılmaktadır: Sarışının adı var esmerin tadı. Kıyâfet-nâmelerde ve halk arasında uğursuzluk olarak kabul edilen bir diğer özellik ise körlük ve çukur gözlülüktür. Halk inanışına göre kör insanlarda şomluk eksik olmaz ve çukur gözlü insanlar da hain ve nankör olurlar. Kıyâfet-nâmelerde ise: Gözü çukur olursa insanun Reşki vü kibri çok olur anun 201 A vere olma yakın Sık bakan olmaz emin 202 şeklinde aktarılır ve halk edebiyatındaki körler ve çukur gözlüler için aşağı yukarı verilen hükümlerle aynı hükümler verilmiştir. Ayrıca bazı atasözlerinde Körden, savaktan; meyvesi bitmeyen kavaktan sakın, Kel arsız, kör yanaz olur denilerek kör insanlardan sakınılması gerektiği ve bunların şom oldukları açıkça aktarılmıştır. Köse ve topal insanlar için de halk arasında oldukça fazla inanış hakimdir. Halk arasında köse insanların kibirli ve içten hesaplı olduklarına inanılarak onlar için köse hesabını bilir atasözü kullanılarak onların bu özellikleri anlatılmaya çalışılır. Kıyâfetnâmelerde de köseler için: Köse ki hiç rişi yok Anun olur mekri çok 203 şeklinde bir hüküm verilerek halk arasındaki anlayışla bağdaşan bir görüş benimsenmiş olduğunu gösterir ve köse kişilerin hilekar olduklarını aktarır. Erzurum ve Sivas bölgesinde topal insanların uğursuz olduklarına inanılır ve bu tür insanların olumsuz kişilik özellikleri yansıttıkları kabul edilir. Kıyâfet-nâmelerde ise tekebbürü n-fi l-avrec 204 şeklinde bir tabir kullanılır, yani topalın tekebbür edici olduğu ve kendini diğer insanlardan üstün tuttuğu söylenmekte ve topal insanların olumsuz özelliği aktarılmaktadır. Kıyâfet-nâmelerde verilen bazı hükümler deyimlere de yansımıştır. Kıyâfet-nâmelerde kara göz rengi için: Göz karası zeka alametidür Surh olursa şeca at ayetidür Çelebioğlu, age. s Çelebioğlu, age. s Çelebioğlu, age. s Sivrihisâri, age. v. 33 b. 205 Çelebioğlu, age. s 110 şeklinde bir açıklama yapılarak kara gözlülüğün zekaya ve cesarete alamet olduğunu söylerken halk arasında da cesur insanlar için gözü kara deyimi kullanılmaktadır. Ayrıca hırsız insanlar için kıyâfet-nâmelerde: Nâs ortasından 5arb-ı me3eldür, uirıya eli uzun dirler göbeginden ayaiı +arafı cânibinden eli +arafı cânibi uzun olmaodan kinâyetdür. 206 şeklinde bir açıklamaya yer verilip uzun elli insanların kötü olduklarını ve halk arasında da bunun bu şekilde anıldığını aktarılır. Günümüzde de hırsız kişiler için eli uzun deyimi kullanılmaktadır. Kadın güzelliği bir toplumun temel estetiğini yansıtan bir özelliğe sahiptir. Divan edebiyatında ve kıyâfet-nâmelerde kadın güzelliği üzerinde durulduğunu ve özellikle güzellik kavramıyla yüz güzelliği anlatılmak istendiğini önceki bölümlerde aktarmıştık. Çünkü kıyâfet-nâmelerde ve mutasavvıf şairler arasında yaygın inanışa göre yüz Allâh güzelliğinin tecelli ettiği ve insanın iç dünyasının kendini ortaya koyduğu yerdir. Bu yüzden bir insanın yüz bakımından güzel olması gerektiği vurgulanmış ve kıyâfet-nâmeler bu düşünce şu şekilde dile getirilmiştir: Adem oldur derûni sade ola Sureti gül gibi güşâde ola Eyü yüze bu vasf olur kâfi Mu tedil ola cümle evfâfi 207. Aynı anlayış halk arasında da yaygındır. Halk arasında Güzel yüzlü olanın huyu da güzel olur. atasözü bu anlayışı açıkça ortaya koymaktadır. Bu yüzden güzel insanlar halk arasında oldukça revaç görülmüş ve güzel insanlara karşı olumlu bir tavır takınılırken çirkin insanlara karşı acımasız bir tavır takınılması bu sebebe bağlayabiliriz. Bu yüzdendir ki birçok zeki ve başarılı insan bu anlayışın kurbanı olmuştur. Kıyâfet-nâmelerde tipler için belirlenmiş olan özellikler halkın ortak ürünü olan yukarıda verdiğimiz atasözlerinin dışında başka atasözlerine de yansımıştır. Atasözlerinde özellikle kadınlar için bazı tespitlerde bulunmuş ve tiple kişilik arasında ilişki kurulmuştur. Bazı atasözlerinde kadının güzelliği yansıtılmaya çalışılırken bazılarındaysa saçı uzun, aklı kısa" atasözünde olduğu gibi tamamen olumsuz bazı yargılar da verilmiştir Aşağıdaki atasözleri kıyâfet-nâmelerin belirlemiş olduğu bazı kıstasları taşımaları bakımından önemlidir: 206 Sivrihisâri, age. v.47 b. 207 Çelebioğlu, age. s 111 Adamın yere bakanından, suyun sesiz akanından kork. Beyazın adını var, esmerin tadı var. Tarlayı taşlı yerden, kızı kardeşli yerden... Bağın taşlısı, karının saçlısı Güzeli herkes sever. Güzelin talihi çirkin olur. Atta karın, yiğitte burun,, Bir dirhem et bin ayıp örter, Köpeğin koca kuyruklusundan, adamın koca bıyıklısından kork, Đyilik etme kellere gider söyler ellere, 208 Yukarıda verdiğimiz bazı örneklerle kıyâfet-nâme türündeki eserler ile halkın bazı insan özellikleri için verdikleri hükümleri ve genel kanıların ortak özelliklerini ve benzerliklerin örneklerle açıkladık. Bu ortak özelliklerin bir kısmı halk arasında inanç şeklinde varken bazıları ise atalar sözü şeklinde halk arasında yaşamaktadır. Bu bölümümüzde ise haklarsında yaygın olan ve Divan edebiyatında müstakil bir tür olarak yaygınlaşan ve bir ilim olarak atfedilen kıyâfet-nâmelerin Aşık Tarzı halk edebiyatına nasıl yansıdığı ve kıyâfet-nâmelerde belirtilen güzel kadının özellikleriyle Aşık edebiyatında bunun nasıl ele alındığına bakacağız. Edebiyatta kadının vazgeçilmez bir yeri olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu yüzden bütün şairler şiirlerinde kadınlara önemli bir yer ayırmış ve kadını değişik şekillerde ve hayallerle ele almıştır. Kıyâfet-nâmelerde görülen mutedil ve tercih edilen kadın tipinin beyaz tenli ve esmer olduğu, boyu vasat, dudak, yanak, dilin kırmızı; gözü, saçı, kaşı ve benlerinin siyah; eli, ağzı, burnu ve yağının küçük olduğunu yukarıda belirtmiştik. Genel olarak kıyâfetnâmelerde halk zevkine uygun olarak esmer kadını işlediğini bilmekteyiz. Esmer ve beyaz tenli kadın anlayışının Âşık tarzı şiirlerde de görülmektedir. Birçok Halk şiirinde türkülerinde kadınlar ele alınırken divan edebiyatındaki estetik unsurlarına benzer unsurlar kullanıldığı görülmektedir. Halk şiirinde de kadının kaşları kara ve keman gibidir. Gözleri siyah ve yahut eladır. Yüzü ay gibi parlak ve temizdir. Boyu uzun ve beli incedir. Güzelliğinin nişanesi olarak yüzünde benler vardır. Bu yönüyle Aşık edebiyatında anlatılan kadın tipi kıyâfet-nâmelerde anlatılan kadın tipiyle paralellik gösterir. Örneğin Karacaoğlan ın: Ey bana kara diyen dilber Saçların kara değil mi? dizeleri bize başlı başına dönemin zevk anlayışını ve kadın tipini ortaya koymaktadır. Çünkü Halk kültüründe ve gerekse kıyâfet-nâmelerde vasfedilen kadının saçları siyahtır ve bu dizeler bize kıyâfet-nâmelerde kadının saçlarını anlatan şu beyti hatırlatmaktadır: 208 Ömer Asım Aksoy, Atasözleri Sözlüğü, Đnklap Yayınevi, Đstanbul 112 Dört yeri lazım siyah Saç u kaş u kirpik göz ah Kıyâfet-nâmelerde bir kadında olunması gereken göz rengi olarak siya veya ela kabul edilmiştir ve bu iki göz renginin kadınlarda bulunmasının kadının bi-bedel kıldığı aktarılmıştır. Aşık edebiyatında da kadının gözleri siyah veya eladır. Aşağıdaki dizelerde şair, sevgilisinin gözlerinin ela olduğunu bize bildirmektedir: Ela gözlerine kurban olduğum Bu gelip geçtiğin yollar övünsün ya da Ela gözlüm ben bu elden gidersem Zülfü perişanım kal melül melül Şair bu dizeleriyle ela gözlü, dağınık saçlı bir güzelin portresini bize çizmektedir. Aşağıda vereceğimiz dizelerde ise dönemin kadın anlayışını ve yaş özelliklerini de yansıtmaktadır ve bu özellikler de kıyâfet-nâmelerde belirtilen özelliklerle belli bir uyum göstermektedir: Dedim kalem nedir, dedi kaşımdır Dedim inci nedir, dedi dişimdir Dedim on dört nedir, dedi yaşımdır Dedim daha var mı dedi ki yok yok Yukarıda verdiğimiz örneklerden ve karşılaştırmalardan da anlaşıldığı gibi halk arasındaki kadın anlayışı ve bazı deforme tiplere ait özellikler ile kıyâfet-nâmelerde görülen özellikler birbiriyle şaşırtıcı bir şekilde paralellik göstermektedir Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatında: Türk edebiyatında ve yaşam tarzında önemli bir yere sahip olan ve hayatın birçok yerinde etkili olan kıyâfet ilmi, Türklerin büyük bir toplumsal değişime başladıkları ve yüzünü Batı ya çevirdikleri Tanzimat döneminde de etkisini sürdürmüş ve hatta daha sonraki dönemlerde de bu etki devam etmiştir. Bu dönemde bazı yazarlar eserlerinde, özellikle roman ve öykülerde, bu ilimden yararlanmış ve ortaya koydukları kişilerin ruhsal ve bedensel yapılarını ortaya koymada bu ilmin verilerini kullanmıştır. Bu kullanım sadece Doğu alemine has bir özellik olmayıp Batı dünyasında, kıyâfet ilminin karşılığı olan fizyonomi de büyük bir 111 113 ilgi görmüş, öncelikle insanoğlunu merkeze alan tüm alanlarda etkisini göstermiştir. 209 Batı roman ve öykülerinde birçok yazar, kişilerinin karakter ve beden tasvirlerini yaparken bu ilimden yola çıkmış, bu ilmin verilerinden yararlanarak kişilerin beden yapısıyla kişilikleri arasında ilişki kurmuştur. Tanzimat öncesi dönemde mesnevilerde kahramanların vücut yapıları anlatılırken bu ilmin verilerinden yararlanılmış ve kişiler o dönemin anlayışını yansıtacak nitelikte aktarılmıştır. Tanzimat tan sonra ise Türk edebiyatı ilk kez Batı menşeli olan roman türü ile tanışmıştır. Mesnevilerden pek farklı olmamakla beraber bu türde kahramanlar daha çok merkeze alınmış ve kişinin psikolojik yapısına oldukça fazla yer verilmiştir. Hatta sonraki dönemlerde olayın ikinci plana itilip sadece ruh tahlili yapan roman türünün yaygılaştığı görülmüştür. Tanzimat ın ilk yılları geçiş dönemi olduğundan yazarlar tam olarak doğu kültüründen de kopamadıklarından eski döneme ait bazı özellikleri eserlerine yansıtmış ve eserlerinde eski inançları, ilimleri, gelenek ve görenekleri işlemeye devam etmişlerdir. Kıyâfet ilmine dair ilk özellikleri dönemin önemli yazarlarından olan Namık Kemal in Đntibah adlı eserinde görmekteyiz. Namık Kemal, kahramanı Ali Bey in çocukluğundan bahsederken ve babası onun için sürekli endişe duyduğunu aktarırken: Çocuk sarı benizli, fazlasıyla sinirli; bununla beraber kanı da oynak bir şey olarak gördüğü bilgece terbiyelerin, şefkatli davranışların etkisiyle tabiatının neticelerinden olan hiddetle yenebilir gibi görünse de o mizacın diğer bir sonucu olan tutku ve aşırı düşkünlük esiri olduğu her halinden belli oluyordu. 210 Yukarıdaki parçada olduğu gibi onun ten rengiyle kişiliği ve sağlık durumu arasında şu şekilde bir ilişki kurmaktadır. Yazarın yaptığı bu değerlendirme kıyâfet-nâmelerde de aktarılan olumsuz bir özelliktir: Rengi ol ademün ki sufretdür Kalbi kalb u işi hıyanetdür Ol saru kim siyaha maildür Hak budur cümle hulkı batıldur Benzi sarıdur ali Esvada mail muhil Şahmurat Arık, Ahmet Mithat Efendi nîn Romanlarında Kıyâfet Đlminin Etkileri, Đ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C.XXX, 2003, s Namık Kemal, Đntibah, Kitapzamanı 2006, s Çelebioğlu, age. s 114 Görüldüğü gibi yazarın sarı benizli kahramanı için belirtmiş olduğu bu olumsuz özellikler kıyâfet-nâmelerde de olumsuzluk olarak kabul edilmiştir. Ayrıca yazar kadın kahramanı olan Mahpeyker i anlatırken Divan edebiyatında anlatılan ve kıyâfet-nâmelerde övülen kadının özellikleriyle aktarmıştır. Kıyâfet-nâmelerde ve Divan şiirinde methedilen esmer, siyah saçlı, uzun boylu kadın tipi yazarın kahramanıyla örtüşmektedir. Yazar Mahpeyker i: Siyaha dönük samur saçları, incecik düz kaşı, noktalı yeşil gözlü, siyah ve uzun kirpikli, hafif sıra üzeri dalgalı koyu al yanaklı, irice çekme burunlu, ufak ağızlı, (şehvet fazlalığını gösterir) ateşi kırmızı kalınca dudaklı, şeklinde anlatmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken yazarın fettan bir kadını anlatırken dikkat ettiği ayrıntılardır. Örneğin yazar Mahpeyker i yeşil gözlü olarak aktarmıştır. Yeşil göz kıyâfet-nâmelerde Pîrûze gibi ziyâde yaşıl göz şerre vü -ıyânete delîldür. 214 şeklinde yorumlanırken gözün noktalı olmasını da Göz bebeginüñ çevresinde noo+alar olmao ol şerre delîldür. 215 şeklinde açıklamışlardır. Ayrıca yazarın kadın kahramanının küçük ağızlı olduğunu söyledikten sonra bunun şehvet fazlalığını gösterir şeklinde bir açıklama da yapması dikkate değerdir ve bu durum bize kıyâfet-nâmelerdeki yorumları hatırlamaktadır. Tanzimat döneminde bu ilmin etkilerinin en çok görüldüğü yazar Ahmet Mithat Efendi dir. Ahmet Mithat popülist bir edebiyat anlayışıyla eser verdiği için eserlerinde çağın ilimlerinden, teknolojik gelişmelerinden, vs. birçok şeyden bahsederek okuyucusunu bilgilendirmeyi amaçlar. Ahmet Mithat Efendi, yazdığı eserlerinin birçoğunda kıyâfet ilminden yararlanmış, bazı eserlerinde bu konuyu işlerken ve ondan bahsederken bazı eserlerinde ise ele almış olduğu kahramanlarını bu ilme göre değerlendirmiştir. Örneğin, Esrâr-ı Cinâyet adlı romanında yazar, gazetecilerin bu ilimden anlamaları ve kişinin kalbinden ezberlediği şeyi yüzünden ve gözlerinden okuması gerektiğini söyler. 216 Ayrıca yazar, Fennî Bir Roman yahut Amerika Doktoru adlı eserinde ilm-i kıyâfeti doğrudan konu edinmiş ve bu ilmin insanoğlu için ne kadar değerli olduğunu belirterek bu ilme mesai sarf etmenin tıp ilminde kadavralar üzerinde çalışmak kadar önemli olduğunu bildirerek şöyle devam etmiştir: Hükemâdan Descartes mi? Hangisi olduğunu pek tahattur edemiyoruz. Hasılı hükemâdan birisi fizyoloji,yani menâfiü l-a zâ ve psikoloji fenlerinde o kadar ileri varmıştır ki ve o kadar mühim şeyler yazmaya başlamıştır ki derece-i ehmiyetine takdir dûçar-ı veleh olmuşlar. Yine hükemâdan birisi, kendisine: Yahu! Bu kadar güzel şeyleri yazmak için hangi 212 Çelebioğlu, age. s Namık Kemal, age. s Sivrihisârî, age, v. 33b. 215 A. yer. 216 Arık, agm, s 115 kitaplara müracaat ediyorsunuz? sualini irat edince o zat, şöyle yanı başındaki perdeyi kaldırıvermiş. Bir de ne görsünler, perdenin öte tarafında muntazam yapılmış birkaç tezgahla birkaç insan naaşı bulunarak, binlerce varan cerrah aletleri dahi muntazam suretle tertip olmuştur. Hekim cenâpları bunları göstererek: Đşte bu kitapları tetkik ile hilkat-ı beşeriyedeki hakayıkı meydana çıkarıyorum. demiş. 217 Yazar bu eserinde kıyâfet ilmi hakkında gerekli bilgileri verirken diğer eserlerinde ise kişilerin vücut yapılarıyla kişilikleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuş ve bunu yaparken de kıyâfet ilminin verilerine dayanarak kişilik tahlilleri yapmıştır. Örneğin yazar, Esrâr-ı Cinâyet adlı eserinde kahramanı Osman Sabri Efendi yi tasvir ederken onun başının büyüklüğü üzerine yoğunlaşır ve bu büyüklüğü kıyâfet ilmine göre şu şekilde yorumlar: Fizyonomi yani ilm-i kıyâfet bazı kocaman kafalıları mankafa olmak üzere hükmeder. Hakkı da vardır. Çünkü bu biçim kafalar içindeki dimağ az olur binaenaleyh boş sandıktan başka bir şeye benzemezler. Fakat içi dolu olan kocaman kafaların dimağca ve muktezası olan zekâca gözlerden intişar eden fetânet ateşleri delalet eder ki işte Beyoğlu müstantiklerinden Osman Sabri Efendi nîn kafası en mükemmellerindendi. 218 Bu romanda yazarın üzerinde durduğu bir diğer uzuv da dudaktır. Bilindiği gibi kıyâfet-nâmelerde dudağın kırmızı ve ince olması anlayış ve zeka çokluğuna işâret eder. Yazar bu romanın kahramanı olan Osman Sabri yi baş bakımından zekiliğini ortaya koyarken onu başka bir uzuv olan dudakla da bu özelliğini pekiştirmeye çalışır. Osman Sabri ince ve kırmızı dudaklara, yumru bir çeneye, sivrice bir burna sahiptir. Yazar bütün bu özellikleri aktarırken aslında Osman Sabri nîn ne kadar zeki olduğunu ortaya koymaya çalışmış ve Osman Sabri nîn adım adım cinayeti çözmesi de bu zekasını ortaya koymuştur. 219 Ahmet Mithat Müşâhedât adlı romanında kıyâfet-nâmelerin ele aldığı konulardan bir olan diş üzerinde durur ve kahramanlarının dişlerinden yola çıkarak onların kişilikleri hakkında bilgi verme yoluna gider. Hamdullâh Hamdi ve Đbrahim Hakkı ya göre diş çeşitli yönleriyle kişinin karakterine delalet eder. Mesela iri diş, şerir ve afet olmaya; eğri diş hileci ve hain olamaya; düzgün diş, doğru sözlü olmaya işâret eder. Ahmet Mithat, bu hükümlerden yola çıkarak romanının kadın kahramanı olan Siranuş u bu hükümler ışığında yüz hatlarından yola çıkarak kişiliği hakkında bilgiler verirken hiç görmediği dişleri hakkında da yorumlar yaparak verdiği özelliklere uygun dişlerin nasıl olması gerektiğini şu şekilde açıklar: 217 Arık, agm, s Arık, agm. s Arık, agm. s 116 Güldüğü nadir görüleceğinden ve hele karşımdaki esmer dilber gülmediği gibi ondan sonraki ahval gülmeyi büsbütün muhal ta lik eylediğinden dişlerinin nasıl olduğu görülmedi. Fakat her şeyi görmek zaruri midir? O anda yemine bile hazır idim ki kadının dişleri biraz büyücek ama sık ve kavi idi. Çünkü çehrenin heyet-i umumiyesinden istidlal olunan metanet, şecaat, sabr u sebat, şiddet-i azm, ciddiyet-i cezm manaları büsbütün yalan ve yanlış olmak için dişleri de böyle olmaları iktiza eder. 220 Ahmet Mithat, bu romanın bir diğer kahramanı olan Agavni yi de tasvir ederken dişleri üzerine yoğunlaşır ve genç kadının dişlerinin küçük ve seyrek olduğunu söyleyerek bu dişlerin şuhluk ve sevimlilik alametleri olduğunu aktarır. Yazarın diş üzerine yoğunlaştığı bir diğer romanıysa Karnaval dır. Yazar, bu romanın kahramanı olan Şehnaz ın dişleri onun ne kadar inatçı ve geçimsiz biri olduğunu ilan etmektedir. Romanda vuku bulan olaylar Şehnaz ın gerçekten geçimsiz ve inatçı bir insan olduğunu ispatlar. 221 Ayrıca yazar, Çinli Han adlı romanında da diş üzerine yoğunlaşır ve roman kahramanlarından Dilaroş un dişlerinden yola çıkarak onun kişilik tahliline gider. Yazar, Dilaroş un dişlerinin hem çok küçük hem de çok sık olduğunu aktarır ve bu tür dişlerin kişinin sert ve gayet inatçı bir kişiliğe sahip olduğuna işâret olduğunu söyler. 222 Ahmet Mithat bazı romanlarında da göz üzerine yoğunlaşır ve kahramanlarının göz renklerinden yola çıkarak onların kişiliklerini yansıtma yoluna gider. Süleyman Muslî adlı romanında yazar, kahramanının zekiliğini gözleriyle anlatır. Bilindiği gibi ilm-i kıyâfete göre kara göz kişinin zeki olduğunun göstergesidir. Yazar da kahramanı Süleyman ı tasvir ederken: Çocuk buğday renkli, nahif endamlı, kara kaşlı kara gözlü, beyzî simalı; zeka ve şecaat-ı tabına tavır ve siması şahadet eder. diyerek kahramanının kişiliğini yansıtmaya gider. Vah romanında da yazar Necati Bey i anlatırken onun siyah gözlerine odaklanarak ne kadar zeki olduğunu ve bunun gözlerinden anlaşıldığını söyler. Esrar-ı Cinayet te de Osman Sabri nîn gözleri onun zekasını gösterir. Ayrıca yazar göz ile zeka arasıda kurduğu bağı Arnavutlar Solyotlar ile Haydut Montari adlı romanlarında da sürdürür. 223 Ahmet Mithat, yukarıda verdiğimiz uzuvların dışında boy, renk, çehre, gibi uzuvların üzerinde de durmuş ve kıyâfet-nâmelerin ele aldığı bu konuları bu ilmin çerçevesi içinde eserlerine aktarmıştır. Ayrıca yazar bu ilmi sadece kendi kahramanlarına aktarmakla da 220 Arık, agm. s Arık, agm. s Arık, agm. s Arık, agm. s 117 yetinmemiş bizzat roman kahramanları da bu ilme vakıf olduklarını ve bu ilmi öğrendiklerini de aktarmıştır. 224 Eserlerinde bu ilme yer veren bir diğer sanatçı da Reşat Nuri Güntekin dir. Yazar bu ilmi kahramanlarına uygulamamakla birlikte bu ilmi eleştiri ve sağlıklı bir ilim olmadığını ortaya koyma yoluna gider. Yazar Çehreler ve Tabiatlar adlı hikayesinde bu ilmin bozuk anlayışını eleştirirken ne tür yanılgılara da yol açtığını aktarır. Öykü kahramanı Niyazi Bey bir psikoloji uzmanıdır. Yazmış olduğu Çehreler ve Tabiatlar adlı eseriyle ün kazanmıştır. Yazarın yazmış olduğu bu kitap insan ahlakını tanımak için kullanılan bir ölçüdür. Kocalarından, karılarından şüphelenenler, evlenmek isteyenler bu kitaptan yararlanır ve hükümlere varırları. Hatta hakimler bile karar vermekte zorlandıklarında çaktırmadan bu kitaba bakar ve sanıklar hakkında öylece hüküm vermeye çalışırlardı. Bir gün Niyazi Bey e bir adam gelir. Bu adam Niyazi Bey in eserine itibar edenlerdendir. Adamın kızına Halim Bey diye biri talip olmuş, adamda Halim Bey i bu esere göre değerlendirdiğinde adamın adı gibi halim olmadığını aksine eşek yaratılışlı olduğunu görür. Ama Halim Bey i tanıyan herkes bu zatın çok iyi bir kişi olduğuna şahadet eder. Adan çelişkide kalır ve soluğu Niyazi Bey in yanında alır. Niyazi Bey fotoğrafa bakar ve kitapta verdiği çehre ile bu adamın çehresi aynı olduğunu görür. Ama verdiği hükümde emin değildir. Niyazi Bey eserine de halel getirmek istemediği için emin olmadığı halde Halim Bey hakkında olumsuz hüküm verir ve potansiyel bir mutluluğu yıkar. 225 Yazar bu öyküde bu ilmin hiçbir dayanağının olmadığını ortaya koymaya çalışmış ve bu tür düşüncelerin olumsuzluklara yola açabileceğini, kişinin dış yapısına bakılarak onun iç dünyasının bilinemeyeceğini vurgulamıştır. Yukarıda verdiğimiz yazarların dışında edebiyatımızda birçok yazar bu ilmin ki fizyonomiyi de buna dahil edebiliriz- bazı özelliklerini eserlerine aktardığını görülmüştür. Örneğin Halit Ziya, Aşk-ı Memnu adlı romanında Bihter i anlatırken kıyâfet-nâmelerde ve toplumda kabul gören bir güzelliği ele aldığı görülür. Ayrıca tahlil romanlarının en başarılarından biri olan Dokuzuncu HariciyeKoğuşu nda da fizyonomiye dair işâretler kendini göstermektedir Arık, agm. s Çavuşoğlu, age. s Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Alkım Yayınevi, Đstanbul 118 7. Đlm-i Kıyâfet ve Fizyonominin Diğer Bilimlere Etkisi Bu ilim günümüzde sadece insan mizacını ortaya koymakla uğraşmanın yanı sıra birçok alanda da kullanılmaktadır. Geçmişte bu ilim dalı devlet idaresine alınacak memurların seçiminde, cariye ve köle alımında etkili iken günümüzde bu ilim tıptan tutun da sanatta, resimde ve hatta falcılık alanında bile kullanılmaktadır.diyebiliriz ki bu ilmin belirlemiş olduğu kıstaslar insanı ilgilendiren her alanda uygulanmış ve eskiden sadece memur ve hizmetçi alımlarında kullanılırken günümüzde hemen hemen her alanda uygulanmaktadır. Günümüzde bu ilim şu alanları etkilemiş ve bu alanlar fizyonomiden bir yardımcı bilim gibi yararlanmaktadır: Psikoloji: Psikolojinin temel konusu insan ve insan davranışlarının altında yatan nedenlerdir. Đnsan davranışları çok boyutlu ve girift bir yapıya sahip olduğu için günümüze kadar kesin bir temele dayanılmış değildir. Đnsan davranışlarını inceleyen kimi bilim adamları bu davranışların sebebini kişinin iç dünyasına bağlayıp açıklama yoluna giderken kimileri de beden yapısı ile açıklama yoluna gitmiş ve insanları beden yapısı bakımından kişiliklerini sınıflandırmıştır. Çağdaş kuramlar; tip, nitelik, durum, özellik ve davranış kuramları gibi başlıklar altında toplanabilen çağdaş kişilik kuramlarında, çoğunlukla tekil özelliklerden yola çıkarak genellemelere gitme eylemi ağır basar. Tip kuramlarında kişilik beden yapısına göre sınıflandırılır. Beden yapısı ile kişilik özellikleri arasındaki ilişkiler konusundaki düşünceleri ilk sistemleştiren Dr. Gall dir. Prenolojinin (kafatası bilimi) kurucularından Dr. Gall, kişilik ile ilgili çeşitli özellik ve fonksiyonların beyinde belirli merkezleri olduğu şeklinde bir varsayımı kabul etmiş ve bütün beyinin topografyasını çıkarmıştır. Beyindeki bu merkezlerin iyi gelişmiş olması, bu özellik ve fonksiyonların kuvvetli olması şeklinde anlaşılmıştır. Beynin bu merkezlerinin kafatasına da etki yapıp orada da bir takım çıkıntı veya girintilere yol açacağı tabii sayılmıştır. Kafatasındaki çıkıntı, düzlük ve girintilerin incelenmesi ile kişilik özellikleri hakkında fikir sahibi olunacağı belirtilmiştir. Buna göre kafatasının arka kısmında belirli bir çıkıntı olanların maddi zevklere düşkün; alınlarının yukarı kısmı çıkıntılı olanların ise, mal ve mülkiyet arzularının kuvvetli olduğu ileri sürülmüştür. Avusturyalı bir anatomi uzmanı olan Dr. Gall, yaşamının yirmi yılını akıl hastaları ve mahkûmlar arasında 117 119 dolaşıp, anların kafa şekillerini çizerek geçirmiştir. Dr. Gall e göre: Kafatası beyin korteksini kaplar ve orantısız öneme göre, kafatasında eş anlamlı çıkıntılar olur. 227 Yukarıda sözü edilen sürecin psikoloji tarihi bakımından ilk mihenk taşı Descartes ile belirlenir. Descartes ile birlikte zihin-beden ikilemi (düalizm) üzerinde temellendirilmeye çalışılan insan davranışlarını anlama çabası, erken XIX. yüzyılın en tartışmalı bilim simalarından biri olan Franz Joseph Gall in frenoloji yaklaşımı ile gündelik yaşamın içine kadar nüfuz etmiştir. Kafatası yapısı ile kişilik özellikleri arasında ilişkiler kurma bilimi olduğunu varsayan frenoloji, kullandığı yöntemlerin geçerli ve güvenilir olmamasından ötürü, akademik camiadan ret almış, ancak, Gall in alternatif bir yol olarak şehir meydanlarında yaptığı teatral sunumlar ile halkın ilgisini çekmeyi başardığı gibi dönemin en popüler yaklaşımlarından biri haline gelmiştir. Popüler olmasına rağmen Gall in ortaya attığı görüşlerin pek de bilimsel bir dayanağı yoktur. Gözlemlediği kimi tesadüfi ilişkileri sistematik bir sorgulama içinde çözmek yerine, keyfi açıklamalar ile ele alan Gall, bu ilmi zafiyetine rağmen, değişmez nitelikteki bazı anatomik keşiflerin yanı sıra suç biliminin de ilk söz sahipleri arasındadır. Frenoloji yaklaşımının yöntemsel hatalarını anlatabilmek için basit bir örnek vermek gerekirse, Gall, ahbaplık kurduğu bir hırsızlık çetesinin üyesi olan çocukların bir ikisinde rastladığı (kulaklarının hemen üzerinden öne doğru uzanan) kimi ufak tefek kafatası çıkıntılarını apar topar suç davranışının ipuçları olarak yorumlamış ve halka açık sunumlarında bu sağlıksız verileri mutlak bir bilgi kaynağı gibi aktarmakta vakit kaybetmemiştir. Ancak, bilimin Gall e cevabı enteresandır: Descartes in kafatası ile fizik dehası Laplace ın beyni olarak takdim edilen (gerçekte ise zihinsel engelli bir insana ait olan) yapıları incelemeleri istenen frenologlar, kendilerine verilen saptırıcı bilgi doğrultusunda, inceleme malzemelerinden ilkinin zihinsel yetisi düşük, ikincisinin ise deha vasıflı kişilere ait olabileceğini belirtmişlerdir. Daha da ötesinde, ölümünden sonra Paris te bir müzede korunan Gall in kafatası, yine kimlik bilgisi saklanarak frenologlara sunulduğunda, normalden iki kat daha fazla kalın kafatası olan birine ait olduğu yorumunda bulunmuşlardır. 228 Tip ve kişilik arasındaki ilişkiyi inceleyen ve tiplere göre insanları kişilik bakımından sınıflandıran bir diğer önemli şahsiyet ise Kretschmer dir. Kretschmer Psikolojisi kişiyi başkalarından farklı kılan ve toplumsal ilişkilere içinde gözlemlenebilen örgütlü ruhsal, bedensel işlevsel özellikler bütünü olarak tanımlamıştır. Kişiler arasındaki benzerlik ve farklılıkları saptamak, bir dizi benzerlik ya da farklılığın bir kalıp ya da model halinde nasıl 227 Gönültaş, Sever, agy. 228 Çörüş, agy. 118 120 örgütlendiğini araştırmak amacıyla Alman psikiyatr Ernst Kretschmer in öncülük ettiği kuram, 3 temel beden tipe (somatotip) dayandırılmıştır: Astenik Tipler : Bu tipler umumi hatları ile şöyle bir görünüştedirler: Uzunluğuna büyüme, çok az enine genişleme, zayıf olduğundan daha uzun görünen ince insan, kansız, kuru bir cilt, dar omuzlara asılmış zayıf, ince kolların nihayetinde uzun kemikli hafif eller, üzerinde kaburga kemikleri sayılabilen ve kaburga açısı sivri olan, kuru, dar, yassı bir göğüs kafesi, ince, zayıf bir karın ve nihayet aşağı uzuvları da yukarıdakilerin aynı olan bir vücut. Atletik Tipler : Bu tiplerin görünüşü şöyledir: Geniş, taşkın omuzlar, muhteşem bir göğüs, çekik karnı ile gövde şekli, havsala ve bacakların üst uzuvlara nispetle dolgun olmasına rağmen bilhassa omuz başlarının ve göğüs adalelerinin hipertrofisi dolayısıyla aşağı doğru daralmakta, bazen gayet zarif görünmektedir. Sert, yüksekçe bir baş serbest bir boyun üzerinde dimdik durmakta ve baş ile omuz arasında önden bakılınca teşekkül eden üçgen meyilli kenarı, boyun ile omuz kısmına hususiyetini vermektedir. Piknik Tipler : Bu tipler şöyle gözükür : Orta bir boy, tıknaz bir endam, omuzlar arasına oturtulmuş kısa ve kalın bir boyun, bunun üstünde yumuşak ve geniş bir çehre, aşağı doğru genişleyen derin mukavves göğüsün altından taşan şişman bir karın. 229 Kretschmer, insan tiplerini bu şekilde sınıflandırdıktan sonra her tipin kendine has bir kişiliği olduğu ve bunların birbirine pek benzemediğini ileri sürmüştür. Ona göre atletik tipler içe dönük ve utangaç; piknik tipler sevecen, cana yakın ve sosyal bir kişiliğe sahipken astentik tipler ise içe dönük, çok hassas, zeki ve sinirli olurlar. Bu alanda yapılmış ve ilim alemini bir süre meşgul ettikten sonra güvenirliği çürütülmüş bir diğer kuram Hem psikolog, hem de tıp doktoru olan William Sheldon undur. Sheldon dış görünüşün üç boyutu olduğunu söylemektedir ve buna bağlı olarak dış görünüşün üç boyutunu incelemiş ve bunlara uygun mizaçları belirlemeye çalışmıştır. Sheldon tipleri: Endomorfik tipler, şişman, yumuşak ve yuvarlak; mezomorfik tipler, adaleli, atletik ve güçlü; ektomorfik tipler, uzun boylu, zayıf, beyni iyi gelişmiş. Sheldon a göre her beden tipinin ayrı mizacı bulunmaktadır. Endomorflar eğlenceden hoşlanan, neşeli, arkadaş canlısı; mezomorflar saldırgan, cüretli, dinç; ektomorflar ise içe dönük, duygusal ve sinirli tiplerdir. Psikiyatrik vakalar da son zamanlarda bedensel yapıyla açıklanmaya çalışılmış, akli dengesizliklerin bedensel yapıyla ilişkisi olduğunu ileri sürülmüştür. Yapılmış olan bazı araştırmalarda bazı vücut yapılarına sahip kişilerde bazı ruhsal hastalıkların daha yoğun olarak görüldüğü tespit edilmiştir Bu konuda Kraepelin'in çalışmaları dikkate değer. 229 Kretschmer, age, s 121 Araştırıcı, psikoz manik-depresif ve şizofreni ile bedensel tipler arasında bazı ilişkilerin olduğunu araştırmalarıyla kanıtlamıştır. Comas'tan aldığımız aşağıdaki çizelgede, değişik araştırıcıların bu ilişki konusunda verdiği % değerleri görmekteyiz. Söz konusu çizelgeden de kolayca anlaşılacağı üzere, hemen hemen bütün araştırıcıların bulguları, şizofreni hastalığının astenik tip ve atletik tiplerde çok daha sık görüldüğünü, psikoz manik- depresifin ise en fazla piknik tiplerde rastlandığım göz önüne sermektedir. Psişik kökenli bazı hastalıklarda bedensel yapı arasındaki ilgileşim (erkekler için) aşağıdaki tabloda farklı bilim adamları tarafından daha açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Gözlemci Şizofreni Psikoz manik depresif Astetik Atletik Kretschmer 70,3 Sioli, Kloth, Meyer 67,4 Verciani Henckel 59,3 86,0 Jakob ve Moser 54,2 Michel ve Weeber 74,5 Wyrsch von Rohdenvedig 76,0 72,3 Piknik Astenik tip Piknik 2,9 23,3 22,9 2,0 14,9 18,4 9,4 6,8 15,3 16,6 15,2 30,1 8,3 25,8 0,0 12,1 84,7 83,3 84,5 57,6 87,5 74,2 100,0 84,6 Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi bazı ruhsal hastalıkların bazı tiplerde görülme oranı yüksekken bazı tiplerde görülme oranı çok daha düşüktür Tıp Đlm-i Kıyâfet ve fizyonomiden faydalanan bir diğer bilim dalı ise tıptır. Çok eski dönemlerden beri bazı hekimlerin insanların sağlık durumlarını onların vücut azalarından, renklerinden ve genel tip hususiyetlerden yola çıkarak teşhisler yaptıkları bilinmekle beraber bu anlayış sonraki dönemlerde de gelişerek devam etmiştir. Yapısal tiplerin incelenmesi, son senelerde biyotipolojinin gelişmesiyle daha bilimsel bir görünüm kazanmıştır. Aslında ilk yapısal sınıflamalar Aristo zamanına kadar gider. Her ne kadar bu alanda yapılan ilk çalışmalar insanları kesin kalıplar içine koyarak değerlendirme yoluna gitmişse de farklı bedensel yapılarda olan insanlarda bazı fizyolojik farklılıkların olduğu bugün artık 120 122 biyotipoloji alanında çalışanlarca kabul edilmektedir. Morfolojik, fizyolojik ve psişik öğeleri dikkate alarak sınıflama girişimlerinde bulunan fizik antropologlar bu farklılıklardan dolayı sık sık çeşitli güçlüklerle karşılaşırlar. Zira, insanoğlu herhangi bir kalıba sokulamayacak kadar karmaşık yapıda bir varlıktır. Đnsanoğlunun bu karmaşık yapısından dolayı daha önceki dönemlerde verilen bazı hükümlerin ve belirlenen kalıpların günümüzde pek de geçerliliği kalmış değildir. Kişinin sağlık durumuyla beden yapısı arasındaki ilişkiyi ele alarak teşhis koyma çalışmalarının çok eskiden beri yaygın olduğunu belirtmiştik. Đslâm aleminde bu alanda yapılan çalışmalara kıyâfet-nâmelerde rastlamaktayız. Kıyâfet-nâmelerde kişinin sarı benizli olması onun hatsallıklı olduğu yada vücudundan kan alındığına işâret ederken, kişinin benzinin kırmızı olması da onun sağlıklı ve semiz olduğuna işâret olarak kabul edilmiştir. Hekimler hastalarının dış özelliklerine bakarak hastalıkları hakkında teşhislerde bulunmuş ve bazı hastalıkların belli tip ve karakterdeki kişilerde bulunabileceğini savunmuşlar. Hekimlere göre öyle hastalıklar vardır ki, bazı bünyeleri daha fazla etkiler. Örneğin tüberkülozun ince ve uzun yapılı, göğüs kafesi dar kişilerde, kısa ve geniş göğüs kafesli olanlara oranla daha fazla ölüme neden olduğu iddia edilir. Çünkü bu yapıdaki insanlar daha düşünceli, içe kapanık bir kişiliğe sahip olurlar. Belki de bu yüzdendir ki bu hastalığa aydın insanların hastalığı da denmektedir. Diğer yandan, kalp hastalıklarında ölüm oranı, şişman ve kas sistemi gelişmiş olanlarda daha fazladır. Sheldon vekretschmer e göre de bazı vücut yapılarının bazı hastalıklara ve psikolojik bozukluklara daha yatkındır Eğitim Çağdaş eğitim sisteminde etkili bir eğitim ve öğretim yapabilmek amacıyla öğretmen olacak kişilerin nitelikleri ve bu mesleğe olan uyumlulukları çok önemli bir yer teşkil etmiş ve uygun olan eğitici tipini belirleyebilmek amacıyla bir dizi tez üretilmiştir. Öğretmen seçiminde bazı kuramlar tipolojiden yararlanmış ve öğretmen adaylarını tip bakımından sınıflara ayrılmıştır. Bu kuramlar içinde Holland ın (1985) tipoloji kuramı önemlidir. Holland ın kuramına göre insanlar, kişilik özellikleri bakımından 6 grupta toplanabilir. Her bir kişilik tipine sahip birey, aynı tipe uygun çevresel model içerisinde kendini geliştirip mutlu olabilmektedir. O hâlde öğretmenlik mesleğinin çevresel modeline uygun kişilik tipine giren bireyler seçilip, bu kişiler öğretmen yetiştiren kurumlara yerleştirilmelidir. Aksi hâlde farklı kişilik tiplerine mensup bireyler öğretmen olmakta, bunun sonucunda da hem öğretmenlik mesleği zarar görmekte hem de bu kişiler, kişiliğine uygun olmayan bir çevrede huzursuzluk, stres ve uyumsuzluk içerisine düşerek mutsuz olmaktadırlar. 121 123 Öğretmenlik mesleğinin sunduğu çevresel modelin gerçekçi, aydın, sanatçı, sosyal, girişimci ve gelenekçi çevrelerden hangisi ya da hangilerine uygun olduğunu belirlemek için de birçok yöntem ve tekniklere başvurulabilir. Öğretmenlik mesleğinde mutlu ve başarılı olmuş olan öğretmenlerin kişilik tiplerini belirleyerek, belirlenmiş olan bu kişilik tiplerinin ortak yanlarından hareketle de öğretmenlik mesleğinin sunduğu çevre tahmin edilebilir. Meslek seçme aşamasına gelmiş olan bireyler, az çok kişilik tipleri hakkında tahmin yürütebilmektedir. Bu tahminlerinin doğruluk oranı, okullarda onlara sunulan rehberlik hizmetleri yoluyla da artırılabilmektedir. Öğretmenlik mesleğinin öğretmenlere sunacağı çevrenin belirlenmesiyle de meslek seçecek olan bireylere, bu mesleğin tiplerine uyup uymadığına karar vermeleri kalıyor. Kretschmer ve Sheldon un psikolojisi ve karakter tahlilleri öğrenciler de uygulanmıştır. Etkili ve kaliteli bir eğitim verebilmek ve verilen eğitimin öğrenci kişiliğine uygun olması eğitim sisteminin en büyük hedeflerinden biridir. Öğrencinin kişiliğine göre öğrenciye yaklaşmak ve buna göre eğitim vermek verilen eğitimin kalitesini yükseltecektir. Bu anlayışı benimseyen eğitimcilere göre her insan farklı bir kişiliğe sahiptir ve farklı kişiliğe sahip olduğu için de bütün öğrencilere seslenmek ve onları doyurmak imkânsıdır. Bundan dolayı eğitimcilerin yapması gereken aynı tip özelliklere sahip öğrencileri belirleyip onların özelliklerine göre eğitim verilmelidir. Bu anlayışa bağlı olarak öğrenciler fizik yapıları göz ününde bulundurularak kişilik ayrımlarına gidilmiştir. Yukarıda verdiğimiz Sheldon ve Kretschmer in tip sınıflandırmaları öğrencilere uygulanmış ve sınıflandırmaya göre bir eğitim anlayışı belirlenmiştir. Özellikle askeri okullara, öğretmen liselerine ve polis kolejlerine bir zamanlar öğrenci alınırken alınacak öğrencinin fizyolojik özellikleri dikkate alınmış ve seçilecek öğrencilerde fiziki bir kusurun olmaması, yüz hatlarının düzgün olması aranılan en önemli özelliklerden biri olmuştur. Bu tür tip teorilerinin gerçekliğini yitirmesi bu tür uygulamaların bir nebze de olsa bırakılması sağlanılmıştır Antropoloji, Irkçılık Fizyonomi ilminin etkilemiş olduğu diğer alanlar ise tarih, antropoloji ve bunlara bağlı olarak 19 ve 20.yüzyıllarda gelişen ırkçılıktır. Milletlerin veya toplulukların kökenleri incelenirken ve bunların diğer milletlerle olan farklılıkları belirlenirken bazı yöntemler kullanılmaktadır. Farklılıklar tespit edilirken göz önünde bulundurulan hususlardan bir tane de insanların genel fizyolojik özellikleridir. Şüphesiz ki her ırkın kendine has bir fiziki yapısı vardır. Pozitivist ekolün doğurmuş olduğu kriminal profilleme çalışmalarının başlangıcı 122 124 olarak kabul edilen en önemli çalışma biyolojik teoriler olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim fizyonominin 18. yüzyılın sonlarına doğru ve özellikle de 19. yüzyılın ortalarına doğru hakim görüş olması beraberinde pek çok tartışmayı getirmiştir. Döneminde oldukça makul karşılanan bu görüşten etkilenen Hitler de üstün ırk yaratma düşüncesiyle dünyayı felaketlere sürüklemiştir. Zürichli din adamı Johann Caspar Lavater ın fizyonomi üzerindeki çalışmaları daha sonraları ırkçılığa kaydırılmış, 230 özellikle Avrupa ve Amerika da, çok kötü sonuçlar doğurmuştur. Lavater e göre insan kafatasının şekli, kişinin kabiliyet ve zaaflarına işâret eder ve kişinin özelliklerini belirlemek için kafatasından yola çıkmak insanı onun hakkında oldukça fazla bilgiye ulaştırır. Aynı zamanda kafatasının biçimi kişinin diğer kişilerden olan farklarını, üstün yanlarını ve eksikliklerini de yansıtır. Birçok uzmana göre bu durum bir saçmalıktır, bazılarına göre ise, esaslı bir tespittir. Daha sonraları bu görüşlerin istismar edilip ırkçılığın zeminini oluşturması büyük bir talihsizliktir. Dr. Gall in kafatası üzerine yaptığı çalışmalar ve Darwin in insan türlerinin gelişimi üstüne yazdığı eserlerde ırkçılığa çanak tutmuştur. Darwin Avrupalı beyaz ırkları "ileri ırklar" olarak sayarken, zencileri, Asyalıları ve hatta Türkleri de "yarı maymun ilkel ırklar" olarak tanımlamıştır. Darwin nî özellikle evrimini tamamlamış olan milletlerin özelliklerini verirken sanki Alman ırkını tarif ediyormuş gibi tarifte bulunması ileride Avrupa yı kasıp kavuran ve milyonlarca insanın canına mal olan Nazi faşizminin temel dayanaklarından biri olmuştur. Darvin e göre evrimini tamamlamış olan ırkın başlıca özellikleri şöyledir: Uzun ve atletik bir yapıya sahiptirler, beyin oldukça gelişmiş ve bu yüzden kafa yapıları büyüktür. Soyut düşünme yetenekleri gelişmiştir. Naziler Darwin in ve diğer başka bilim adamlarının bu tezlerine sahip çıkarak üstün ırk kavramını ortaya atmışlar ve bu da feci sonuçlar doğurmuştur. Şüphesiz ki renkleri ve vücut yapıları kendilerine en çok sorun çıkaran ırk zencilerdir. Sırf renklerinden dolayı yüzyıllarca zulme maruz kalınmış ve günümüzde de maruz kalmaktadırlar. Bulundukları her toplumda insan statüsüne alınmamış ve sürekli dışlanmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti nîn kurulduğu yıllardan sonra gelişen milliyetçilik anlayışına temel bir dayanak bulabilmek amacıyla ırkçıların kullandıkları yollardan biri olan kafatası ölçümü yöntemi kullanılmış ve bu konuda araştırma yapmış olan Pittard ın tezi benimsenmiştir. Bölgede brakisefal kafa biçiminin ağır basması, eski ve yeni halklar arasında ırk farkı olmadığını ortaya koyuyordu. Pittard'ın kafatası çalışmaları, bu tezi ikna edici bir 230 Deniz, agy. 123 125 biçimde kanıtlayacak verilere ulaşamadı. Ancak Pittard'da varsayım niteliğini aşmayan görüşler, Türk Tarih Tezinde mutlak gerçek statüsüne kavuşturuldu. Prof. A. Đnan, Pittard'ın tezini, mutlak bir gerçekmiş gibi kabul ediyordu ve ona göre bölgede yaşam sürmüş tüm eski milletler Türk tü. Buna bağlı olarak Güneş Dil Teorisi ortaya atılmış ve tüm dünya Türk kabul edilmiştir Kriminoloji: Suç ve suçluluk tarih boyunca toplumlar için bir sorun olmuştur. Bu sorunun zararlı sonuçlarını ortadan kaldırmak için her dönemde araştırmalar yapılmış ve bilimsel verilere ulaşılmaya çalışılmıştır. Aslında kara Avrupa sının suç ve suçluluk temelli çalışmaları eski dönemde dini motif içermiştir. Nitekim bugün dahi vaftiz adı verilen yeni doğan çocuğun günahlarından temizlenmesi olayı Hıristiyanlığın temeli düsturu olmuştur. Bu çizgiden yola çıkan nice araştırmacı da suç ve suçluluğu genetik ve kalıtımsal bir durum olarak algılamışlardır Her insan farklıdır. Her birey kendi farklılığını hissetmek daha doğrusu hissettirmek ister. Kişiler yaptıkları, yeryüzünde bıraktıkları eserleri, mücadeleleri, güzellikleri, zekâları... vs ile bir iz bırakmak isterler. Bir kişinin yemek yeme tarzından tutun, kıyâfetine ve konuşmasına kadar her özelliği kendi içerisinde bir farklılık içerir. Bunlar gözlemlenerek kişi karakter analizi yapılabilir. Bu özellikleri yaptıkları tüm işlere yansır, tabi ki işledikleri suçlara da yansımaktadır. Yani her suçlu işlediği suçta kendisinden bir iz bırakır. Bir davranıştan yola çıkarak bir suçlu bulunabilir. Profilleme genel olarak bireyin psikolojik özelliklerini tanımlamak, davranıştan yola çıkarak failin kişiliğini tanımaya çalışmak olarak da tanımlanabilir. Profilciler suçlunun kafasının içine girmeye ve kolluğa o tür bir suçu kimin işleyeceğini söyleyip aramaları gereken kişinin davranışsal, fiziksel, ailevi ve yaşam biçimi ile ilgili özelliklerini anlatarak potansiyel şüphelilerin sayısını azaltmaya çalışırlar. 232 Suç insanlık tarihi kadar eski olan bir olgudur ve insanların doğuşuyla beraber ortaya çıkmıştır. Nitekim kutsal kitaplara göre ilk suç ilk insanla başlamıştır. Hz. Adem ve Havva nın yasak meyveye yaklaşması insanlık tarihinin ilk suçu olmuş, Kabil in Habil i öldürmesiyle de suç farklı bir mecraya kaymıştır. Suç zaman içinde farklılaşmalara uğrayarak yasal bir zemine kayarak politik bir süreç kazanmıştır. Bu politik süreçler 6000 yıl önce Orta Doğu da veya civarında keşfi ile mümkün hale gelmiştir Taner Timur, Batı Đdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik Sorunumuz www. genbilim.com Demirtaş, agy. 233 Gönültaş, Sever, agy. 124 126 Đnsanın fizyolojik özellikleriyle suça yatkınlıkları arasında eskiden beri sıkı bir ilişki, kurulmuş, bazı vücut yapılarının suça yatkın olduğu belirtilmiştir. Sokrates binlerce yıl önce, suçluluk ile ilgili gözlemler yapmıştır. Keza içgüdü, öğrenme ve bunların suç ilişkileri de modern kriminolojiden yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış Sopholes tarafından gözlemlenmiştir. Aristo ise, suçluları toplum düşmanı saymış ve onların merhametsizce cezalandırılmaları gerektiğini savunmuştur. Aristo sefaletin, ihtilâle ve suça sebep olduğunu iddia ediyor. Bazı yazarlar, Aristo yu biyolojik psikolojinin kurucusu olarak saymaktadırlar. Zaman içerisinde de kriminoloji alanında çalışmalar devam etmiştir.yukarıda da belirttiğimiz gibi daha Antik çağlarda, çirkin ve deforme kişilerin bela ve kötülüğün belirtisi oldukları sanılır ve bunlardan uzak durulmaya çalışılırdı. Ortaçağda, Batı toplumları ise, sapıcı davranışların, şeytanın egemenliği altına girilmesinden ya da ahlak bozukluğundan kaynaklandığına inanılırdı. Suça bedendeki kan, sümük, sarı ve siyah safranın dengesizliğinin neden olduğu, bu dört eleman arasındaki dengeyi ise, kötü huy ve ahlaka aykırı yaşam biçiminin bozduğu sanılırdı. Tarihsel olarak fiziki özellikler ve şekil bozukluklarının kişinin şeytani niteliklerini gösterdiğini iddia etmiştir. Nitekim Ortaçağda kanunlar, suç zanlıları arasında en çirkin olanın suçlu olma ihtimalinin fazla olduğunu belirlemekteydiler. Đlk olarak Giambattista Della Porta ( ), insan fizyonomi okulunu kurarak, insan davranışları ile yüz özellikleri arasındaki ilişkileri incelemiştir. Ona göre, hırsız, geniş dudaklı ve sert bakışlıdır. Porta nın görüşleri aşağı yukarı 200 yıl sonra, Đsveçli Johann Kapsar Lavater ( ) tarafından tekrar ele alınmıştır. Tüm bu görüşler Fransız Joseph Gall ( ), Johann Kapsar Spurzheim ( ) ve Charles Caldwell ( ) tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Onlara göre, beyin dokusu ve hücreleri ile beyindeki girinti ve çıkıntılar, insan davranışını düzenler. 234 Bir suçluluk teorisinin formüle edilmesinin en eski teşebbüsüne biyolojik açıklama modelleri dâhildir. Burada, kesin anlamda formüle edilmiş teoriyle değil, bilakis suçluluğu, suçludaki biyolojik gerçeklere geri götürme teşebbüsü ile ilgilidir. Deneme zamanın akışıyla değişmiş, belirli bakışların vurgulamaları zayıflamıştır. Lombroso nun öğretisinin çıkış noktası genetik şarta bağlı suçluluk, yani doğuştan suçluluk idi. Her şeyden önce Lyon okulu olmak üzere yöneltilen yoğun eleştiri üzerine, Lombroso nun kendisi bile doğuştan suçluluk teorisini yumuşatmış ve keşfedilen suçluların yarısının doğuştan suçlu olmadığını itiraf etmiştir; buna rağmen, suçluluğun biyolojik açıklanması teorisini temsil etmeye devam etmiştir. Şüphesiz bu görüş geleneksiz değildi. Lombroso dan öncede, suçluluk ile bedensel 234 Deniz, agy. 125 127 durum arasında bağıntı kurulmakla birlikte, Lombroso ilk defa biyolojik şartı açıkça ortaya koyan kişidir. Tabii olarak suçluluk, bu şekilde kalıtımsal olarak geçmez, kişiyle birlikte doğmayabilen bir davranıştır ve davranışın kendisi değil, bir davranışa eğilim kalıtımsal olarak geçebilir. Bu yüzden kim bir biyolojik şartlı suçtan söz ederse, ilgili insanın biyolojik durum vasıtasıyla suça şekillenen bir davranış içerisinde olduğu düşünülebilir. Zamanın akışı içerisinde, suçun biyolojik olarak açıklanması içerik olarak farklı düşünülmüştür. Lombroso ya göre, doğuştan suçlu, genetik olarak belirlenmiş, suçlu hareketler icra eden insanlardır. Şüphesiz biyolojik şartın bu daraltılmış kavramı nisbileştirilir ve tek tek biyolojik özelliklerle sınırlandırılır. Charles Darwin in ( ) etkisi altında kalmış olan Lombroso ya göre suçlu, normal insanlara göre, en aşağı gelişim aşamasında duran atavistik (soya çeken) bir insandır. Suçluların ölçümü, onların normal insanlara göre, büyük vücut uzunlukları, büyük kol uzunlukları, geniş göğüs kafesi ve fazla kiloya sahip olduklarını göstermiştir. Suçlunun duygusuzluğu ilkel insanları hatırlatır. Bu duygusuzluk, deneysel olarak ispat edilmiştir; vücudun sağ yarısı, sol yarısına göre daha az duyarlıdır. Suçlularda idrak tam görülmez. Lombroso, tek tek suçlulara gider; hemen hemen hırsız ve katillerin biyolojik işâretleri olduğunu iddia eder. Hırsızlar çok hareketli yüz yapısı ve ellere sahiptirler, gözleri küçüktür, huzursuz, sıklıkla gözleri oynar (şaşı), kaşlar çatık ve birbirine yakındır. Ahlâksızlar hemen hemen daima parlayan bir göze, ince yüze ve iri dudaklara sahiptirler. Genellikle ahlâksızlar ince yapılıdadırlar, ara sıra kamburdurlar, onlardan birçoğunun parlayan gözleri kısık sesleri vardır. Lombroso, katilleri, sabit, soğuk ve dik bakan, bazen kanlı gözlü, ince dudaklı ve köpek dişleri büyük şeklinde belirtmiştir. Berlinli cezaevi doktoru Baer, Lombroso nun sonuçlarını kendi özel malzemeleri ile kontrol etti (1893) ve onları çoğu noktada çürüttü. Baer, doğuştan suçlu olabileceği, fakat anotomik-morfolojik işâretlerinin tanınamayacağını düşüncesindeydi235[12]. Đngiliz Goring ( ), cezaevi doktoru idi, istatistik ve biyometri tekniğine ustaca hâkimdi. Gayretini ve enerjisini Lombroso ve onu izleyenlerin teorilerini kontrole ve çürütmeye adadı. Đngiliz cezaevlerindeki hükümlüler, öğrenci, asker ve maden işçilerinden oluşan kontrol grubundaki 3000 kişiyi ölçüp kontrol etti de yayınladığı araştırmalarında, kafatası ölçülerine dayanarak, bir kişinin bir üniversite profesörü veya ağır bir suçlunun malzemesine sahip olup olmayacağına değil; fakat bir Đngiliz veya Đskoç üniversitesinde okuyan bir öğrenci olup olamayacağına karar vermenin belki mümkün olduğunu alayla belirterek, Lombroso nun tezini çürüttü. 126 128 Hooton (1939), hükümlüyü inceledi ve şu morfolojik özelliklerin ortaya çıktığını tespit etti: Uzun boyun, ince dudaklar, düşük omuzlar, kırmızı saçlar, küçük gözler, iri çene. Uzun boylular çalmaya ve öldürmeye, geniş yapılılar dolandırıcılığa ve öldürmeye eğilimli idiler; kısa boylular hırsız ve şişmanlar cinsel suçlu idiler. Hooton un suçlu grubundaki morfolojik işâretler toplandığında, sadece %4 göze çarpmayan, %15,8 ayırt edilemeyen ve şaşırtıcı sayı %49,5 gelişmiş belirtiler şeklinde ortaya çıkmıştır; sonuncular suçlu olmayan nüfusa göre genellikle suçlularda ortaya çıkmıştı. Hooton un sonuçları, biyolojik ölçülerle ölçülen suçlu grubunun, suçlu olmayan gruba göre, biyolojik olarak gelişmiş olduğunu gösteriyordu. Lombroso nun düşünce yapısı, her şeyden önce modern yapısal araştırmalar vasıtasıyla yeniden canlandırıldı. Bu görüşün temsilcisi Almanya da Kretschmer ve ABD de W.H.Sheldon idi. Ernst Kretschmer ( ), Beden Yapısı ve Karakter isimli çalışmasında, Lombroso nın düşünceleri ile bağlantı kurmuştur. Kretschmer, davranış ve beden yapısı üzerine, leptosom (astenik tip), atletik, piknik ve dysplastik olmak üzere dört tip belirlenmiş ve her tipin, belirli karakter özelliklerinden bahsetmiştir. Şüphesiz, Kretschmer e göre, suçluluğun oluşumunun azalmasının sadece beden tiplerine bağlanması caiz değildir; belirleyici olan failin sâiki ve yaradılışıdır. 236 Kretschmer in suç biyolojisi sistemindeki önemli noktalar şunlardı: Suçluların tamamında, genel nüfustaki gibi aynı yapısal tiplerin dağılımı mevcuttur; hemen hemen %20 piknik, %40 50 leptosom ve atletik, %5 10 dyplastik ve %30 dan az karışık tipler bulunmaktadır; piknikler suçlular arasında genel nüfusta en az temsil edilenlerdir. Kretschmer in çalışmasının ilk baskısının (1921) tüm malzemesi, 1/3 ü mani-depressif ve 2/3 ü şizofren olmak üzere 400 vakaya dayanıyordu. Günümüzde uluslararası araştırma malzemeleri mevcut olup, sadece psikozlarla ilgili olanları 8000 in üzerinde vakayı kapsamaktadır. Ortaya konan metodda öncelikle piknik, leptosom(astenik tip) ve atletik olarak isimlendirilen bedenin üç tipi ortaya çıkar; bunlar kadınlarda ve erkeklerde bulunurlar. Üç tip, şizofren ve mani-depressif şekil alanına özel ve dikkati çekici tarzda dağılır. Bu tipler, her yerde sağlıklı insanlarda da bulunurlar ve onlarda hastalıklı yapı içermezler, bilakis belirli normal-biyolojik yapı ortaya koyarlar. Bunlar yanında, dyplastik tipler olarak bir araya getirilen özel küçük gruplar bulunur. 236 Kretschmer, age. s 129 Leptosomlar, hırsızlık ve dolandırıcılık suçlarında kuvvetle öne çıkarlarken, şiddet ve genel adap aleyhine karşı suçlarda nispeten geridirler. Atletikler, şiddet suçlarında ağırlıklıdırlar; hem şiddet kullanılan mala yönelik suçlarda, hem de genel adaba karşı suçlarda diğer gruplara göre öne çıkarlar; dolandırıcılıkta çok azdırlar. Dayplastikler, genel adaba karşı suçlarda açık bir fazlalığa erişirler; mala karşı işlenen suçlarda da uygun bir sıklıkla temsil edilirler. Piknik tipler, bütün gruplarda, nüfus ortalamasının altındadırlar. Nispi sıklıkla dolandırıcılığa ve çok az derecede şiddet grubuna katılırlar. Amerikalı Sheldon, beden yapısı ve kişilik ilişkisini farklı bir şekilde incelemiştir: Döllenme ile başlayan gelişimin ilk iki haftası germinal dönemdir ve bu süre içerisinde, sperm ile yumurtanın birleşmesinden ortalama dört-beş santim çapında bir disk meydana gelir. Bu dönemde, organizmanın çeşitli organlarının gelişeceği üç temel doku belirgin hale gelir: En içteki endoderm tabakasından sindirim, solunum ve kan dolaşımı gibi iç organlar; Ortadaki mezoderm tabakasından iskelet ve kas sistemleri; Ektoderm tabakasından ise, deri, beyin ve sinir sistemi meydana gelir. Sheldon a göre, embriyonun gelişimi seyri içinde, bu üç dokudan birisini belirleyici duruma geçerek, ona ilişkin kısımlarının belirgin olduğu vücut yapısı ortaya çıkar: Ekdomorfik beden yapısı, iç organları gelişmiş, yuvarlak ve kare şekline yaklaşık şişmen bir yapı; Mezomorfik beden yapısı, iskelet ve kas sistemi gelişmiş, geniş omuzlu, ince belli, atletik ve güçlü bir yapı; Ektomorfik beden yapısı, ince uzun, dikine oturtulmuş dikdörtgen şeklinde, uzun boylu ve zayıf bir yapı. Her beden tipinin ayrı bir karakteri bulunur: Endomorflar eğlenmeden hoşlanan, neşeli ve arkadaş canlısı; mezomorflar saldırgan, cüretli ve dinç; ektomorflar ise, içe dönük, duygusal ve sinirli tiplerdir. Sheldon, Kretschmer den farklı olarak, bu üç tip arasında kesin bir çizgi çizmemiştir. Her insanda, bunlardan bir miktar bulunabileceğini ve yedi birimli bir ölçek ile belirtilirse; uç örneklerin örneğin endomorfik tiplerin 7 1 1, mezomorfik tiplerin 1-7-1, ektomorfik tiplerin olacağını, dengeli tiplerin ise, bunların olacağını iddia etmişti. Sheldon, 200 suçlu ve 200 suçlu olmayan kişi üzerinde yaptığı araştırma sonunda, mezomorfik tiplerin suç işlemeye daha elverişli olduklarını saptamış ve bunun nedeni olarak da, mezomorfik tipin saldırganlığı ile kendisini kontrolden yoksun oluşunu göstermişti. Ancak Sheldon, çevre etkilerinin önemini de belirtmiştir Demirbaş, agy. 128 130 Kretschmer ve Sheldon un ortaya koyduğu beden tiplerinin karşılaştırılması şu benzerlikleri ortaya koymuştu: Sheldon un endomormifik tipi > Kretschmer in piknik tipine, ektomorfik tipi > leptosomik tipine, mezomorfik tipi > atletik tipine aşağı yukarı uyuyordu. Sheldon un görüşleri de, Kretschmer in ki gibi, tüm kişiliği beden yapısı ile bazı kişilik özelliklerinin muhtemel ilişkilerine bağlanması ve eğitim ile çevre etkilerini dikkate almaması nedeniyle yetersizdir. Mani-depresif psikoz, genellikle orta yaşlarda ve tabii olarak vücudun yuvarlaklaşmaya başladığı zamanlarda ortaya çıkar. Şizofreni ise, daha çok gençlik çağlarının bir hastalığıdır. Kapsamlı bir araştırma karı-koca Glueck lar tarafından yapıldı ve aşağıdaki sonucu verdi: Suç Đşleyenler % Suç Đşlemeyenler Endomorfik (piknik) yapının 11,8 15 hâkimiyeti Mezomorfik (atletik) yapının 60,1 30,7 hâkimiyeti Ectomorfik (leptosom) yapının 14,4 39,6 hâkimiyeti Belirli bir yapının hâkimiyeti yok 13,5 14,7 Yapılan araştırmalardaki görüntü, atletik tipin daha yüksek suç işlediği şeklindeydi: Atletiklerin suç oranı, piknik ve leptosomlara göre iki misli daha yüksekti 1965 yılında Almanya da 193 olay üzerine yapılan bir kolektif araştırmada şu sonuç ortaya çıkmıştı: 238 Beden Tipleri ve Suçlar Piknik Leptosom Atletik Dolandırıcılık Genel adap Şiddet Hırsızlık Đhtiras ve diğerleri Demirbaş, agy. 129 131 Yukarıda da belirttiğimiz gibi fizyonomi ilmi hemen hemen hayatın her alanında kendini göstermiş ve bu ilim birçok alanda uygulanmıştır. Fizyonominin etkilerini modern sanatın birçok alanında da görmemiz mümkündür. Sanatta insan anlatılırken ve insanların ruhsal tahlilleri yapılırken fizyonominin belirlemiş olduğu bazı kıstasların kullanıldığı görülür Sanat ve Edebiyat: Sanat insanların bilinçli eylemler sonucu meydana çıkmış ve bu bilinçli eylemleri anlatmak da sanatın temel gayesi olmuştur. Bu yüzden sanatın-bu sanatın hangi alanı olursa olsun - temeli gayesi insanı anlatmak olmuştur. Sanatta insanlar ele alınırken bütün vücut özellikleriyle ortaya konulması ve onların bu yapılarına değişik anlamlar yüklemesi bu ilmin etkisinin bir göstergesidir. Örneğin güzel sanatların bir dalı olan sinemada karakterler belirlenirken bu karakterlerin vücut yapılarıyla kişilikleri arasında çok sağlam ilişki kurulmaya çalışılmıştır. Đçe kapanık, şapşal olan tipler genellikle sıska, yüz hatlar pek uyumlu olmayan ve aynı zamanda uzun boylu olan tiplerden seçildiği, suçlu tiplerin yüzlerinde nefret okunan biraz dolgun, kaslı ve vücut yapıları, yüz hatları uyumsuz, aşırı çirkin olduğu gözlenir. Buna karşın film kahramanlarının oldukça mahsum ve temiz bir yüzleri, vücut yapıları uyumlu olduğu ve bedensel kusurlarının olmadığı gözlenir.yukarıda verdiğimiz örnekler tiyatro ve edebiyat için de geçerlidir. Öteden beri oyun, öykü ve roman yazarları tiplerini seçerken, onların beden ve yüz yapıları, giyim kuşamlarıyla karakterleri ve zekalarına arasında ilişki kurdukları hepimizce bilinen bir gerçektir. Örneğin roman, öykü ve tiyatroda cadı gibi olumsuz kadın tiplerinin aşırı derecede çirkin, yaşlı, yüzleri kırış kırış ve uzun bir burna sahip oldukları; entrikacı tiplerin kambur ve cüce; şişman tiplerin ise iyi yürekli bir aptallığın izleri olduğu görülür. 239 Yukarıda edebiyatımızın üç şubesinde de bu ilmin etkilerini ve sanatçıları bu ilmin unsurlarını nasıl kullandıklarını yukarıda teferruatlarıyla ele almıştık. Bu yüzden burada tekrar bu konudan bahsetmemiz gerekmemektedir. Bu ilim Batı edebiyatının kendini tekrar hissettirdiği dönemde sanatçılar tarafından tekrar kullanılmaya başlanması ilmin kendini yeniden hissettirmesine yol açar. Örneğin Türk edebiyatının en velut sanatçılarından biri olan Hüseyin Rahmi, eserlerini oluştururken kahramanlarının fiziki özelliklerinden yararlandığını söyler. Ona göre insanların kişilik özellikleri onların yüz ve 239 Mine Mengi, Kıyâfet-nâmeler Üzerine, Belleten 1977, s 132 vücut hatlarına yansır. Hastalıklı olan, sıkıntı çeken insan dış hatlarından onun bu durumunun anlaşılabileceğini savunur. Ortaçağda görülen deforme tiplerin toplumdan dışlanması ve uğursuzluk sebebi sayılmaları, bu kişilerin toplum dışına itilmelerine ve suçlu muamelesi görmelerine sebep olmuştur. Bu anlayış sonraki dönemlerde kendisini edebiyatta da göstermeye başlamıştır Akımı olarak da bilinen klasisizm akımının sanatçıları, bu anlayışı benimsemiş ve deforme tipleri eserlerinden tamamen soyutlamışlardır. Bu akımı benimseyen sanatçılar, eserlerinde kör, sakat, kel, deli vb. gibi bedensel ve akli sorunları olan kişilere yer vermemeye çok dikkat etmişlerdir ve genellikle eserlerinde olgun ve seçkin tiplere yer vermişlerdir. 240 Victor Hugo nu Notre Dame Kamburu nu bu anlayışa isyan nitelikte bir eserdir. Klasisizmin deforme ve kusurlu tiplere karşı açmış olduğu savaşa Hugo karşı bu romanındaki kusurlu ve deforme bir tip olan Quasimodo ile karşı çıkar. Quasimodo, oldukça çirkin bir yüz hattına sahiptir. Kambur, bir gözü kör, topaldır; ama oldukça kuvvetli ve iyi yüreklidir. Quasimodo, dış yapışındaki tüm aksaklıklara karşın pırıl pırıl bir kalbe sahiptir. Hugo, bu eserinde çok sefil bir hayat süren, dış yapılar pek iğrenç olan insanların bu özelliklerine bakılarak değerlendirmemeleri gerektiği, bu yapıya sahip olan insanların içinde çok güzel sevgilerin, yüksek duyguların var olabileceğini ortaya koymaya çalışmıştır. 241 Tasvir kavramı modern bir buluş olmamakla beraber edebiyatta kendini ciddi bir şekilde hissettirdiği dönem romantizm dönemidir. Romantizm döneminde ciddi bir uğraş olarak başlayan tasvir kavramı nesnel bir yapı taşımamakla beraber daha çok sübjektif bir özellik taşırdı. Yazar tasvirlerinde amaçladığı kişinin ruh halini ortaya koymaktan ziyade, tasvirde temel amacı sanatlı bir anlatım yakalamak, okuyucuya hoş bir manzara oluşturmaktır. Tasviri ilk kez nesnel bir şekilde edebiyata taşıyan yazarlar realistlerdir. Bu akıma bağlı sanatçılar, kahramanlarının ruh halleri üzerinde çok durmuş, kahramanlarını anlatırken onların ayrıntılı ruh tahlillerini yapmıştır. Yazarlar ruh tahlillerini yaparken de tasvirlerden yararlanmış ve tasvirle kişilik yapısı arasında sağlam bir bağ kurmaya dikkat etmiştir. Bu yüzden fizyonomi roman sanatı için temel kaynaklardan biri olmuş ve birçok yazarı etkilemiştir. Realizmin ve Fransız edebiyatının en güçlü yazarlarından bir olan Balzac ın eserlerinde de bu ilmin etkilerini görmek mümkündür. Balzac, roman kahramanlarını meydana getirirken onların beden yapısıyla kişilikleri arasında sıkı bir bağ kurmakta ve kişileri tiplerine göre tahlile gitmektedir. Balzac a göre insanın yüz hatları insanın yazgısını, derin varlığını, gizli öyküsünü belirttir, gösterir, ele verir, dile getirir, kesinler ve önceden 240 Đsmail Çetişli, Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Akçağ Yayınları, Ankara 2004 s Victor Hugo, Notre Dame nîn Kamburu, Bilgi Yayınevi, Ankara 1997 s 133 sezdirir. 242 Bu yüzden yazar, eserlerinde insan bedeni ve yüz hatları üzerine yoğunlaşır, onları en ince ayrıntısına kadar verir. Sadece bu ilme dair özellikler Balzac a özgü bir özellik olmayıp diğer birçok Batılı yazarda var olan bir özelliktir. Örneğin Rus edebiyatının en büyük iki yazarı olan Tolstoy ve Dostoyevski nîn eserlerinde de bu ilmin etkilerini görmek mümkündür Resim Bu ilim sanatın bir diğer şubesi olan resimde de kullanılmıştır. Ressam insanların dış yapıları tuvale geçirirken sadece somut bir insan kopyasını tuvale geçirmek istemez ve tuvale geçirdiği insanın vücut hatlarına kişinin kişiliğiyle ilgili bazı ayrıntıları da geçirmeye çalışır. Da Vinci meşhur Mona Liza tablosunu çizerken çizdiği bayanın güzlerine yüklediği anlam tabloyu ölümsüzleştirmiştir. Ya da ressam çizdiği tablodaki bir kadın veya erkeğin yüz hatlarına, bakışlarına yükledi bazı anlamlarla bu insanların nasıl bir ruh hali içinde olduklarını bize anlatabilir. Örneğin Fatih Sultan Mehmet in portresini çizen Sinan Bey, Fatih'i bu portrede otururken ve yüzü hafif dönük olarak ele almıştır. Vücut oranları başarılı değilse de hacim kazandıran üç boyuta yaklaşmıştır Sultan burada, sanatçı tarafından fizyonomik özellikleri kadar ifade bakımından da tam bir portre anlayışı ile resimlendirilmiştir. onun büyük kumandan oluşu değil güzel sanatlara ve kültüre ilgi gösteren duygulu, barışçı yanı elindeki çiçeği tutuşu, gözlerinin ileriye bakarken dalışı ile ifade edilmiştir. 243 Osmanlı sahasında yetişmiş ve ressam olan bir diğer şahsiyet de Nigari dir. Nigari de tıpkı Sinan Bey gibi portre çizerken resmini çizdiği şahsın fiziki özelliklerini tabloda görmek mümkündür. Aslında bir denizci olan ve nakkaş olarak Nigarî mahlasını kullanan Haydar Reis'in ( ), Barbaros ve Kanunî Sultan Süleyman portreleri, Sultan Il. Selim i gösteren eseri, portre sahiplerinin fizyonomik özellikleri yanında içinde bulundukları psikolojik durumlarını da canlandırır. Kanunî nîn portresinde sultan artık yaşlanmış, yılların yıpratmış haliyle gösterilmiştir. 244 Görüldüğü gibi fizyonomi insan hayatının bütün alanlarında derin tesir bırakmış olan bir ilimdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu ilim bilimsel araştırmalara dayalı olabildiği gibi halk arasında tamamen genel bir kanı da olabilir. Buraya kadar anlatmış olduğumuz kısım fizyonomi ilminin daha çok Batı toplumlarındaki gelişimi, bu toplumlar üzerindeki etkilerini ve kullanım alanlarını ortaya koymaktı. Bizim konumuz için asıl önemli olan Đslâmiyet öncesi 242 Tahsin Yücel, Đnsanlık Güldürüsünde Yüzler ve Bildiriler, Yapı Kredi Yayınları, Đstanbul 1997 s Atasoy, agy. 244 A. yer. 132 134 ve-đslâmiyet sonrası Doğu toplumlarında gelişimidir. Ama temel gayemiz bu ilmin Divan edebiyatındaki işlenişi, buna bağlı olarak da Osmanlıdaki kullanım alanlarını belirlemektir. Đlerideki bölümlerde bu ilmin halk yaşamındaki yerinden ve Halk edebiyatına yansımalarını da inceleyeceğiz. 8. Đlmin Muzdaripleri: Bu ilmin, insanları tanıma konusunda faydası olduğu kadar insanların seçme gibi bir şansları olmadığı tiplerinden dolayı dışlanmalarına sebep olmuş ve bu insanların toplumdan destek görecekleri yerde bunlara vehimle yaklaşılmasına neden olmuştur. Çirkinlik Allâh ın insana verdiği bir fizyolojik olgu olmakla beraber toplumsal bir boyut da taşır. Đnsanların güzellik anlayışları, insan azalarına yüklemiş oldukları anlamlar ve toplum tarafından kabul görmüş güzellik anlayışı çirkinliğin sınırlarını da belirlemiştir. Çirkinlik bir fiziksel olgu olması yanı sıra halkın çirkinlik kavramına kendi anlayışlarınca anlamlar yüklemiş olması çirkinliğin farklı boyutlara taşınmasına neden olmuştur. Örneğin çirkin ve deforme tiplerin toplumda uğursuzluk olarak kabul edilmesi ve çirkinin iç dünyasının dışına yansıdığından dolayı, tüm fiillerinin de kendi gibi çirkin olduğuna inanılması; güzelin ise Hak Teala nın güzelliğini simasında taşıdığının ve güzel insanın her türlü özelliğinin güzel olduğunun kabul edilmesi toplumun güzel ve çirkine yüklediği anlamların bir sonucudur. Kaynaklarda edindiğimiz kadarıyla birçok insan sırf çirkin oldukları için önleri kesilmiş, devlet kademelerinde yükselmelerine hatta bu kademelerde yer almalarına bile izin verilmemiştir. Çirkinliği kendisine bela olan ve bir ömür yakasını bırakmadığı gibi öldükten sonra da kendisiyle anılan şahsiyetlerden biri Arap şairlerden Cahız dır. Kaynaklara göre Cahız yüzüne bakılamayacak kadar çirkin biridir. Çirkinliğinden dolayı muzdarip olmuş, kendisine birçok hikâye atfedilmiştir. Bu şairle ilgili hikâyelerden biri Mola Cami nîn Baharistan adlı eserinde yer almakta. Hikâye şöyledir: Cahız der ki: ömrümde şu hadiseden utandığım kadar hiçbir şeyden utanmadım. Bir gün kadının biri beni yakaladı ve bir dökmeci ustasının dükkânına götürdü. Ben buraya getirilmekten duyduğum şaşkınlıkla ustadan sordum: Beni niçin çağırdınız? Usta bana şu cevabı verdi: Bu kadıncağız bana bir şeytan örneği yapmamı emretti. Ben de şeytanın ne kılıkta olduğunu bilmem, dedim. Seni buraya getirdi ki, sana bakıp örnek alayım. 245 Đlm-i kıyâfet Osmanlılar döneminde oldukça rağbet görmüş ve bu alanda çok sayıda eser yazılmıştır. Osmanlı döneminde özellikle bu ilim saraya alınan hizmetkârların ve devlet 245 Molla Cami, Baharistan, MEB Yayınları Đstanbul 1990, s 135 memurlarının seçiminde etkili olur ve bu ilme başvurulduğu bilinmektedir. Çirkin deforme tiplerin devlet memurluğu için alınmadığı ve seçilen memurların göze hitap etmelerine dikkat edilmiştir. Örneğin XVI. yüzyıl şairlerinden Köse Meali, çirkinliği yüzünden müderrisliği zamanın kazaskerlerince sürekli engellenen, ilmiye mesleğine mensup zeki bir adammış. Köse lakabını da çirkinliği yüzünden taşımak zorunda kalan zavallı şair, Hasan Çelebi Tezkiresi'nde, çirkin, şekilsiz, onu bunu sürekli hicveden, güvenilmez, sakalının seyrekliği yüzünden ciddiyetini kaybetmiş biri olarak tarif edilir. 246 Görüldüğü gibi şairin çirkin olması onun memurluk yapması için engel teşkil etmiştir. Tıpkı Meali gibi, çirkinliği yüzünden devlet kademelerinde büyük güçlüklerle karşılaşanlardan biri de, Abdülhamit-i Evvel devrinin reisülküttaplarından Bahir Abdürrezzak Efendi'dir. Koca Ragıp Paşa'nın yakın dostlarından Reisülküttap Hacı Mustafa Efendi nîn oğlu olan Abdürrezzak Efendi, kara kuru, çirkin, kısa boylu, fakat son derece zeki, bilgili ve becerikli bir adamdır. Koca Ragıp Paşa'nın sadrazam olduktan sonra, liyakatini çok iyi bildiği Abdürrezzak Efendi'yi görmezlikten gelmesi, Sadaret Kethüdası'nın dikkatini çeker. Bir gün bu genç ve zeki adamın meziyetlerinden söz açarak tezkirecilik göreviyle taltif edilip edilemeyeceğini sorar. Tarihçi Vasir in anlattığına göre, Koca Ragıp Paşa'nın şaşırtıcı cevabı şöyledir: "Filhakika pederiyle dost idik. Abdürrezzak Efendi nîn de ehliyetli olduğu malumdur. Ancak insana mevki ve makam için boy bos lazımdır, öyle bodur ve kasirü'l kame çelebiyi mahall-i heybet olan divan-ı âleme hizmete getirmekle erbab-ı mesalihe maskara oluruz. Koca Ragıp Paşa'yı tereddüde düşüren, herhalde, sadece Abdürrezzak Efendi' nin kısa boyu yüzünden devletin mehabetini zedeleyeceği saplantısı değil, aynı zamanda kısa boylular hakkında ilm-i kıyâfet'in yerleştirdiği olumsuz yargılardır. Bütün Kıyâfet-nâmelerde boy kısalığı kibrin, kindarlığın ve hilekârlığın işâreti olarak gösterilmiştir. Meali nîn yükselmesini önleyen köseliğinin de hilekârlığa, düzenbazlığa işâret sayılmış olmasına bağlanmıştır. 247 Son yüzyılda hayatı kendine zindan eden ve çirkinlikleri yüzünden insanlardan kaçan iki ünlü edebiyatçımız bu ilmin ve toplumun yanlış kanılarının muzdaripidir. Bunlar hayatları boyunca yalnızlığın sahrasında yola almış ve çirkinlikleri hayatlarının sonuna kadar yakalarını bırakmamıştır. Hayatı boyunca aynalarla barışamamış Ahmet Haşim kendisindeki çirkinlik kompleksini bir türlü atamamış ve hayatı boyunca dışlanmış, insanlardan kaçmıştır. Ahmet Haşim aslen Arap kökenlidir. Küçük yaşta annesini kaybetmesi onun dünyasını altüst ederken, bu yetmiyormuş gibi okulda kendisine Arap diye seslenilip aşağılanması onun insanlardan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Haşim in başı düzensiz ve vücuduna göre 246 Beşir Ayvazoğlu, Çirkin, Aksiyon, Sayı: Ayvazoğlu, agm. 134 136 uyumsuzdur. Yüzünde büyük bir Halep çıbanı vardır. Haşim in sürekli çirkinlikle anılması onu karşı cinse karşı çekingen ve içe kapanık olmasına neden olmuştur. Ya Galatasaray Lisesi`nde öğrenci iken çirkinliğinden muzdarip her hafta sözüm ona bir kızdan geliyormuşçasına kendi kendine aşk mektupları yollayan Cahit Sıtkı Tarancı ya ne denmeli. Sırf çirkinlik kompleksini kendi özerinden atmak için giriştiği bu yol toplumun amansız değer yargılarına yenik düşmüş ve sonraları o da Haşim gibi kendini yalnızlığın kucağına bırakmıştır. 248 Çirkinlik kadar toplum tarafından kabul görmeyen bir diğer kusur ise köseliktir. Toplum ve kıyâfet yazarları tarafından köse insanlar hakkında verilen hükümler, köselerin toplum tarafından dışlanmalarına ve bu insanların güvenilmez kişiler olarak algılanmalarına sebep olmuştur. Osmanlı toplumunda insanlar, erkeğin sakalsız ve bıyıksızını ciddiye almazlardı. Erkekliğe geçişin ilk adımı sünnet, ikinci adımı ise bıyık ve sakal bırakmaktı. Ve sakalın sık, seyrek, kısa, uzun vb. oluşuna bakarak karakter tahlilleri yaparlardı. Kıyâfet-nâme kitaplarına inanmak gerekirse, köseler hilekâr ve düzenbazdı; seyrek sakallıları ise ciddiye almamak gerekirdi. XVI. yüzyıl şairlerinden Köse Meâlî, Şuara tezkirelerindeki kayıtlara göre, sakal bıyık fukarası olduğu için müderrisliğe lâyık görülmedi, halbuki ilim irfan sahibi bir adamdı. Tuhfetü l-hattatin müellifi Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi nîn sakalı da seyrekliği (hiffet-i lihye) yüzünden liyâkatine rağmen, girdiği rüus imtihanında başarısız sayıldı. Sakal kurbanlarından biri de, Tanzimat devrinin ünlü isimlerinden Şinasi idi. Ahmet Cevdet Paşa nın Tezâkir de anlattığına göre, Meclis-i maârif azasından Şinasi Efendi sakalını tıraş etmiş olduğu halde meclise gelmiş olduğundan rütbesi ref ile meclis âzâlığından tard olunmuştu. 249 Yukarıda verdiğimiz ve herkesçe tanınan sanatçıların toplumun değer yargılarından nasıl muzdarip olduğunu kaynaklar bize göstermektedir. Fakat kaynaklarda yer almayan ve toplumda hepimizin sıkça rastladığı buna benzer çok sayıda vaka yaşanmaktadır. Ve bu vakalar, vücut yapılarını uyumsuzluğundan sıkıntı çeken birçok insanın kendi iç dünyalarına kapanmalarına sebep olup bu yapıdaki insanlara hayatı zindan etmektedir. 248 Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Đlm-i Kıyâfet Her Zaman Haklı mı? www. yenisafak. com. tr / arsiv / 2002 / subat / 08 /. 249 Beşir Ayvazoğlu, Sakal ve Bıyığa Dair, Aksiyon Sayı: 137 9. Değerlendirme: Her ne kadar bu ilim, günümüzde geçerliliğini yitirmişse de bir zamanlar bu ilme aşırı itibar edildiğini bu alanda yazılmış eserlerin çokluğundan anlıyoruz. Bu ilimle ilgilenenler ilmin haklılığını kanıtlamak için kendi görüşlerini belli bir kaynağa dayandırmaya çalışıp mantıklı deliler sunarlarken bu ilmin ortaya koyduğu kıstasları eleştirenler ise kişinin karakterini sadece dış yapısına bağlanamayacağını savunur ve kendilerince deliller sunarlar. Her insan yaratılış itibarıyla bir birinden farklı yaratılmış bu yaratılış simada ve vücut azalarında olduğu gibi kişinin mizacına ve ahlaki yapısına da yansımıştır.bu ilimle uğraşan kişiler Allâh ın bu farklı yaratılışlarından yola çıkarak kişinin iç dünyasını tanıma yoluna gitmişlerdir. Đnsanın yaratılış farklılığına dikkat çeken Hamdullâh Hamdi: Hak yarattı çü nev-i insanın Kıldı efradını muhalif anın Gerçi birdir kamusu surette Bir değüldür ve lik hilkatte Lütfunu âleme ıyan itti Sureti sırete nişan etti (Tanrı insan türünü yarattığında / Kişilerin farklı kıldı / Gerçi hepsi görünüşte benzer / Ama yaradılışları ayrıdır / Tanrı iyiliğini dünyaya açıklamak için / Görünüşü ahlaka işâret olarak yarattı) diyerek hem eserinin yazılış gerekçesini hem de yukarıda işâret ettiğimiz yaratılış farklılığını açıklamış ve verdiği bilgilerle eserini belli bir temele dayandırmak istemiştir. Dış görünüşten kişilik tespiti, bütün falcılık ve diğer gayrı Đslâmî ilimler gibi, kutsal bir kaynağa, Kuran a ve hadislere ya da doğrudan peygamberin bu alandaki uygulamalarına veya bu ilme karşı tutumuna dayandırma yoluna gitmişler. Öncelikle bu ilmin erbapları kendilerine dayanak olarak Kuran da geçen bazı ayetti gösterirler ve bu ayetlerden yola çıkarak Allâh ın her insanı değişik şekilde yaratmış ve her şekle de uygun bir kişilik vermiştir. Onlara göre beden ruha geçirilen bir kılıftır ve beden, ruha göre şekil alır. Firâset kabiliyetinin iman nuru ile yakından alakalı olduğunu destekleyen ve kâiflerin, Kuran dan kendine delil gösterdikleri şu ayeti burada hatırlatmak gerekir. "Ey iman edenler! Şayet Allâh tan ittika ederseniz, o size furkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir" (el-enfâl, 8/29) 250 Bu ayetten de anlaşıldığı gibi Allâh ın, kendini züht ve takvaya adamış olan bazı insanların gönül gözünü açtığı ve doğruyu ve yanlışı bir birinden ayırabilme gücü verdiğidir. Şer i kıyâfet konusu içinde verdiğimiz ve 250 Elmalı Hamdi Yazır, Kur ân-ı Kerim ve Meâl-i Şerifi, Đşâret Yayınları Đstanbul, 138 değerlendirdiğimiz bu tür firâset Allâh ın tamamen kuluna bahşından ibâret olan bir şeydir. Nitekim bazı kaynaklar Hz.Ömer in Đran fethi esnasında Medine de hutbe verirken Đslâm orduları komutanına seslenmesini bu tür firâsete bir delil olarak gösterir. A raf suresi 48. ayeti birçok kıyâfet-nâmede kıyâfet ilminin halklılığını desteklemek amacıyla delil olarak sunulur. A raftakiler simâlarından tanıdıkları birtakım adamlara da seslenirler. 251 ayetinde geçen simalarından tanıma kelimesi ile neyin kastedildiğine dair bazı görüşler vardır. Đbn-i Abbas a göre burada anlatılmak istenen müminin yüzündeki beyazlıktır. Nitekim Allâh: O gün bazı yüzler beyaz bazı yüzlerde siyah olur. buyurmuştur. Onların yüzünün parlak, sevinçli, aydınlık ve süslü olması bunların dünyada aldıkları abdestin belirtisidir. Kafirlerin alameti ise yüzlerinin siyahlığı, üzerlerinin tozlu ve karanlıklarla bürülü olmasıdır. 252 Diğer bir görüşe göre ise simalarından kelimesi a raftakiler, müminleri dünyadayken kendilerinde görülen taat ve iman izleri ile kafirleri de küfür ve günah lekeleriyle bilmekteler. Đşte bu alametlerden yola çıkan a raftakiler oradakilerin yüz hatlarına baktığında onların cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduklarını anlıyorlar. 253 Kıyâfet-nâmelerde bu ayette geçen simalarından tanıma tabirini kıyâfet ilmine bir delil olarak sunarlar ve insanları simâlarından tanımanın mümkün olduğunu, insanların iç dünyalarındaki duygu ve düşüncelerinin, kişiliklerinin, günahlarının onların yüz hatlarına ve vücut yapısına yansıdığını savunarak kıyâfet ilminin hak bir ilim olduğunu ispat yoluna gitmişler. Kıyâfet-nâme yazarları Hicr suresi 75. ayeti de kıyâfet ilminin haklı olduğunu ispat amacıyla kullanırlar. Bu ayet: Şüphesiz ki bunda düşünüp görebilen kimseler için ibretler vardır. 254 şeklindedir. Bu ayette geçen el-mütevassimîn sözcüğüyle anlatılmak istenenin firâset sahibi olanlar olduğudur. Öyleyse firâset sahibi kimse olaylar ve kişiler karşısında düşünen, görebilen ve hükümlere varabilen kimsedir. Kur ân-ı Kerim de kıyâfet-nâme yazarların kendilerine delil olarak gösterdikleri ayetlerden birkaçı ise şunlardır: Đsra Suresi nîn 84. ayeti: De ki: Herkes kendi yapısına uygun işler görür. Rabbiniz en doğru yolda olanı daha iyi bilir. Diğer bir ayet ise Bakara suresi 273. ayettir. Bu ayet fakirlerin durumlarını izah etmek için inmiştir ve ayet şöyledir: Ey Resûlüm sen onları simalarından tanırsın. Bir diğer dayanak gösterilen ayet Rahman suresi 41. ayettir. Bu ayet müşriklerin yapısı hakkında olup onların simalarından tanındığını 251 Halil Altuntaş, Kur ân-i Kerim Meâli, DĐ. Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006, s Çavuşoğlu, age. s A. yer. 254 Altuntaş, age. s 139 bildirir. Bu ayet şöyledir: Mücrimler simalarından tanınır da perçemleriyle ayaklarından yakalanırlar. Đslâm inancını temel kıstaslarından biri kadere inanmaktır. Đnsanın yapacağı her şey önceden yazılmış ve insan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir. Ancak bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir. Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir. Kur ân- Kerim de geçen Her insanın amelini boynuna doladık. (Đsra, 17/13) ayeti insanın tüm hareketlerinin kaderi tarafından önceden belirlendiği gerçeğini ortaya koyar. Đnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka bir şey yapmamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir. Allâh her şeye hakim ve kadir olandır. Allâh ın ilmi her şeyi kuşatır ve Allâh nezdinde önce, sonra gibi kavramışlar yoktur. Đşte kader, Allâh yanında yazılı olan ve bir kişinin hayatına dair tüm gaybî ve zahîri halleri içerir. Đnsanın yaşadığı bu kaderi, hayat tarzını, vücut yapısını, karakterini oluşturan en önemli etmenlerden biridir. Bu yüzden ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi olduğunu söylerler. Yani misâlî bedenin yanı başında, insanın sergüzeşt-i hayatına dair takdir ve tayinlerin yazıldığı ikinci bir yönü bulunduğuna dikkat çekerler. Dolayısıyla ruhun belli mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından geçenlere de belirli oranda vâkıf olunabileceğini ileri sürmektedirler. Zâten, ilm-i kıyâfet ile, yani, maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, bu ayetinden yola çıkarak bu ilmin bu yününe işâret etmeye çalışırlar. Nitekim elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Hatta basiret ve firâseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler. Bunlar gaybı bilmek değildir. Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işâretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır. Bu işâretleri bilmeyenlere göre söylenenler gaybî olsa dahi, hakiki mânâda gayb bu kabil malûmatla sınırlı tutulamaz. Yâni bu söylediklerimiz, Gaybı ancak Allâh bilir hükmüne zıt değildir. 255 Kâiflerin kendilerine dayanak olarak kabul ettikleri bir diğer kaynak ise hadislerdir. Bu tecrûbî ve rasyonel izahın da hadislerde izahını bulmak mümkündür. Zira Hz. Peygamber mümini akıllı, zeki ve ince görüşlü olarak tavsif etmekte iman ve takva sâyesinde elde ettiği firâseti sâyesinde her türlü hile, tuzak ve entrikaya da düşmemesi gerektiğini de şu hadisleri 255 Fethullâh Gülen, Kader Đlim Nevindendir, www. fgülen. com. 138 140 ile işâret etmişlerdir: Mümin bir kovuktan iki defa ısırılmaz. Allâh Resûlü (s.a.s) başka bir hadisinde ise: Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o Allâh ın nuru ile bakar. sözleri bu ilimle ilgilenenler için en önemli dayanaklardan biridir. Onlara göre mümin bir insan gönül gözünü açtığı zaman eşyanın hakikatine varabilecek ve zahirden batına ulaşabilecektir. Ayrıca başka bir hadiste de Resûlullâh : Hayrı, güzel yüzlüden talep edin. buyurarak buna farklı bir açıdan işâret eder. Allâh Resûlü başka bir hadisinde de gerçeği elde etmenin vahi dışında yollar da olduğunu şu şekilde aktarmaktadır: Sizden önceki ümmetlerde muhaddesler, ilhama mahzar olanlar vardı, bunlar peygamber olmadıkları halde hakkı dile getirirlerdi, Eğer ümmetimden biri varsa o da Ömer dir. Bu hadis de ilhamın ve firâsetin gerçeğe ulaşmada ve eşyanın hakikatini öğrenmede önemli bir araç olduğuna delil olarak kabul edilmiştir. Peygamber Efendimizin özellikle bu ilimden yararlandığını ve dedikodulara son vermek için ve Zeyid i temize çıkarmak için kâif çağırdığını yukarıda belirtmiştik. Bu tür hadiseler bu ilmin geçerliliğini perçinlemiş ve bu ilme olan güvenin artmasını sağlamıştır. Şa bân-ı Sivrihisârî, eserinde bu ilmin hakikatine delil olarak Arapların meşhur şairlerinden A şa nın bir beytine yer vererek bu beyti delil olarak sunar. A şa, beytinde bir kişinin birine kötülük yapmak istemesinin bir şey değiştirmeyeceğini, çünkü kişinin elindeki hatlar onun hakkında bilgi verir. A şa kendisine zarar vermekle tehdit eden birine seslenerek: Sen bana zarar vermek için vaade bulunuyorsun ama bana zarar veremezsin; çünkü benim avuç içimde devlet ve şecaat hattı var. Diyerek insanın başına gelen her şeyin ve talihinin avuçlarındaki hatlarda gizli olduğunu aktarmıştır. 256 Bazı âlimlere göre iç dünyasındaki birçok olgu kişinin dış dünyasına yansır ve kişinin dış dünyasına yani vücut yapısına bakılarak kişinin karakterinin çözülebileceğini söyler. Bunlara göre işlenen günahlar ruhumuzda kirlilik meydana getirir. Sağlık durumu ve hissiyatımız yüzümüze yansır. Bu görüşte olanlardan biri de Molla Cami dir. Cami şöyle der: Gönlüm senin çirkin yüzünü görünce günahlarda ısrar etme huyundan vazgeçtim. Korktum ki Allâh bana günahlarımdan dolayı azap eder ve yüzümü seninki gibi değişmiş bir şekle sokar. 257 Son dönemlerde yapılan bazı çalışmalarda bu ilmin isabetli kararlar vermede yardımcı olduğu ve dış yapıya bakılarak tespitlerin yapılabileceğini göstermiştir. Birçok dile de yansıdığı gibi, dar kafalılar, kalın kafalılar, nurlu yüzlerin olup olmadığı konusunda çeşitli fikirler öne sürülmektedir. Meselâ Duisburglu Psikolog Prof. Siegfried Frey, fizyonomi 256 Sivrihisârî, age. v. 9b 257 Molla Cami, age. s 141 yorumlarını, yorumcunun ön yargıları ve ruh haletine bağlarken, diğer uzmanlar tam zıddı görüşe sahiptirler. Meselâ Harvard psikologlarından Nalini Ambady ve Robert Rosenthal, tanımadıkları yüzü doğru yorumladıklarından sık sık bahsederler. Özellikle bir kişinin hoşsohbet mi, yoksa içine kapanık mı olduğunda tam isabet kaydetmişler. Bir öğretmenin pedagojik kabiliyetini, sadece fotoğrafa bakarak tahmin etmede de başarı notu iyidir. Yapılan tahminler, ilgili öğretmenin öğrencilerinin ifadeleriyle karşılaştırıldığında, üçte ikiyi aşan nispette bir uyuşma olduğu görülmüştür 258 Bu ilmi savunanlar olduğu gibi bu ilme karşı çıkıp asıl olan insanların dış yapıları olmadığı ve insanların kişilikleriyle tanınması gerektiğini savunanlar vardı. Bu görüşte olanlardan biri Mevlana dır. Mevlana ya göre insanın beden ve duyuları arasında insanı manevi yüksek hakikatlere götüren bir alan vardır; ama bu alan derin anlamı olmayan bir kılıftan ibârettir. Bu böyle olmasaydı, Peygamber ve onunla aynı Arap kabilesinden olan, renk vücut yapısı bakımından benzer özellikler taşıyan ve Peygamber in azılı düşmanı olan Ebu Cehil le aynı olması gerekirdi. Oysa her ikisi de farklı tabiatlara sahiptir. Ebu Cehil, cehalettin ve zillettin temsilcisi iken ve kötü bir isimle anılırken Peygamber, seçkin bir insan olarak tarihe ismini yazmış ve binlerce insana örnek teşkil etmiştir. Bu yüzden Mevlana insanların, insanın dış yapılarına bakarak onun kişiliği hakkında fikir edinmeye çalışmasına karşı çıkar ve şöyle der: Daha ne kadar dış görünüşe bakacaksın? Dut ağacının arkasında latif bir ipek var! (Divan,2649) 259 Mevlana ile aynı fikirde olan bir diğer tanınmış mutasavvıf da Molla Cami dir. Cami, şöyle der: Çirkin kıllığımdan dolayı beni ayıplama, ey faziletten ve insaftan mahrum adam! Ten, bir kın ve can da tenin içindeki kılıçtır. Đşi kın değil kılıç görür. Böylece Molla Cami, asıl olan görünüşün değil görünüşün içindeki ruhun olduğunu söyler ve ruhu ön plana çıkarır. 260 Kıyâfet yazarları içinden meşhur olanlardan Hamdullâh Hamdi, eserinin son bölümünde Şikayet başlığıyla bu ilmin zamane insanlara uygulamanın çok zor olduğunu, kimi insanların Hz. Yusuf gibi temiz ve saf bir yüze sahip olmalarına rağmen huyunun hiç de onun yüzündeki güzelliği yansıtmadığını huy bakımından çok fena olduğunu aktarır Demirbaş, agy. 259 Đsmet Kayaoğlu, Mevlana ve Mevlevilik, Konya 2002, s Molla Cami, age. s Çelebioğlu, age. s 142 Bu ilimin ortaya koydukları kıstasların genel geçer değildir ve kıyâfet-nâmelerde bazı kişilere uygulanırken yapılan tespitin yanlış olduğu görülür. Ya da bazı kişilerin bu ilmin dışında tutulması gerekmiştir. Bu itibarla ilm- i kıyâfetle meşgul olanlar, bazı şeylere şerh koyma ve yeni hükümler icat etme mecburiyetini hissetmiş, istisnalara büyük yer vermişlerdir. Meselâ, uzun boylular hakkında hüküm verirken Hz. Ömer gibileri istisna etme lüzumunu duymuş ve: Bütün uzun boylular ahmaktır, Ömer müstesna; kısa boylular da fitnedir, Ali müstesna. şerhini düşmüşlerdir. Aslında Hz. Ömer le birlikte Hz. Halid, Hz. Abbas gibi dünya kadar uzun boylu sahabe olduğu gibi, Đbn Mes ud, Enes, Ebû Mûsâ gibi bir hayli de kısa boylu sahabe vardır. Kaldı ki günümüzde bir hayli uzun boylu ahmak olmayan, kısa boylu fitne olmayan insan vardır. 262 Ayrıca Seyyid Lokman kıyâfet-nâmesini oluştururken bu ilmi Osmanlı padişahlarına uygulamaktan şiddetle kaçınmış ve padişahların uzuvlarıyla kişilikleri arasında bağ kurmamıştır lü yılların başlarından başlayarak fizyonomi ilminin hızlı bir şekilde gelişmesi ve her alana uygulanması bu ilme olan itibarın bir anda artmasına neden olmuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ortaya çıkan bu yaklaşımlar, insanları tip yapılarına göre kategorize etmiş ve bunlara yeni bir kişilik bulma yoluna gidilmiştir. Bunlara göre aynı vücut hatlarına sahip insanlar aynı karaktere sahip olur ve aynı davranışlarda bulunurlar. Ne var ki, bu tiplerin çoğu kez aynı karakteri sergilemedikleri de bir gerçektir. Hatta araştırıldığında bu tip insanların çok iyi bir terbiyecinin tezgâhından geçtikleri ve kendi özel duygularını baskı altına aldıkları sürece çok iyi birer örnek sergiledikleri de görülmüştür. Bir zamanlar çok fazla revaçta olan ve her alanda kendisinden faydalanma yoluna gidilen ve Özellikle Amerika da yoğun ilgi gören tip tasnifçilerden biri olan Sheldon un tasnifi yapılan bilimsel araştırmalar sonunda geçerliliğini yitirmiştir. Bu gün Sheldon un görüşleri ile büyük ölçüde alay edilmekte, örnekleme metotları eleştirilmektedir. 263 Eskiden beri deforme tiplerin toplum tarafından suçlu olarak görüldüğünü yukarıda belirtmiştik. Özellikle 19.yüzyılın başından başlayarak fizyonominin hukuka uygulanmasıyla belli bir suçlu profilinin ortaya konduğunu da yukarıda belirtmiştik. Genel olarak bu anlayışlara göre suçlu,vücut yapısı uyumlu olmayan ve vücut kusurları bulunan tiplerdir.ama günümüzde genel suçlu tipine baktığımızda suçluların hiç de bu profile uymadıklarını görürüz.hatta bazı olaylar fizyonominin belirlemiş olduğu bu kıstasları tamamıyla boş çıkaracak niteliktedir.örneğin 1929 da işlenen bir dizi cinayet Dusseldorfluları dehşet ve korku içinde bırakır.polis muhtemel fâili takdim ettiğinde, kimsenin bundan şüphesi yoktur: 262 Gülen, Đlm-kıyâfet. 263 Demirbaş, agy. 141 143 21 yaşındaki zekâ özürlü Hans Stausberg suçlu imajına uymaktadır. Ancak bir cinayet daha işlendiğinde, Dusseldorf' un gerçek vampiri bulunur. Adı, Peter Kürten'dir. Yüzü iyi niyetli, zararsız, şüphe uyandırmayan bir tiptir. Bu bir şoktur. Hemen hemen herkes, onu görme fırsatını bulur. Kürten in fotoğrafı bütün gazetelerde yayımlanır. 264 Đlm-i kıyâfet, her ne kadar bazı âlimler ve sanatçılar tarafından savunulup ve bu ilmin tutarlılığı ispatlanmaya çalışılmışsa da bu ilim hiçbir şekilde bilimsel bir temele dayanmamış ve günümüzde çok sınırlı alanda kullanılmaktadır. Kıyâfet-nâmelerde belirtilen birçok özellik günümüzde bilimsel çalışmaların ışığında geçerliliğini yitirmiş ve artık bilimsel hiçbir dayanağı kalmamıştır. Örneğin kıyâfet-nâmelerde yer alan seğirme sebeplerini Đbrahim Hakkı, damarlardaki kan dolaşımının engellenmesine bağlarken günümüzde bu konuda tıpta belirlenen neden ise başkadır. Tıbba göre seğirme güç durumda kalmış kişinin bir nevi boşalmasıdır. Tıbba göre bir diğer sebep ise, beyinde seğirme görülen yerde kasa gelen sinirlerin aşırı derecede uyarılmasıdır. 265 Görüldüğü gibi kıyâfet-nâmeler ile modern tıbbın bu konudaki görüşleri tamamen farklılık arz etmekte ve kıyâfet-nâmelerin verdiği hükümler hiç de tıp ile uyuşmamaktadır. Toplumun gelişen ve değişen estetik anlayışları; bilimsel gelişmeler bu ilmin belirlemiş olduğu temel yargıları temelden sarsmıştır Artık mavi gözlü insanların hayasız oldukları görüşü veya uzunların saf ve aptal, kısalarınsa hilekar oldukları tezi çürütülmüştür. Bilim çağında insanın kişiliğini oluşturan unsurların beden yapısı değil de kişinin içinde yaşadığı çevre ve zekanın etkileşimi olduğu, çocuğun almış olduğu eğitimin onun kişiliğini şekillendirdiği görüşü benimsemiştir. Hatta yapılan deneylerde aynı yumurta ikizlerinin farklı çevrelerde yetiştiklerinde zeka düzeylerinin, zevklerinin, hayata bakış açılarının farklı olduğu görülmüştür. Ayrıca insanların vücut kusurlarının olması onların sanıldığı gibi suçlu, günahkâr, uğursuz olmadıklarını bugün gayet iyi bilmekteyiz. Vücut kusurları olan insanlara yardım etmek yerine onlara potansiyel suçlu gözüyle bakmak bu insanlara haksızlık yapmaktan başka bir şey olmayacaktır. 264 Deniz, agm. 265 Mengi, Kıyâfet-nâmeler Üzerine, Belleten, s 144 III. BÖLÜM 143 145 ŞA BÂN-I SĐVRĐHĐSÂRÎ NĐN KIYÂFET-NÂMESĐ 10. ŞA BÂN-I SĐVRĐHĐSÂRÎ NĐN HAYATI Şa bân-ı Sivrihisârî, 16. yüzyılda yaşamış, Divan edebiyatının zirve şairleri olan Bâkî, Hayâli Bey, Necâti Bey, Zatî, Fuzûlî, Bağdâtlı Ruhî ile muasırdır. 16. yüzyıl Osmanlı imparatorluğunun her alanda yükselişte olduğu bir dönemdir. Đmparatorluk doğal sınırlarına ulaşmış, doğuda ve batıda en geniş sınırlara sahip olmuştur. Đmparatorluğun bu yükselişi bilim ve sanata da yansımış, nitekim bu dönemde kendinden söz ettirecek ve verdiği eserlerle ölümsüzleşecek nice sanatçı ve bilim adamı yetişmiştir. Bir önceki dönemlerde görülen Đran edebiyatı etkisi devam etmekle beraber bu edebiyat eski etkinliğini yitirmiş, Đranlı şairlerle boy ölçüşebilecek Fuzûlî, Bâkî gibi çok büyük şairler yetişmiş ve bu şairler Osmanlı edebiyatına yeni bir yön vermişlerdir. Şa bân-ı Sivrihisârî, böyle parlak bir dönemde yaşamış olmasına rağmen hakkında, kendi döneminde ve sonraki dönemlerde yazılan kaynaklarda bilgiye yer verilmemiş ve yazarın hayatı birçoğununki gibi karanlıkta kalmıştır. Şa bân-ı Sivrihisârî nîn doğum tarihi, nerede doğduğu ve nerede öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Yazar hakkındaki sınırlı bazı bilgilere ancak eserinden yola çıkarak ulaşabilmekteyiz. Eserinin bazı bölümlerinde yazarın yer verdiği birkaç ayrıntı bize hayatı hakkında ipucular vermektedir. Buna göre: Şa bân-i Sivrihisârî, künyesinden anladığımız kadarıyla Sivrihisârlıdır. Ama sanatçının orada mı doğduğu yoksa babası oralı olduğu için mi kendisine bu şekilde bir künye verildiğini bilmemekteyiz. Eserde yazarın kullandığı dil özelliklerinden yola çıkmak gerekirse yazarın eserinde kullandığı bazı sözcükler, onun Sivrihisar da doğduğu ve ilk eğitimini orda aldığı kanaatini bizde güçlendirmektedir. Yazar, eğitimini tamamlamak amacıyla Đstanbul a gelmiş ve eğitimine burada devam etmiştir. Eserden yazarın, çok iyi bir medrese eğitimi aldığı, Arapça ve Farsçaya hakim olduğu anlaşılmaktadır. Eserinin Arapçadan tercüme olması 144 146 ve eserde yer yer Farsça beyitlerin de bulunması bu kanımızı destekler niteliktedir. Yazar eserini tamamladıktan sonra eserin sonunda yazdığı Arapça bitiriliş bölümde: Bu kitap büyük rehber, hatırlı insan, alemin alimlerinin reisi, zamânın efendisi, cihan müftüsü Kemal Paşa-zâde ye hizmet ettiğim zamân mütalaa ve çalışmalardan sonra derlediğim ve Türkçe yazdığım firâset risâlesinin sonudur. Allâh onu dünyada ve ahrette korusun. şeklindeki Arapça kısımdan anladığımız kadarıyla yazar, bir müddet dönemin tanınmış alimlerinden olan Kemal Paşa-zâde nîn 266 hizmetinde bulunmuş, ve dönemin meşhur sadrazamlarından maktul Damat Đbrahim Paşa nın 267 isteği üzerine eserini yazarak ona sunmuştur. Đbrahim Paşa nın kendisinden bir eser yazmak istediğine göre yazar, sadrazama yakın olmalı ya da onun hizmetinde bulunmalıdır. Yazar, eserini bütün şefaatlerin kaynağı olan şaban ayında sene hicri 938 de (miladi Mart- Nisan 1532) yazmıştır. Yazarın verdiği bu bilgiler dışında gerek çağdaşı olan tezkire yazarlar ve gerek sonraki dönemde yetişmiş tezkireciler sanatçı hakkında eserlerinde herhangi bir bilgiye yer vermiş değildir. Bu durum, sanatçının kendi döneminde pek de tanınmadığı ve kayda değer bir çalışma veyahut etki bırakmadığının göstergesidir. 11. Nüshanın Tanıtımı: Eser Nuruosmaniye Kütüphanesi yazma eserler bölümü 4099 numarada kayıtlıdır. Eser güzel bir nesih hattıyla kaleme alınmış ve oldukça okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Eserin asıl açıklama bölümleri siyah mürekkeple, başlıklar ise kırmızı mürekkeple kaleme alınmıştır. Beyitte dizeleri ve ayetlerde ise bölümleri göstermek amacıyla yer yer açık yeşil renkli çemberimsi şekiller yer yer ise üçgen şeklinde üç kırmızı nokta kullanılmıştır. Eserin 266 Şeyhü l-đslâm Đbni Kemal (Kemal Paşa-zâde) Fakih, tarihçi, müfessir, kelâmcı, edip ve şair olan Şeyhü'l- Đslâm Đbn-i Kemal'in asıl adı Şemseddin Ahmed b. Süleyman'dır. Fatih devrinin ileri gelen devlet adamlarından Kemal Paşanın torunu olması sebebiyle, Đbn-i Kemal ismiyle şöhret bulmuştur.1 Đbn-i Kemal, en meşhur Osmanlı şeyhü l-đslâmlarındandır veya 1469 yılında doğmuştur. Doğum yerinin Edirne veya Amasya olduğuna dair rivayetler bulunmakla beraber, Tokat'ta doğmuş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Babası, Fatih devri kumandanlarından Süleyman Beydir. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmıştır. Bunlardan Türkçe Divan ı ve beyitlik Yusufu Zeliha Mesnevisi ve Yavuz'un vefatı üzerine yazdığı mersiye; en meşhurlarındandır. Đbni Kemal'in şairliği ve sanatkârlığı ilminin yanında gölgede kalmıştır. Fakat o başarılı şiirler yazmıştır. Bak. Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi Ötüken Yayınları, Đstanbul 1994, c. 3, s Pargalı Damat Đbrahim Paşa ( Mart 1536) Kanuni Sultan Süleyman saltanatı döneminde yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Bugün Yunanistan'da kalan Parga yakınlarındaki bir köyde doğdu. 6 yaşında Đstanbul'a getirildi. Kanuni nîn şehzadeliği sırasında Manisa'da onun maiyetinde bulundu. 13 sene sadrazamlık yapan ve Farsça, Rumca, Sırpça ve Đtalyanca bilen Đbrahim Paşa, bugün Türk ve Đslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılan Đbrahim Paşa Sarayından başka, Đstanbul Mekke Selanik, Hezergrad (Razgrad) Đbrahim Paşa Camii ve Kavala da cami mescit mektep medrese zaviye hamam ve çeşme gibi eserler inşa ettirmiş ve bunlara vakıflar tahsis ettirmiştir. Oldukça başarılı bir devlet adamı olan Đbrahim Paşa, Hürrem Sultan tarafından boğdurularak öldürülmüştür. Bak. Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi Ötüken Yayınları, Đstanbul 1994, c. 3, s 147 her varağında 13 satır yer almakta ve eserin tamamı 74 varaktan oluşmaktadır ve her varak yaldızlı olarak çerçevelendirilmiştir. Eserin ebadı 109 X 167 mm dir. Eser, miklepli, salbek, zincirekli, şirazeli vişne rengi deri bir cilt ile ciltlenmiş ve dönemin sadrazamına sunulduğu için kapak yaldızlanmış ve süslenmiştir. Eser, besmeleyle ve Nahmedu llâhi l-le8i ce ale 6âhirü l-insâni unvânü l-bâ+ıni fi lcüdi. eklinde Arapça bir girişle başlamış ve tekrar Fi-şehrü l-şabane el-le6i huve şehri membai ş-şefâ at fi seneti 3emani ve 3elâ3ine ve tis imiete mine s-sinin ve s-sa at temmet şeklinde Arapça bir bitişle bitirilmiştir. Ayrıca son varağın her iki yan kısmına kırmısı mürekkeple şöyle yazılmıştır: Bu âlem 2aloınuñ ilmine bi l-nisbe Ki bir 4a2râ-yı a 6imde bir dâne-yi -urde 12. Eserin Özellikleri: Yazarın eseri, Đslâm edebiyatında bu alanda oldukça tanınan ve şöhret sahibi olan Muhammed bin Ebi Bekr bin Ebû Tâlib El-Ensârî 268 nîn yurtiçindeki birçok kütüphanede yazma nüshası bulunan Kitabü l-adab ve s-siyase fi Đlmi n-nazari ve ve l-firase (telif:1349) adlı ilm-i firâsete dair yazdığı eserin tercümesidir. Ama yazar eseri tercüme ederken eseri olduğu gibi tercüme etmemiş, eseri kendince düzenleyerek ve esere eklemeler yaparak, telif bir eser ortaya koymuştur. Yazar, eserin bitiş bölümünde Bu kitap büyük rehber, hatırlı insan, alemin alimlerinin reisi, zamânın efendisi, cihan müftüsü Kemal Paşazâde ye hizmet ettiğim zamân mütalaa ve çalışmalardan sonra derlediğim ve Türkçe yazdığım firâset risâlesinin sonudur. şeklindeki açıklaması onun bu eseri sadece tercüme etmekle yetinmediği ve bu konuda çalışmalar yaptığı ve derlemelerde bulunduğunu göstermektedir. Yazarın, eserin bazı yerlerinde alıntılar yapması ve eser adlarını zikretmesi, özellikle son kısım olan manzum bölümde Yunan hekimlerinin insanla ilgili düşüncelerine yer vermesi, eserin tamamen derleme olduğu ve yazarın bu alanda eser veren birçok müellifin eserinden derleme yaparak eserini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Yazar yaptığı bu çalışmalar ve derlemeler sonrası elde ettiği bilgileri El-Ensari nîn eseriyle harmanlamıştır. Yazar, eserini oluştururken Aristo, Đflimun, Đplavus, Fahreddin-i Râzî, Muhammet Zekerya Râzî, Đmam Şafii gibi bu alanda ilk çalışmaları yapmış ve tanınmış kişilerin eserlerinden yararlanmış, hükümler verirken onların belirlediği kıstaslara bağlı kalmıştır. 268 Yazarın eserini tercüme ettiğini söylediği Muhammed bin Ebi Bekr bin Ebû Tâlib El-Ensârî nîn adına kaynaklarda Ebû Abdullâh ibni Muhammed bin Ebû Tâlib El-Ensârî el-dımışkî olarak rastlanmaktadır. 146 148 Ayrıca yazar, o dönemde halk arasında yaygın olan inançları, insan hakkındaki değer yargıları ve gelenekleri de göz önünde bulundurmuş, eserinde toplumun bakış açısını da yansıtmaya çaba göstermiştir. Bu yüzden yazar, semboller belirlerken sembollerden birini toplum için belirlemiş ve bunu ه (he) harfiyle göstermiştir. Yazar, dönemi itibariyle yaygın olmayan bir yöntem belirlemiş, bugünkü bilimsel yaklaşıma yakın bir tarzda eserini oluşturmuştur. Yazar, günümüzde bilimsel eserlerin yazımında uygulanan dipnot sistemine benzer bir sistem geliştirmiş, alıntı yaptığı veyahut düşüncesinden yararlandığı yazarları belli bir harf ile göstermeye çalışmıştır ve bu harfleri de eserin giriş kısmında Hurûf-i Mermuza bölümünde ne anlama geldiklerini ve kimlere karşılık kullandığını açıklamıştır. Bunları burada vermek gerekirse yazar bu harflerin, et-xı, ve n-nûn, ve s-sâd, ve l-mîm, ve s-sîn, ve l- ayın, ve l-he olduğunu açıklamış ve Xı (D)Aris+o ya 269 işâretdür. Nûn,(B) Đflimun a, %ad (ص) Man4urî ye, Mim م) )Đmâm a, 270 Sin cemâ ate işâretdür. şeklinde açıklayarak her harfin (ه) Şâfi î :(ع) 271 ye, ha, Đplâvûs a (س) Ayn kimi temsil ettiğini vermiştir. Bu yöntem eseri diğer kıyâfet-nâmelerden ayırmakta ve farklı kılmaktadır. Yazar, bu harfler dışında eserinin bazı yerlerinde Batlamyus, Nadir El-Hindi, 269 M.Ö ) Yunan filozofu. Aristoteles, yalnızca büyük Yunan filozoflarının en sonuncusu değil, Avrupa'nın da büyük biyologlarından ilki idi. Platon'un akademisinde 20 yıl öğrencilik yapan Aristoteles, bir süre sonra Atina'dan göçüp Büyük Đskender'in eğiticiliğine getirildi. M.Ö. 355'de Atina'ya dönerek ünlü okulu "Lykeion"u (Lise) kuran Aristoteles, Büyük Đskender ölünce yeniden Atina'dan göçmek zorunda kaldı (M.Ö. 323) ve ertesi yıl Eğriboz adasında öldü. 270 Horasan da yetişmiş, meşhur din ve fen âlimi. Đsmi, Muhammed bin Ömer bin Hüseyin bin Hüseyin bin Ali et-teymî el-bekrî dir. Künyesi Ebû Abdullâh ve Ebü l-me âlî, lakabı Fahrüddîn dir. Allâme, Şeyhülislâm ve Fahr-i Râzî denilmiş, Đbn-i Hatîb-ir-Rey (Rey Hatîbi nîn oğlu) diye tanınmıştır. Soyu Kureyş Kabîlesine ulaşır. Aslen Taberistanlıdır (H.544) senesinde Rey şehrinde doğdu (H.606) senesinde Herat ta vefât etti. 271 Kendi adıyla anılan Şafiî mezhebinin öncüsü olan Đmam-ı Şafiî nîn asıl adı Ebu Abdullâh Muhammed bin Đdris eş-şafiî el- Kurayşi dir. Kaynakların belirttiğine göre Đmam-ı Şafiî, h.150/ m. 767 yılında Şam beldelerinden Gazze de doğmuş, yetim kalmış ve küçük yaşlarda soyunun Kureyş e dayanmasının avantajlarından faydalanmak ihtiyacıyla Mekke ye getirilmiş ve orada büyümüştür. Soylu bir aileden gelmiş olmakla birlikte yetimliğin ve fakirliğin getirdiği sıkıntılarla yetişen Đmam-ı Şafiî, içinde yaşadığı toplumu yakından tanıma fırsatı elde etmiştir. 147 149 Seyyid Hemedani, gibi müelliflerden alıntılar yapmış ve onların eserlerinin adlarını zikretmiştir. Eser, sadece insanları tanımak ya da genel bir karakter tahlili yapmak amacıyla kaleme alınmamıştır. Yazar, eserinde insanların karakterleriyle beden yapıları arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışırken eserinin bir bölümünü hayvanlara ve milletlere de yer vermiştir. Yazar, eserde havanları beş başlık içinde ele almış ve bu hayvanları özelliklerine göre tabiatlarını açıklamaya çalışmıştır. Bu bölümde dikkat çeken bir husus şudur ki, yazar havanları tanıtırken onların beden yapısıyla hiç ilgilenmemiş, sadece onların tabiatları üzerine yoğunlaşmıştır. Yazar, bu tarzını milletleri tanıtırken de devam etmiş ve milletleri sadece karakter bakımından ele almıştır. Eserin bir diğer özelliği ise eserin birden çok özelliği kendi içinde barındırması ve yazarın tek konu üzerinde yoğunlaşmayıp birden çok alanla ilgili bilgiyi eserinde işlemesidir. Eser bir kıyâfetü l-beşer özelliği taşımanın yanı sıra, bir fal-name özelliği de taşımaktadır. Eserin son kısmında yer alan ilm-i hutûtla ilgili olan bölüm bu özelliği taşımaktadır. Yazar, bu son bölümde insanların ellerindeki çizgilere bakarak kişiliklerinin nasıl bilineceğini resimlerle anlatma yoluna gitmiştir. Yazarın resimlere yer vermesi eser için başlı başına bir farklılıktır. Yazar, bu yolla hem anlattıklarını somutlamış hem de esere bilimsel bir hava katmıştır. 13. Diğer Eserlerden Ayrılan Yönleri: Diğer kıyâfet-nâmelerde, kişinin beden yapısıyla kişiliği üzerinde yoğunlaşılıp tek tek bedenleri ele alınarak karakter tahlilleri yapılırken, yazar diğer kıyâfet-nâmelerden farklı bir yol izlemiş, beden yapısını ele almadan önce tek tek karakterleri ele almış ve bu tip insanlarının nasıl bir beden yapısına sahip olduğunu anlatmıştır. Yazar, bu bölümde El- Racilü l-mekkar (hileci kişiler) Er- Racülü z-zannî (zeka seviyesi yüksek olan erkekler), Er- Racülü z- \a îfü l-oalb (kalbi zayıf, kendisi düşkün kişiler), Er-Racülü f-feylesof (anlaması güzel ve nefsine hakim kimseler), Er-Racülü l-(ayre ddîn (kalbi sağlam ve kendisi hoşgörülü ve güvenilir şahıslar) El- Racülü l-şücâ (yiğit ve bahadır olan kimseler), Er-Racülü c- Cebbân (korkak olan erkekler), Er-Racülü l-gâlizü t- Xab (kaba ve kötü olan kimseler), Er- Racülü l- /arî4 (hırslı ve açgözlü erkekler), Er-Riclü l-keselân (tembel ve uyuşuk kişiler), Er-Racülü l-oalîlü l-ke3irü t-xişe (aklı az ama hilesi fazla insanlar), ile birlikte son olarak Er-Racülü l- Kelîlü f- Fehm (anlayışı az kişiler) Er-Râcülü l Bi-haya, (hayasız ve anlama yeteneği az olan kişiler) gibi on üç farklı karakteri ele almış ve bu karakterlerin ne tür bir 148 150 vücut yapısına sahip olduğu, göz, ağız, boy, burun, baş gibi uzuvlarının nasıl olduğunu anlatmıştır. Yazarın yapmış olduğu bu tarz bir ayrım diğer kıyâfet-nâme yazarlarının ayrımından farklıdır. Örneğin Hamdullâh Hamdi, Niğdeli Visâli, Đbrahim Hakkı, eserlerini oluştururken organları ele almış ve organlardan yola çıkarak bir tahlile ulaşmaya çalışmışlardır. Eseri diğer eserlerden ayıran bir diğer özellik de yazarın karakter tahlillerine geçmeden önce genel olarak milletlerin bir tahlilini yapmasıdır. Yazar, eserinin üçüncü makalesinde çeşitli milletleri (Ehl-i Mısır, Ehl-i Berberî, Ehl-i Şam, Ehl-i Hicaz, Ehl-i Rum, Ehl-i Irak, Ehl-i Hind, Ehl-i Sin (Çin), Ehl-i Yemen, Ehl-i Habeş, Ehl-i Nevb (Etiyopya, Afrika halkları), Ehl-i Sevahil, Ehl-i Magrib, Kavm-i Maşrık, Halk-ı Yunan) ele alır ve bu milletlerin tabiatı hakkında değerlendirmelerde bulunur. Yazar, yukarıda verdiğimiz bu milletlerin genel bir karakter tahlili yapması, dönemine göre oldukça önemlidir. Özellikle eserini Đbrahim Paşa gibi büyük bir sadrazama sunması, bu önemi daha da artırmaktadır. Çünkü Osmanlı imparatorluğu yukarıda da belirttiğimizi gibi dönemin süper gücüdür, geniş bir coğrafyaya hakim ve kendi tebaasında birçok milleti barındırmaktadır. Yazarın böyle bir bölüme yer vermesi, devlet adamlarının hem tebaasında yaşayan Türkler dışındaki diğer milletleri hem de kendileriyle komşu olan ya da olmayan milletleri tanımak istediğini gösterir. Günümüzde birçok süper gücün milletler üzerinde yaptığı incelemeler, sosyolojik ve psikolojik çalışmaların benzerini o dönemde ayrıntılı ve bilimsel olmasa da- dönemin Osmanlı aydınları da yapmıştır. Yazarın böyle bir bölüme eserinde yer vermesi, dönemin devlet adamlarının devleti idare ederken nelere dikkat ettiğini göstermesi bakımından son derece ehmmiyyete haizdir. Nitekim yüz-iki yüz yıl önce Avrupalılarca Ortadoğu coğrafyasında başlatılan bu tür çalışmaların Osmanlıda 16. yüzyılda ve belki daha önce yapıldığını göstermesi bakımından da bu bölümün eserde yer alması daha bir önem taşımaktadır. Eseri diğer eserlerden farklı kılan bir diğer özellik ise eserin sadece bir insan-name değil aynı zamanda hayvanların ahlakını tanıtan bir hayvan-name niteliği taşımasıdır. Nitekim yazar eserinin beşinci makalesini hayvanlara ayırmış ve bu bölümü de bölümlere ayırarak her bölümde gruplara ayırdığı hayvanları tanıtmaya çalışmıştır. Yazar, bu bölümde kuşları, suda yaşayan canlıları, insanların faydalandığı hayvanları, vahşi hayvanları ve bazı haşere ve sürüngenleri tanıtmış ve onların ahlakı hakkında bilgiler vermiştir. Eserde böyle bir bölümün yer alması eseri diğer bilinen kıyâfet-nâmelerden tamamen ayırmaktadır. Bu alanda yazılan diğer kıyâfet-nâmeler insan özerine yoğunlaşmış, insan dışındaki varlıklara pek yer vermemiştir. eser bu yönüyle diğer eserlerden ayrılmaktadır. 149 151 Eserin belki de en dikkat çekici yönü eserin bir fal-name özelliği taşımasıdır. Yazar eserinin son bölümünü bağımsız bir risâle olarak düzenlemiş ve bu bölümde el üzerinde durarak eldeki çizgilerden yola çıkıp kişinin talihini, kişiliğini ve bazı özelliklerini ortaya koymaya çalışmıştır. Yazar, bu bölümde anlatacağını daha somut kılmak amacıyla resimlere yer vermiş ve el resimleriyle eldeki hatların ve kişiliğin ilişkisini açıklamaya çalışmıştır. Eserin son kısmında yer alan bu risâle, diğer kıyâfetnamelerde yer almamakta, sadece kıyâfetnâmeler el üzerinde durarak kişiliği elin şekli, büyüklüğü-küçüklüğü, kalınlığı-inceliği, parmakların uzunluğu ve kısalığına göre belirlerler. Yazarın eserin sonunda böyle bir bölüme yer vermesi de eseri diğer kıyâfet-nâmelerden ayırır. Eserin son kısmı ise manzum olan bir kıyâfet-nâmedir. Yazar bu bölümü tamamen Yunan hekimlerinin görüşlerine göre düzenlemiş ve bu bölümde insanların uzuvlarını Yunan hekimlerinin anlayışına göre değerlendirmiştir. Yazarın eserinde böyle bir bölüme yer vermesi de eserini diğer eserlerden ayırmaktadır. 14. Eserin Dil ve Anlatım Özellikleri 16. yüzyıl Türk dili için bir çıkmazın yaşandığı yüzyıldır. Bir önceki dönemlerde görülen aşırı özenti ve hüner göstermenin bir sonucu olarak dil her geçen gün gittikçe ağırlaşmış, dile Arapça ve Farsçadan çok sayıda kelime ve terkip girmiştir. Başlangıçta şiirde şairler, Arapça ve Farsça kullanmayı bir zorunluluk olarak görmüşler. Zira Türkçe aruza uygun bir dil değildi ve Türkçede uzun ünlü yoktu. Şairler, şiirlerinde aruzu kusursuz kullanmak ve onları aruz hatalarından kurtarabilmek amacıyla başka dillerden sözcük almak zorunda kalmışlardı. Ama sonraki dönemlerde artık şairler bu zorunluluktan öte şiir ve yabancı dildeki maharetlerini göstermek amacıyla şiirlerinde yabancı kelime ve terkiplerle örülü ağır bir dil kullanmışlar. Hatta bazı şairlerin bütün bir beyit içinde birkaç sözcük dışında tüm kelimelerin Arapça ve Farsça olduğu da görülmüştür. Şiir dilinin bu şekilde anlaşılmaz olmasına tepki olarak bu dönemde bir grup şair Türkî-i Basit adlı bir akım başlatıp şiir dilinin sade, anlaşılır ve halkın konuştuğu Türkçe olmasını savunmuşsa da bu akım pek etkili olamamış ve sadece birkaç şair bu tarzda şiir yazmıştır. Bu dönemde düzyazıda da durum şiirden pek farklı değildir. Bu dönemde Türk nesri seslendiği çevrelerin eğitim durumuna göre sade, orta, süslü nesir olmak üzere üç koldan gelişme göstermiş ve seçilen nesir anlayışı ve seslenilen kitleye uygun olarak üslup kullanılmıştır. örneğin halk için yazılmış ve bilgi verme amaçlı olan eserler sade nesirle; iyi eğitim almış, yüksek zümreler için kaleme alınmış hüner gösterme kaygısı taşıyan eserler 150 152 süslü nesirle, orta derecede eğitim almış, Arapça ve Farsça bilen kimseler için yazılan eserler ise orta nesirle yazılırdı. Halk için yazılan eserlerin dili -yani sade nesrin- oldukça anlaşılır, basit ve yabancı terkiplerden arınmış bir dil kullanılırdı. Bu tür eserlerde öğreticilik ön planda olduğu için yazarlar, dolambaçlı ifadeler, süslü ve sanatlı anlatımlara yer vermeden okuyucuya sadece bilgi vermeyi amaçlarlardı. Süslü nesirde ise durum sade nesrin tam tersidir. Yazarın temel amacı okuyucuya bilgi vermek değil, aktarılan düşünceyi ya da bilgiyi okuyucuya sanatlı bir şekilde aktarmaktır. Bu yüzden yazar, cümleleri Arapça ve Farsça tamlamalarla uzatabildiği kadar uzatır, cümleleri seci denen iç kafiyeyle kafiyelendirmeye çalışır, onlara söz sanatlarıyla parlak bir söyleyiş özelliği kazandırır. Orta nesirde ise üslup yer yer sade nesrin özelliklerini taşıyarak sade, özentiden uzak doğal bir dil kullanılırken yer yer de süslü nesri hatırlatan süslü, sanatlı, secili ve ağır bir dil kullanıldığı olur. Şa bân-ı Sivrihisârî nîn Kıyâfet-nâmesi ni 16. yüzyılın dil anlayışına göre değerlendirmek gerekirse bu eser sade nesrin dil anlayışını taşımaktadır. Eserin bütünü göz önünde bulundurulduğunda öğretici eserlerin temel özelliği olan anlaşılırlık ve sadelik bu eserde de kendini göstermekle beraber eserin çok az bir yerinde ise dil bakımından daha ağır ve sanatlı olduğu ve süslü nesri hatırlatan cümlelerin olduğu da görülmektedir. Özellikle eserin ilk bölümlerinde yazarın Arapçaya yer verdiği ve kimi yerlerde ise ayetlerle düşüncesini desteklemeye çalıştığı ve bazı yerlerde ise Arapça ve Farsça beyit ve rubailere yer verdiği olmuştur. Bunun dışında eserin asıl bölümleri ise sade, herkesçe anlaşılan bir dil kullanıldığı görülmektedir. Eserde başlıklar ve organ adları ve bölümler genel olarak Arapça olarak verilmiş; ama açıklama kısımlarında ise organ isimlerinin Türkçe karşılıkları verdiği ve buna göre değerlendirildiği, özellikle hayvan adları ve temel karakterleri anlatırken bunların Arapça isimleri kullanıldığı görülmektedir. Örneğin yazar, at değil de feres, sığır değil de bakar, koyun değil de zan gibi hayvanların Arapça isimleri kullanmıştır. Ayrıca halk diline yerleşmiş, halkın anladığı Arapça ve Farsça kelimelerin de eserde kullanılmıştır. Bunların dışında ise genel olarak eserin dili halkın kullandığı dildir. Eserde aynı zamanda Türkçede pek yaygın olarak kullanılmayan ve daha çok bölgesel nitelik taşıyan tomalıç, yıncıklık, söbi, uğrı, tulun, değirmi, yumru gibi sözcükler de kullanılmıştır. Kelimelerin bazılarında yazım birliği yoktur. Mesela sarı sözcüğü bazı yerlerde 4arı şeklinde yazılırken bazılarında 4aru şeklinde yazılmıştır. Bazı sözcüklerde ise hal ekleri ve yapım ekleri eksik yazıldığı olmuş ve bu ekler tarafımızca parantez içinde gösterilmiştir. Olmak fili bazı yerlerde olup bazı yerlerde ise bolup şeklinde yazılmıştır. Metnin bazı 151 153 bölümlerinde hûy şeklinde yazılırken bazı bölümlerde hû şeklinde yazılmıştır. Avuç ve haç gibi ç ile biten sözcükler metinde c ile yazılmıştır. Ayrıca bazı sözcükler de metin içinde eksik ve yanlış yazılmıştır. Örneğin 49 vb de yer alan ve3âvi3in sözcüğü me3âvi3 şeklinde yanlış yazılmıştır. Ayrıca 50. varakta da 2arâ7at sözcüğü 2arâ2at şeklinde yazılmıştır. Mide kelimesi de mi îde şeklinde kaleme alınmıştır. 15. Biçim, Ölçü ve Kafiye: Eserin büyük bir bölümü mensur olarak kaleme alınmış, mensur kısımlar içinde yazar yeri geldikçe bazı Arapça, Türkçe ve Farsça beyitler de serpiştirmiştir. Eserin bu bölümünde bulunan nazım parçaları beyit ve mısralara yer vermiş, nazım biçimi olarak da kıta ve rubaiyi sadece kullanmıştır. Ölçü olarak da yazar, aruzu kullanmış ve metin içinde aruzun farklı kalıplarına yer vermiştir. Aruzu Türkçe yazdığı şiirlerde başarılı bir şekilde kullandığı pek söylenemez; zira şiirlerde çok sayıda imaleye yer vermesi şairin aruzu kullanmakta pek de başarılı olmadığını göstermektedir. Gerçi bu tür hataların bu dönemde görülmesi gayet doğaldır. Çünkü bu dönemde aruz daha Türkçeye tam uydurulamamış, bu yüzden de bu tür kusurlar büyük şairlerde de görülmüştür. Şair, ilk sayfadaki Arapça ve Farsça beyitlerde ölçü kullanmamıştır. Zira bu beyitlerin hiçbir aruz kalıbına uymaması bunu göstermektedir. Bu sayfadaki ilk Türkçe beyitte yazarın kullandığı aruz kalıbı fâilâtün/ fâilâtün/ fâilâtün / fâilün dür. Aynı varakta yer alan kıtada ise müellif iki farklı aruz kalıbı kullandığı görülmektedir. Müellif ilk iki beyitte aruzun fâilâtün / fâilâtün / fâilün kalıbını kullanırken üçüncü beytin ilk dizesinde ise fâilâtün / fâilâtün / fâilâtün / fâilün kalıplarına yer vermiştir. Böyle bir kullanım aruz kalıplarına aykırıdır. Zira aruz kurallarına göre bir şiirin tüm dizeleri aruzun aynı kalıplarıyla yazılmalıdır. Bir şiir içinde farklı kalıplara yer verme anlayışı ancak Servet-i Fünûn edebiyatıyla edebiyatımızda kendini göstermiştir. Müellif, bir sonraki varaklarda yer alan Arapça rubaide ise aruzun mefâîlün / mefâîlün feîlün (fâ lün) kalıbını ve aynı kalıbı sonraki Farsça mısra ve Türkçe beyit için de kullanmıştır. Müellif Arapça bu rubaide aruzu Türkçe şiirlere göre daha başarılı kullandığı görülmektedir. Ama diğer Arapça ve Farsça beyit ve rubaier için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Zira müellifin verdiği bazı beyit ve rubaileri aruzun kalıplarına uydurmak mümkün değildir. Eser nazım-nesir şeklinde kaleme alınmış olduğu için eserin son kısmında 97 beyitten oluşan bir mesnevi bulunmaktadır. Bu mesnevi klasik mesnevi örgüsünü içinde barındırmasa da müellif sadece ilk birkaç beytini sebeb-i telifi andıran açıklamalara yer vermiş veasıl 152 154 konuya geçmiştir. Müellifin bu bölümde kullandığı kalıp mesnevilerde yaygın olarak kullanılan kısa kalıplardan olan mefâîlün / mefâîlün /feîlün kalıbı kullanmıştır. Bu bölümde de müellifin aruz kusurlarına pek sık olarak rastlanmaktadır. Kafiye olarak da müellif dönemin Divan şiiri kafiyeanlayışına bağlı kalmış ve genelde tam ve zengin kafiyeye yer vermiş, ayrıca rediflerden de sıkça yararlanmıştır. 16. Eserin Yapısı: Kıyâfet-nâme Arapça bir giriş kısmı ile başlamaktadır. Eserde aynı anlamı içeren bir Arapça, Farsça ve Türkçe beyit yer almaktadır. Yazar bu bölümde Allâh a niyazda bulunduktan sonra eseri Đbrahim Paşa ya sunduğunu aktarmakta ve Đbrahim Paşa için dua etmektedir. Yazar, bu bölümde eserini Muhammet bin Ebi Bekir bin Ebu Talib El-Ensari nîn ilm-i firâsete daire serinin tercümesi olduğunu aktarmaktadır. Bu bölümün sonunda bir rubai yer almakta, ayrıca yazar eserin içeri hakkında bilgi vermekte ve eserin bir mukaddime ile dokuz makaleden oluştuğunu bize bildirmektedir. Yazar, mukaddime ve makalelerin içeriğinden de kısa bir şekilde bahsettiğinden sonra, asıl bölümlere geçmektedir. Eseri oluşturan mukaddime ve makaleler içeriği şöyledir: Mu9addime: /urûf-i mermûze beyânındadur. Ma9âle-i ûlâ: Đlm-i ferâsetüñ ta rîfi beyânındadur. Ma9âle-i 3aniye: Delîl-i aolî vü nakil ile bu ilmüñ 0aoîoati beyânındadur. Ma9aled-i 3ali3e: E+râf-ı âlemde olan şehirlerüñ ehlinüñ a2lâ9ı vü ev4âfı beyânındadur. Ma9âle-i râbi e: Racülüñ a2lâ9ı vü ev4âfı beyânındadur. Ma9âle-i -amse: /ayvanâtıñ ahla9ı beyânındadur. Ma9âle-i sadise: Mizâca vü bedene müteallik-i câm e beyânındadur. Ma9âle-i sâbi e: Đnsânuñ başında olan a 7â-yı cüz iyyesi beyânındadur. Ma9âle-i 3âmane: Đnsânıñ elden iayrı a 7âsınuñ alametleri beyânındadur. 153 155 Ma9âle-i tasi yye: Elde olan emârât vü -u+û+ beyânındadur 17. Bölümlerin Değerlendirilmesi: Eserin Arapça bir bölüm ile başladığını söylemiştik. Kıyâfet-nâme de, daha sonra Mukaddime bölümü gelmektedir. Bu bölüm Hurûf-ı mermûza yani işâretlenmiş harfleri konu almaktadır. Yazar bu bölümde bazı Arap harflerine yüklediği bir takım anlamları belirtmekte ve eserin ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkacak bu harfleri anlamamızı sağlamaktadır. Bu bölümde kıyâfet ilminde ehil kişiler için birer harf tahsis edilmiştir. Metnin ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkacak hükümler öncesi bu harfler bazen tek olarak bazen ise ikili, üçlü kullanımlarla Kıyâfet-nâme de yer almıştır. Söz konusu olan harfler ve belirttikleri metinde şu şekilde geçmektedir: et-xı, ve n-nûn, ve s-sâd, ve l-mîm, ve s-sîn, ve l- ayın, ve l-he. Xı (D)Aris+o ya işâretdür. Nûn,(B) Đflimun a, %ad (ص) Man4urî ye, Mim cemâ ate işâretdür. Aristo, bilindiği (ه), Şâfi î ye :(ع) ha, Đplâvûs a (س) Ayn )Đmâm a, Sin م) gibi bu alanda ilk defa bilimsel ve sistemli çalışma yapan ve beden uzuvlarıyla kişilik arasında ilişkiyi ortaya koymaya çalışan kişidir. Aristo nun bu ilme dair eserlerinin tercümesiyle bu ilmin Đslâm aleminde farklı bir nitelik kazanıp yaygınlaştığını daha önce aktarmıştık. Yazar, eserinin bazı bölümlerinde Aristo nun kimi eserlerinden alıntı yaptığı da görülür. Kaynakların bildirdiğine göre Đflimûn un da Kitab-ı Firase adlı bir eseri vardır ve muhtemelen bu eser de Đslâm uleması tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Đplâvûs ise kıyâfet ilmi ile ilgili bir takım görüşleri bulunan Yunan hekim ve filozofudur. Şâfî bilindiği üzere Đslâm Medeniyetinde kıyâfet ilmi ile ilgili ilk eseri yazan kişidir. Eseri elde bulunmasa da kaynaklar bu alanda ilk çalışmaların onun yaptığını aktarmaktadır. Mansûriyye olarak metne alınan ve kendisine bir harf işâret edilen ise yine Arap tıp bilginlerinden olan Muhammed ibni Zekeriya Râzî 272 olmalıdır. Zekeriya Râzî nîn tıp ilmine dair kitabı oldukça 272 Tam adı Ebu Bekir Muhammed Đbn Zekeriya El Razi'dir. Razi, 864 yılında Đran'ın Ray şehrinde doğdu. Yerleşik inançları sorgulayan felsefi düşünceleriyle tanınmış olan Razi, bilimle de ilgilenmiş ve kimya ve tıp gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarla bilim tarihinde seçkin bir yer edinmiştir. Kimya biliminde Cabir'in açmış olduğu yoldan giderek yapısal dönüşüm kuramını benimsemiştir; ancak Cabir gibi Aristotelesçi değildir; maddenin oluşumunu dört unsurun birleşmesiyle değil, atomların birleşmesiyle açıklama eğilimindedir. Çalışmaları sırasında yeni kimyevi maddeler, yeni yöntemler ve yeni aletler geliştiren Razi nîn en önemli başarılarından birisi, farklı organik maddeleri damıtmak suretiyle çeşitli yağlar, tuzlar ve boyalar elde etmiş olmasıdır; ayrıca, demir gibi zor eriyen metallerin ergitme işlemleri ile ilgili araştırmalar da yapmıştır. Razi nîn kimya alanındaki çalışmalarının yanı sıra, tıp alanındaki çalışmaları da çok önemlidir.razi ilk defa 154 156 meşhur olup uzun süre Avrupa da ders kitabı olarak kullanılmıştır. Zira onun tıbba dair eserinin adı El-Mansûrî dir. Đmâm ile kasdedilen kişi ise Fahreddin-i Râzî olabilir. Nitekim Râzî için kaynaklarda Đmam lakabı kullanılır. Fahreddin-i Râzî, ilm-i kıyâfete dair yazdığı eseri Đslâm aleminde bu alanda yapılan en iyi çalışma olarak kabul edilir. Cemâat ın hangi kaynak olduğu konusunda ise bir tespit yapılamamıştır. Cemâat ile kastedilen genel toplum yargıları olsa gerektir.yazar, verdiği kişilik özellikleri bu şahısların fikirleri ışığında açıklamaya çalışıyor. Yazar, işâretlenmiş harfler ile kıyâfet ilminde ehil olan bu kişileri ve dolayısıyla onların görüşlerini işâret etmektedir. Bu da eserin birden çok kaynaktan beslenerek oluşturulduğunu göstermektedir. Kıyâfet-nâme de kullanılan bu sistem bize bir dipnot sistemi gibi görünmektedir. Nasıl ki günümüzde ilmî bir eser oluşturulurken metin içerisinde dipnotlar kullanılıp, konu ile ilgili kişilerin gerek kitaplarına gerek araştırmalarına veyahut sözlerine atıflar yapılıyor ise burada uygulanan sistem de bize bunu hatırlatmaktadır. Tek farkı, bu artık sayfa sonunda okuyucuyu konuyla ilgili bir diğer kaynağa yönlendiren dipnot olarak değil, cümle başında, görüşleri aynen alınan veyahut konuyla ilgili hükümlerine atıf yapılan kişinin bir harf ile işâretlenmesi şeklinde olmaktadır. Biz de metni incelerken bu kıstası göz önünde tutacağız. 273 Kıyâfet-nâme de Mukaddime bölümünden sonra eseri oluşturan ilk makale gelmektedir. Bu makalede ilm-i firâsetin açıklanması yapılmaktadır. Sivrihisârî, firâset ilmine lügatlerde zîreklik dendiğini, bu ilmin insanların zahirinden iç dünyalarını anlamaya yaradığını ve bu ilmin evliya ve enbiya marifeti olduğunu söyler. Ayrıca yazar bu ilmin hak olduğunu ve bunun haklığını ortaya koyan çok sayıda akli ve nakli delillerin olduğunu söyler. Yazar, ilm-i firâsetin, ilm-i kıyâfet, ilm-i riyâfet ve ilm-i siyafetti kapsadığını, ilm-i kıyâfetin insanlar için kullanıldığını ve bu ilme vakıf olan kimselere kâif denildiğini hatırlatır. Yazar daha sonra riyâfet ve siyâfet kavramlarını açılar. Yazara göre ilm-i riyâfet, çöllerde hapsolmuş suyu bilmek olduğunu ve bu ilmin sahibinin toprağı koklayarak suyun yakın mı uzak mı olduğunu tespit ettiğini aktarır. Siyafet ise, kâifin yerdeki ayak, tırnak ve çizme izlerinden yola çıkarak oradan geçen varlıklar hakkında bilgiler edindiklerini aktarır. Eserin yazarı, ilm-i firâseti etraflıca açıkladıktan sonra firâset ilminin haklılığını ortaya koymaya çalışır. Ortadoğu ülkelerinin çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir. Bu yapıttan edinmiş olduğumuz izlenime göre, Razi hastalıkların tedavisinde, ilaçla tedavi yöntemini tercih etmiştir. Böbrek taşlarının ve mesane taşlarının çıkarılması gibi, genellikle cerrahi müdahalenin beklendiği durumlarda bile, ilaçla tedaviyi yeğlediği görülmektedir; hatta bu konu ile ilgili olarak kaleme almış olduğu müstakil bir eserde de aynı şekilde ilaçla tedavi öngörülmüştür. 273 Gedik, agy. 155 157 Bu bölümde yazar, bu ilmin hak bir ilim olduğunu ve halklılığını savunan akli ve nakli delillerin olduğunu savunur. Ayrıca yazar bu ilmi inkar edenlerin ehl-i bid at olduğunu aktararak akli ve nakli deliller sunar. Đlmin hak olduğunu ispatlamak için yazar, ayet ve hadislere başvurur. Yazar kaynakların insan özelliklerinin öğrenilmesinde üç farklı yol olduğunu söyleyerek bunları örneklerle açıklar. Yazara göre ilk yol vahi-yi rabbaniye ile olduğunu söyler.yazar, Hz. Mûsâ ve Đsâ nın bu yolla Peygamber Efendimizin geleceğini bildiklerinden bahseder ve bu fikrini desteklemek amacıyla Saff suresi 6. ayeti delil olarak sunar. Ayrıca Veysel Karranî ile Selmân-ı Farsî nîn de Allâh ın onların kalplerine ilham etmesiyle Peygamber Efendimizi bulduğunu aktarır. Yazar ikinci yol alarak marifet olduğunu söyler. Yazar şöyle devam eder: Nitekim /ekim Camâsb, /a7reti Resûlüñ aleyhi 4elatu ve selâm oamer devrinde şah olup burc-i aoreb oırânında mâh olıcaiını vü şerî atınuñ keyfiyetin bilüp -aloa bildürdi. Vü Danyal Peyiamber aleyhi s-selâm nücûm a2kamıyla 2ükmidüp didiler ki seba -yı seyyâreden devr-i oamerde beşer cinsinden bir kâmil vücûd gele ne6îri gelmiş vü gelecek olmaya dir, -aber virüp Resûl üñ 4alallâhu aleyhi ve selem nübüvvetin bildürdiler. Yazar Hekim Camasb ve Danyal Peygamberin marifet yoluyla Hz. Peygamberin geleceğini haber verdiklerini aktarır. Üçüncüsü ise yazara göre firâset ilmidir. Firâset önceki bölümlerde de açıkladığımız üzere bir insanın dış uzuvlarına bakarak onun kişiliği hakkında bilgi edinme yoludur. Yazar, bu firâset ilmine delil olarak Hz. Muhammet in Mekke den Medine ye hicret ederken onu bir müşrik görür ve Hz. Muhammet in yüzüne baktığında, yalancı olmadığını yüzünden anlar ve imana geldiğini aktarır. Yazar, Kur ân-ı Kerimden ayetleri delil olarak sunup bu ilmin yanlış ve batıl bir ilim olmadığını ve Kur ân da bu ilme işâret eden ayetlerin olduğunu göstermeye çalışır. Yazar, Kur ân dan Muhammet 30., Hicr 75, Feth 29.ayetleri delil olarak sunar. Ayrıca yazar yer yer hadislere de yer verir. Örneğin Peygamber Efendimize atfedilen Kılı kırmızı olan melu ndur. hadisini aktarır. Yazar bu bölümde Đmam Şafii ye atfedilen bir hikaye aktararak bu ilmin isabetli olduğunu aktarmaya çalışır. Hikaye şöyledir: Rivâyet olınur ki ba 7ı seferlerinde bir şa24üñ -ânesine mihmân olup şa24ıñ kıyâfeti iâyet de tüylü olup ammâ Đmâm a eyü oonaolıo itmüş. Đmâm ha7retleri şa24ıñ sûret-i kıyâfetde ma8mûn görüp siret-i 7iyâfetde memdû2 bildüiüne eyü teş2i4 idemedüm 4anup tamâm-ı melûl olmuşlar. Çünki rı2let ider olmuşlar. Ol kişi ne -arc itdiyse 7a fın yazup Đmâm a sunup -arc +aleb itmiş. Fi l-2al Đmâm uñ melûlâtı zâil olmuş. A42âbı te acüb idüp 156 158 4ormuşlar ki, melâlet vaotinde şâdlık vü şâdlıo vaotinde melâlet nedendür? Buyurmuşlar ki firâsetde bu şa24uñ şeklinden bana bir şübhe 2â4ıl olmuşdu. Çünkü şübhem zâîl oldı. Melâletim dâ-î zâîl oldı. Yazar, bu hikayeyi aktardıktan sonra Arapların meşhur şairlerinden A şa nın bir beytini örnek vermekte ve insanın talihinin ellerindeki hatlarda gizli olduğunu aktarmaktadır. Yazar, bu kısımdan sonra dört akli delille bu ilmin hak olduğunu savunmaya gitmiştir. Birinci akli delilde yazar, insanların kişilik bakımından birbirine yakın olduklarını aktarır ve bir rubai aktarır. Sonra da Seyyid Ali Hemedânî nîn Zahirü l- Mülûk adlı eserinde geçen mavi gözlü, ince yanaklı ve uzun saçlı insanlardan sakınmak gerektiği sözünü aktarır. Đkinci akli delilde ise yazar, nasıl ki hayvanların iyisini ve kötüsün belirleyebilmek için kitaplar yazılıyorsa ve atların vasıflarını anlatan esb-nâmeler, doğanların vasıflarını anlatan baznâmeler yazılıyorsa mahlukların en şereflisi olan insanlar için de yazılan firâset-nâmeler de insanların uzuvlarından yola çıkarak karakterlerini aktardığından bu eserlerin de birer insânnâme olduğunu aktarır. Ayrıca yazar, bir insanın bir uzvu onun iyi olduğuna ve başka bir uzvu onun kötü olduğuna işâret ediyorsa onun iyi olduğuna kanaat getirilmelidir. Yazar bu kısımda insanların suretinden kişiliklerini tespit etmenin mümkün olduğunu göstermek amacıyla Zahirü l-mülûk da geçen ve Eflâtûn a atf edilen bir hikayeyi aktarır. Ayrıca yazar bu bölümde insanların kötü huylarının olabileceğini ama insanların değişebileceğini yoksa peygamberlerin ve evliyanın davetinin gereksiz olacağını, Allâh onların bu kötü huylarını güzellikle tebdil ettiğini aktarır ve bunu ayet ile destekler. Yazar sonraki akli delillerde de bu ilmin özelliklerini aktarırken son delilde bu ilmin iki bölüm üzere olduğu ve birinci bölümün Allâh ın kulun kalbine ilham suretiyle bazı şeyleri lham etmesi olduğunu aktarır. Kalbine takdir-i ilahi ile iham edilen kişi insanların zahirlerinden batınlarını anlayabilir. Đkinci bölüm ise tecrübe yoluyla elde edilenidir. Bu ilmin sahibi çeşitli tecrübeler sonucu bu ilme sahip olur ve tecrübelerinden yola çıkarak insanların sıfatları hakkında hükümlerde bulunur. Bu ilimlerin tarifinden sonra diğer makaleler, insan bedeni ve karakteri arasındaki ilişkiler konu alınmaktadır. Ama yazar insan bedeniyle karakterleri arasındaki ilişkiyi aktarmadan önce çeşitli milletlerin hakları hakkında hükümler vermeye gider. Ve görüşlerine belli bir dayanak oluşturmak amacıyla Aristo, Đflimun, Đplavus, gibi bu ilmin erbaplarının görüşlerinden yola çıkar. Yukarıda bahsettiğimiz isimlerin kısaltması olan harfleri Kıyâfetnâme nîn ilk olarak bu makalesinde görmekteyiz. Makale başında ط ن م س harfleri 157 159 bulunmakta ve bu harflerin işâret ettiği kişilerin görüşlerinin ittifakıyla makalenin Kıyâfetnâme içerisinde ne sebeple yer aldığı açıklanmaktadır. Bu bölüm metinde şu şekildedir. mu-âlifdür. didiler ki: Cemî şehirlerüñ ehlinüñ a2lâ9ı vü +abâyî i biribirine س م ن ط Hiçbir şehir bulmazsın ki anıñ ehlinüñ a-lâ9ı vü tabayi i â-ir şehrüñ ehlinüñ a-lâ9ına vü +abâyi ine muiayir vü mu-âlif olmaya. Makale içerisinde yukarıda ismini zikrettiğimiz Aristo, Đflimûn, Đplâvus gibi kişilerin kaynaklarda kıyâfet ile ilgili vardıkları kanaatlerin bir özeti verilmektedir.ayrıca yazar, ortaçağın en önemli coğrafyacılarından olan Batlamyus un görüşlerinden de yararlanmış ve bazı bölümlerde ondan alıntılar yapmıştır. Bu kişilerin görüşlerinin ittifakı ile, şehirlerin insan karakteri üzerinde etkili olduğunu savunan müellif, makaleyi bu sebepten ötürü Kıyâfetnâme ye aldığını açıklamakla beraber her bölge insanının ve her milletin kişilik bakımından birbirinden farklı olduğunu ve tek tip insan olmadığını aktarmak a istemiştir. Lâkin metinde belirtilen şehir kelimesini kent, yaşanılan yerleşim birimi yanında ırk, millet, kavim belirten bir unsur olarak ele almak doğru olacaktır. Çünkü metinde şehirler belirtilirken şehir ismi değil kavim ve coğrafya adları kullanılmıştır. Bu bölüm diğer kıyâfet-nâmelerde görülen bir özellik olmayıp sadece müellifin kıyâfetnamesinde mevcuttur. Yazar tasnifini bu esas üzerine yapmıştır. Makalemizde söz konusu olan on beş şehir veya kavim vardır. Bunlar: Ehli Mısır, Ehl-i Berberî, Ehl-i Şam, Ehl-i Hicaz, Ehl-i Rum, Ehl-i Irak, Ehl-i Hind, Ehl-i Sin (Çin), Ehl-i Yemen, Ehl-i Habeş, Ehl-i Nevb (Etiyopya, Afrika halkları), Ehl-i Sevahil, Ehl-i Magrib, Kavm-i Maşrık, Halk-ı Yunan. Kıyâfet-nâme yazarı bu saydığımız kavim ve şehir mensuplarının huy, tabiat ve karakterlerinin kısaca üzerinde durmuş, genel bazı özelliklerini vermiştir. Meselâ müellifimizin, Anadolu ehli için hükümlere varılan yerde, bu coğrafyada yaşayan insanlarda mal ve makam tutkusu olduğunu, kibirli olduklarını, yeme içmeye düşkün olup, insan ilişkilerinin şanlarında fazlaca bulunduğunu belirttiği görülür. Habeş ehlinin ise güvenilir, dindar ve vefalı olduklarını ama anlayışlarının az olduğunu aktarır ve çok az yaşadıklarını, ömürlerinin oldukça 9 olduğunu da ekler. Yazar, bu bölge insanlarının anlama ve idrak yeteneklerinin güçlü olduğunu ayrıca belirtir. Yukarıda bahsi geçen şehir ve kavme mensup kişilerin özelliklerinin buna benzer şekilde verildiği makalede bu bilgilerin bilinmesinde sonsuz fayda olduğunu belirtilmiştir: Va llâhu â lem mao4ûd-i a4liyeye bu ma9âlenüñ 8ikrinüñ fuydası bi-nihâyetdür, ehli ba4ireden olana ma-fi vü pûşide degildür. Ol ecelden taodim olındı. 158 160 Kıyâfet-nâme de çeşitli kavim ve ırka ait olan insanlar hakkında verilen bu hükümlerden sonra eserin bir diğer makalesi gelmektedir. Bu makalede erkeklerin fizikî yapılarından yola çıkarak söz konusu yapıya sahip olan kişilerin huy, tabiat, karakter özellikleri ile birlikte bunların iç dünyasına dair görüşlere yer verildiği görülmektedir. Kıyâfet-nâme nîn bu bölümü kendi içerisinde bir bütünlük teşkil etmektedir. Bu bölümde yazar on üç farklı insan tipinin vücut azalar hakkında bilgi vermektedir. Yazar bu bölümde diğer kıyâfetname yazarlarından farklı bir yol seçmiş, diğer kıyâfetnamelerde olduğu gibi tek tek uzuvlardan yola çıkarak karakter tahlili yapma yerine temel karakterlerin vücut yapısının nasıl olacağını aktarmıştır. Yazar, hakkında hüküm verilecek kişilerin ahlakî ve karakter özellikleri söylendikten sonra bu özelliklere sahip olan kişilerin genel beden görüntüsü hakkında bilgi verilmektedir. Bölüm içerisinde sırasıyla: El-Racilü l-mekkar (hileci kişiler) Er- Racülü z-zânî (zeka seviyesi yüksek olan erkekler), Er-Racülü z- \a îfü l-oalb (kalbi zayıf ve kendisi düşkün kişiler), Er-Racülü f-feylesof (anlaması güzel ve nefsine hakim kimseler), Er-Racülü l-(ayre ddîn (kalbi sağlam ve kendisi hoşgörülü ve güvenilir şahıslar) El- Racülü l-şücâ (yiğit ve bahadır olan kimseler), Er-Racülü c-cebbân (korkak olan erkekler), Er-Racülü l-gâlizü t- Xab (kaba ve kötü olan kimseler), Er-Racülü l- /arî4 (hırslı ve açgözlü erkekler) Er-Riclü l-keselân (tembel ve uyuşuk kişiler) Er-Racülü l-oalîlü l- Ke3irü t-xişe (aklı az ama hilesi fazla insanlar), ile birlikte son olarak Er-Racülü l- Kelîlü f- Fehm (anlayışı az kişiler) Er-Râcülü l Bi-haya, ( hayasız ve anlama yeteneği az olan kişiler ) gibi başlıklara bu tür insanların nasıl bir bedene sahip olacağı, bu bedenin tüm fizikî özellikleri üzerinde durularak ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Eserin bu kısmında açıklanan karakter özelliği-beden ilişkisi dönemin genel toplum yargısını yansıtmaktadır. Bilindiği üzere ve diğer kıyâfet-nâme metinlerinden anladığımız kadarıyla insanın orta boylu olması, diğer uzuvlarının da bu itidal üzerine bulunması dönemin toplumsal yargılarınca olumlu düşüncelere yol açan kıstaslar idi. Bu gibi toplumsal görüşlerin kıyâfet-nâmeler dışında halkın kullandığı atasözü ve deyimlerde de eserimizdeki görüşlere paralellikle yer aldığını söyleyebiliriz. Eserimizde hileci kimseler için belirtilen özellikler halk inanışlarındaki yaygın bazı kanılar ile büyük oranda benzerlik göstermektedir. Örneğin yazar nefsine hakim ve anlama yeteneği güzel olan erkeklerin; düz orta boylu olup, diğer organlarının boyuna uygun bir şekilde bulunduğunu belirtir. Bu kimseler ne çok kilolu ne zayıf olurlar. Gözleri şehladır. Yüzlerinin rengi beyaz olup daima güler yüzlüdürler. Tüm organları bedenine göre ne büyük ne küçüktür. Başları ve kulakları ne büyük ne küçük, bedenine münasip bir şekildedir. Elleri 159 161 lâtif ve el parmakları uzundur. Tırnakları beyaz renktedir. Hileci kimselerin ise göz renginin mavi olduğunu ve parmaklarının beşten fazla olduğunu belirten yazarın bu görüşü bu konuda yapılmış halk inanışlarındaki yaygın bazı kanılar ile büyük oranda benzerdir. Sanatçı toplumun estetik değerlerinin yansıtıcısıdır. Dolayısıyla halk içinde yer alan yaygın kanaatlerin eserine yansıması gayet doğaldır. Yazar, genel bir karakter yaparken de sembolize ettiği harflerin bildirdiği şahısların görüşlerinden yola çıkarak karakter tahlilleri yapar. Örneğin El- Racülü l-şücâ yani cesur insanlar هbölümünde (He) harfiyle sembolize eden cemaatin görüşlerine yer verir. Buna göre cemaat cesur insanların yapısını şöyle tarif etmektedir: He Şeci vü oaviyy ü muoaddem vü bahâdür olan kimsenüñ 4ıfatında ittifâo idüp didiler ki: 9ılı iâyetde iri u oaviyy u -aşîn ola vü oameti +oirı olup bairı ya44ı ola vü kemikleri oatı vü iri olup eñleri yüvik ola. Eti ne iâyet oatı vü ne iâyet yumuşao ola belki vasa+ olup mu tedil ola vü alnı düz olup çuouri olmaya ammâ +amârları çoo ola. Oaşları iâyet uzun ola vü yüzünüñ rengi 9ızıl ya beyâ7 ya gendüm-gûn oızıla mâyil ola. Gögsünde vü omzunda 9ılı çoo ola vü kini vü ia7abı iâyet çoo ola vü baldırınuñ iç yüzünde et çoo olup aşaia 4ar9mış ola vü etinde vü derisinde yübûset ziyâde ola. Her kimsede bu 4ıfatıñ küllisi ya ek3eri bulınsa ol kimse oaviyy ü 3âbitü n-nefs vü şecî dür. Kıyâfet-nâme nîn bir diğer makalesi olan beşinci makalede diğer kıyâfetnamelerde görülmeyen ve yazarın kendi tasnifi olan hayvanların özellikleriyle ilgilidir. Bu bölümde yazar hayvanları kendi içinde bölümlere ayırarak onların ahlakı hakkında bilgi vermektedir. Yazar, bu bölüm için şöyle demektedir: Der ki 4uretlerinden vü şekillerinden vü fâ allerinden vü -ulolarından tecrübe ile bulup ahz itmişlerdür.ta kim buna oıyâs ile nâsuñ 6âhir a2vâli, a2vâli ma lûm ola. Xı- Nun Sin oolları üzerine bu ma9âle beş oısımdur. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi yazar bu bölümdeki görüşlerini Aristo, Đplavus ve Đfilimun un görüşleri ışığında belirlemiş ve onardan yola çıkarak hayvanlar hakkında bilgi vermiştir. Diğer sonraki bölümlerde de görüleceği gibi azar Aristo nun Kitab-ı Hayvanat adlı eserinden yararlanmıştır. Yazar bu makaleyi kendi içinde beş alt bölüme ayırarak hayvanların özelliklerini vermektedir. Kısm-i Evvel, vahşi hayvanlara ayırmıştır ve yazar, bu bölümde on beş vahşi hayvanın ahlakı hakkında bilgi vermiştir. Bu hayvanlar: Esed (aslan), nemir (kaplan) dübb (ayı) hınzır 160 162 (domuz), zi b (bozkurt), fehd (pars), kelb (köpek), sa leb(tilki), Kırd (maymun), sinnevr (kedi), zab (bir kurt türü), behşûr (bir kurt türü), erneb (tavşan), Kunfuz (kirpi), sincab.yazar bu hayvanları verdiğinde bunları insanlarda olduğu gibi beden yapılarıyla herhangi bir bağlantı kurarak anlatma yoluna gitmemiş ve sadece bunların karakter özelliklerini vermiştir. Örneğin aslan için yazar şöyle hüküm vermektedir: Se-i vü alî-himmet vü ehl-i kerem vü ehl-i 4abırdur vü ouvvetde vü şecâ atde nihâyet mertebededür vü 2ile vü -ud â ehlidür. /ilmi ile vü ia7âbı ile muta44ıf ammâ ia7âbı 2ilmine iâlibdür. Kısm-ı sani bölümünü adem ile me nûs olmuş cân-verler beyânındadur şeklinde bir ibareyle yazar bize tanıtır. Yazar bu bölümde insanların kendilerinden faydalandı ehlileştirilmiş hayvanların ahlakı üzerinde durmuş ve onlar hakkında bilgi vermiştir. Yazar bu bölümde on bir hayvana yer vermiştir. Bunlar: Cemel (deve), himâr (eşek), mehâ (yaban sığırı), bakar (sığır), zan ( koyun), fil, camûs (cammış), ma z (keçi), bagl (katır), feres (at), gazal (geyik). Yazar bu hayvanları verdikten sonra bunlar hakkında tek tek bilgiler vermekte ve bunların ahlakının nasıl olduğunu aktarmaktadır. Örneğin yazar cemel yani deve için şöyle bir değerlendirme yapmakta ve ahlakını şöyle açılamaktadır: Cahîl vü iâfil vü bî-iayret vü kin dutucudur. Ammâ ouvvetli vü perhîz-kâr vü 2alim vü kerim vü bî-2ile aşıo olup eşin sevici vü iâyetle 4usuzluia 4abredicidür. Efelâ yen6urune ile l-ibli keyfe -iloat tevsirinde Ka5ı Bey7evi Rahmetü l-bari ider /a9 Te ala devede niçe menâfi -alo itmiştir ki ol iayrı 2ayvanâtda yoodur. Evvel budur ki boynın uzun -alo itmişdür ki yük için çöker vü yük ile oaloar. ikinci budur ki her otu vü her dikeni yir, beslemek âsândur. Üçünci budur ki on gün mütevâliyen dâ-î artuo 4usuzluia 4abrider. Dördünci budur ki bir oilan yetse ona +âbî olur, mu-âlefet itmez. Kısm-ı saliste yazar, suda yaşayan canlıları ele almakta ve bunlar hakkında bilgiler vererek ahlaklarını açılamaktadır. Bu bölümde dört deniz canlısı ele alınmış ve açıklanmıştır. Yazar, bu bölümde şu hayvanları ele almaktadır: Timsâh, Seretân (yengeç), semek (balık), kars (balığa benzeyen bir canlı). Yazar bu bölümde bir önceki bölümlerde olduğu gibi varlıkların beden yapıları üzerinde hiç durmaz sadece onların ahlakları hakkında bilgi vermekle yetinir. Örneğin timsah için şöyle der: 161 163 Maoaddem u -ayin vü uiri vü bî-vefâ vü bî-2ayâ vü 2amlesi tîz vü 2areketi seri vü 2îlesi vü şenligi vü şâdlıiı çoodur. Iayrı 2ayvânlara mu-âlifdür. Üst çenesin oynatmaoda zîrâ cemi 2ayvânât alt çenesin mu-ârikdür vü ol üst çenesin. Kısm-ı rabia da ise yazar, kanatlı hayvanlar üzerinde durur. Bu bölümde yazar, sadece kuşları ele almaz kuşların yanı sıra sinek ve arılardan da söz eder ve on dokuz kanatlı hayvanın özelliklerini aktarır ve onların ahlakını tanıtmaya çalışır. Yazarın bu bölümde ele aldığı kanatlılar şunlardır: Baz (doğan), sakır (çakır), Nasr (kerkes), rahm (alaca bir kuş), zag (karga), aka ake (saksağan), gurabaü l-beyn (alaca karga), ivvez (yaban kazı), batt( kaz), dik (horoz), kürki (turna) hüdhüd, kata (bağırtlak), hemâm (güvercin), tavus, usfur (serçe), zenbur (sarı arı), nehl (bal arısı), zühâb (sinek). Yazar, bu hayvanları neden ele aldığını aktarmamaktadır. Ama o dönümde özellikle av kuşları hakkında baz-namelerin yazıldığı göz önünde bulundurduğumuzda yazarın bu havanları anlatmasının sebebini az çok anlayabiliyoruz. Yazarın bu hayvanları nasıl tanıttığını anlamak için baz yani doğan için yaptığı değerlendirme bize bilgi verecektir: Ouvveti var, bî-vefâ vü 6âlim vü -od-bîn ya nî kendüyi görici vü tekebbürlenici vü ögünici vü sükût sevici vü iâyet ırâodan bir şeyi göricidür. Kısm-hamis yani beşinci bölümde yazar haşere ve yılan üzerinde durur ve bunların ahlakını aktarmaya çalışır. Bu bölümde beş canlı ele alınmıştır. Bunlar: Hiyye (yılan), nemis (Mısır da yaşaya bir kurtçuk), akrep, nehl (karınca), cerâd (çekirge). Yazar bu bölümde bu varlıkların ahlaklarını tek tek aktarmaktadır. Örneğin yazar karınca hakkında şöyle demektedir: )arîs vü ba2îl vü şerîr vü şecî vü 9atl vü cebr idici. Kendü 7a îf himmet-i alî vü i9dâmı vü 0ilesi vü ittifâ9ı ziyâdedür. Yazar hayvanatın ahlakını verdikten sonra mizacın sıcaklığı ve soğukluğunu ve verilen hükümler bedenin rengi ve nasıl bir yapıda bulunduğu ile ilgilidir. Yazar bedenle ilgili birçok özelliği ele almakta ve mizacın sıcaklığına ve soğukluğuna delalet eden özellikleri açıklamaya çalışmaktadır. Đnsan bedenini; yumuşak, katı, soğuk, nemli, kuru gibi sınıflandıran yazar, bu sınıflandırmalar eşliğinde bir takım hükümler vermiştir. Yazarın bu bölümde ele aldığı ilk özellik renkle ilgilidir. Yazar, renk konusunun başında vereceği hükümleri bu konuda tanınmış müelliflere dayandırmakta ve burada Mansûrî ile Đmam ın yani Fahreddin-i Râzî nîn renk konusunda verdikleri hükümleri aktardığını bize işâret etmektedir. Bilindiği gibi 162 164 Mansûrî olarak bilinen Muhammed bin Zekerya Râzî, Đslâm aleminde ve Batı da oldukça tanınan meşhur bir tıp alimidir. Eseri yıllarca medreselerde ve Batı da okullarda ders kitabı olarak okutulmuştur. Fahreddin-i Râzî ise firâset alanında Arap edebiyatında en tanınmış eserin yazarıdır. Yazar, bu iki yazardan renk konusunda aktarım yapması, onun eserini hem tıbbi hem de ilmi temellere dayandırdığını göstermekte ve esere bilimsel bir çalışama havası kazandırmaktadır. Yazar bu bölümde insanın vücut renginin kişiliğini nasıl etkilediğini ve renklerin ne tür bir kişiliğin işâreti olduğunu aktarır. Bu bölümde kısa bir alıntı yapmak konunun daha anlaşılır olmasını sağlayacaktır: (Mîm %ad) Didiler ki âdemüñ rengi beyâ7 olma9 ya 9alay renginde olma9 ya alıçı renginde olma9 mizâcüñ sovuoluiuna dâlldür. %âfî 9ızıl ya beyâ7a mâyil 9ızıl ya gendüm-gûn olma9 mizâcüñ 2arâretine dâlldür. Beyâ7 renk ki ince vü 4âfî 9ızıl renge 9arışmış ola. (27 B) mizâcüñ itidâline dâlldür. Eger 9ızıllı9 artu9 vü 4âfîlık az olursa 9anuñ iâlebesine dâlldür vü eger 9ızıllı9 eksik olursa 9an 9ılletine dâlldür. Eger 9ızıllı9 hiç olmayup alçı renginde olursa 9anuñ vü uruñ 9ılletine vü baliâmuñ iâlebesine dâlldür. Eger beyâ7 ya yaşıl rengiyle ma-lû+ olup 9alay renginde olursa 4afrânuñ vü 9anuñ 9ılletine vü sevdânuñ vü baliâmuñ iâlebesine dâlldür. Yazar El-Lems başlığı altında vücudun sıcaklığı, soğukluğu, yumuşaklığı ve sertliği üzerinde durmaktadır. Vücudun bu özelliklerinin kişilik üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu açıklamaktadır. Zannımızca yazarın burada sıcaklık ve soğuklukla anlatmak istediği kişinin kişilik bakımından sıcak kanlı, sevecen ve soğuk kanlı, itici olmasıdır. Yoksa mizaç sıcak ve soğuk olması söz konusu olamaz. Bilindiği bu tür özellikleri belirlemek ve bu konuda hüküm vermek biraz da tıbbın alanına girmektedir. Yazar da bir hekim gibi bu bölümde davranmakta ve vücudun bazı özelliklerini bu yönüyle değerlendirmektedir. Örneğin: Beden ıssı olma9 mizâcüñ 2arâretine dâlldür. Beden 4ovuo olma9 mizâcüñ bürudetine dâlldür. Beden yumuşa9 olma9 mizâcüñ ru+ûbetine dâlldür. Beden 9atı olma9 mizâcüñ yübûsetine dâlldür. Eger beden ıssı vü yumuşao olursa mizâcüñ 2arâretine vü ru+ûbetine dâlldür. Eger ıssı vü 9atı olursa mizâcüñ 2arâretine vü yübûsetine dâlldür. Eger beden 4ovuo olup yumuşa9 olursa mizâcüñ 4ovu9luiuna vü ru+ûbetine dâlldür. Eger beden 163 165 4ovuo vü 9atı olursa mizâcüñ sovu9luiuna vü yübûsetine dâlldür. Ammâ 4ovuo vü 9atı olma9 az va9î olur. Yazar bu bölümde üzerinde durduğu bir diğer özellik ise kişinin fiilleri yani hareketleridir. Yazar, fiil kavramıyla anlatmak istediğinin hazım ve iştaha olduğunu, bunların kişinin kişiliğiyle bağlantılı olduğunu aktarır. Yazar bunların hızlılık ve yavaşlık bakımından ele alır. yazara göre kişide iştaha ve hazım kuvvetli ve seri olursa bu onun mizaç bakımından hararetli bir kişiliğe sahip olduğunu, zayıf ve yavaş olursa da soğuk mizaçlı olduğunu gösterir. Bu bölümlerden sonra makale beden konusunu ele almakta ve bedenin yapısını işlemektedir. Beden bölümü de kendi içerisinde fasıl adı verilen bölümlere ayrılmaktadır. Yazar bu fasıllarda ise bedenlerin alametleri üzerinde durmaktadır. Bu bölüm şu fasıllardan oluşmaktadır: Alâmetü l-bedenü l- Mu tedil, Alâmetü l-bedenü l- /ârr, Alametü l- Bedenü l-bârid, Alâmetü l-bedenü r-ra+b, Alâmetü l-bedenü l-yâbis, Alâmetü l- /arrü l-yâbîs, Alâmetü l- Bedenü l- Bâridü r Ra+b. Bu bölümler hararet (sıcaklık), yübûseti (kuruluk), bürudeti (soğukluk), rutûbeti (nemlilik) gibi özelliklere göre ele alınmış ve bedenin bu özellikleri ile kişilik arasında ilişki kurulmuştur. Bu özelliklerin görüldüğü bedenler hakkında hükümler vermiştir. Bu kısım altı fasılla devam etmektedir. Bir örnek olması bakımından bahsettiğimiz fasıllardan birisini buraya almayı uygun gördük. Böylece müellifin bu bedenlere ait hükümlerini ne şekilde verdiğini anlamamız daha kolay olacaktır: Alâmetü l-bedenü l- Mu tedil /arâretde vü bürudetde vü yübûsetde itidâl üzerine olan bedeniñ alâmetleri oldur ki levni beyâ7 ola oızıla mâyil vü bedeni 4ovuo olmaia vü iâyetde ıssı dâ-î olmaia belki 2arâreti ru+ûbetine iâlib ola vü eti ne iâyet yumuşao vü ne iâyet oatı ola vü 9ılı ne yoiun vü ne ince vü ne 9ara ne 9ızıl ne 9ıvırcu9 ne uzunca ola. Xamarları ne +ar olup gizli ola vü ne gîñ olup âşkâre ola vü âvâzı ne bülend vü ne alçao ola vü 2areketi ne tîz ne giç ola. Bu umurlarda vasâ+ ola +abi at-ı fi llerinde vü nefs-i fi llerinde 8ikrolundu ki adâlet üzerine ola. Đnsan bedeninin sahip olduğu renkler ve özellikler ile ilgili bu gibi hükümler veren eserimizin müellifi, daha sonra bir diğer makale olan yedinci makaleye geçmektedir. Bu makale insanın kafa yapısı ve baş çevresinde bulunan organlar hakkındadır. Söz konusu makalede on altı fasıl bulunmaktadır.bunlar sırasıyla baş, başın beyin kısmı (kafatası), baş 164 166 kılları(saç), alın, kaş, göz, kulak, ağız, yüz, avaz(ses), gülmek, nefes almak, yüz rengi, sakal ve boyun hakkında olarak tasnif edilmiştir. Eserin yazarının diğer makalelere nazaran bu makale ve belirtilen uzuvlar üzerinde ayrıca durduğunu söylemek yerinde olacaktır. Yazar bu bölümde tüm başla ilgili olan uzuvları tek tek ele almakta ve önceki bölümlerde yaptığı gibi bu uzuvlarla ilgili yaptığı açıklamaları yukarda verdiğimiz kişilerin bu konuda yaptığı açıklamalara dayandırmaktadır. Yazar bazı bölümleri birden çok kişinin dgörüşü ışığında ele almış ve hatta uzuvların ayrı ayrı özelliklerini ayrı ayrı kişilerin düşünceleri ışığında aktarmıştır. Örneğin baş konusunda yazar, Xı, Nun, Sin, %ad, Ayın, Mîm harfleriyle sembolleştirilen kişilerin hükümlerinden yararlanmıştır. Diğer bir deyişle yazar Aristo, Đflimun, Mansûrî, Đmam, Đplâvûs, Đmam Şafîî nîn görüşleri ışığında baş konusunu ele almış ve hüküm verirken de onların o konudaki görüşlerini aktarmıştır. Bu bölümü -yani El-Fa4lü l- Evvel Fi-Er-Rü ûs- aşağıya almamız konunun anlaşılması bakımından iyi olacaktır: Ya nî başlar beyânındadur. Xı, Sîn: Büyük baş ammâ ifrâ+ıyla büyük olmasa himmet-i âlîye vü güzel fehme vü inoiyâda delîldür. Ammâ 4acınuñ iâfleti iâlib olur. Đfrâ+ıyla büyük baş eblehlige vü ı7+ırâba delîldür. Küçicek baş -ıffete ya nî 4acınuñ yinicikligine vü başınuñ kücücklügi miodârınca a9lınuñ dâ-î eksikligine (30 B) delîldür. Ya nî baş ne oadar küçicek olsa ol oadar aolı dâ-î eksik olur. Nun: Küçicek baş tehevvüre delîldür. Meger ki bedenine münâsib ola dâhî ru+ûbet çooluiuna vü şekl güzelligine delîldür. Nun Mîm %ad: Başuñ derisi münoabı7 olup bir yere cem olma9 9ıllet-i 2ayâya delîldür. Đme r-re s ya nî beyni yeri çu9ur olma9 2ır4a delîldür. Ayın: Tehevvüre vü nasa mu-alefete delîldür. Boynınuñ yerleri çuour olmao -abâ3ete vü abe3e delîldür. Nun: Baş sobî olmao yaramaz niyyete 2amâ9ate delîldür. Başuñ eñseden cânibi çoo olup eñsede bir sürü kemik olma9 aola vü cevdet-+ab e delîldür. Ammâ mu tedil vü memdû0 ola. Başuñ emâratı 2ükemânuñ ittifâoı biriyle va7 ı mi9dârı mu tedil olup büyüklüge mâyilrak vü kendü bünyesine münâsib olup müstedirü ş-şekl ola ki ne bir ki ennehû bir +obdur vü alnı üzerinde iki cânibinde bile birer barmao miodârı oıl bitmiş yir olup ana cânibinden içerüye (31 A) girmiş ola vü alnı eñseden azacuo büyük ola eñsede bir sürü 165 167 kemik ola vü eñse çuour olmamao şar+ıyla bu mi3lü baş aola vü fehme vü fikr-i 4â2î2e vü 4âli2 amâle vü 4âli2 düşe vü ziyâde 2ıf6a bir şeyi tîz añlamaia vü tîz añmaia delîldür. Bütün kıyâfet-nâmelerde olduğu gibi bu kıyâfet-nâmede de yüze çok büyük bir önem verilmiş ve yazar kıyâfet-nâmesinin önemli bir kısmını bu bölüme ayırmıştır. Çünkü ona göre insan karakterini anlamada yüz ve bilhassa el izleri çok önemlidir. Çünkü müellifimize göre yüz hatları ve görünümü, insanın iç dünyasını anlamada yüz önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda yüz Allâh cemalinin tecelli ettiği yer olarak kabul edilir. Yazarın bu konuda verdiği hükümler diğer kıyâfet-nâme yazarlarınınkiyle paralellik gösterir. Yazar, bu organları özelliklerine göre uzunluk-kısalık, incelik-kalınlık, küçüklük-büyüklük, sertlik-yumuşaklık, gibi hususlar bakımından ele alır. Yazar baş ve başa bağlı uzuvlar ile ilgili hükümler verdikten sonra sekizinci makaleye geçer ve vücudun diğer azalarından bahseder. Bu bölümde boy, bel, cinsel organ, göğüs, kol, ayak gibi uzuvlar yer almakta ve yazar her uzuv için bir fasıl düzenlemektedir. Bir önceki bölümde olduğu gibi yazar, bu uzuvlarla ilgili hükümler verirken yararlandığı kişilerin düşüncelerinden yola çıkmakta ve buna göre tespitlerde bulunmaktadır. Yazar, bu bölümde uzuvları aktarırken cemaatin bu konulardaki görüşlerine yer vermemiş; ama diğer tüm kişilerin görüşlerine yer vermiştir. Mesela göğüs konusunda görüşler şöyledir: Mîm, Sad: Gögüs büyük olup memeleri etlü olmao kâhil vü a2mao olmaia delîldür. Gögüs çıoıo olmao şâdlıia (41 A) vü bî-2ayâ vü sa-t-rûy olmaolıia olup vasa+ü l hâl olmaia delîldür. Sin: Dûn-himmet olup mübâşeret itdügi işi başına çıomaia delîldür. Gögüs ne etlü vü ne uzun vü ne arıo belki vasa+ olup arıolıia mâyil olmao ma rifete vü hilme vü 4âbirlige vü ihsâna vü insâniyete vü cevdet-+ab a delîldür. Küçicek oarın âkla vü fehme vü firâsete delîldür. Büyük oarın nikâ2 çooluiuna delîldür. Yazar, diğer organların özelliklerini verdiğinde olduğu gibi bu bölümlerde de genelde aşırılığa karşı çıkmış ve aşırı küçüklük ve büyüklüğü olumsuzluk olarak kabul etmiştir. Tüm kıyâfet-nâmelerde olduğu gibi mutedil insan üzerinde durmuş ve uzuvların orta olmasını gereği üzerinde durmuştur. Örneğin boy konusunda uzun boyu gaflete, kısalığı ise kine ve hileye delalet olarak kabul etmiş, orta boyu ise zekiliğe ve güzel yaratılışa delil olarak kabul etmiştir. Kilolu ve zayıf olmayı da olumsuzluk olarak kabul eden yazar, kilolu insanların 166 168 ahmak olduğunu söyler. Yazar boy hakkında bunları dile getirirken bazı istisnalar olabileceğini söyler ve Đmam Şafii yi buna istisna olarak kabul eder. Çünkü Đmam Şafii kilolu olduğu halde oldukça zeki biriymiş ve yazara göre bu durum nadir bir haldir. Yazar, eserinin bu bölümünde cinsel organ üzerinde de durmuş ve cinsel organın bazı özelliğinden yola çıkarak kişilik tahlillerinde bulunmuştur. Bu uzuv bazı kıyâfet-nâmelerde yer alırken bazı kıyâfetnamelerde pek yer alamaz. Ama yazar bu uzvu oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almış ve birçok yönden kişilikle olan ilişkiyi ortaya koymuştur. Yazar,cinsel organla ilgili hükümler verirken bu konuda yararlandığı müelliflerin görüşünden yararlanmış ve bunları şu şekilde açıklamıştır: Mîm, Sad, Nun, ince uzun olup +oirı olmao le+âfete, a9la vü oıllet-i cimâ a delîldür. Ayın, 6eker yoiun vü uzun olmao 2in-i cimâ da iâyetle le88ete vü 2emâoate vü cehle delîldür. /imâr ile müşâbih oldıiundan ötüri vü eger oı4a olup yoiun olursa şehvetperestlige vü iaflete vü a9la vü lâf urup özünüñ ayubuna mü++ali olmaia vü mu ânidlige delîldür. Eger oı4a olup ince olsa iâyet 8eki vü ehl-i in4âf olmasına dâlldür. Yazar, bu konuyu bu kişilerin görüşlerine bağlı olarak anlatırken de bu uzvu büyüklük- küçüklük, incelik-yoğunluk gibi özelliklerle ele alır ve bu özelliklerin kişiliğe ve diğer hususlara yansımasını işler. Sekizinci makaleden sonra yazar dokuzuncu makaleye geçer ama bu makale başlı başına bir risâle olup yazarın deyişiyle eserden bir parça değildir. Yazar bu bölümü bir mukaddime ve altı bab şeklinde düzenleyip el hatları hakkında bilgiler vermekte ve insanın avuç içlerindeki çizgilerden yola çıkarak onların talihleri hakkında yorumlar bildirmektedir. Bu makale insanın elinde olan çizgilerden ve bu çizgilerin durumuna bakılarak çıkarılan hükümlerden oluşmaktadır. Eserin bu makalesinde yazar anlatmak istediği hükümleri şekiller ile desteklemiş ve metni anlamada bizlere kolaylık sağlamıştır. Müellife göre insanın elinde olan çizgiler, onun iç dünyasını anlamada en iyi yol gösterici unsurlardır. Yazara göre el insanın en önemli uzvu olduğu için mutlaka ele alınması gereken uzuvdur ve yazar, bu bölümü oluşturma sebebini de şu şeklide açıklamaktadır: Bilgil ki sâir a7ânüñ 4ıfat-ı 2amidiye vü 8emîmeye delâletleründen keffüñ delâlet-i ef4a2 vü ev7ah oldıiı ecelden el içün müstâoil bir ma9âle 8ikridüp tafsîl üzerine şekiller ile - u+û+uñ vü sâir cüziyâtüñ a2vâlin beyân oıldıo ammâ elüñ ev4âfa delâlet sâir a7âdan ziyâde oldıiuna sebeb böyle buyurdular ki ibâdet vü cennât u 2ayr vü cihet-i mâ aş elsiz olmaz her 167 169 u7vuñ ele ihtiyâcı vardur vü göz sâir a7â her gâh ki göre +urmaz ammâ /ao te ala gözüñ müna6ırı oılmıştır ta kim Âdemoiulları elde olan emârâtı görüp 4ıfat-ı ma8mûme-yi ma2mûdiyeye tebdîl itsün içün vü da-ı birbirinüñ elün görüb yaramaz 4ıfatlü kişilerden i2tirâ4 itsünler içün elde alâmetler çoo eyledi. Biñ eli bir yere cem eylesüñ birindeki 2a+lar birine beñzemez. Zîrâ her bir kişi bir dürlü ev4âf vü a2vâl ile muta44ıfdur. Evvel zamânda oul vü cariye alur olsalar elin görürler idi. %ıfat-ı 2amide ile muta44ıf ise alurlar idi, degilse idi almazlar idi. Şimdik Zamânda: Şimdiki zamânda da-ı ol zamâne taolîd idüp görürler ammâ a4lı bilmezler /ak süb2ana vü te âla yedi kevâkeb-i seyâre cemi i ma-lûoa vü insânuñ iki yüz oıro sekiz ya da-ı artuo ya da-ı eksük i-tilâf üzerine a7âsına müyeser oılmıştır ki âdem vücûda geldügi -inde kevâkeb-i seyyârenüñ a2vâllerine yüzden bulunursa ana göre a7âlarınuñ a2vâlleri olur. Ammâ 2in-i velâdetde kevâkebin a2vâlin mailub olmayup kevkebi oanoı kevkebdür bilinmezse a7âsınuñ a2vâllerinden kevkebi oanoıdur bilinür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu bölüm bağımsız bir risâle olup bir mukaddime ve altı bab üzerine kurulmuştur. Yazar, eldeki her uzvun bir yıldız hükmü altında olduğunu bildirir ve bunları harflerle adlandırır. Müellif, makalenin mukaddime bölümünde elde bulunan parmakların isimlerini ve bu parmaklara tahsis ettiği harfleri açıklamaktadır. Ayrıca el içerisinde bulunan çizgilerin isimlerinin yine bu bölümde verildiği görülmektedir. Kıyâfetnâme de el içinde bulunan çizgilerin isimleri belirtildiği gibi bu çizgiler, yine önceki makalelerde gördüğümüz gibi bazı harfler aracılığı ile metin içerisinde yer almaktadır. Bu bölümde ayrıca her bir parmağın etkisinde olduğu yıldızın adı da zikredilmiştir. Parmaklara birer harf tahsis eden yazar, her parmağın bir yıldızın hükmünde olduğunu bildirmiştir. Örneğin baş parmak yüksek olması sebebiyle Zühal yıldızının, şahadet parmağı Müşteri yıldızının, orta parmak Mirrih in, yüzük parmağı Şems in ve serçe parmak diye adlandırılan son parmak Zühre nîn hükmündedir. Bilindiği üzere bu yıldızlar, Batlamyus un felekler sisteminde yer alır. Eski edebiyatımızda ve kültürümüzde önemli yere sahiptirler. Parmak sırasına هدجباgöre harfler belirlenmiştir. Yazar bunları şu şekilde aktarmaktadır: Bilgil ki baş barmao yüksekdür, yüksek kevkebe ya nî Zu-al e nisbet itmişdür. Buña elif barmao deyü ad virmişlerdür vü yanındaiı ki şâhâdet barmaodur Müşteri nüñ 2ükmündedür Be barmao deyü ad virmişlerdür vü bunuñ yanındaiı ki orta barmaodur. 168 170 Merri- iñ 2ükmündedür Cim barmao deyü ad virmişlerdür vü yanındaiı ki Arabca ana bin4ır dirler şimşek 2ükmündedür. Dal barmao deyü ad virmişlerdür vü yanındaiı ki serçe barmaodur Zühre nîñ 2ükmündedür. He barmao deyü ad virmişlerdür. Mukaddimede daha sonra el içi çizgilerinin isimleri açıklanmakta ve bu çizgiler için kullanılacak harfler belirtilmektedir. Yazar, metin içerisinde çizgilerin bu isimleri yerine bu harfleri kullanmaktadır. Örneğin, el içindeki en uzun çizgi olan ömür çizgisinin yerine metin سمiçerisinde harfleri tahsis edilmiş ve bu harfler kullanılmıştır. Elin kol ile birleştiği, bilek diye tabir ettiğimiz yerde bulunan ve birbirine paralel iki çizgi عاىتiçin harfler kullanılmış ve çizgiler şu şekilde aktarılmıştır: Avucunuñ a-irindeki küçürek -a+ ki ool +arafında yaña oolı arouru kesmişdür Iayın, Elif, Ye, Te: -a++ı deyü ad virmişlerdür. Elif, Be barmao aralıiından iki -a+ çıkar. Birisi Iayın, Elif, Ye, Te -a++ı +arafından yana varur. Bu -a++a yürek vü ömr -a++ı deyü ad virmişdür vü birisi He barmaodan yaña varır. Baş 2a++ı deyü ad virmişdür. Ool +arafından yañdan üçünci bir -a+ çıoar. Bir +arafı baş -a++ına vü bir +arafı ömr -a++ına ulaşup bunlaruñla mü3elle3 şekil bailarlar. Aña iıdâ -a++ı deyü ad virmişlerdür vü ömr 2a++ı indüii zâviyeye Mîm deyü ad virmişlerdür. Ömr vü iıdâ -a+ları indügi zâviyeye Lam deyü ad virmişlerdür. He barmaiın dibinden bir büyük -a+ biter. Be barmaiın +arafından yana varır. Cimâ -a++ı deyü ad virmişlerdür vü cimâ -a++ı vü -a++ ++-ı Mîm, Lam aralıgına elin mürabbâ deyü ad virmişlerdür. Iıdâ -a++ınuñ uzunluiuna olan +arafı U+arid 2ükmündedür vü ömr -a++ınuñ 4ai yanındaiı sa+ı2 Oâmer 2ükmündedür. Mukaddime bölümünde yapılan bu açıklamalardan sonra metne bir şekil ilave edilmiştir. Bu makale eserin en hacimli ve konu itibariyle en çok üzerinde durulan bölümüdür. Burada anlatılanlar diğer makalelerdekinden ziyade daha tahlilî bir şekildedir. Mukaddimeden sonraki bölümler ise belli el çizgilerinin vasıflarını bildirir. Bab ismi verilen bu bölümlerde bu çizgiler ve el üzerinde bulunan diğer şekiller üzerinde durulmaktadır. Bu bablar konularına göre şu şekilde sıralanmıştır: Bâbü l-evvel: Elüñ nişânların vü a0kâmların bildürür. 169 171 Babü s-&ani: Cimâ -a+larınuñ delâletlerin bildürür. Babü s- &ali3: Ömr -a+ınuñ delâletlerün bildürür. Babü r- Rabi : Baş -a+ınuñ delâletün bidürür. Babü l-(ams: Âdemuñ +âli in ya nî elünde olan -a+lardan yılduzunı bidürür. Babü s- Sadis: Ceziyât-ı delâletlerin bir nice sırlar bildürür ki ehli oatında ma lûmdur. Bu hükümlerini etraflıca genişleten yazar hemen her konuda el çizgilerinin bir anlamını verir ve bu çizgilerin durumuna göre çıkarımlar yapar. Yazar verdiği işâretler ile ilgili hükümlerin doğru anlaşılması içinse yine şekillere başvurur ve anlattıklarını şekiller ile destekler. El üzerinde bulunan bazı işâretleri yine şekiller üzerinde gösterip hemen yanına delil olduğu bazı olayları veyahut hastalıkları yazar: Eger U+ârid yerinde aşaia şekilde mersüm olan nişânlardan birisi bulınsa aiır -astalıolara böireklerüñ yeline vü yâ-ûd öksürüie delâlet ider. Eger Meri- yerinde aşaia şekilde mersüm olan nişânlardan birisi bulınsa müteiayır 2âllere vü -astalıolara uiraduiına delâlet ider. Eger yerinde aşaia şekilde mersüm olan nişâlardan birsi bulunursa tîz tîz oaoımaolıia delâlet ider vü da-ı her nesnelerde kâmîl oldıiuna delâlet ider. Makalenin son bölümlerinde ise el parmakları ve yıldızlar arasındaki ilişki konu edinilmiştir. El parmağının ayadan çıktığı yerlere yıldız mev7isi adını verip her parmağın bu konumuna bir yıldız belirleyen müellfi burada bulunan çizgilere göre bir takım hükümler verir. Daha sonra makalenin son kısmında ise elde olan çizgilerden kişinin talihi ve yıldızının buna etkisi üzerinde bir takım hükümlere varılmaktadır. Metinde belirtildiğine göre erkekler hakkında hüküm verirken sağ, kadınlar hakkında hüküm verirken ise sol el çizgilerine göre hüküm vermek lazımdır. Çizgilere göre insanın ömründen, gelecekte başına ne gelebileceğine, geçireceği hastalıklardan, ölümünün ne şekilde olacağına, hayatının hangi dönemlerini ne şekilde geçirip mal ve izzeti ne zaman bulacağına kadar çok çeşitli konularda hükümler verilmektedir. Bir örnek olması bakımından buraya metnin küçük bir bölümünü almamız yerinde olacaktır. 170 172 Eger Zühre yerinde 2a+lar olsa kimi küçürek kimi orta olsa +oirı olmayup mühmellere mu2abbet idüp vü 2arâm oabul idüp cimâ ziyâde iştihâsı olmaia delâlet ider. Eger me8kûr -a+lar +oirı olsa izzetli ba-ta delâlet ider. Eğer He barmao dibinde Zühre yerinde egri 9ızıl -a+lar olsa yalancı olup vü uirı olmaia delâlet ider. Egri vü 9ızıl -a+lar elüñ murabba ında vü Zühre yerin geleler ammâ barmaiuñ dibine varmayalar oollarda vü ellerde yara olmaia delâlet ider. Eger He barmaiuñ dibinde nısf-ı dâîre olup ortaya baoa mertebenüñ eyülükle mu-telif oldıiunda delâlet ider. Ammâ aşia baoa mertebe eksilmege vü müteiayr olmaia delâlet ider. Eger Gayın, Elif, Ye, Te 2a++ı +oirı vü mutta4ıl olup rengi da-ı ma nîdâr olup yuoarı +arafa mâyil ola 2u4û4â ki budaolar +oirı olup egilmiş olmaia devletlülerde olsa mâlı dâîm olup vü ziyâde olmaia delîldür vü yoosullarda olsa eyülüge delâlet ider. Eserin son kısmı ise manzum olan kıyâfet-nâmedir. Mesnevi nazım biçimiyle kaleme alınmış olan bu bölüm 98 beyitten oluşmaktadır. Yazar bu bölümde Yunan hükemasının insan organlarıla kişilkleri arasındaki ilişkiyi manzum olarak anlatmaktadır. Yazar, manzumenin başında kişnin kapalı bir kutu gibi olduğu ve ancak suretinden sıfatının bilineceğini aktararak şöyle demektedir: Dimişler imti2ân ile 2akîmân /evâ44-ı âdemîden niçe bürhân Kim ol 4ûretle bilünür 4ıfatı Hem ol sîretle olur va4f-ı 8âtı Teşebbühde dimişdür ehl-i ma oûl Bu cism-i âdeme 4anduo-i ma oûl Kişi bilmez ne var ma2lûo içinde Nitekim örtülü 4anduo içinde Şu kimse kim kesirü l- imti2ândür Bilâ-şek âdem ile -âsdandur 171 173 Na6ar oılsan kişinüñ 2ilyetine Hemân-dem vaoıf olur siretine Şular kim imti2ânlar eylemişler Bu sözi aña göre söylemişler Yazar, bu şekilde bir giriş yaptıktan sonra insanın vasıflarını anlatmakla devam etmiş ve insan sıfatlarını organlarıyla bağlantı kurarak onları açıklamaya çalışmış. Yazar bu bölümde göz, baş, ağız, burun, boy, dudak, renk, saç, et, ses, alın gibi uzuv ve özellikleri ele almış ve bunlardan yola çıkarak kişilik hakında değerlendirmelere yer vermiştir. Ayrıca yazar bu bölümde bazı organlara ehmmiyet verirken bazılarına is pek ehmmiyet vermemiştir. Örneğin yazar, göz yapısı ve rengi üzerinde diğer uzuvlara göre daha çok durmuş ve bu uzuv ile kişilik arasında şöyle bir ilişki ortaya koymuştur: Gel işitgil kelâm-ı 8ü l-fünûnî Ki gök gözdür dimiş erdi l- uyuni Şol kim aşkar ola ezra9ü l- ayn Şürûr ehlidür hem 4â2ibü l-şeyn Dimişler şol beşer çün ehl-i Yunân Siyâh çeşm olsa olur mer -i cebân %ebî baoışlı kimse göresen çün $ı2ûku l-vech ola vü olur ömri uzun 274 Eger ola ba+îyyü l-ayn-ı insân Didiler 4â2ibü l- mekr olur iy cân Şol insân kim ola ol ma z gözlü Oatı câhil olur men2ûs u bed--û A6imü l- ayn olan hem çeşm-i lerzân Olur ol bî-2ayâ vü merd--avvân Bahâdırdür kim olsa ayn-ı a2mar Dâhî dirler gelür ol kişiden şerr 274 Bu dizenin ölçüye uyabilmesi için şu şekilde olmalıdır: $ı2ûku l-vech ola ol ömri uzun 172 174 Eserin en son kısmı ise Arapça bir bitiş bölümüdür. Yazar bu bölümde dualarda bulunur ve Kemal Paşa-zâde ye dua eder ve onun hizmetinde bulunduğunu aktarır. Ayrıca yazar, eserinin bitirdiğini ve bitiriş tarihini de bu bölümde aktarır. 173 175 IV. BÖLÜM (TRANSKRĐPSYONLU METĐN) 174 176 Şa bân-i Sivri2i4ari #ıyâfet-nâmesi (v. 1b) Bismi llâhi r-ra2mani r-ra2im Ve bi2î neste în 275 Nahmedu llâhi l-le8i ce ale 6âhirü l-insâni unvânü l-bâ+ıni fi l-cûdi. 276 /ay3ü oâle: Sîmâhüm fi-vücûhihüm min e3eri s-sücûd. 277 /amden yelî9u bi l-2âmidi dûne l- ma2mûdi ve hûve l-le8î yemleü 2â4ırate l-mec2ûdi. 278 Şi rün bi l- Arabiyyeti Lev-küntü fâye elfe merretin iâsilen bi l-miski Elâne lâ-yelî9u 9attu 8ikrü ismike bi l-miski 279 Şi rün bil-farsiyye Hezâre beşosten dehen be misk u gül-âb Henûz nâm-i to borden merâ nemişâyed 280 Şi rün bi t-türkî Nice yüz biñ kerre yursam aizımı ger misk ile Lâyıo olmaz ismüñ añmao hiç vechen min vech (v.2a) Ve nu4alli alâ nebiyyine l-le8î benâ bünyâne d-dîn ve seyyidine l-le8î seyyide erkâni l-ya9în. %elâten mütavâtiyâten fî-külli vaotin ve 2înin ve alâ âlihî ve en4ârihi ve e42âbihi l-mürselîne l-mu âvinîne lehu fi-i6hâri d-dîn ve alâ men oâle âmîn Tercümesi: Sadece Allâh tan yardım dileriz. 276 Tercümesi: Đnsanın dış yapısını ( zahirini) iç dünyası (batını) için birişâret kılan Allâh a hamd ederiz. 277 Tercümesi: Kur an-ı Kerim, Feth/29 (Yüzlerinde ise secdelerin izlerinden nişanları vardır) 278 Tercümesi: Allâh kendisine hamd edilmeye en layık olandır. 279 Tercümesi: Ağzımı bin kere gül suyu ve miskle yıkadığımız halde hâlâ da adını ağzımıza almaya layık değiliz. 280 Tercümesi: Ağzımı bin kere gül suyu ve miskle yıkadığımız halde hâlâ da adını ağzımıza almaya layık değiliz. 175 177 Ve ba d. Fa9at emerâni min emrihi mu+â an ve mu-âlefetihi lâ-tes+etâ u illâ ve hüve l-vezîrü la 6am edâmehu llâhu a6ametihi ila yevmi l-mîzân 282 Şi r: Oısmet oldıoda şecâ at hem-fa7l Ha9 aña vermiş ziyâde iâyrıdan Eylemiş cümle müzeyyen 8âtını Đlmile adl u 4alâ2 u taoviden Sen ziyâd it rif atin ey /ao günden güne. 283 Bu du a-gûyuñ du âsı hâyliden Maosim-i devlet-i 9ılupdur /a9 anı Devlete evvel irgürür bu ma nîden. A nâ Ha7reti Đbrahim Paşa yessera llâhu mâ-yeşâ. 284 Allâhümme i2fa6 vücûde şerîfehu mâ evlâdehu ani l-âfât u a-8âl (v.2b) a dâuhu ve şenâtuhu bi l-beliyyât bi tercümeti nus-ati Mu2ammed bin Ebî Bekr bin Ebû Xâlibi l-en4ârî rahimehu llâhu l-bârî. Vehiye nüs-atün şerîfetün ve risâletü l-lâ+ifetün fî l- ilmü l-firâseti li ecli s-siyâse. Fe şir atü alâ mûcibü l emri l-lâzimi li-i+â atihi ve tercemtühü bi- avnillâhi me a-tasavvüri l-bi5â ti ve uluvvü rütbetin hâzihi 4ınâ ati ve li- u7vetihi emrihâ ve -afâ'i sırrihâ leyse yaodiru aleyhi küllü e2adin mine l-aorân. Lâ-mine l-efâ5ili ve l- ayân sellemehumullâhu fi dareyni ve kerremehumullâhu fi l- alemeyni ve enel faoiru Şa bân es- 281 Tercümesi: Ve din binasını inşa eden Peygamberimiz ve Efendimize salat u selâm ederiz. O Efendimiz ki dinin temelidir selat ve selâm ona, onun ailesine, dostlarına ve dini yüceltmek için gönderilen yardımcıları olan ashabına ve buna amin diyenlere olsun. 282 Tercümesi: Emrine itaati zorunlu olan ve emrinekarşı gelinemeyecek olan vezir-i azam Đbrahim Paşa ( Allâh onun azametini kıyamet gününe kadardevam ettirsin) bana bu eseri yazmamı emretti. 283 Bu dizenin ölçüsü diğer dizelerin ölçüsüne uymamaktadır. 284 Tercümesi: Allâh her işni kolay kılsın. 176 178 Sivri-i4ari, iafarehullâhi l-bari ve in-veoaa fihi 8elelün ev vücide fihi -alelün fe ale l- vâoıfi zil-mürüvvetti in-yasliha ma-yera mine l-2alleli ev-yufsi2a ammâ yestevcibu mine l-levmi ve l adli 285 Rubâ î: Le in eb4arte fî-şer2î ku4urâ Ve 7a fen fî-beyâni l-me âni. Fela tensüb (v. 3a) bi-nao4in inne raosi Alâ miodâri tenşi+i z-zamâni 286 Ve tertibuhû alâ mukaddimettin tis i ma9âletin ya nî bu kitâbuñ tertîbi bir muoaddime, +okuz ma9âle üzerinedür. Mu9addime: /urûf-i mermûze beyânındadur. Ma9âle-i ûlâ: Đlm-i firâsetüñ ta rîfi beyânındadur. Ma9âle-i 3âniye: Delîl-i aolî vü naklî ile bu ilmüñ 0aoîoati beyânındadur. Ma9aled-i 3âli3e: E+râf-ı âlemde olan şehirlerüñ ehlinüñ a2lâ9ı vü ev4âfı beyânındadur. Ma9âle-i râbi e: Racülüñ a2lâ9ı vü ev4âfı beyânındadur. Ma9âle-i -amse: /ayvânâtuñ ahla9ı beyânındadur. 285 Tercümesi: Allâh onun ve evladının şerefli bedenlerini âfetlerden korusun ve düşmanlarını ve sevmeyenlerini belalara uğratsın. Đbrahim Paşa, Muhammed bin Ebi Bekr bin Ebû Xalibi l-en4ari nîn (yüce Allâhın rahmeti üzerine olsun) kitabını tercüme etmemi emretti. Bu kitap siyasette yardımcı olan firâset ilminde çok kıymetli bir risâledir. Uyulması gereken emir gereğince bu eseri, herhangi bir karşılık beklemeksizin tercüme etmeye başladım ve Allâh ın yardımıyla bitirdim. Çağdaşlarımızdan, (Allâh ın selâmı her iki dünyada onların üzerinde olsun veiki dünyada da onları yüceltsin.) faziletli ve ileri gelenlerden kimsenin bu ilmin sırlarını ortaya çıkarmaya gücü yetmez. Bu fakir kulunuz Şa bân-ı Sivrihisârî, bu kitabı tercüme ederken şayet birhatası olduysa ve yanlışı ortaya çıkarsa Allâh onu affetsin, eğer mürüvvet sahibi bir kimse bu gördüyse ona düşen bu hataları açıklamak ve düzeltmektir. 286 Tercümesi: Benim bu şerhimde bir kusur ve anlamları ortaya koymada bir zayıflık görürsen, bana bir eksiklik atfetme; çünkü benim eksikliğim içinde bulunduğum şartlarından kaynaklanmıştır. 177 179 Ma9âle-i sâdise: Mizâca vü bedene müteallik-i kelimât-ı câmi e beyânındadur. Ma9âle-i sâbi e: Đnsânuñ başında olan a 7â-yı cüz iyyesi beyânındadur. Ma9âle-i 3âmane: Đnsânıñ elden iayrı a 7âsınuñ alametleri beyânındadur. Ma9âle-i tasi yye: Elde olan (v. 3b) emârât u -u+û+ beyânındadur V el-kelâmu fi l-mao4ût. V el-tevekküli ale s-4amedi l-ma bûdi. Ve bi llâhi t-tevfio ve l-hidayeti minhü ş-şifâu ve bihi l-kifâyetü. MUOADDĐME /urûf-i mermûze beyânındadur. Bilgil ki ulemâdan vü 2ükemâdan rahimehu llâh ki bu ilmüñ ehilleründen vü hem her birisine bu ilm-i firâsetden bir 2ükm mensûb olınmışdur. Anlaruñ her birinüñ ismine 2urûf-i teheccîden bir 2arf ile işâret olundı. Tâ ma lûm ola ki her bir 2ükm kimüñ me8hebi üzerinedür vü kime mensûbdur. Ol 2arfler bunlardur: et-xı, ve nnûn, ve s-sâd, ve l-mîm, ve s-sîn, ve l- ayn, ve l-he. Xı Aris+o ya işâretdür. Nûn, Eflimun a, %ad Man4urî ye, Mîm Đmâm a, sin Đplâvûs a, ayn Şâfi î ye, ha cemâ ate işâretdür. MAOÂLE-Đ ÛLÂ Đlm-i firâsetüñ ta rifindedür. Firâset lûiâtde 8îreklüge dirler. Mı4râ (v. 4a) Firâset 8îreki dân der-heme 2âl. Ammâ ı4+ılâ2da hiye ibâratün ani l-istidlâli bi l-a2vâli 6-6âhirâti ale l-a2lâ9i bâ+ıneti. 287 Ya nî a2vâl-i 6âhirî ile a2lâo-ı bâ+ınîye istidlâl itmekden ibâretdür. Eger sû âl olınursa ki a2vâl-i 6âhirî a2lâ9-ı bâ+ına nice delîl olur. Cevâb iderüz ki nefs ya mizâcdür, ya mizâc nefsüñ altıdur. Oanoısı olursa ef alde mizâc illet olur. 6âhirüñ vü bâ+ınuñ a2vâline 287 Tercümesi: Onun anlamına gelince o, insânın iç dünyası, ahlâkı hakkında bilgi veren bir kavramdır. 178 180 öyle 6âhir u bâ+ın aña ma lûmdur mizâca bir ma lûl 2â4ıl oldıiı vaoitde bir ma lûle da-ı istidlâl oa7iyye-ı müsellemedendür. Ve 6-6âhirü ünvânü l-bâ+ınî 288 şâhitdür ki 4ûret-i 6âhirden sîret-i bâ+ına istidlâl +arîo-i dürüstdür. Enbiyâ vü evliyâ ma rifetidür. Bu ilmüñ 2a9lıiına vü şer iligine a9lî vü na9lî delîller vardur. Mâ9âle-i 3ânîyede taf4il üzerine 8ikr (v. 4b) olınur. Đnşâa llâhu te âla ammâ ilm-i oıyâfet vü ilm-i riyâfet vü ilm-i siyâfet küllisi bu ilm-i firâset müşâbih-i ulûmdandur. Belki andan oısmdur. Evvelkisi ma rifet-i beşer içündür. Đkincisi Ma rifet-i mâ içündür. Üçüncüsü ma rifet-i i3r içündür. Ammâ oıyâfete lûiâtde ma rifet-i i3âre dirler. Anı bilen kimseye oâif dirler. Cem oafet gelür bâyi ba et geldiii gibi ı4+ılâ2atu hiye 4anâ atün yesteddilü bihi alâ-ma rifetü l-insân. 289 Ya nî bu bir ilmdür ki bunuñla istidlâl olınur insânuñ ma rifetine buña oıyâfet-i beşer dirler. Andan ötüri ki bu fennüñ ehli nasuñ beşerelerine vü sâ ir a 7asıña 2ayât-i 6âhirisine na6ar eyler. Bu a2vâlle a- lâ9-ı bâ+ınasına istidlâl ider vü -u4ûl-i nisbede istidlâl 4arî2 vü 4a2î2dür. Zirâ mubânet-i +ayyibede mü3bitdür ki, evlâd ile vâlideyn beyninde 2u4ûl-i müşâbehetden (v. 5a) lâ-büdddür. Bu müşâbehet az olur umûr 6âhiriyyede olur ki anı her kimse idrâk ider. Az olur umûr-i 2afîyede olur ki anı idrâk itmez. Đlâ ouvvet-i bâ4ırada vü 2âfı6ada tamâm kemâl ıssı idrâk ider. Oabîle-i Ben-i Müdlice gibi. Ve Emme r- Riyâfet Fehiye ibâretün an-ma rifeti r-raifi l-mâ i l-müteseccini fi l- ar7i. 290 Ya nî riyâfet bir yerde 2absolmuş 4uyı bilmekden ibâretdür. Bu fennüñ ehli turâbuñ râyi2asını şem itmek ile 4uyuñ yaoınlıiın vü ırâolıiın idrâk iderler. Ve Emme s-siyâfet Fehiye ibâretün an-tetebu i s-sâyifi a3arü l-aodâmi ve l-a-fâ i ve l-2avâfiri fi t- +uruou l-oâbileti. 291 Ya nî siyâfet ayaolar izlerin vü edükler izlerin vü dırnaolar izlerin +aro-i 288 Tercümesi: Đnsânın ruh dünyasını açıklayan bir ünvandır. 289 Tercümesi: Bu ilim, insân bilgisi konusunda delîl getiren bir sanattır. 290 Tercümesi: Bu, yeryüzüne hapsedilmiş sudan raîfin (bu ilme hakim olan kimse) bilgi çıkarmasından ibârettir. 291 Tercümesi: Bu, yoldaki cukurları ve ayak izlerini araştıran sayifin araştırmalarından ibârettir. 179 181 oâbilede ya nî şol yerdeki ayao şekli ile müteşekkil olmaia oâbîl ola tetebbu idüp bilmekden ibârettir. Nâs bu fennüñ ehli (v. 5b) ile tamâm fâide ile fâidelenürler. Zirâ bunuñ sâyesiyle vu4ûl bulurlar ırâo yerlerdeki anda nâsdan hârib u sârio u 2ayvân gitmişdür. Bunu idrâk itmez. Îlâ ouvvet-i bâ4ırada vü -ayâliyyede vü 2âfı6ada tamâm kemâl üzerine olan vallâhu a lem vü a2kâm. MAOÂLE-Đ &ÂNÎYE Delîl-i aolî vü naolî ile bu fennüñ 2aooaniyyetini 292 vü fa7îletini beyân ider. Bilgil ki kütüb-i müdevvineden ba 7ında fâ7ıladan buyurmuşlar ki insânuñ ev4âfın vü a2vâlin bilmek üç nesne ile 2â4ıl olur: Evvelkisi vâhy-i rabbâniyeyle nitekim enbiyâdan Mûsâ peyiamber aleyhi s-selâm /a7reti Mu4+afâ yı 4alallâhu aleyhi ve s-sellem ilhâm-ı ilâhî ile bulup temennî itdi ki anuñ ümmetinden ola. Kemâ oâle aleyhi s-selâm: Leoad temenna i3nâ aşare nebiyyen ennehum kânû min-ümmeti ve min-hüm. 293 (v. 6a) Mûsâ bin Đmrân vü Îsa aleyhi s-selâm Mu2ammed Mu4+afâ aleyhi 4-4elâtu ve s-selâmın gelecegin bilüp -aber virdi. Kemâ oâla llâhu te âla fi l-kitâbü 4 4âdıo ve l--i+âbü n-nâ+ıo: و إ ذ ق ال ع يس ى اب ن م ر ي م ي ا ب ن ي إ س ر اي يل إ ني ر س ول ال ل ه إ ل ي ك م مص دق ا ل م ا ب ي ن ي د ي م ن ال تو ر اة و م ب شرا ب ر س ول ي ا ت ي م ن ب ع د ي اس م ه أ ح م د ف ل ما 294 {6} vü da-i evliyâdan nitekim Selmân-ı Fârisi vü Üveys Oaranî 295 ج اءه م ب ال ب ين ات ق ال وا ه ذ ا س ح ر مب ين rahmehumu llâhi aleyh Peyiamber 2a7retlerinüñ 4alallâhu aleyhi ve s-selem mübârek 4ûretlerin 6âhir yüzünde görmeyüp dururlar idi. Lâkin keşf u kerâmet ile bilüp ana mütâba at itmişler idi. Ammâ buncılayın ma rifet-i enbiyâdan vü evliyâdan iayrıya müyesser olmaz. Đkincisi ulviyât-i -avâ44-ı ma rifetle. Nitekim /ekim Câmasb, /a7ret-i Resûlüñ aleyhi 4-4elâtu ve s-selâm 292 Bu kelimenin asıl metinde yazımı yanlış olup tarafımızca metnin manasına uygun olarak doğru olan yazımı yazılmıştır. 293 Tercümesi: On iki tane peygamber benüm ümmetimden olmak istedi. 294 Tercümesi: Allâh u te ala Kur an-i kerimde şöyle buyurur: Hani Meryem oğlu Đsa, Ey Đsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allâh ın size, benden önce gelen Tevrât ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberim demişti. Fakat (Đsa) onlara apacık mucizeler getirince Bunlar sihirdir dediler. (Saff suresi 6. ayet) 295 Veysel Karani 180 182 oamer devrinde şâh olup burc-i aoreb oırânında mâh (v. 6b) olıcaiını vü şerî atınuñ keyfiyyetin bilüp -aloa bildürdi vü Danyâl peyiamber aleyhi s-selâm nücûm a2kamıyla 2ükmidüp didiler ki: Seb â-yı seyyâreden devr-i oamerde beşer cinsinden bir kâmil vücûd gele na6îri gelmiş vü gelecek olmaya. dir, -aber virüp Resûl üñ 4alallâhu aleyhi ve sselem nübüvvetin bildürdiler. Üçünci ilm-i firâset ile nitekim ibadullâhi s-selâm Resûl 2a7retinüñ aleyhi 4-4alâtu ve sselâm Medine ye geldikleri 2inde mübârek cemâllerin müşâhede idecek: Đne vechehu leyse bi-vechin ke88âb 296 deyüp bu ilm sebebiyle teş-î4 itdi. Bu teş-î4 sebebiyle 5elâletden ferâiat vü teberru idüp Đslâm a geldi. Vaotâ ki ba 7ı fu7alânuñ kelâmı tamâm oldıysa mao4ûd-i a4lîye şürû iderüz. Bilgil ki cümle edille-i na9liyyeden ba 7ısı bunlardur ki 8ikrolınur. Oalallâhu Te âlâ (v.7a) fi-sûretü l 2icr an: 297 إ ن ف ي ذ ل ك لا ي ات لل م ت و سم ي ن Oâle Oatâde: Ey li l-mu tebirin ve oâle Đbn-i Zeyd: Ey li l-mütefekirin ve oâle E5- $ehhâo: Ey li n-na6îrin fi-semeti d-daleti ale l-murâdi ve hümü l-oâifûn ve 9âlallâhu te âlâ fi 4-sûreti Mu2ammed: 298 ف ل ع ر ف ت ه م ب س يم اه م Ey bî a3ari vücûhihüm ve le-ya rifenehüm el an oable taiyiri 4uverihim fî-lahni l-oavli. Ey fi l-me-arici el-fa6ihim fi-mu-a+âbatihim leke ve oâle te âla fi-sûreti Feth: ه م س يم ا 299 ف ي و ج وه ه م من أ ث ر ال سج و د Ey alâmetihim oable min safveti l vechi bi ke3reti teheccüdi ve oîle hiye işrâou vücûhihim külluhu mine t- teysiri ve oâle l-nebîyin aleyhi s-selâm El-müminu yan6uru bi- nûrillâhi te âla ve oâle n-nebiyyü aleyhi s-selâm, El-bereketü fi-+ûvâli ümmetin ve l- i6âmi ve l- 2ikmet fi vasâti ümmeti ve l-fitnetü ve l- adâvetü fi oa4ari ümmeti ve oâle aleyhi s-selâm (v. 296 Tercümesi: Onun yüzü yalancı yüzü değildir. 297 Hicr/75 (Bunda görebilenler için nice ayetler, ibretler vardır.) 298 Muhammet /30 ( Sen onları yüzlerinden tanırdın.) 299 Feth/ 29 (Yüzlerinde ise secdelerin izlerinden nişanları vardır.) 181 183 7b) Külli eşkurin mel unün. 300 Ya nî Oılı ziyâde oızıl olan mel undur. Ammâ mey-gûn oıl oıllaruñ en eyüsüdür. Ve oâle 4â2ibü l-hidaye ine idde a er-racülanî nesebü veledin me an 3ebete nesebuhu min humâ ma nahu i8a-2amâlet ala-mülkehuma ve oâle Şafi î rahime2ullâh yerciu ile l-oavli l-oafeti li-enne i3bâtü n-nesebi min şa-4eynî me a ilmina ene l-velede layahluou min ma eynî müte 66irin ta alimnâ bi-şübhi ve oadserra Resûlullâh 4alallâhu aleyhi ve selem bi-oavlü l-oaifin fi Usamete li l-enne küffâre kânu yu+i nune fi nesebi Usemate ve kane oavlü l- oaifin muoa++e an li-+a nîhim inteha kelâmü l-hidâye oâle şey- ekmelü l-milleti ve dîni ve innema oayyîdü l-mu4anefi ve bi-8alike ey bi l-oavli i8a 2amelet ala mülkihima liennehu i8a kane l- 2amlü ala mülki a2edühuma nikâ2en 3üme iştereyha hüve ve a-iru fehiye ümmü veledin lehu li l-enne nasibuhu minha 4ara ümmi veledin lehu ve istiladu la-yetecezza fe3ebeten (v. 8a) fe-yesbütu fi na4ibi şerikihi i7â ve oâle eş-şafi î yerce u ila oavli oafettin inteha. 301 Bu mesele-i menkûlede Đmâm Şâfi î ha7retleri rahmetullâh ilm-i 9ıyâfete 9ail olup anuñ ehline rûcu -i i-tiyâr idiler vü hem kendüleriñ da-i ilm-i 9ıyâfetde 9udretleri vü 9uvvetleri nihâyet mertebede imiş. Rivâyet olınur ki ba 7ı seferlerinde bir şa24üñ -ânesine mihmân olup şa24ıñ kıyâfeti iâyet de tüylü olup ammâ Đmâm a eyü oonaolıo itmüş. Đmâm ha7retleri şa24ıñ sûret-i kıyâfetde ma8mûn görüp siret-i 7iyâfetde memdû2 bildüiüne eyü teş2i4 idemedüm 4anup tamâm-ı melûl olmuşlar. Çünki rı2let ider olmuşlar. Ol kişi ne -arc itdiyse 7a fın yazup Đmâm a sunup -arc +aleb itmiş. Fi l-2al Đmâm uñ melûlâtı zâil olmuş. 300 Tercümesi: Katade dedi ki: Ey ibret alanlar. Đbni Zeyd dedi ki: Ey düşünenler. Dehhak dedi ki: Ey delîl güsterenler. Simalara bakanlar bunlar da kaiflerdir. Allâh u Te âla Muhammet suresinde buyurdu ki: Yüzlerindeki değişikliği onların sözlerindeki yanılgıdan öncetanırsın. Yani seninle konuşmalarında, kelimeleri telafuzlarından onların yalan söylediklerini anlarsın. Allâh u Te âla Feth suresinde şöyle buyuruyor: Ya nî çok teheccüdden dolayı yüzlerindeki beraklık alâmetleri ve denildi ki onların yüzündeki parlaklık kolaylıkla anlaşılır. Yine Peygamber Efendimiz buyurur ki: Bereket ümmetimin baş tarafında, azamet ve hikmet orta döneminde, fitne ve düşmanlık ise son döneminde vardur. Tekrar Efendimiz buyurdu: Tüm kumrallar melu ndur. 301 Tercümesi: Hidayet sâhibi dedi ki: Bir çocuğun nesebi konusunda biri idiada bulunursa Đmam Şafi (ra) bir kaife gidilmesi gerektiğini söyler. Çünkü bizim ilmimize göre bu şahsiyetin nesebinin kanıtlanabilmesi için kaife başvurulmalıdır. Çünkü çocuk sadece iki sudan oluşmaz ve bu durum da şüphe yaratır. Kafirler Peygamber Efendimizin nesebi hakkında ileri geri konuşmaya başlamış ve bunun üzerine Peygamber Efendimiz kaife başvurmuş, kaifin onun nesebi hakkında dediklerile yapılan iftiralara son bir nokta koydu. Bu durum Peygamber Efendimizi sevindirmiştir. Şeyh şöyle buyurdu: En mükemmel millet ve din müsanifin yazdığıdır. Bir çocuk üzerinde iki kişi hak iddia ederse kadının doğurduğu çocuk gayr-i meşru demektir. Bu şekilde doğan çocuk, annesini ümmü veled yapar. Đslâm da Câhilye devrinde var olan asil insânlardan soy isteme adeti yoktur ve çocuğun babasında da ortaklık olmaz. Đmam Şafi, bu tür durumlarda kaife gidilmesi gerektiğini söylemiştir. 182 184 A42âbı te acüb idüp 4ormuşlar ki, melâlet vaotinde şâdlık vü şâdlıo vaotinde melâlet nedendür? (v. 8b) Buyurmuşlar ki firâsetde bu şa24uñ şeklinden bana bir şübhe 2â4ıl olmuşdu. Çünkü şübhem zâîl oldı. Melâletim dâ-ı zâîl oldı. Beyt: Selefden bunuñ em3âllerü ayıt Olunmuşdur ki bî-2addi nihâyet Oâle l- A şa fi me atebetin min teva udihi bi l-i7râri bihi fen6ür ilâ kefey esrârehe hel ente in evatteni +â iri. Ya nî A şa ya ki şu arâ-yı Arab uñ fü4a2âsındandur. Rahimehullâh bir kimse saña benüm 7ararum dege düyü va ad eylemişdi. A şa ol kimseye itâb idüp bu beyti didi. Ma na-yı beyt şöyle dimekdür ki: Sen benüm a yâma da-ı a yâmuñ esrârına anda olan -a+lara na6âr eyle. Sen baña 7arar idem deyü va ad eyleseñ eyleyemezsün. Zîrâ benüm a yâmda devlet vü şecâ at 2a++ı vardur. dimek olur. Pes bu menoûlâtdan ma lûm oldı ki bu ilm-i firâset 2a9 ilmdür. (v. 9a) Buna +a n idüp inkâr iden ehl-i bida tdendür. Ammâ bu ilmüñ 2aooında delîl-i a9lîyenüñ nihâyeti yo9dur. Her birin ale t-taf5îl 8ikretmge bu risâle mu2temel olmaduiı ecelden ba 7ısını alî-yi sebîlü l- i-ti4âr 8ikretdük ki dimişlerdür. Andaki delîl besyârest vü meşeti nümûne-i enbârest Vü bir delîl-i a9lî budur ki: insânuñ +abi âtı biribirine meyl û teoarüb itmek üzerinedür. Hiçbiri, biriyle i-tilâ+dan münfekk olmazlar. Zîrâ laf6-ı insân insdendür, bu nâsa insân didiler. Birbiriyle me nûs oldıolarından ötüri: Rubâ î: Mal-oaviyyu ev 7a îfina iınâ Ve lâ-bûde li s-sehmi min rişin En-nâsu ve bi n-nâsî felâ tenefered Fekün e-â hezmin ve tefyiş Tercümesi: Kuvvet ve fakirlik zenginlik değildir. Elbette zenginlikten pay almak gerekir. Đnsanlar insânlarla yaşar. Hayâtta yalnız kalma, her zamân galibiyetin kardeşi ol ve onu yay. 183 185 Vü hem ma lûmdur ki âdeminüñ ma âşı masla-âtı da-ı ebnâ-yı 2abs ile mu-âlata vü mu amele oalmayınca müyesser olmaz. (v. 9b) Beñlerüñ vü sâyir a yânüñ da-ı elbetde mü4â2ibleri olmayınca olmaz. /a7reti Outbe l-outb Seyyid Ali Hemedânî ra2metu l-bârî 6âhirü l-mülûk adlu kitablarında buyurmuşlardur ki gök gözlü ince eñeklü 4açı çoo kişiden ef îden 2azer ider gibi 2azer itmek gerekdür. Bunuñ gibi yaramaz kimesneler bu 4ıfatludan iayrı 4ıfat eylediii muta44ıfdur. )u4û4a şimdiki zamânuñ âdeminde 4ada9ât vü emânet vü -ayr azdur vü -ıyânet u mekr u 2ile vü 2ased u şerr çoodur. Pes her kişiye elya9 u ehemm belki evceb ü elzem oldur ki ilm-i firâseti vü oıyâfeti bilüp bu ilm sebebiyle eyüyü yaramazdan faro ide. Beyt: Oad ilmü min 8ikri 8âlike d-delîl Enne menâfi e ha8â ilmü l-celîl Bir delîl-i aoli da-i budur ki: /ayvânâtüñ eyüsüne vü kötüsüne 4ıfat-ı ma24u4e ile tecrübe idüp istidlâl iderler. /attâ anlar içün (v. 10a) esb-nâmeler yazup dimişlerdür ki fulân 4ıfat ile mutta4ıf olan at yüirekdür vü fulân 4ıfat ile mutta4ıf olan at yüirekdür deyü cemî a2vâlin beyân itmişlerdür ve dogânlar içün da-i bâz-nâmeler yazup cemî i 4ıfatınuñ a2vâlin anda derc itmişlerdür. Çünki Bârî-i Te âlâ bahâyimüñ a7asından eyüsüne vü tüylüsüne delâlet ider. Alâmetler -alo idicek insân -od cemî i 2ayvânâtuñ eşrefidür. Vü cemî i 2ayvânât insân içün ma-lûodur. Zîrâ /a9 sübhâne vü te âlâ: Vela9ad keremnâ beni Âdem. 303 deyü buyurmuşdur. Öyle insânuñ 6âhir a 7âsında eyüsine vü yaramazına delâlet ider. Nesneler -alo itmek bi-tarîo-i ûlâ imdi bu ilm-i oıyâfet ü firâset da-ı insân-nâme olmuşdur. Ammâ bu ilm-i firâsetüñ ehline te3hî4-i a 7âda iala+ itmeden i-tiyât vâcîbdür. Me3elâ bir kimsenüñ ana u7vu eyüligüne delâlet itse bir u7vu (v. 10b) yaramazluiına 2ükmi iâlibe virüp eyü deyü 2ükmitmek gerek vü dâ-ı ehl-i firâsete şol kimsenüñ 4ûretinden 303 Tercümesi: Biz insânoğluna ikramda bulunduk. 184 186 4ıfatına istidlâl âsân olur ki fı+rât-ı cibilli vü +ıynât-ı a4lî üzerine oalıb tebdîl-i a-lâ9 itmiş ola; ammâ şunlar ki mertebelerüñ terbiyetiyle mürebbî ü nâ4i2lerüñ na4i2âtiyle mütena44ı2 olup a-lâ9-ı 8emîmesin a-lâ9-ı 2amîdeye tebdîl itmiş ola. Ol a4l kimsenüñ 4ûretinden 4ıfatına istidlâl-ı müte asirdür. 6âhirü l- Mülûk de 304 Eflâ+ûn dan rivâyet olındı ki kendü 4ûretinüñ tasvîrini şâkîrdlerüne virüp Hind 2akîmlerine göndermiş, 2ükemâ-yı Hind nice 8emâyim-i ev4âf ile ol tasvîri tevsîf itmişler. Gelüp Eflâ+ûn a -aber virdükde Eflâ+ûn, in4âf idüp dimiş ki: Đlm-i firâsetde mâhirler vü kâmîller imiş. Her 4ıfât ki dimişler, anıñ mev4ûf-i ademiligin 2ikmet vü riyâ7et ile me8mûmeyi ma2mûdîye tebdîl itdüm. (v. 11a) Fe ûlâ ike l-le8îne yubeddüli llâhi seyyi âtihim 2esenâtin. 305 Eger tebdîl-i a-lâ9 mümkün degil imişse enbiyânuñ, evliyânuñ da veti vü bî ati kâsid vü fâsid olurdı. Belki Our ân da bu tebdil içün nazîl olmuşdur. Beyt: Murâd ez nüzûl-i Our ân ta24îl-i siret-i -ûb Ne tertîl-i sûver ki der mu4â2if mektûb 306 Ammâ tertîb vü nasî2at şol kimseye te 3îr ider ki cevherinde oâbilîyyet ola vü şol kimsenüñ a4lı bed vü cevheri nâ-oâbil ola. Cem â lem -aloı mürebbîli olursa terbiyet oabûl itmez vü ol kimseye tebdîl-i a2lâ9 itmekde müyesser olmaz. Belki anuñ mürebbîsi zamânedür ki dürlü dürlü rî- vü inâ çeker vü şedâîd görür. Ulular dimişlerdür: Men lem yu eddebehu lebvân eddebehu l-mülevân. 307 mülevândan murad leyl u nehârdür. Ya nî bir kimse ki babası vü anası edebilmeye anı zamâna dâhî zamânuñ şedâîdi edebilir. Şi r: Çü buved e4l-i cevher oabîl Terbiyyet ra deru e3er başed Hiç 4ayoal-i niku nedared kerd Âhini ra ki bed gevher başed Seyyid Ali Hemedani inin kıyâfet ilmine dair olan eseridir. 305 Tercümesi: Đşte onlar o kimselerdir ki Allâh günahlarını iyiliğe çevirmiştir. 306 Tercümesi: Kuran ın nüzul olmasının amacı iyi ahlakın elde edilmesidir. Yoksa nüzuldaki amaç sayfalarda yazılı olanların okunması değildir. 307 Tercümesi: Kim anne ve babasına edepli davranmazsa zamân onu terbiye eder. 308 Tercümesi: Cevherin aslı uygun olursa onu terbiye etmek mümkün olur. Cevheri kötü olan bir demiri hiç parlatmak mümkün mü? 185 187 Bir Delîl-i Aoli Dâ-î Budur Ki: (v. 11b) Bu ilmüñ u4ûlü müsteniddür. Đlm-i +abi iye vü fürû -i muoarrerdür. Tecrübe itmek ile öyle ilm-i +abîyyet gibi oldı. Bilâ-faro her +a n ki bu fende 8ikrolınur. Ol +a n bi- aynihi ilm-i +ıbba da müteveccihdür. Bir Deli-i Aoli Dâ-î Budur Ki: Bu ilm iki oısım üzerinedür. Bir oısım budur ki, alâmet-i cismânîyyesine diooat-i na6ar ile na6ar itmezsizin oalbde bir -â+ır 2a4ıl ola. Bu kimse fulân 4ıfat iledür vü ol kimse fulân 4ıfat iledür deyü buña 4ebeb oldur ki nüfûs-i natıoanuñ cevâhiri bil-0a9i9a mu-telifdür. Ba 7ısında nûrânîyyet vü tecelli vü ala yik-i cismâniyyeden. Bu d-i nihâyet mertebede olur. Ba 7ısında buna mu-alif olur. Nitekim nefs-i iuyûbuñ ma rifetine vaot-ı nevmîde oadir olırdu. Kezalik şol nefsdeki nûrânîyyet vü sâflıo iâlib ola. (v. 12a) /âl-i yaoazada da-i ol muiayyebâ+uñ ma rifetine oadir olup ouvvet-i nefsâniyyenüñ oudsiyeti vü 4efâsı müote7âsıyla fulân kimse fulân 4ıfat iledür deyü 2ükmider. Bu ferâset-i enbiyâ vü kibâr-ı evliyadur. Meşâyi- ı4+ılâ2ında buna -avâ+ır dirler. Bu oısımda bunda ba23olmaz. Oısm-ı &anî A2vâl-i 6âhire ile ahla9-ı bâ+ınîye istidlâl itmekdür. Bu ilm ya9înîdür; ammâ fürû -i 6annîdür. Bu ilmüñ 4â2ibi a2vâl-i 6âhirenüñ tecrübede mü9te7âsı ne ise görüp a2vâl-ı bâ+ına üzerine 2ükmider. Đlm-i firâsetden bu 9ısm ba23 ü ta lîm vü ta allüm cârî olınur. Batlamyûs aydür : Ba 7ı sûfiyeden bu iki oısmuñ faroın sû âl itdüm. Cevâbında didi ki: Beyt: E6-6annü yehsulu bi-taoalübü l- oalb fi l-emârât Ve l-firâset ya2a4ilu bi t-tecelli nuri Rabü s-semâvât Tercümesi: Zan kalbin çevrilmesiyle emarelerde hasıl olur. Firâset semavat rabbinin nuru ile teceli olur. 186 188 Şol kimsedeki nûr-i rû2 oaviyy ola ki ol me8kûrdur. Allâhu te âlanuñ (v.12b) Ve nefa2etü fihi min rû2î didüiü oulunda ol kimsede bu firâset da-ı oaviyy olur vü şol kimsede nûr-i rû2 7a îf ola firâset dâ-ı 7a îf olır MAOÂLE-Đ &ÂLĐ& E+râf-ı âlemde olan şehrüñ ehlinüñ a-lâ9ı vü ev4âfı beyânındadur. Xî, Nûn, Mîm Sîn didiler ki: Cemî şehrlerüñ ehlinüñ a2lâ9ı vü +abâyî i biribirine mu-âlifdür. Hiçbir şehr bulmazsın ki anuñ ehlinüñ a-lâ9ı vü tabayi i â-ir şehrüñ ehlinüñ a-lâ9ına vü +abâyi ine muiayîr vü mu-âlif olmaya. Evvel Ehl-i Mı4ır dur: Mı4r ehlinde iaflet çoo fehm u idrâk u iayret vü bu-l azdur. Dûn-i himmet vü rîş--anddur. Dilleri ile virürler, dillerinde olmayanı vü gördüklerini 2ikâyet idicilerdür. \arâr vü fayda fikritmezsizin vü 2a9i9atine mu++ali olmazsizin Va llâhu â lem. Đkinci Ehl-i Berber dür Berber ehli a9îl u dânâ vü fe4î2lerdür; ammâ iıl6et u 2ır4 u bu-l u ki8b u mâli (v.13a) sevüp ziyâde 2ıf6 itmek nihayet mertebede şânlarına lâzımdur. Mekr u 2île azdur vü nisâlarınuñ mu2abbeti vü lu+fü iâlibdür. Üçüncü Ehl-i Şâm dür: Şâm ehlinde iaflet u kibr u mizâc u la+ife ziyâdedür, vefâ azdur vü kerem u sa-âvet çoodur; ammâ yerinde itmezler. Bâ+ınları -ayra mu+î vü münoaddur. Ammâ 6âhirleri ana mu-âlifdür. Dördüncü Ehl-i /icâz dür /icâz ehlinde oynamao vü lâ+ife itmek vü şevo u ta ş u fesâd vü +am u fesâ2at u idrâk vü iodâm u kerem u vefâ çoodur vü dişisinüñ şahveti iâlibdür, erkeklerine meyl u mu2abbeti ziyâdedür vü bir kelâm-ı tîz fehm idüp 2ıf6 iderler. 187 189 Beşincisi Ehl-i Rum dur: Rum ehlinde tekebbürlük u şöhret u bu-l vü vefâ u şevo vü şeca ât vü mâla man4ıb meyl u mu2abbet çoo, ke4ret-i ekl ü şürba vü iılzet-i +ab şânlarına lâzımdur. Ammâ fehmleri vü idrâkları iâyetle -ûbdur vü nisâlarınuñ şehvetleri ( v. 13b) iâlibdür. Altıncı Ehl-i Ira9 dür: Irâo ehlinde mekkâr vü ba-îl vü ehl-i -ud a vü mütekebbür u müte a6im vü rîş--and u bî-vefâdür. A9ıl u 8ekâvet ü idrâk vü bir şeyi tîz fehmitmek 8atlarına lâzımdur. Vü dişisinüñ şehvet +âlib u meyl iâlibdür. Yedinci Ehl-i Hind dür: Hind ehlinde iaflet ü şecâ at ü -ıyanet vü zâhîren ki8b u uirılıo vü vefâsızlık vü 4abırsızlıo vü şevo ziyâdedür. Vü 9ıllet-i ekl u şürb vü ışo u ışoda meşaoatlü vü za2metlü emri ih-tiyâr itmek şânlarına lâzımdur. /ikâyet olındu ki, ehl-i Hind den ba 7ısı bir câriyeye aşıo olup ittifâoen 310 câriyeye bunuñ şehirden göçüp bir â-ir şehre intioâl lâzım geldi. Câriyeyi gönderdi. Çıoup 2in-i vedâ da girye vü zârlıo geldi. Ammâ bunuñ bir gözinde eşk revân olup vü birinden hiçbir +amla inmedi. Sen benüm 2âbibüme firâo gününde ailamaduñ (v. 14a) deyü ol ailamayan gözine intioâm idüp seksen dört yıl yummadı, hiç açmadı. Vü bu rubai anuñ 2aooında nazmitdi: Rubai : Beket aynî adâvettün dem â Ve a-iri bi l-bekâi bu-leti aleynâ Fe aoıbetü l-leti ba-iletî aleynâ Bi-enna iam 7uha yevmi l-teoeynâ Bu sözcüğün yazımı yanlış yazılmış olup tarafımızca doğru yazım metne yazılmıştır. Metinde bu kelime şöyleyazılmıştır: 311 Tercümesi: Ayrılık gününde gözin biri çok ağladı, biri de ağlamakta cimrilik etti. Cimrilik edeni ben de sevgiliye kavuşma gününe kadar kapatarak cezalandırdım. 188 190 Sekizinci Ehl-i %în dür: Mekr u 2ased u nifâo vü -abâ3et vü bî-vefâlıo çoodur. Aol u 8ekâvet u idrâk ziyâdedür vü 4ınâ at-ı cüziyye mahîrler vü kâmillerdür vü her emri a2kâm şânlarına lâzımdür. Vü 9or9a9lı9 u yinciklig nihayet mertebededür. Xokuzıncı Ehl-i Yemen dür: Yemen ehlinde iaflet u ooroaolıo vü emre i+a at vü 4ıdk u selâmet 4adr u 7a af-ı nefs vü emânete u şevo vü iaribe mu2abbet ziyâdedür. Onuncı Ehl-i /abeş dür: /abeş ehli din-dâr u vefâ-dâr u emin olırlar. Ammâ fehmleri vü idrâkları az, iafletleri çoo (v. 14b) vü +ab leri ialî6dür. Ömürleri iâyetle oasîrdür. /atta dirler ki iâyet çoo yaşayanı oıro yıl yaşar. On Birinci Ehl-i Nûbe dür: Nûbe ehlinde lehv u lu b vü bu-l vü -ıyânet vü şevo u yinciklik vü yaramaz niyyet ziyâdedür. Đzzet azdür vü şânlarına hiç mu-âlefet yoodur. Her ne olursa mu+î ler vü münoâdlardur. On Đkinci Ehl-i Sevâ2ildür: Sevâ2il ehli emin u vefâdâr vü 8eki u aoîl olur. Ammâ iayretleri vü şehvetler iâyetde az vü añlamaları tîz 2af6ları iâyetde geç olur vü 4uretler lâiar u 7a îf olur. On Üçünci Ehl-i Mairib dür: Mairib ehlinde bu-l vü yaramaz añlamao vü iıl6et-i +ab nihâyet mertebededür. Vü her emrüñ 2u4ûlünde sa y ü ihtimâm vü fe4â2at ü 2ıf6 ziyâdedür. Ammâ a9ılları nâoısdur. 189 191 On Dördünci Oavm-i Maşrıo: Maşrıo oavminde a9l u 8ekâvet, kibr u bu-l u tedbir (v. 15a) ü ta4arruf u siyâset ziyâdedür. Ammâ himmetleri âli vü tîzlikdür anlaruñ hâli vü 2amâoat olmazlar -âli. On Beşinci (alo-ı Yûnân dur: Yûnân -aloında ilm u 2ilm u a9l u idrâk vü 8ekâvet ü fehm ziyâdedür. Ammâ mütekebîrlerdür. Va llâhu â lem mao4ûd-i a4liyeye bu ma9âlenüñ 8ikrinüñ fuydası binihâyetdür, ehl-i ba4îreden olana ma-fi vü pûşide degildür. Ol ecelden taodîm olındı. MAOÂLE-Đ RABĐ A Racülüñ ahla9ı vü ev4âfı ile 8ikri beyânındadur El-Racilü l-mekkâr: Ehl-i mekr u ehl-i 2ile racülüñ alâmetlerinde ittifâo idüp didiler ki: Gözleri gök ya pîrûze renginde ola yâ-ûd siyâh ya gök ya 4arı noo+a ola, ya kedi gözine müşâbih ola. Bulanıo vü oarışıo olma9da 2atta bebegine da na6ar olundu9da bölük bölük bir yerde cem olunmuş gibi gözi vü oulaoları küçicek ola vü başda küçicek leke oarîb olup binisi yeri alçao vü ana cânibleri- ki (v. 15b) boynuz yerleridür- içerü girmiş ola vü 4acı mey renginde vü boynu iâyet de oı4a olup öñügi yoiun vü büyük ola vü rûyunuñ rengi ya oatı oara ya yaşıl ya 4âfî 4arı ya 9alay renginde ya alçı renginde ya 4arı ola, siyâha mâyil ya 9ızıl ola. Beyâ7a mâyil alnı yumru olma9 şar+ıyla ya yüzü lâiar olup tırş-rûy ola vü âvâzı bülend u şedîd u me-ârici ba îd ola ya âvâzında iûne u enîn ola ya 7a îf u 3akîl ola ya boiazından kesik kesik çı9a vü ar9ası egri olup omuzları, başı sivri ola vü 9olları vü parma9ları iâyetde oı4a olup âyaları küçicek vü dırna9ları yassı ola vü bilinden aşaiısı vü uylu9ları ince vü lâiar vü aya9ları küçicek ola. Ya-ûd aya9ları barmaoları başında artu9 ola. Bir kimsede bu ev4âfuñ küllîsi ya ek3eri bulınsa sen anı mekkâr u 2asûd u ehl-i -ud a vü yaramaz niyetlüdür deyü 2ükmeyle. 190 192 Er- Racülü z-zânî (v. 16a) Zânâ ehli olan racülüñ ev4âfında ittifâo idüp didiler ki: Gözleri şehla ola, ya ao olup bero urucı vü yaldırıcı ola. Ya sürmelenmiş ola ya iâyetde küçicek ola ya büyük olup kirpikleri dipleri yufoa ola. Ya 7a îf olup yaşı aoıcı ola vü başınıñ derisi munoabz olup bir yere cem olmış ola vü yüzi nûrlı vü bero urıcı ola. Ya sâfî 9ızıl ya beyâ7a mâyil ola vü âvâzı 7a îf olup gunnesi vü enini vü nefs-i âlî ola vü oarnı büyük olup 9ılı çoo ola vü gögsi düz yassı ola vü çuour vü yumrı olmaya vü oolları oı4a olup ayaları yoiun vü barmaoları uzun ola vü belinde aşaiası vü uyluoları lâiar olup uzun ola incikleri egri olup siñirleri çoo ola. Her kimsedeki bu emârâtüñ küllisi ya ek3eri bulınsa (v. 16.b) ol kimse zânî vü nîsâya mu2abbet vü nikâ2a râiib u cimâ a +âlib vü oaviyy vü iâlibdür deyü 2ükmoluna. Er-Racülü z- \a îfü l-oalb Oalbi 7a îf vü kendü 8elîl olan racülüñ 4ıfatında ittifâo idüp didiler ki: Başı küçicek vü boynu ince vü uzun vü süst olup yumuş ola ya nî mu2kem olup +oirı durmaya. Gâh bir +ârafa meylede gâh bir +ârafa vü rûyunuñ rengi siyâh vü gendüm-gûn ya 4âfî beyâ7 ya 9ılı renginde ya alçı renginde ola. Âvâzı 7a îf vü kelâmı 7a îf ola. Ammâ -iddet ile söyleye. Ya âvâzı kuş âvâzına müşabih ola. Teni arıo vü 7a îf boyu uzun ola vü 4açı yumuşa9, 9arnı küçicek vü yumuşa9 ola uylu9ları 9ı4a vü nâ2îf vü aya9ları küçicek vü lâ+if vü toynaoları yumuşa9 vü 7a îf ola vü aya9larınuñ baş barma9larıyla yanlarında barma9ları bitmiş ola ya aya9larınüñ barma9ları başdan artu9 ola. Her kimsede (v. 17a) bu alâmetlerüñ ek3eri bulınsa ol kimsenüñ nefsi 8elîl vü kalbi 7a îf vü ooroaodur. Er-Racülü f-feylesof Nefesi nefîs vü mizâcı mu tedil, aolı vü fehmi vü tedbiri güzel kimsenüñ alâmetlerinde ittifâo idüp didiler ki: Oâmet +oirı vü orta boylu ola vü sâîr a7â-yı cüziyesi itidâl üzerine olup kendü bünyesinde münâsib ola. Ne iâyet etlü ne iâyet arıo ola vü 9ılı ne 191

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion