İBRAHİM HAKKI’NIN HAYATI
18. asır Osmanlı İmparatorluğu’nun bilim, kültür, tasavvuf
ve edebiyat tarihinde Erzurum’lu İbrahim Hakkı’mn önemli bir
yeri vardır.
Dini ve tasavvufî bir gelenek içinde bilim ve kültüre hizmet
ederek geniş halk kitlelerine seslenmeyi başaran bu bilginin, hem
edebî, hem dinî ve hem de müsbet ilim yönü İncelenmeğe değer bir
konudur.
Hakkında çeşitli eser, makale, broşür ve yazı kaleme alınan
Erzurum’lu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin büyüklüğü ile mütenasib ve onu hakkıyla tanıtacak bir inceleme bugüne kadar yapılmış
değildir.
Toplumları, içine saplandıkları bataklık ve sıkıntılardan kurtaran, bilgili, faziletli ve üstün zekâlı insanlardır.
Bu yaradılış ve
kabiliyette olan kişiler, bazan yıllar hatta yüzyıllarca beklenir durur. Umudun kaybolduğu anda kaybolup da yâd ellere giden ve
dönüşünden umut kesilen bir insanın ansızın çıkıp kendini göstermesi gibi, büyük atılımlara hazır âlim ve düşünürlerin ortaya
çıkmasıyla durgun, hareketsiz, şaşkın ve ne yapacağım bilmeyen
toplum, o andan itibaren birdenbire canlanmaya başhyarak ayağa
kalkar.
Doğu Anadolu’nun önemli kültür merkezlerinden biri ve belki
de en önemlisi olan Erzurum’a yakın Horasan şehrinden Hasankale’ye göç eden bir aileye mensup olan bu büyük düşünürün dedesi,
Molla Bekir isminde çevresinde hayli şöhret temin eden ve cömertliği dillere destan olan bir ailenin çocuğudur. Azak seferine giderek
orada şehit düşmüş bir daha Hasankale’ye dönmemiştir.
İbrahim Hakkı’mn babası ise, Derviş Osman Haseni isminde
yumuşak huylu, çekingen, halim selim ve çelebi-meşreb bir zattır.
İbrahim Hakkı’nın «hilm ü haya madeni» dediği babası Derviş
Osman, yirmi yaşına kadar Erzurum’lu bilgin Karaşeyhoğlu Seyyid İbrahim isminde bir zattan zamanın okunması mutad dinî
ilimlerini öğrenmiştir.
1701 yılında geçirdiği buhran üzerine kendisini eğitecek ve şifaya kavuşturacak bir mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla yanına
Erzurum’lu Eyyup Efendi’yi de alarak seyahata çıkar.
O esnada çevresinde haklı bir şöhrete ulaşmış ve Siirt’in on
kilometre kadar kufcey doğusunda yer alan Tillo’da (Bugünkü ismiyle Aydınlar Bucağı) ikamet eden Şeyh İsmail Fakirullah isminde bir bilgine bağlanmıştır.
Doğumu ve Çocukluk Yılları
İbraiüm Hakkı, 18 Mayıs 1703 yılında Muharrem ayının ilk
Cuma sabahı, Erzurum’a aşağı yukarı kırk kilometre uzaklıkta bulunan Haşan kale (Pasinler) kasabasında dünyaya gelmiştir.
Dokuz yaşma kadar amcalarının yanında kalan Erzurum lu
İbrahim Hakkı, gcccli gündüzlü okur ve çok az insana nasib olacak ou bilgi elde eder.
Daha sonra Siirt’in Tillö (Aydınlar) Bucağına giderek Şeyh
İsmail Fakirullah'a bağlanmış olan babasımn yanında kalır. İlk
dl tabiriyle «babamdan daha biliş ve tanış idi» dediği bu zata kend itabiriyle «babamdan daha biliş ve tanış idi» dediği bu zata kendisi de bağlanır.
Kuvvetli bir tahsil ve terbiye ile yetişen bu ünlü bilgin ve düşünür, arapça, farsça ve türkçe’ye lâyıkıyla hâkim olmuş ve bu üç
dilde şiir yazacak bir mertebeye ulaşmıştır.
Derviş Osman Efendi Tillo’da oğlunu, büyük bir şefkat ve sevgi ile büyütmüş ve birlikte kaldıkları-Şeyh İsmaik-Fakirullah dergâhı onlar için âdeta bir eğitim ve kültür merkezi olmuştur.
Onyedi yaşında babasım kaybeden İbrahim Hakkı, tekrar doğvım yeri olan Erzurum’a dönmüştür. Okuma imkânları bakımından Erzurum’u tercih ettiği anlaşılan bu mütefekkir ve şâirin gönül bakımından Tillo’ya bağlı olduğu ve küçüklük yıllarının verdiği mutluluğu tadmak için (1140-1728) tekrar oraya dönmüş, Şeyh
İsmail Fakifullah’tan tasavvuf, tarikat ve dini bilgiler almıştır.
Tillo’ya gidişinden yedi sene kadar gibi bir zaman geçtikten
sonra Şeyh İsmail Fakirullah’m ölümü üzerine tekrar doğum yeri
olan Hasankale’ye dönmüş, oradan da Erzurum’a gidip Yukarı Habib Efendi Camii’nde İmam ve hatip olarak görev yapmış, bunun
yanında başka camilerde de va’z ü nasihatlarla halkı aydınlatmaya çalışmıştır.
Hayatının gençlik ve olgunluk dönemlerine rastlayan bu yaşlarda daha çok şifahî bilgi ve kültüre önem vererek ileride kaleme
alacağı eserlere hazırlık yapmıştır.
Otuzüç yaşına bastığında Fiıdevs isminde Erzurum’lu bir hanımla evlenir. 1738 senesinde ilk defa hacca gider.
Dönüşünde büyük İslâm şâir ve düşünürlerüıin eserlerinden seçmeler yaparak
«Lübbü’l-Kütüb» isminde 7 ciltten müteşekkil gayet kıymetli bir
antoloji meydana getirir. Bu antolojinin beş cildi halen torunlarından Mesih İbrahim Hakkıoğlu’nun elinde ,iki cildi ise Erzurum
Atatürk Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır.
1742 yılında zengin bir ailenin kızı olein Fatime isminde ikinci bir kadınla evlenir.
Bunu üçüncü ve dördüncü evlilikleri takip
ederek Belkis ve Züleyha isminde iki hanımla daha evlenir. Böylece dört hanımla evliliğini büyük bir huzur ve mutluluk içinde devam ettirir. Hasankale’de saçaklı ve eyvanlı bir ev yaptırarak zaman zaman oraya gitmeyi tercih eder.
İstanbul Seyahatlan :
İbrahim Hakkı, 1747 yılında, Sultan 1. Mahmud’un tahtta olduğu bir dönertıde İstanbul’a gelir ve Padişah tarafından Saray’a
davet edilerek yakın bir ilgi ve alâka görür.
İbrahim Hakkı’nın Saray’a davet edilmesinin gâye ve maksadı üzerinde duran kaynaklar, bu davetin ilim ve kitap sevgisinden
doğduğunu ve bu büyük düşünürün eline geçen fırsatı değerlendirerek Saray kütüphanesinden oldukça fazla yararlandığım ileri
sürmektedirler.
Marifetnâme isimli eserini yazmada büyük yaran olan bu ziyaret esnasında, sarayda bulunan ve başka yerlerde benzerine tesadüf edilmesi güç kitaplardan yararlandığı, not aldığı, kendisine
gerekli olah malzeme ve bilgiyi topladığı muhakkaktır.
Ayrıca bu seyahat esnasında «ders okutmak şartıyla» Sultan
I. Mahmut tarafından Erzurum’un Şigveler Dağı eteğinde bulunan
Abdurrahman Gazi (Abdurıahman Dede) zaviyedârlığına tayin
edilir.
Erzurum’a döndüğünde ufak tefek bir takım esercikler yazma denemelerine girişir. 1755 yılında ikinci defa İstanbul’a gelir.
Buradan hanım ve çocuklarına yazdığı bir takım enteresan mektuplar günümüze kadar ulaşabilmiştir.
İstanbul’dan döndükten sonra kendisini tamamiyle eserler
yazmaya vererek Hasankale’ye çekilir. En büyük eseri olan Marifetnâme’yi tamamlamak için uğraşır.
Daha soma diğer eserlerini yazar.
İbrahim Hakkı kadar seyahat yapmış bununla beraber gezileri çalışmalarına engel olmamış bilgin ve şâir nadirdir. Hasankale
onun doğum yeri olmasına rağmen hayatında en çok sevdiği ve
bir türlü ilgisini kesemediği, içinde mesut günler geçirdiği ve kendisine ikinci vatan olarak seçtiği yer şüphesiz Tillo’dur.
Sıkıştıkça, huzur bulmak çin Tillo’ya yönelir.
Bu esnada, Fatime ismindeki eşinin ölümü üzerine Şeyh İsmail Fakirullah’ın torunu, Abdülkadir’in kızı Fatime Azize ile son evliliğini gerçekleştirir.
Kayın biraderi Mustafa Fâni ile 2. defa hacca gitmeye karar
verir. Çeşitli ilim merkezlerinde, bu arada Halep, Şam, Mekke, Medine, Kudüs ve benzeri tarihi ve kutsal şehirlerde devrin ünlü bilginleriyle temaslarını sürdürür, onlarla çeşitli konularda bilgi alışverişinde bulunur.
Hasankale kasabasında doğduğu halde daha çok, büyük bir
merkez olan ve eskilerin «Erzen-i Rum» dedikleri şehre nisbetle anılan İbrahim Hakkı, hac dönüşünde Tillo’ya yerleşir ve Şeyh İsmail Fakirullah’m tekkesinde ders okutmak suretiyle talebeler yetiştirmeğe çalışır.
1768 yılında Erzurum Müftüsü Şeyh Mustafa ile üçüncü defa hacca giden İbrahim Hakkı, amcası oğlu Yusuf, Nesim’e yolladığı bir mektupta, kendi eserlerinin Şam ve civarında okunup beğenildiğini yazar.
İbrahim Hakkı’nın, İsmail Fehim, Ahmed Naimi, Muhammed
Şakir ve Osman Nedim adında dört erkek, Gülsün, Hanife ve Şemsi Aişe olmak üzere üç kızı olmuştur.
Son demlerini Tillo’da geçiren Erzurum’lu İbrahim Hakkı, 22
Haziran 1780 yılında vefat etmiş ve daha önce şeyhi ve mürşidi
İsmail Fakirullah için yaptırdığı türbenin içine gömülmüştür. Bu-
gün de senenin hemen hemen her mevsiminde burası ziyaretçiler
tarafından gezilmekte ve büyük bir ilgi toplamaktadır.
Eserleri:
18. asır, insanlığın eğitim, bilim ve kültürde büyük atılım ve
hamlelere giriştiği, buluş ve icatlara yöneldiği bir çağdır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı da bu keşif ve icatlara yabancı kalmadan,
imkânları sınırlı olmasına rağmen aynı yolda yürümüş ve kendisini çevresine tanıtabilmlştir.
Müsbet (pozitif) ilimler alanında büyük bir başarı elde eden
bu mutasavvıf-şâir, mensur ve manzum olmak üzere on beş kadar eser kaleme almıştır. Her ne kadar bu sayı kaynak ve tetkiklerde otuzdokuza çıkarılmakta ise de kendisinin bizzat verdiği rakam onbeştir.
1 — Divanı (İlahinâme) (1755)
2 — Marihetnâme (1756)
3 — İrfaniyye (1761)
4 — İnsaniyye (1763)
5 — Mecmuatü’l-Maâni (1765)
6 — Tuhfetü’l-Kiram (1767)
7 — Nuhbetü’ 1-Kelam (1768)
8 — Meşakiku’ 1 -Yûh (1771)
9 — Sefine-i Nûh (1773)
10 — Kenzü’l-Futûh (1774)
11 — Definetü’r-Rûh (1775)
12 — Ruhu’ş-Şurûh (1776)
13 — Ülfetü’l-Enâm (1776)
14 — Urvetü’l-lslâm (1777)
15 — Hey’etü’l-İslâm (1777)
Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere yazdığı eserlerinin ilk
beşini Erzurum’da bulunduğu sıralarda tamamlamıştır. Geriye kalan eserlerini ise Siirt’e bağlı Tillo Bucağı’nda yazmıştır.
Marifetnâme:
Hafif modernleşme hareketleri arasında eski usulde bir eser
olan Marifetnâme, bu cins kitapların son turfandası sayılabilir.
İstanbul, Bulak ve Kazan’da değişik tarihlerde çeşitli baskılan yapılan eser, Bir Mukaddime (Önsöz), Üç Fen ve bir Hatime (Son
söz) olmak üzere üç kısımdan müteşekkildir.
Her fen, bölümlere, bölümler konulara, konular da kısımlara ayrılmıştır. İbrahim Hakkı, önsöze başlamadan önce âlem-i kebir dediği kâinatı ve onun sırlarını ele alır. Daha sonra âlem-i sağir diye adlandırdığı insan vücudunu işler. Cenab-ı Hakk’ın birliğini kesin olarak öğrenmek ve masivâdan kurtulma yoluna girmesini tavsiye ederek bu kısımda menkul ve muteber olan tarzda kâinatın
yaradılışım Arş’ı, melekleri, cennet ve cehennemi, Kürsi, Levh ve
benzeri konulan açıklamaya çalışır.
Bundan sonra hesap (Matematik) ve hendeseye (geometri)
dair basit fakat açık bilgiler verir. Alemin küre şeklinde olduğunu
ispat ederken Kâtip Çelebi’nin Cihan-nümâ adlı eserinden çokça
yararlanır.
îmam-ı Gazali’nin «Tehafütü’I-Fclasife» sinden bu bahse dair
fıkralan olduğu gibi Türkçe’ye çevirir. Bu aktarmayı yaparken yararlandığı kaynaklara değinir. Sudan bahsederken dünyanın evvelce, sularla örtülü olduğunu, bazı taşlar kırılınca içinden deniz
hayvanlan (fosil) çıktığım Fahrettin-i Razi’nin bir sözüne dayanarak söyler.
İbrahim Hakkı’nın bu konudaki inancı, kendinden evvel yaşamış olan İslâm bilginlerinin düşüncelerinden ayrı değildir. Yine
bu münasebetle Magella’mn seyahatinden bahsederken Amerika'
nın keşfini haber verir.
Erzurum’lu İbrahim Hakkı, bütün bu bilgilerden sonra astronomi ilmine geçer ve birtakım açıklamalarda bulunur. Yaratıkların eşrefi olan insana gelince anatomi ile konuya girer. Tıptan ve
ilâçlardan bahsederken İbn-i Sina’dan yararlandığı görülür.
Fenn-i saliste (üçüncü bahis), eserin büyük bir bölümünü teşkil eden ve bizim açımızdan pek de yeni addedilebilecek bilgiler ihtiva etmiyen dinî meseleleri ele alır.
Şeyhi ve mürşidi İsmail Fakirullah’ın hasep, nesep ve kerametlerinden bahseder, sonra âdap, ahlâk ve muamelâta dair bilgi
verir. İnsanın hayatta takip etmekle yükümlü olduğu kurallar üzerinde durur.
Anadolu’da yıllarca özel bir itina ve bilgiyle saklanıp okunan
Marifetnâme’nin münevver çevrelerde de belli ölçülerde etkili olduğu söylenebilir.
Toplum psikolojisini çok iyi bilen ve önce şarkta hakimiyeti-
ni sürdüren bilgilerle işe başlıyan mütefekkirimiz, İslâmî inanç ve
düşünceye ters düşmeden yeni fikir ve teorilerin ortaya çıkmasına
yardımcı olması ve bunları akli delillerle isbat etmesi küçümsenmiyecek bir anlayışın ifadesidir.
Bunalımlara Çare Arayan Şâir:
İbrahim Hakkı, yakın tarihlere kadar sadece bir mutasavvuf
olarak bilinmekte idi. Oysa ki «Marifetnâme» isimli eseriyle şark
kültürünün en güçlü temsilcilerinden biri olduğu muhakkaktır.
Bügün de Edirne’den Kars’a kadar birçok kişinin sıkıntıya düştüğü
an tekrarladığı:
«Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki ğayr eyler
Arif anı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.»
İbrahim Hakkı, çoğu kez insanlar için ustalığa dayalı bir şiir
tekniği çerçevesinde canlandırdığı düsturlar yanında, bazı manzumeler kaleme almıştır ki bunlar akılda tutulmaya ve hatırlanmaya
değer niteliktedir.
«Geçmişle geri kalma
Müstakbele hem dalma
Hal ile dahi olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.»
gibi mısralar bu türdendir.
«Tefviznâme» adını alan ve dünya ile tarikat duygularının biribirine karıştığı bu Şiirde, dini terbiye ile huzura kavuşmuş sakin
bir ruhun parıltılarını sezer gibiyiz.
Klasik edebiyatımızın şâirleri, sıkı bir kural ve disiplin içinde
iken ve bu kuralların dışına çıkmaları oldukça güç bir iş iken İbrahim Hakkı, rahat söyleyiş ve ifadeleriyle' bu çerçeveyi zorlamış
ve kişinin rahatım temin yönünden bazı öğütlerde bulunmuştur.
«Az ye, az uyu, az iç
Ten mezbelesinden geç
Dil gülşenine göç
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.»
İbrahim Hakkı, görüş ve düşüncelerini insanlara zorla kabul
ettirmeye çalışan bir propagandacı değil, çoğu zaman yol gösterici, halim-selim bir bilgin, öğreticilik görevini akıl ve mantık çerçevesi içinde yürütmeye çalışan bir düşünür, insanlığın haynnı
gönülden arzulayan bir şâir olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her ne
kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî ve İktisadî hayatının o
çağda bir gerileme, hatta çökmeğe doğru yöneldiği söylenmekte İse
de, kültür ve edebiyatımız geçmişten aldığı hız sayesinde 18. asırda
da bir dereceye kadar güç yetirebilmiştir.
Böyle bir ortamda gittikçe gerilemeye doğru yol alan İmparatorluğun, manevi koruyuculuğunu üstlenenler arasında İbrahim
Hakkı’nın önemli bir yeri vardır. O, sadece yaşadığı çağdaki konularla değil, kendisinden sonra da insanlığı ilgilendiren bazı meseleler üzerinde kafa yormuş özellikle kader, tevekkül, çalışma azmi,
çağa ayak uydurma, İlâhî aşk ve sevgi gibi duygular karşısında
insanların alacağı tavır, biçim ve davranış üzerinde kafa yormuş;
hemen hemen her asırda ortaya çıkması muhtemel sorunların halli için şür lisanıyla öğütlerde bulunmuştur.
Kütüphanelerimizde büyük iftihar vesilesi nice eserler vardır
ki zeytinyağı, mum, gaz lâmbası ve hatta ay ışığında yazılmıştır.
Marifetnâme sadece bunlardan bir tanesidir. Halbuki flöresans
lâmbalarının ışıkları altında yazılan şimdiki eserlerin yüzde doksanı daha doğar doğmaz ölmeye mahkûmdurlar.
«Bir işi murad etme
Olduysa inad etme
Hak’tandır o, reddetme
Mevlâ göreUm neyler
Neylerse güzel eyler.»
diyen şâir, her şeyi Allah (C.C.)’a havale eden bir tavır içinde dalma yeni ufuklara doğru yol almıştır.
MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ
Sonsuz hamd, şükr ve sena, var olacak her şeyi ezelî ilmi ile
takdir ve tebyîn, kâinattaki her şeyi sonsuz feyzi ile tertîb ve tayin eden, gül bahçesi olan âlemi, âdem gülü ile süsleyip bezeyen
Vâhid, Ferd ve Ehad Allah (celle celâlüh) hazretlerine olsun! Hak
Teâlâ bütün cihâm insan için, insanı da kendini tanıması için yaratmıştır.
İnsanda, yarattığı şeylerdeki bütün hakikatlan ve mâ’na âleminin bütün inceliklerini bir araya toplıyarak açığa vurmuş, böylece sırların mahallî olan insanı Câmi’ ismine sûret, âlimleri, âlemdeki binlerce hikmetlere vâkıf, cihân kitâbımn herbir harfinden ma’rifet alâmetleri çıkaranları ârif ederek, gönül âlemine
giren kullarım, Kâ’be huzûrunda âkif eylemiştir.
Salâvatlarm en üstünü, tahiyyatların en ekmeli, selâmın en
güzeli, kâinatın efendisi, mahlûkatın en şereflisi, mevcûdatın özü
ve Allahü Teâlânın «Eğer sen olmasaydın cihâm yaratmazdım» hitâbına mazhar olan aleyhissalâtü vesselam hazretlerinin ism-i
a’zâm ve en evvel olan kâmil rûhuna olsun. Ayrıca bütün sözlerinde, işlerinde, îmân ve ahlâkta ona tâbî olan, gönülleri imân nûru
ve ma’rifet huzûru ile dolu Ashâbma da dualar olsun. (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn).
Bu hakir kulun İbrâhim Hakkı, bu kitabı yazarken «Allahü
Teâlâ seni iki cihânda aziz etsin» diye du âettiği, aziz ve şerif oğlu
Seyyid Ahmed Na’îmî’ye hitâb etmektedir.
Önce bilinmelidir ki, Hak Teâlâ iki âlemi insan oğlu için, onları da ancak kendini tanımaları için yarattığını herkese duyurmuştur.
Nitekim Lütüf ve keremiyle (hadis-i kudside) :
«Ben gizli bir hazîne idim.
Tanınmayı sevdiril. Beni tanımaları için mahlûkatı yarattım» buyurmuştur. O halde âlemin ve insanın yaratılmasında esas maksad, Cenab-ı Hakk’ı tanımaktır. Fakat bu herşeyden üstün olan Rabbi tanımak, nefsi tanımağa bağlıdır. Nefsi
tanımak da bedeni tanımağa, bu da âlemi tanımağa bağlıdır.
Âlemi tanımak için bir miktar astronomi ve fizik, bir miktar astronomi ve ruh bilimi seçip, biraz da kalb ve ma’rifet ilimlerinden (tasavvuf) alarak Türkçeye terceme ile bu kitâbımı bir mukaddime,
üç fen ve bir hâtime olmak üzere tertib ettim.
Mukaddimede İslâm dinine göre kâinatı tanımayı ve dünya
ile âhiretin hallerini bildirdim. Birinci fende, âlemdeki varlıkları
ye bunların yaratılmasındaki hikmetleri, ikinci fende insan bedeninin yapısını etraflıca açıkladım. Üçüncü fende ma’rifete (Allah-ü Teâlâ’yı tanımaya) kavuşmanın nasıl olduğunu, hâtimede
ise dost, akraba ve komşularla bir arada yaşamanın şartlarını ve
edeblerini bildirdim.
Böylece, önce mukaddimede, Kur’an-ı Kerîm ve hadls-i şeriflerle sâbit olan dünya ve âhiretteki olayların akıl almaz inceliklerine vâkıf olup, tam bir inanç ile her varlığın yaratıcısını bilip azamet ve kudretini düşüneceksin.
Sonra birinci fende, kâinattaki ince sanatları birer birer görüp, cihânın sırlarına vakıf olunca .insanın âlem, âlemin özünün de insan olduğunu anlıyarak herşeyden feragat edip kendine döneceksin.
Sonra ikinci fende, beden ve
rûhunda Allahü Teâlâ’nm kudretinin akıl almaz büyüklüğünü,
âlem-i kebîrdeki herşeyin misâlini vücûdunda görerek, vücûdun küçük bir âlem olduğunu anlıyacak kendi nefsinde, Hak Teâlâ’mn
açık alâmetlerini müşahede edeceksin.
Vücudun sultânı olan
rûhun kıymetini anlayıp ma’rifet4 nefs mertebesini bularak kendi âleminde sultan olacaksın.
Üçüncü fende, kalbleri çeviren Allahü Teâlâ’nm aklın ermediği ilhâm ve tasarruflarını, Zâtının ve
sıfatlarının kalblere yakınlığını, âlem-i ekber olan kalbinde ilm-ül
yakin ile bilerek, Hak Teâlâ’dan başka her şeyi unutup,
yalnız O’nun
her işi yapan ve tasarrufunda bulunduran olduğunu anladığında
âlem-i vahdete erip, Vâhid ve Ferd olan, Hak Teâlâ’nın varlığını ve
birliğini basiretinle ayn-ül yakîn ile görerek marifetullah devletine
erecek, bu yakınlık seâdetini hakk-ül yakîn ile bilip, devamlı onun-la kalacaksın.
En sonunda hâtime bölümünü de okuyarak, kesret
âleminde mevcûd olan hükümleri de öğrenip, şartlanna riayet ederek Hak Teâlâ’nm mahlûklannm yumuşaklık ve idare ile gönüllerini alıp, kolayca cemiyet içinde aziz ve hâtm sayılır olacaksın.
Bu kitabdaki konuların sırası, yukarıda anlattığımız lâtif üslûb ile tamamlanacaktır. Basiret gözü ile okuyanlan Mevlânm
açık alâmetlerinin hakîkatına eriştirecektir. (Mârifetnâme) ismini verdiğimiz bu kitab, hicri 1170 (M. 1756) senesinde tamamlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder