225
da Eınstem veya bunlar gibi büyük madde âlimleri, eşya aleminin pınl pınl
yıldıziandır ye bu yönleriyle elbet Allah indinde de yücelmişlerdir. çünkü
ayet, zen-e kadar hayır işleyen hayır görür' buyuruyor. Ama bu yücelme
başka, peygamberlik ve evliyalık bambaşka. --Kâşiflerin yaptiğı, eşya ilişki-
enne yeni bakış açılan bulmaktır. Eşyayı, bu âlemin kurallan içinde değer-
lendınmektır. Bu bulgular, beşerin lehine veya aleyhine olabilir. Oysa pey-
gamberler ve veliler, sebep-netice ilişkilerinin çok ötesinde ve çok üstünde
ademin bakışını eşyadan imana dönüştüren mana pehlivanlandır. Peygam-
berin ve velinin işi. yaradılanda Yaradan alışverişini uyarmaktır. Peygam-
ber erden hiç biri ne elektriği ve ne deröntgeni ya da füzeyi keşfetmiştir.
Unlar, maddeden mananın yüceliğini keşfedip çıkarmışlardır
226
takvim
Peygamberler, toplumun hücre yapısı kansere yakalandığı zaman ortaya
çıkan büyük cen-ahlardır, diyebiliriz. Toplumsal kanserde, hatta bildiğimiz
bireysel kanser de aslında peygamber tavsiyelerinin kuru akılla yozlaştınl-
masından, ya da kuru akılla küçümsenip terkedilmesinden güç kazanır:
Asın madde tutkulan, madde düzeninde mutluluğu arama çabalan ve bun-
lardan kaynaklanan sosyal ve bireysel stresler... Peygamberler ağır ve zor
operasyonlanyla kanserli hücreleri, yani toplumsal amacın dışına taşmış,
azmış davranışlan atar. toplumu sağlığa kavuştururlar. ,..,«,, •
Ve insanlar, üpkı zafer kazanmış kumandanlann anısına heykel dıkbk en
qibi peygamberlerin büyük olaylanni da takvimlerine başlangıç yapar'ar.
Mesela Hazreti İsa'nın doğumu, Hristiyan alemiııin tarih başı olur, Ikı Cihan
Sen/eri'nin Mekke'den Medine'ye Hicreti de Islamiyetin hıcn takvimim
""gSp' geçmiş tüm peygamberlerin hayat hikayeleri bir arada kemâle
koşan Âdemin hayat hikayesini oluşturur. Ve. kemal Resul-u Ekremde
tamamlandığı için o son peygamberdir. "Biz inşam güzel b.r takvim
üzere yarathk„ manasındaki ayetin bir hikmeti de budur.
Hazreti İsa'nın doğumu neden takvime başlangıç olmuştur, bunun hık-
'"niretî Meryem, ilahi doğurganlığın simgesidir. Ondan Âdemin doğuşu,
- Peygamber Âdemindoğuşu! - başlangıç olmaya değer.
Tarih, dünyanın doğusuyla değil.Ademin doğusuyla başlar!
İnsanlık tarihinde iki peygamber yeryüzüne peygamber olarak gelmiştir.
Biri Hazreti Âdem ikincisi de risalet tacıyla doğan Hazreti Isa. insanlık,
birincisinin doğumunu takvime başlangıç yapamadı, çünkü o başlangıçta
henüz tarih ve takvim bilinci yokhi. Ama ikinci defa peygamber doğuş olayı,
kaçınlmadı ve ilk yılın ilk günü sayıldı. ^ ,j . ,- ı,„„,ii
Neden Hazreti İsa peygamber olarak doğduğu halde, insanlığın kemali
Muhammet Mustafa'da tamamlandı? Hikmeti olayııı kendi içinde: .
Peygamber olarak doğuşun özel bir dinamizmi yok. Buna karşı ık maddi
sartlann, dünya dertlerinin ve nefis, savaşımlannın içinde pişip kırk yaşın
olgılnluğunda resuUük bahşedilmesinin üstünlüğü bambaşka. Bu üstünlük
Âdemin meleğe üsttinlüğüne benzer bir ululuktur. -
Kırk yaşma kadar halkın içinde ve halk olarak yaşayıp ancak ondan sonra
Hak elçisi olmak ile, tasavvufun çokluktan tekliğe (Kesretten vahdete) akı-
şmdaki iç içelik insanı mest etineye yeter! .
İşte hicret, bu halden hale geçiş hareketini simgelediği için, islam takvimi-
nin başı sayılmıştir.
227
RIZK
Alem. zerrelerin birbiriyle ve 'Bütün'Ie alışverişinden meydana gelen bir
tevhid alemi: Varoluşu madde ve mana aleminde ayakta tutan, alışveriştir.
İnsan vücudundan koskoca beton binalara, sarp kayalara kadar kitleler, bili-
riz ki hücrelerden, moleküllerden oluşurlar. Bu hücreleri, molekülleri o
derece sert ve kopmaz bir bütün haline getiren bağ nasıl bir alışveriş bağı ki.
'Direnç' kavramı bile bu alışverişten doğuyor?
Geniş anlamıyla nzk, bu alışverişin alan ve veren açısından idrakinin ifa-
desidir. Kur'anı Kerim'in pek çok ayeti nzktan. nzkın belli bir nizam içinde
Allahm takdirince dağıtıldığından söz eder.
îman eden. Allah'ın rahmaniyeti ve rahmetiyle kucaklanmış olduğunu
bilir, nzkın telaşına kapılmaz. (Elbet bu çalışmamak anlamına gelmez! Yal-
nızca 'Rızkın telaşına kapılmaz* diyoruz.) Şüphede olan ise. Mevlana'nm
hikayesindeki misali doğrular:
Hani, küçücük yemyeşil bir adada bir öküz tek başına yaşarmış. Bütün
gün keyifle yeşil otlan yer, semirirmiş. Akşama doğru otlar biter ve öküzü de
bir keder sararmış: Yann ne yiyeceğim? Ot kalmadı! - Öküz bu dertle sabaha
kadar kıvranır, kahnndan iğne ipliğe dönermiş. Ama her sabah görürmüş ki.
otlar yeniden büyümüş. Ada yemyeşil. Öküz olduğu için. hikmetine vara-
maz, hangi lütfün himayesinde olduğunu anlamaz, gene akşama kadar
yemeye koyulurmuş! - Aşk Pey_9amberi Mevlana'nm kudreti işte: Gerçek-
leri çarpıcı misallerle binbir'değişik manada gözler önüne sermek!
Her saniye sayısız nzkın içinde olduğumuzu farkedebiliyor muyuz: Her
nefes, güne güneşe her bakış, her duyduğumuz ses. kısacası çevremizle her
alışveriş nzkımızdır. Rızkı yalnız mide kapsamıyla sınırlamak ise, mana nzk-
sızlığının nasibi!
Görmüyor muyuz ki. varoluşun her zerresi birbiriyle nzk alışverişindedir:
Bitkilerin temizlediği oksijeni alır. bitkilerin ihtiyacı olan karbonu veririz.
Ekmeği alır, parayı veririz. Parayı alıp hizmeti, yiyeceği, evi bannağı veririz.
Hikmet sözünü alır. duayı, şükrü veririz. Aldığımız nzktır. verdiğimiz ise o
nzkın zekatıdır. Zekat başkasına nzk olur. başkasının zekatı da bize nzk!
Orta ve Doğu Afrika'da açlıktan kınlan toplumlar var. Rızklan yiyecek açı-
sından az. Çile nzklan ise. çok. Çileyi yüklenip, Allah'ın eli oluyorlar ve yar-
dımı uzatana sevabı dağıtıyorlar. Yeterince çekilen her çilenin gecesinin
ardından gün doğar. Bu sefer veren el Afrika olur. alan da yardım edenler.
Zerre kadar hayır işleyenin hayır göreceğini söyleyen Kur'an hikmeti için-
de!
22S
Asırlar önce Resul-ü Ekrem'e yardım eden Habeşistan'a bugün İslam ale-
minin yardım kucağını açmasını asırlar geçtiği halde, niçin aynı ayet ışığında
da seyretmeyelinrı!
Rızk herkese! İman sahibi olana da, küfrün batağında bocalayana da:
Çünkü Allah rezzaktır ve nzkı yalnız insana değil, cümle aleme, kurda kuşa,
idrakliye idraksize, mazluma ve zalime de ihsan eder. (Tiyatroda kötü kişi
rolüne çıkana da maaş vermezler mi?)
Rızktan yana, Allahı arayanla umursamayanın arasındaki fark şu: Allah
tutkununa nzklann en hası olan muhabbet verilir. Evliyaullah onun için tok-
tur, iki lokma ile maddeye doyar. O'nun açlığı öze, cevheredir.
Allah alışverişine girmeyi amaçlayanlan niyetlerine göre ayırmak gerek.
Boyun kesmeyi cennette parsel için şiar edinenin nzkı ile, Allah'ın zatını
dileyenin nzkı aynı değildir!
229
NUR
Allahm isimlerinden bir kısmını daha kolay anlıyoruz. İnsanda misallerini
-eksik de olsa- görebildiğimiz için: Mesela Mü min, mesela Kadir ya da
mesela Cemal gibi... Bir diğer gurup esma (isimler) ise Allahın esrannı bir tül
ardından hayal meyal gösterir gibidir: Mesela Samed, mesela Ahed...
Nur ismi de bir gizem taşır. *Nurlu' sözü belki biraz daha anlaşılır gibidir
ama, *Nur'un kendisi öyle değil!
Nur nedir? Kur anı Kerimede, aynı adlı surede, *Nur* esrarlı bir ışık gibi
tarif edilir. Anlamı aşağı yukan şöyle: "Ne doğuda, ne batıda bitmeyen
mübarek bir zeytin ağacmdan yakılır... Ona ateş dokunmasa da
yağı hemen ziya verecek gibidir... O kat kat nurdur... Allah nuru ile
dilediğini hidayete erdirir... Allah insanlara doğru yolu seçmeleri
için misaller gctîrir...„ -Misal olduğu Allah ayetinin içinde vurgulanan
*ateş dokunnıadan ziya verecek gibi zeytinyağı' sözünü yorumlamaya çalı-
şırsak, nuru, *has maddenin özünden parlayan iç ışığı* diye tanımlamamız
belki mümkün olur. Bu iç ışığı bir başka ayette ^bizim üflememizdendir' diye
anlatılan ruhun kendi ışığıdır. Allah cemalinin aksedişidir.
Gözlemlerimizle biliriz ki, bazı insanın yüzünde böyle 'can* bir aydınlık
vardır, içi ısıtir . İşte o, Âdemin yüzünden, bakışından fışkıran nurdur. Bazı
annmış bedenler (evliyaullah bedeni) nuru öylesine emmiştir ki, ölüm
halinde bile cesetten o pınl pınl gönül hali yansır.
Neyi görüyorsak, o, nurun aksetmesidir. Nurun kendisini apaçık görebil-
mek için kemal gözü gerek. O ancak Hazreti Musa gibi bir kemale 'karşı
dağdan' yansır. Tur dağını nur ile parçalayan, Musa'nın kendi bakışıydı!
Kendi içinden fışkıran Allah nuru!.. Ne görüyorsak, o kaynaktan görüyoruz.
Nur dışımızdan bize gelmiyor. Bizden dışa dağılıyor ve çevremize bakışı-
mızla hayat veriyor. Çünkü nur bakışı, Allahm 'hay' (diri) sıfatinı ortaya
koyan bakıştir. Hayda diri kılan odur.
Nuru iç ışığımız olarak veya Allahın zatinin Âdemden fışkıran etkisi olarak
anladıktan sonra tevhid bakışını daha kolay kavramak mümkün: Tevhid,
bizim bakışımızın annmasıyla, idrakin kemaliyle elde edilir.
Gerçekten, nur bakışı, nefse bulanır da tahammül edilir hale gelir. Güneş,
ışığının siyah camdan geçerek zayıflaması gibi.
Bir de, baktiğımız nesnenum yansıtacak saflıkta olmalı. Siyah cisim ışığı
emer, biliriz, işte, nefisten sıynlabiler bir nur bakışı bakılanın saflığından
yansırsa, kendi doyulmazlığını tadabilir. Kemal ehlini seyretinek bu imkanı
sağlar.
230
Sözü bulandırmadan tekrar edelim: Önce ben nefisten annabildiğim
kadar nur saflığı içinde bakmalıyım, sonra baküğım kemal aynası saf olmalı
ki, kendi nurumu görebileyim. (İşte mürşid - mürid ikilisi bu imkan ve kabi-
liyeti geliştiren sistemdir.) 1-1 u in
Resulü Ekreme ait şu kıssayı hep biliriz: Hani, HabibuUah, Ebubekır le
yürüyorlarmış. Ebübekir *ne güzelsin ResuluUah' demiş. Yüce Peygam-
ber *Öyleyim'diye cevaplamış. Biraz sonra rastladıktan bir inanmayan, ne
çirkinsin Abdullahın oğlul' diye laf aünca, Adem kemalinin zübdei iki Cihan
Serveri gene 'Öyleyim' diye cevap venniş. İki zıt cevabın hikmetini soran
Ebubekir'e ise izahı şöyle: Ben aynayım. Bakan, bende kendini gorur.
Şüphesiz^ nur, Muhammed aynasından tadına doyulmaz bir mana aydın-
lığı ikram eder. Maddeyi de nurlandınr. Öyle ki, ancak >uhabbet' ayna-
sında Nakkaş kendi nakşının güzelliğini tevhid içinde seyreder.
231
TASAVVUF BAKISINDA
_ Adem bir avuç toprakla yarahldı. Toprak, hayaün çıktiğı suya maya oldu
1 oprak mayanın özelliği, binbir çeşit zerreyi sinesinde banndırması ve onla-
nn tümünden sessiz bir bütün oluşturmasıdır. Öyle değil mi: Taşı, bitkisi
olusu, dınsı hep toprakta, işlevini sürdüren bir canlı, dönergelir. toprağın
koynuna çöker. Dağılıp annmayı. kül'de (yani bütünde) kaybolmayı özler
İnançlanmıza göre. insan cesedi de kırk günde dağılır. Daha geniş bir bütü-
nün, toprağın, hüviyetini almaya başlar. (Önceki bir sohbetimizde değindi-
ğimiz Kırk., rakamı, annma için geçecek süre olarak işte gene karşımıza
Toprak, varoluşun dört ana unsurundan (toprak, su. hava ve ateş) biri ve
İlkidir. Bu yüzden gene dört rakamı ile sınırlanmış güzide halifelerin ilki olan
ve Resulü Ekrem in hadisinde "Bütün dünyanın imanlan toplansa
onlardan daha üstün bir imana sahip„ diye methedilen Hz. Ebubekirle
onun sadık ve gösterişsiz haliyle garip bir yakınlığı, bir müşterekliği vardır'
Gene başka bir dörtlü "IIke„ grubunun (Önce Hu, sonra Hu, gizli Hu görü-
nen Hu, yanı Kuran ve tasavvuftaki yerleşmiş deyimiyle evvel Hu ahir Hu
batın Hu, zahir Hu) birincisi ile toprak arasında sembole dayalı bir benzetme
yapmak mümkün: Başlangıç, toprakla!..
Toprak kendi başına hiç bir şey değil gibidir. Suskun, yerde Ama her
şeyin anasıdır! Kendi hareket bile etmez, ama içindekine hareket verir' Yıl-
dınmı bile, bünyesinden fışkıran elektrikle göğe kaldmrda, gökten yere bir
şimşek görüntüsü doğmasını sineye çeker! Evet, toprak uçsuz bucaksız
kemali simgeler!..
Topraktan başka gerçek bir menzil düşünebilir misiniz? Sonsuzluğun
içinde, hududu o oluşturur. Olmasaydı, sonsuza doğru uzanan bakış hedef-
siz kalırdı görecek şey bulamazdı! Gerçekten, bakışa anlam veren, yaradı-
lan hedeftir!
Sinenıa makinesinin önüne perdeyi koymayın. ışık demeti boşuna uzasın
gitsin!.. Bakışın sim perdededir! Bu perdede tek bir özellik aranır: Renksiz-
lik. Revnakı ancak bu renksizlik alabildiğine aksettirir.
Toprağın neleri remzettiğini araştinrken nasıl oluştuğunu gözden kaçır-
mamak gerek: Sarp kayalar, cesetler, binbir cefalı işlemle ufala ufala kendi
ozunu kaybetmeden kesrolarak topraklasın Bu kesroluşta (Yani bölünüp
parçalanmada) Şems'in (Güneş) rolü inkar edilemez.
232
Toprak, sinesinde eriyenden, hal hamur ettikten sonra, yeni ve başka
canlılar oluşturur. İşte, yeniden doğuşun misali! îşte, kemale ve bütüne var-
dıktan sonra tekrar zerreden seyretme tutkusuyla bu hayafa dönüş!
Bir ima ile sözü kısa keselim:
Çok yüzeysel, çok kuru bakışla hep denir ki, dünyanın dörtte üçü su,
dörtte biri topraktır.
Bütün okyanuslan bağnnda taşıyan, toprağın meydana getirdiği çanaklar
değil mi?
233
su
Daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi, bu âlem bir simgeler âlemi.
Kendimiz de dahil olmak üzere herşey, adın alaca düşmüşsuretleri!.. Çepe-
çevre simgeler... En kesin delili, Kur' anı Kerimde idrake açık seçik sunulan
simgelerdir! — Gerçeği, aslı yakalayabilmek için simgeleri yorumla-
maya çalışmak gerekli. Çünkü suret aslı, asıl da sureti mutlaka
takip eder.
İşte bir simge: Su! Su, binbir yönü ile, Âdemin binbir hikmet yönünden
açıklanması için ne güzel misaldir. 'Biz herşeye sudan can verdik'
anlamı verilebilen âyete bu cepheden bir bakalım:
Evet, şüphesiz, hayat verici güce sahip olan, sudur. Ama eşya âlemi
içinde yalnız başına da değil: Bir diğer âyet, 'biz insanı çamurdan hal-
kettik', buyuruyor. Yani suyun toprağa yönelmesiyle en yüce mah*
luk, insan, meydana gelir.
Toprak, bütün maddesel varlıklann anası olan imkân ortamı
değil mi? Bir yandan sonsuz potansiyer gücü, diğer yandan yüce
Peygamberimizin deyişiyle, 'el fakrü fahri'yi, yani iddiasızlık ve
boyun eğiş içindeki ihtişamı ortaya koymaz mı? Ayaklar altına
serildiği halde...
İşte, suyun hareket halindeki o yaratıcı enerjisinin sessiz gibi
duran toprakla kaynaşması, toprakta kaybolması, âyetin dediği
gibi 'insanı' var eder, yani, kemali doğurur.
Yalnız su, tek başına hiçbir şey değil. Karar kılacak bir mekânı bile yok.
Toprağa akmaya, hem de en derinliklerine kadar inip nüfuz etmeye mec-
bur. Ya tek başına toprak? - Hiç! Sudan mahrum toprakta hayat olmıyaca-
ğını ay da, gezegenler de ortaya koyuyor.
Su topraktan hşkınr ve sonra gene toprağa düşer ki, toprağı
hayatla bezesin. Su toprağa, toprak ta suya rahmet olsun.
Tabiat kanunlanndan haberi olmayan bakış için, gökten yağan yağmur,
sanki yen/üzünün dışından gelir. Oysa, rahmete, yağmura dönüşmesi, top-
rağın tâ derinliklerinden göğe yükselmesine, pişip buharlaşmasına bağlı. -
Tıpkı Ademin, kabasabalıktan lâtif hale geçmesi için muhabbetle ısınmaya
muhtaç olması gibi!..
Su ve toprak arasındaki karşılıklı bitmeyen alışveriş, lâ ilahe
İllallah formülünde ifadesini bulan tevhid sözünün bir hikmetini,
gönhek isteyen bakışlara sunar: Toplanıp dağılma, yoktan vara,
vardan yoka doğru gidiş geliş: Lâ ile illâ arasında bitmeyen akım.
Kelimemi Tevhidin tekrarlanması sona ermeden kıyametin kop-
mayacağı, bunun için yüce kelâmdır!
234
ilkel insan yağmuru yalnızca semavi bir olay sanır, suyun buharlaşıp
semaya yükseldiğini ve yağmura dönüştüğünü bilemez: Lâ dan illâ'ya akışı
farkeder de, illâ*dan lâ'ya dönüşmenin hikmetini sezinleyemez.
Çok büyük çoğunluğumuz ilâhî gücü semâda, ya da hiç değilse
dışımızda kabul eder. Bu, yerden göğe, içten dışa bakıştır. Çünkü
biz, çoğunluğumuz, lâ'dan illâ'ya koşuş demîndeyiz. işte. Allah
Resulünün "bu âlem bir demden ibarettir,, dediği de, bu demdir.
. Su toprağa kanşmca bulanıklasın Tıpkı, *Allahın üflemesi' diye tanırnla-
nan ruhun nefse bulaşmasıyla hakikatin perdelenmesi gibi. Nefisten ann-
malı ki, hakikat varlığının görüntüsü bel irsin: Su süzülüp buharlaşmak, tek-
rar lâtif hale gelmeli ki, yeniden saf olarak insin, gören göze ayna olsun!
235
HAZRETI IBRAHIMIN
NESLİ
Gönül ehlinde Hazreti îbrahimin özel bir yeri var O hem 'la ilahe İllallah'
sözünün banisi, henn de Resulü Ekrennin ceddi. (Mânâ ehli,hiknnet okunnayı
sevdiği için hennen ilâve eder: 'Allah onu Kelime-i Tevhidin banisi kıldığı
için Resulullahın ceddi!)
Olaylan nnânâ yönünden yorunnlamanın zevki bannbaşka! Hazreti İbrahi-
nnin hayat öyküsünden bir iki kesiti böyle yorunnlanriaya çalışalınn:
Babası Azer, put imalâtçısı. Pudan kınp yok eden ise, oğul! Ve
hüküm: ''Oğul babanın simdir!*, — Yani, oğulun ne olacağı, kade-
ri, babada gizli. Baba put yapmalı ki, oğul onlan kırabilsin. Hak
yoluna aykın giden bulunmalı ki, 'hak yolu* kavramı belirsin. o yola
yöneltecek Peygamber doğsun! Kaderin küfür ehli dediğimiz kur-
banlara yüklediği göreve bakın!
Kısacası, hikmet şu: Azer olmasa İbrahim doğmaz!
Hazreti İbrahinnin kansı, dillere destan güzellikteki Alınnlı. Ve hennen
her şekil güzeli gibi, kaprisli. Nefsaniyet dolu. Ve, çocuğu olnnuyor! Hiknne-
ti: Nefsaniyet kalıcı eser veremez. Onun kaderi, "Benden öte herşey fanidir,
geçicidir!„ anlannındaki âyetin işaret ettiği gibi, geçip yok olnnaktır.
Ve sonra, Hazreti İbrahinnin Firavunun diyanna gidişi! 'Firavunun' ona,
nnaddede alınnlı olnnayan bir cariye hediye edişi: Hacer! (Bilindiği gibi,
hacerin Arap lisanında bir anlannı da 'taş'.) Ve Hacer'in, (yani Taş'ın diye-
linn) kaderin lütfuna, peygannberin nazanna uğrayınca, peygannbere innan
edişi ve bir nnânâ güzeli oluşu! Hiknneti, "Biz izin vermedikçe kimsenin
gözünü açamazsın!' anlamını taşıyan âyetler ve aynı anlamda Resulü Ekre-
min taşı konuşturma mucizesi!..
Ya, Peygamberin mâna güzeliyle birleşmesinden (hasla hasın
birleşmesinden) Hazreti Ismailin doğuşu ve onun neslinden Alem*
lerin İftiharı Muhammet Mustafanın gelmesi!.. Süzülme apaçık
değil mi?
Resulü Ekremin ceddi, İsmail gibi bir nza, imân ve fedakârlık
misaliyle İbrahim gibi birtevhid timsaline dayanıyor. Ve, Hacer'in
mânâ güzelliğine. Muhabbetin kaynağı burada!
Hazreti îbrahimle mânâ güzeli Hacerin birleşmesinden Ismailin doğması
üzerine (yani ancak, mânâ neslin devamı kapısını açtıktan, nesil mânâ ile
236
sürmeye başladıktan sonra) madde güzeli Sara'nm da çocuğu oluyor: îshak
Peygamber. O da peygamber elbet, ama, nefsaniyet nüvesi güçlü olan bir
peygamber. Ve neslinde nefsaniyet yükü olan peygamberden. Beni İsrail
ptBugamberleri geliyorlar.
Bu noktada, bir duraklama yapıp. Beni İsrail peygamberlerinin çoklu-
ğunu hatırlatmakta yarar var: O kadar çoklar ve o kadar çok değişik karak-
terdeler ki, sanki, bütün beşeri temsil ediyorlar. Tıpkı, eski Grek ya da Roma
ilâhlan gibi. O ilahlar da beşerin binbir karakterinin birer sembolü...
Tüm o peygamberler çokluğunun nüvesi, tevhidin peygamberi
ibrahim!
Ve bu çokluğu, bu peygamber hüviyetinin insan kitlelerine yayıN
ması gerçeğini büsbütün anlamlı kılan bir hadis: "^Benim ümme-
tim. Beni İsrail'in peygamberleri gibidir...
Her olayın hikmet yönü elbet var. Ama peygamberlerin hayatından, ulu
kişilerin menkıbelerinden küçük küçük flashl'ler. hikmet çağlayanını büs-
bütün coşturur-.
Hikmet denemelerini abartılmış, yorumlan saçma ve hayal mahsulü
bulan da şüphesiz pek çok olacak. Ama sormak gerek: Abartılmış olmayan,
hayal kapsamına girmeyen birşey söyliyebilir misiniz?
İşte Ankebut suresinin 64.cü âyeti: ''Bu dünya yaşayışı, ancak
saçma ve oyuncak birşeydir. Şüphe yok, ahiret yurdu ebedidir. Bil-
seler...,,
237
HIZIR
Halk dilinde sık sık anılan bir Allah elçisi de Hızır'dır. Hızır Aleyhisse-
lam'ın hikayelerini (hatta düşünebileceğiniz bütün olay ve hikayeleri) bir
yönü ile ve yüzeysel olarak anlamak ve bununla yetinmek mümkün ama,
tasavvufa gönül veren, herşeye çeşitli açılardan bakmaya tutkundur. Hik-
metleri araştırmaktan usanmaz. Gelin, Hızır'ın neyi simgelediğine, hangi
mesajı verdiğine - bu sütunun boyutlanna uyarak - yalnız bir iki çizgi ile
değinelim:
Ramazan sebebiyle yayınlanan Peygamber kıssâlanyla da hafızamız taze-
lenir: Hani, Musa Peygamber, Hızır'la dost olup onunla yola çıkmak iste-
miş. Ama, kendilerine çok yardım etmiş fakir bir balıkçının teknesini delen,
Tann misafirini kovalayacak kadar kötü birilerinin ise yıkık duvannı tamir
eden ve küçücük güzel bir çocuğu öldürüveren Hızır'a devamlı olarak itiraz-
larda bulunmuş. Oysa Hızır Aleyhisselam, fakir balıkçının teknesini,
hükümdar tarafından zaptedilip elinden alınmasın diye delmiş yıkık duvan,
altından ortaya çıkacak hazine ileriki nesillerce bulunsun, şimdiden ele
geçmesin diye tamir etmiş. Küçük çocuğu öldürmesinin gayesi ise, o çocu-
ğun ileride zalim biri olmasını önlemek imiş. Şimdi, *Hızır' isminin yerine
'Kader' kelimesini ve hattâ isterseniz Külli Aklı (ziraf^Kader, Kûllî Aklın
işidir!) yerleştirsek ve hikayeyi öylece yeniden gözden
geçirsek, şu hikmetler perde. perde önümüzde açılır: '
Biz Musa Peygamberin yüceliğine' ersek bile kaderin lütfunu kolay kolay
anlayamayız, itiraz eder, onu düzeltmeye çalışırız. Oysa kader, sabredenle-
re, hikmetleri derinliğine seyredebilen bakışlara herşeyin nasıl yerli yerince
işlendiğini gösterir. "Biz sabredenlerle beraberiz» anlamındaki ayet
Allah'a teslimiyetteki güzelliğe ışık tutar.
Hızır hikayesinden bir başka hikmet: "Zerre kadar kötülük işleyen,
kötülük görür, zerre kadar iyilik işleyen de iyilik görür» manasındaki
ayetin de gösterdiği gibi iyilik ve kötülüklerimiz kaderimize yön verir: İyiye
ve kötüye bulaşmak ve başlamak alışkanlığı, alışkanlık karakteri, karakter
ise kaderi oluşturur.
işte bir başka yönden bakış: Kendisine Allah'ın hitabı erişecek kadar yüce
bir peygamber olan Musa Aleyhisselam bile kadere kolayca boyun eğeme-
di, çünkü ''Kemal» doruğuna varamadı. Bu doruk, bütün peygamberleri
sinesinde tevhid eden iki cihan güneşi Muhammed Mustafa'nın menzilidir.
Bir diğer hikmet noktasına dönelim: Peki, halkın Hızır'ı beklemesi,
Hızır'dan medet umması nedir? -Dilek ve duadır! Hızır'a rastlanırsa, yani
istek ve dua kaderin çizgisini kendi istediği yöne çevirebilecek ihlasa (bulaş -
mamış temiz niyete) sahipse ve zamana da uygun düşerse, arzulanan olur.
. Halk ağzındaki 'eşref saat' sözü işte bu uygun zamana işaret eder.
Ya, Hızın yani kaderi yönlendiren dua, kimin duasıdır? Bu soruya kısa ve
öz cevap vermek istersek şu cümle ile yetinmemiz gerekir:
Kadere yön veren, Allah katında makbul olanın duasıdır. . '
Hızır'a rastladığının da, yalnızca o farkına varabilir.
238
Piyanonun pedallerine istediğiniz kadarbasm, el oynamadıkça hiç birses
çıkmaz. İşte çevremizdeki olaylar ve görüntüler, piyanonun pedalleri gibi-
dir. Onlara, mana denizinin ahengini gösteren simgelere dikkat ederek eğil-
medikçe, piyano pedaliyle oynayan çocuklar gibi, yeryüzünde boşuna
dolaşır dururuz. Şekil, hikmetleri ortaya koymak içindir. Hikmetsiz şekiL
boş! (Harfler de, hikmetlerini bilmeyenler için kupkuru garip çizgilerdir.
Ama bilen, onlarla Kur' anı okur!). .
Gelin şu 'el'imizin neleri simgelediğine şöyle bir gözatalım: Elbet, hep
gayret ettiğimiz gibi, yirmi otuz satnn sının içinde:
El, işi işleyen organımızdır. Hikmette Taili Mutlaksın elini, Marifetullahı,
, Allahın hünerini simgeler. 'El elden üstündür, arşa kadar' deyimi aynı nok-
taya işaret eder. Gene, îslam örfü ve edebi içinde birinin elini öpüp başımıza
koymanın anlamı, 'Her işlediğine razıyım, seni üstün bildim!' demektir. 'El
almak' tabiri de, 'Yapabilme kudretini üstlenme' anlamına gelir. îlahi
kemale ermiş kişiden el almak, onun kemal ve kudretini el alanın kişiliğinde
sürdürmek demektir. Hak ehli bir Ulu Kişinin 'Ceddim, ver elini öpeyim!'
yakanşı içinde Resulü Ekremin elini alıp öpmesi olayı da, aslında Adem
kemalinin nesilden nesile aktanldığını 'El' simgesiyle gösteren bir mana
alışverişidir.
Bir sürü fal çeşidinde püf noktası biliriz ki, fala bakanın kendi içine doğan-
lan şekiller yardımı ile şuuruna çıkanp aktarmasıdır. Ama el falı, neredeyse
matematik bir yöntem halini almış. Bir ilim olmuş. Ehli, el çizgilerinden
kaderi okur. Elbet, yanm pörçük. Ama elde, yani Allahın tayin ettiği cümle
işleri yapan organda bu kaderi okumak, elifi remzettiği manayı doğrular:
Kader, yapma gücümüzde gizlidir!
İslamın, simgelerle hakikate ışık tutan ince esprisi içinde, başka dinlerde
görülmeyen bir dua tarzı vardır: Ellerimizi önce nefesimize açar, duayı elle-
rimize okur, sonra o elleri kendi yüzümüze süreriz. Bu olayı, tasavvufun
'hakikat' ve *edep' düsturlanna boyun eğerek, kısa kapayalım: Dua ile
niyaz Hakka açılmış ele kaydedilir, sonra el. yani kudretin simgesi, teslimi-
yetle 'hakikati görmeye' simge olan gözlere sürülür!
Tasavvuf yolcusunun, kısa adıyla dervişin kuşaktan kuşağa aktanlan bir
kuralı var: Elsiz, belsiz, dilsiz olmak. Elsizlikle remzedilen, fiil işlemeyi reh-
bere terketmek, cüz iradesini külle boca etmektir. Ama çok defa yanlış anla-
şıldığının aksine, derviş iş işlemeyen tembel ve miskin kimse değildir. Aksi-
ne, elsiz olmak ile fiil işleme gücünü Kudretullaha bağlamayı ve böylece
beşer hudutlannın üzerine çıkmayı amaçlar. .
239
El asıl ve özellikle, Kudretujlahın kesroluşunu (zerrelere dağılmışlıgını)
ortaya koyan bir misaldir. Beş parmağın hepsinin de sanki ayn birer hüvi-
yeti vardır, ama beş parmak tek elin aynlmaz cüzleridir. En hünerli kavrayış
beş parmakla ye avuç içiyle beraber kavrayıştır. İlahi güç, bü'Mümkünat'ı
böyle kavrar! fşte, ele alman işe Allah'ın Kudretullah simgesiyle gösterdiği
gibi sıkı sıkıya yapışmak, o işi 'avuçlamak \ muvaffakiyetin simdir.
Beş parmağa da şöyle bir dikkatle bakın: Biri, hepsiniakarşısında yol gös-
terici. Sanki müşterek oluştaki muhabbetin sunucusu! Diğer dördü de varo-
luşun dört ana unsuru. Duada yüze sürülen, işte bu kusursuzluk ve tamlık
remzidir! Ve, el, kol, baş, gövde, ayak, ruh hepsi, hepsi Âdem'deki vüce
idrakte tevhid halindedir!
240
İLÂHİ EDEP üzerine
Tasavvufta çok kullanılan deyimlerden biri, 'Âdap Ya Hu'dur. Bilindiği
gibi, Arapça bir kelime olan *adap\ edeb'in çoğul ifadesidir. Bu kelimeyi
'terbiyeli davranış' gibi. tercüme etmek, hiç anlamamak olur. Bugün Türk-
çemizde hâlâ kullanılan 'edebiyat*, 'edeb'i daha bir kolay izah edebilir. Söz-
cük, 'zarif, ince, esprili güzellikle davranışa belirtiyor. Ve tasavvufta ahlâk
da, edeb te Yaradan ile yaratılan arasındaki cilvenin lâtifliğine erme ve bu
lâtifliği zedelemeden yüceltme içeriğini taşıyan kelimeler. Birincisi özde,
ikincisi zahirde, şekilde.
Niçin bu lâtiflik?
Meviâna sebebi şöyle ifade eder: Aşığa yakışan, sevgiliye ait sır-
lan lâtifçe gizlemektir.
Gerçekten, Kuranı Kerimedeki bütün âyetler, yüzeysel anlamlan
yanında pek çok esran simgelerle anlatırlar.
Bir halk deyimimiz güzellik karşısında dilin tutulmasından söz eder.
Tasavvufta ve Cemalullah karşısında 'aklım mattır, dilim lâl!' Olağanüstü
güzeli bütün cepheleriyle görmenin yaratacağı şok için bu söz çok zayıf bile!
Güneşe çıplak gözle bakabilir misiniz? Perdelemeden?
Uluorta konuşmamak gereğinin bir sebebi de şu: Üç yaşındaki bebek,
biberonu mu ister, inciyi mi? Allah hikmetlerine yaklaşabilmek için bütün o
yaşam basamaklannı ürmanmak gerek. Hem de, o uğurda, o hevesle, o
aşkla! Yoksa insan biberona devam eder.
İşte içerdiği anlam ile edeb, bir yandan yolu yordamı gözetmeyi, ehil
olmayana anlayabileceği gibi konuşmayı sağlar, diğer yandan da, tasavvuf
yolcusunun uçsuz bucaksız hikmet denizinde kaybolmasını önler: Adabın
yüceliği içinde, göz ne kayar, ne haddi aşar. Sindire sindire,
yudumlaya yudumlaya seyreder.
Adabla bakan, hakikatnuruyla bakar. Öyle baktığı için de, hakikati göre-
bilir.
Zarif, ince, lâtif davranış esastır, çünkü Allah ta öyle davranır. Hep!
Doğru söz şu: Her türlü davranış Allahın emsalsiz letafet mozayi-
ğinden, edeb estetiğinden bir zerredir!
Kısaca 'şeytan' simgesiyle ifade edilen nefsin aşın davranışlanna da yol
veren O'dur. Latif adaleti içinde, her inanışa, o inanış biçiminin
imkanlarını gösterir. Mal canlısına mal sevgisini O verir. İnanmıyana küf-
rün mantığını O hediye eder. Çünkü O, yalnız 'doğru' yolda olanın
değil, tüm yaradılmışlann görüp gözetenidir, İlahı'dır. isteyene,
istediğini verir!
241
o öyle bir ince âdabın aşığıdır ki, aşkım Muhafnmette vÜGuHaştınnıs
Muhammet vücudunu aşkla âlem eylemiştir.
'Ben ahlâkı tamamlamaya geldim' sözü, bu aşkın ifadesidir Zira latif
huylan, zanf davranışlan, ince Hak esprilerini koruyup yüceltecek kemal
yolu, ö sevgilinin gösterdiği yoldur.
Şüphesiz, dünyasal hayatımızda değer verdiğimiz bütün o herkezce bili-
nen ahlak kurallan da sözünü ettiğimiz ahlâkın içinde ama, özdeki ahlâk
kurallannın yanında o kurallar ancak kabuktur. Daha içeriye yol vermek
içindir. Adab, zor kavranabilen güzelliğin, letafet içinde ilerliyerek tadılma-
sını sağlar. '
Allahın velîleri edeb içinde kıncılıktan, zordan, tehditten uzak, hoşgörü-
nün zirvesinde, aramızda dolaşırlar. Korku değil, haz ve imreniş yayarlar.
242
SABAHIN AYDINLIĞINA
Fecr Suresinin ilk ayetlerinin anlamını, binbir bakış açısından bir tanesine
göre yakalamaya gayret edelim ve sonra, Yüce Kitabı kapayıp, ayetlerden
mülhem bir özet yapmaya çalışalım:
*Gönül gözüne görünmeye başlayan mana ışığına and olsun! On sayı-
sında simgelenen, bütün birimlerin nüvesi olan ve hep tekrar edilen sisteme
and olsun! Halik-mahluk ikili ilişkisine and olsun! Bu ilişkiden görünen tek
vücuda and olsun! Bu ilkelere dikkati çekerek deriz ki, şu tekrarlanan oyun-
dan nasibinizi alın: Ne kavimler, ne milletler gelip geçti.. Hepsi kudretin
imkanlannı tatülar, savurganca kullandılar. Begendiklenni elde ettikçe,
bunlan kendi maharetleriyle yakaladıklanna inandılar. Refahtay-
ken şükrü, dara düşünce de sabn unuttular. Allahın nasiplerini kesti-
ğinden şikayet ettiler. Halbuki AUah, görüp gözeten ve koruyan
olduğu için onlara azap verdi; Azap, pişirir, oldurur, kendine dön-
dürür. Öyleyse Allah'ın kahredici vasfı, himaye etinek, yüceltmek aşkından
gelir; -
Kıyamete kadar yol gösterecek Kur'an ayetleri bu anlama gelen uyanda
bulunuyor. Ve bin dört yüz seneden öncesinin de, günümüzün de, gelece-
ğin de tablosunu çiziyor.
Aynı ayetlerde şükürsüzlüğe misal verilen Semud kavminin ve firavunla-
nnın kıssalannı günümüze şöyle bir uygulayalım, mı: ^
Bir cennet ülkede yaşarsınız. Her türlü lûtuftan, o. lütfün hiç farkına var-
madan yararlanırsınız! Sizin ülkenizin yalnız madenleri bile başka bir ülke-
nin tek ve büyük serveti olur. Yalnız mesela sahillerinizin, pınl pınl güneşli
şehirlerinizin bir teki başka bir memlekette bulunsa, övgüden dilleri kumtijr.
Yalnız verimli topraklannıza malik olan bir halk zenginliğe, refaha kavuşur.
Ya siz, ne yaparsınız? Allahın lütuf ve rahmetine şükretineli değil misiniz?
Şükür sözde kalırsa bir dudak oynatiştir. Asıl şükür, yaradanın lütfuna
katkıda bulunmakla, onun verdiğini büsbütün çoğaltmakla, yararlı
şekilde kullanmakla olur.
Gerçek şükürden uzak kalana azap verilir ki, silkinip uyansın.
Azab hep gökten mi inecek? Topluluğun içinden de çıkar: Adı kıt-
lık olur, beceriksiz yönetici olur. kuyruk olur, anarşi olur. Gafletin
derecesine göre!..
Gene de lütuf gelir erişir: Gecenin ardından gün doğar. Ama gene far-
kında olunmazsa, uyan bu defa daha şiddetli gelir.
Ya yönetenler? Çağımızda elbet firavun despotluğu yok. Daha doğrusu,
var da, biz o derecedekini çok şükür tanımıyoruz. Çünkü 6 derecede gaf-
243
lette de değiliz.
Ama, Firavun kelimesiyle simgelenen yönetenler, 'Ben yaptım*.
Ben ettim', 'Baraj benim', 'Elektirik benim eserim', 'Yalnız ben
bilirim', 'Tek reçete bende' gibi benliği vurgulayan davranışJaria
gaflette ısrar ederierse. danışmayı, başkalarının gösterebileceği
yollardan istifade etmeyi küçüklük sayariarsa, ebediyete kadar
sürecek ilahi sistemin gazabından kurtulmak mümkün olur mu?
Kur'an tarih kitabı değil. Hâşâ! Hep tekrarlananın' misallerini veren kıla-
vuzdur O!
^ Sure milletleri de, yönetenleri de uyanyor. Ya teker teker hepimizi?
Kendi kuçuk aile devletlerimizde işyeri devletlerimizde, benlik ve vücut
devletlerimizde , beşeri ilişkilerimizde Semud kavminden farklı mıyız^Ebedi
ikaz bize değil mi?
Evet. Fecr Suresinde Allah geceye de yemin ediyor. Yani, haki-
kate olduğu kadar gaflete de, örtünün alündaki hileye de!.. Çünkü
Adem.macerasını gözler önüne seren malzeme bunlardır.
Evette, Kur'anın uyansmdaki hikmet şu: İbretle yücelmek varken, mal-
zeme kalmakta ısrar niye?
244
İHLASIN YENİLMEZLİĞİ
îhlâsm mükâfatnı ortaya koyan pek çok tasavvuf hikâyesi vardır. Kimi
kıssa şeklinde, kimi tarihi vaka. Halk ağzında asirlardan beri dolaşır. îşte bili-
nen ikisi:
Fakir bir balıkçı, günde bir iki tane avlıyabıldiği balıklarla güç belâ geçin-
mekte. Bir akşam, sabahtan beri oltasına gelebilmiş iki balığa bakıp kara
kara düşünmekteyken, kıyafet değiştirmiş ve halktan biri görünümü almış
olan 'Sultan', yanına yaklaşır. Ortak olmayı teklif eder. Balıkçı acı acı güler,
sabahtan beri yakaladığı iki balığı gösterir ve kendinin bile güç doyduğunu,
ortaklığın ikisine de yaramıyacağını anlatmaya çalışır. Sultan ısrar eder.
Balıkçı boynunu büker ve "Madem o kadar ısrar ediyorsun, peki al şu tek
balığı, senin payın!„ der. Sultan balığı geri verir, 'alacağım olsun' deyip,
ortağını ertesi gün kendi yerine davet eder. - Balıkçı davete gider ki, ne gör-
sün: Ortağı, Sultan! Yerim dediği, saray!— Sonunda, Sultana ortak olanın
elde edebileceğine sahip olur.
Tasavvuf hikayelerinin hepsinde olduğu gibi, /sultan', kişisel kılık almış
ilâhi kudreti temsil etmekte. Balıkçı da, ihlâs ve nza sahibi, örnek kulu!
Bir başka ihlâs olayı, Hazreti Alı ile Muaviye arasındaki meşhur hakem
karannda ve sonucunda simgelenir: Bilindiği gibi, Hazreti Ali, mızraklanna
Kur' an yapraklan geçirilmiş Muaviyenin ordusunun karşısında durur,
savaşmak istemez, iki taraf ihtilâflannı hakemle halletmeye söz verirler.
Hakem, halife olduğunu savunan her iki taraftn da eşit şartlar içinde huzu-
runa gelmesi için, Hazreti Ali'nin halifelik sembolü yüzüğünü çıkanp ken-
dine vemıesini ister. îhlâsm simgesi olmuş Ali, hemen isteneni yapar,
yüzüğü teslim.eder. Ve hakem, yüzüğü Muaviyenin pamıağına geçirip onu
halife ilân eder.
Peki, ya sonra ne olur? Kim mağlup, kim galip? - Muaviye bir ömür süre-
since halifelik yapü, ama gönüllerin muhabbet yüzeyinde yer etmeden ölüp
gitti. Ama Hazreti Ali, gönüllerde taht kumıuş dört büyük Peygamber dos-
tundan biri. .
Günlük hayatıınızda da hep görürüz: Ihlâslıya, daima bîr hileci
musallat olur. Mutlaka. Bitip tükenmek bilmeyen mücadeleyi sür-
düren de hep hilecidir. Ve ilk nazarda kazanan da hep o!
Ama soçıra? — Sonra şemsiye tersine döner!
îyi gözlernliyebilir ve iyi yorumlıyabilirsek farkederiz ki, hilecinin ihlâslıya
sataşması şu varoluşun revnakini sürdümıeye yarar. Bir anlamda, zahir
bakışı içinde, olaylara konu olan, yeni yeni hamleleri ortaya koyan, hep
hilecidir.
245
Hileci, bu vasfıyla, vaTOİuşun hammalhğflnı yapar! (Ebtılehep
hakkındaki âyetler!)
Ama, gönüllerde taht kuran, ya da ilâhi makamda itibar kazanan ise, ihlâs
sahibidir. Yenik düşmüş gibi görünendir.
Zaten İhlasın özelliği, 'yalan düzende' hileciye yenik düşmektir.
Günümüzde de hileci tarafı, dünyanın her yerinde özellikle siya-
sete soyunanlar arasında - hemen hepsinde - kolayca müşahede
edebiliriz. İhlâs sahibine kuyu kazmaktan qbü kalmazlar.
Kimseyi methetmek ya da karalamak niyetinde değiliz. Hak oyununa işa-
ret etmek istiyoruz: Birkaç yıl öncesine kadar memleketi kasıp kavuran deh-
şeti ihlâsla silip süpüren, şimdi yalnız kalmış gibi görünse de, ihlâshyla ona
oyun oynayan arasındaki kader çizgisi değişmiyecektir. Kesin.
246
FATİHA SÜRESİ
Biliriz ki, bütün Kuran alti bin albyüz altmışalü aye^yle, Fatiha suresinde
özetlenir. Fatiha suresinin özeti ise, Besmele'de. Besmele ise, arap alfabe-
siyle 'b' harfinin altindaki noktada!..
Bu ilk sûre, varoluşun hangi yüceliğinde yaraüldığını artlamanın yoludur.
Fatiha sûresinin diğer surelerden farklı bir yanı var:. Bu sure, başından
sonuna kadar Allah'a hitap eden tek suredir. Bu hitapta bulunan, gene
Allah'ın kendisidir. Çünkü islam imanı ile biliriz ki, ayetlerin hepsi Resulul-
lah'ın (Yani Âdem'in kemal halinin) dilinden, Allah'ın öz kelam.ıdır
Fatiha-suresinin dördüncü ayetindeki 'Biz' kelimesiyle çoğulû.akı teklik,
yani Allah'a teslim olmuşlann tümü vurgulanır. Bu tüm (Birinci ayetJe ifade-
sini bulduğu gibi) Rab'ba, yani Allah'ın öğretici sıfatina, yol gösterici .kerrıa-
1in üstün haline şükrebnektedir. Bu, 'En-el Hak' yüceliğine varmış gonlun
Rahmaniyete (İkinci ayet) boyun kesmesidir.
Üçüncü ayet, Allah'ın din gününün sahibi olduğunu ortaya koyar. Hef
ayette olduğu gibi, burada da elbet çeşitli anlamlar var. Bunlardan biri, din
günü ile 'Kıyamet'in kasdedildiğini işaretler. Gene yalnız bir tanesi, Allah
aşkıyla coşup, vecd içinde, Allah vuslatina ermektir. O vuslata eremıyen
bireysel idrak, kıyamet hedefinin arzusuyla kaynayan bu alemin heyecanı
içinde, binbir azabın girdabına düşer, kaybolur. Dördüncü ayet, yalnızca
Allah'a kulluk etmekten söz eder. Yalnız Allah'a kulluk, kendi nefsinde ilah
yaratmamakla mümkündür. Oysa, bu ilahı hep yaratir, çoğumuz da o yarat-
tiğımız putiardan sıynlamadan göçer gideriz. Allah'a götürmeyen her tutku
ilahtir. iş, şan. şöhret, çoluk, çocuk, hatta kişisel haysiyeüe, kişisel erdem-
lerle övünmek kendini, puthane eylemektir. Ama çok şükür ki bu ilahlarla
yaşamamıza rağmen, bir anlık bir Allah tefekkürii ile. Onun yüceliğine
döner, dönebildiğimiz ölçüde de helakten kurtuluruz. Beşinci ayet. doğru
yolda olmanın, hakikatten aynlmamanın niyazıdır. Hangi yol doğru yo'du""-
Kişisel hedeflerimizin. Allah'ın yüce hedefiyle birleştiği yoldur bu. Allahm
yüce hedefi ise, bilinmektir. O halde, selamet yolu, Allah'ı bilmeye götiiren-
dir. Altincı ayette buyurulduğu gibi bu yolun dışında kalmak ise, denize
akan bir nehirde akıntiya ters istikamette kürek çekmekten ibaret kalır. Ters
yöne kürek boşuna çabadır. Yalnızca perişan eder. Nehrin denize garkolma
hedefine aykın gitmeye.kalkan. şükür olsun ki, o muhteşem akıntiya karşı
koyamaz, tepe taklak da olsa, oraya buraya çarparak da olsa, sonunda
hakiki hedefe vanr.
247
Ters yöne kürek çekenler, bir anlamda gerilimi artürmak için mevcuttur-
lar. Tabii, çünkü Allah/ m hedefine akış, öyle şınl şınl olaysız bir akış değil ki!
Nice çağlayanlan biie silip süpüren bir kaynamadır. Haşmetine layık olsun
diye, kaya gibi direneni de, kütükten farkı olmayanı da, kurdu kuşu da
yarattğı gibi, sürer, götürür.
Surenin yedinci ve son ayeti şaşırmış ve yolunu sapıtmış olanlan tekrar
kınar. Onlar Allah'ın Rahmaniyetiyle kendilerine inen ayetlerin farkında
olmayanlard'/r ki, bu halin yaratil ışındaki* hikmet de, zıtt ile doğruyu vurgu-
lamak ve hu vurguyu idrake sunmaktadır. Elbet bu şaşıranlar da denize
varacaklardır, ama taşa çalıya çarpa çarpa! îman etmeyenin mescidi cehen-
nemdir, zira orada Allah der. Ama gene Allah'ı bulur, cehennem suya gar-
kolup 'iöner: Allah'tan ümidi kesmemeyi emreden ayet şahittir!
248
"BU ÂLEM KOSKOCA BİR
YALANDIR!,,
Yüce Kıır'anın âyeti varoluşun bir oyundan ibaret olduğunu söy-
ler. İnsanhğiTİ Efendisi Peygamberimizin de aynı anlamda pek çok
hadisi vardır: "Bu âlem koskoca bir yalandır!» - "Bu âlemm gerçek-
liği, dün gece gördüğün rüya gibidir!» - "Bu yalan âleminde bize
doğruyu, gerçeği göster!» - "Bana eşyanın hakikatim oğret!„ gibi...
Ya yalan nedir? ,' , . ı
Hayat tecrübelerimizle biliriz ki, gerçek olmayan herşey ashrjda gerçek-
ten üretilmiştir. Gerçeğin yansımasıdır, eseridir. Bir sinema filmi gerçek
hayatın esaslannca düzenlenir, bir hikâye, gerçek dikkate alınarak ortaya
konur Oyun gerçekten devşiri lir, onun taklididir.
Bu yalan âlemi de gerçeğin misalidir. Onu temsil eder ama, gerçeğin ken-
disi değildir. Ne kadar güzel çevrilmiş olursa olsun, bir sinema filmine işte
gerçek!' diyebilir misiniz? ' ....•/- ı
Ama, garip bir ihtiyacı inkâr etmek te mümkün degıl: derçek
olmasa da gerçeği hatıriatan yalanlan sıralamaktan/gerçekmiş
gibi seyretmekten Âdem zevk alır! Tâ. yan ilâh mitoloji kahramanlan-
nın destanlanndan meddah masallanna, çizgi filmlerden kurgu^bılım dizile-
rine kadar... Bu yalan âlemine doyamamaniız da aynı eğilimimizden ge ır_
Gerçek olmayan, şu suret âleminin aynlmaz bir öğesidir. Hakikatin hılah
olmalı ki, hakikat olabilsin! ~ -^ Gerçeği ortaya koyan, gerçeğin kendisi
değildir: Bu görevi fedakârca üstienmek, gerçek uğruna ortaya sumlen
yalana, yalancıya düşer! , „ „ , . .
Göriinen âlem yalan âlemidif diyoruz. Peki Adem? Bunca insan? Gelmişi
ve geçmişiyle, şanlısı ve şöhretlisiyle, eğrisi ve doğrusuyla? - -- Adem
görüntüleri de yalan. Şan, şöhret, eş dost ta masal. "O yalan, bu yalan, var
biraz da sen oyalan!„ ^ , r, ı,„
Peki. ya gerçek nerede? Gerçek, gerçeği arayışta! Bunca yalan-
dan bir gerçek sentezi çıkarmaya uğraşmakta! idrak bakışının çev-
resindeki yalanlar revnaki içinden gerçeğin ögelennı yakalaya-
bilme gayretinde. Kısacası, hikmet bakışında!
Hiç yalanla haşir neşir olmuş, yalana kanmış kışı, gerçeğin
peşinde koşanla bir olur mu?
249
sahnp iHn\^! ^ f^lT- ^"' ^'^f ° oyununun değişecek dekoru gibi, bir
sahne .çın kullanıldıktan sonra başka bir sahnede başka bir düzen alnıak
üzere dagıülıp kenara aül.r. O dekordur, mabemedir. OysrgerS
peşmde koşan inatla Allah sırlann, araşüran, adetâ. seyretti|tiyffro'2"
nnde venlmek istenen mesaj, kovahyan seyirci gibidir Ve bu nSaTan
yakalamaya aLştığ. oranda eleştirmenliğe, rejisörlüğe, eser y^a^S na
vSu Sd't^"" Serçek d,ş,^,p„dan.şlar. gölgeler, onun kemSSan
^r^^^^^^T?^''^- O' bu yalan âlemi içinde yaln^ gerçeği
ileSr'^^rS- "' ^^J^?'^ 2^'^,^ '^'^' arasındaki fark, görebildiği oranda
ferler. I erled.g. oranda da gerçekle yalan arasmdaki değer fark, yerini bam-
^S^*H R?' *"''^- ""^ ^'^ ^^'""' °""" âş,k olduğu gerçe|n™endTr
yaratos,d,r^_B,r resm,n ressam,n, yans,ttiğ, gibi. gerçeği yans,tirl
mSS^ o?W „;rt"K "rl^' S«Ç«9Î arayışta, sevgiliden alman
mektup gibi yeni bir hamle hızı verir. Tâ, yalan ve gerçek birbirinin
.zduşnmünde bulnşuncaya kadar! Bu da. kemal eEhSi"
250
BİLİM VE AHLÂKTA
Varoluş, zaman demindeki harekettir. Allah, yüce Kurbanda zamana
yemin etmekle, vâretme kudretine de, zamanı görünür kılan harekete de
yemin etmiş oldu. (Hareket, Allahın uçsuz bucaksız dinamizminin varoluşu
yansıtması olur da, İslama inanan nasıl miskinliğe, süfliliğe, uyuşukluğa
kapılır?)
Hareketin, yani mânâdaki ve maddedeki devamlı akışm Vü-
cud'u ortaya koyduğu böylece kabul edilince^ değişmeyen hakika-
te, yani yeterli bir Allah idrakine vanlamıyacağı da anlaşılır. Değiş-
meyen hakikate erişilebilseydi, mânâ da aktığı hedefe varacak ve akış sona
erecekti. Bu, mânânın da ölümü olurdu.
Kavrayabileceğimiz hakikat ancak, 'hakikati arayış'tadır, bul-
makta değil! Bilmek, daha çok bilmek... Görmek, sezmek... ('Bugün âmâ
olan yânn dahi âmâ olur elbet!') Bildikçe bilmediğini anlamak, değer
hükümlerinin her vanlan menzilde yer değiştirdiğini farketmek... Böylece,
değişmeyen hakikate olmasa bile, değişip duran değer hükümlerine hakim
olabilmek! Jşte cennet ve cerinetten içerideki cennetler de budur: Değer
hükümlerinin üzerine çıkabilmek, yani hikmete varmak, dolayısıyla gittikçe
daha hür, daha hür olmak. Hakikat yolu, tefekkür hürriyetiyle doğru
orantılı olarak açıhr. (Ve şüphesiz, yobazlıkla, tutuculukla da ters
orantılı olarak, kapanır!)
Tam bu noktada önemli bir saptama gerekli: Alabildiğine hürriyetle elbet
anarşist azgınlığını kasdetmiyoruz. İşte sırat köprüsü de bir anlamıyla tam
burada karşımıza çıkar: Hürriyet içinde biLfnek, bilimin peşinde koş-
mak, hem ilericinin ilericisi Peygamberimizin emri, hem de kerim
Kuranda zikredilen varoluş kuralı! Ama dikkat etmek gerekir ki,
ahlâkla ehlileştirilmeyen bilme hırsı yalnız şeytaniyeti kamçılar.
Sivriliklerle doludur, küstahtır, lâtiflikten yoksundur. Bu cephe-
siyle hattâ kendine fren olur: Bildiği bilmediğine mânidir!
Bilim ahlâkla yoldaş olmalı. ^
(Tek başına ahlâk da Âdemi melek eyler. Gerçek insan vasfını
eritir. Oysa bilmez mi;^ ki, melek Âdeme secde eder, imrenir. O, âlemden
yalnızca bir unsurdur. Âdem ise tüm âlemi içerir.)
îki Cihan Serverinin 'ümmetim' diye üzerine titrediği, işte,
Âdem vücudunda bilimle ahlâkın ahengini gerçekleştirebilcn
hakikat yolcularıdır.
25i,
olunduğu için, cennete 3öSİr/^),ndT^^^^ dens^vl- hakim
nin gereği de budur. Allah TlâkıSSİ^Î^'' ^'^'^^^^^
zübdeinde, Muhammed MusteS m ÎT '^^^S^'^""''? ahlâktır. Âdemin
maya geldim!') Ve, .^cta l^mâmu^eS^r^^"^'^^" ^'^'''^' *^-^-'-
rneyi en çok gerektire^^SîS 1S h^ .^'^r^t^^S"™?^'^^^^^
fazl^olur. Bu sloganclann sHk Jİt . >^^^"'^'' '^«>- ^ahadakinden
Seçr uyans.d,r. MİivS^^^at bt^^^^J-^Tf ^^^^^ ^" '^'' '"'âsivâdan
sancı ağzında ise bu söSe uPrilSl? ? ^"'""'a""' Seride bırak. - Slo-
d^e bifseccade İ^^urlS^Sr^kr'"' ^ cepheli ya,am. tek
mS^S^SS:^^^^^ ^^ Siymeden önce
yıllarca ticaret yaptı. Ticareuani mit M^^T''!''''^'" ^n haz.rl.ğ, olarak,
temasta olan,! Bu tecSoyZlT'f h™^^ hali ile en fazla
Seliyecek hale ulaşt, 'terazin, S;^ü'^'^"'«''- *"''"? ^^ ^^^^^ ^^"^ den-
yakâlad, ve başlara tâcoîdS ^ ^^^*'"'" *^^'"^ ^^'- «âhi ahengi
et^Î oS V;^^^' ^""^ °- "-'^■•n or desek, daha doğru ifade
252
NASİP VE LANET
Bu âlemde hep ikilikler içindeyiz: Çünkü, zihnimiz ancak karşıt kavramla-
nn mukayesesini yaparak düşünmeye şartlanmış.
Aşağıdaki konuya, yeryüzünde ve beden içinde yaşadığımızı gözardı
etmeden, düşünce alışkanlığımızı zorlamadan eğilmeye çalışalım:
Kimi insana, İlahi Takdir, eser verebileceği, adını hayırla andıracağı mev-
kiler nasip eder: Yüzlerce kişinin dişinden tırnağından arttırdığı paralann
katkısıyla kurulmuş bir yaünmın, bir şirketin, meselâ bir bankanın yönetimi
veya kitlelerin oylan ve umutlanyla kazanılmış bir milletvekilliği ya da dev-
letin diğer üstdüzey görevleri... Nesiller boyunca şükran ile anılmaya yete-
cek hizmet imkânlan.:. Yahut, Yunussun 'bir hastaya vardın ise' mısralanyla
övdüğü tabiplik yeteneğinin adı sanı bilinmeyen hastalara sebil gibi tahsi-
si... Nedense bu ilâhi lütuflardan, bu herkeze verilmeyen nasiplerden ger-
çek anlamda istifade eden azdır. Hep öyle olagelmiş... Ama tersi, yani nüfuz
ve imkânı önce kendi çıkarlan için kullananlar, kendi hesaplannı ön plana
alanlar, büyük çoğunluk.. r"
Ve bu çoğunluk» bîr ömür kalıntısındaki maddi refahı ebedi mut-
luluğa tercih etme körlüğü içinde.
Tasavvuf sohbetlerinin bilinen hikâyesidir: Hani devrin debdebe sultanı
eşsiz bir saray yaptırmış. Kimse kusur bulamıyor. Veliullahtan biri çıkagel-
miş, saraya bakmış ve sultana *hâtân büyük' demiş.- *Delik bırakmışsın!
Azrail o delikten girecek!..'
Dünya tutkusu ve tamahı içindekilere Kur' an diliyle şöyle seslenilir: ''Al-
lah onlan rahmetinden kovar ve lânet edebilecek.herkez onlara lanet eder,
çünkü onlar başkalanndan farklı imkân ve nasibe garkedildikleri halde bu
nasibi hoyratça harcamışlardır^
Âyetin lânet edeceklerinden, söz ettiği *herkez' kimdir dersiniz? Kimin âbı
varsave kimler lânet edebilirse, onlar... Evvelâ yüce Allah ve sonra O'nun
sonsuz kudret ve imkânlan içindeki yetenekleri temsil eden melekler ve bu
kudret ve yeteneklerin şu âlem düzeyindeki tek temsilcisi, Adem!.. Halk!..
(Âli İmran 87: "Onlann cezalan, Allahın, meleklerin ve tümrf.sanlann onlara
lânet etmesidir. J — Hayırla anılmak, tarihe mal olmak imkânı varken...
Bu lanetle kötülerienler, genel amacın dışına yönelenlerdir. Akdi. misaki
bozanlardır... Onlar, bütün göstermelik ihtişamlan içinde, kendi küçük
hesaplanyla yapayalnız ve çaresiz kalırlar. Hattâ, daha bu âlemde bile: "Al-
lahın lânet ettiğine yardım edecek kimse çıkmaz.^ (En Nisa. 52) — Bu ilâhi
kuralın küçük, yüzeysel misallerini herkez gözlemliyebilir: Milyonlarca oyla
seçilen biri, bir kere lânetlenmiyeğörsün: Ya yatağa, ya hapse, ya da benzer
kahırlara düşer...
253 ^
Bir köşede yapayalnız, unutulmuş, yatağına. bağlanıp kalmış bakanlan,
beyleri, adlan daha dünyadayken anılmaz olmuş bir zamanlann şöhretli
hüküm üstadlannı hep ibret perdesinden seyretmiyor muyuz?
"Allahtan ümîd kesmeyin^ ana kuralı gereği, lanet gibi şiddetli
bir cezanın ardında yine rahmet var. Yine ilâhi lütuf: Lanet ve
azapla ilgili hemen her âyetin peşinde bir rahmet cümlesi yer alır:
"Ama tövbe edenler, Allaha dönenler başkal„
''Misaklannı bozmalarından ötürü onlara lanet ettik. Yüreklerini
katı yaptık... Onları affet, onlardan vazgeç, çünkü Allah iyi işleyen»
leri sever.„ (Maide 13).
Bu hitap Peygamberedir! "Seni rahmet için gönderdim,, uyarısı
gibi!..
Muhabbetin yüce Peygamberine gelen ulu emre bakın: Biz lanet-
ledik, ama sen affet!..
Açık seçik değil mî: İlâhi takdir, amaca sırt çevireni lanetler,
ama, muhabbetle a^edilene kadar!.. Tövbe ile amaç yönüne
dönünceye, muhabbetle boyun eğinceye dek!..
Lanet cehennemi, yolunu şaşırmışın mescididir. Çünkü ancak o
zaman, o şartlar içinde yanhşms idrak eder ve eninde sonunda ger-
çek yöne yönelir...
254
Mutluluğu tarif edebilmek kolay değil. Denebilir ki, insan kadar da mutlu-
luk tarifi olmalı. Herkesin kendi anlayışına göre ideal bir dünya ve kendi
istediği şartlar var. Küçük bir anket yapın, göreceksiniz: Hemen herkes,
kendinde olmayanı mutluluğun şartı sayar. Bir kısmımız ise, içinde bulunup
da henüz doymadığımız şartlan mutluluk sanırız. Sevdiğiyle evlenen genç
kadın, kolayca mutlu olduğunu ileri sürer. Ne kadar zaman için? Bir yıl? Beş
yıl?.. Ha, bir de, güneşte uzanıp mınldanan kedi gibi, tefekkürden yoksun
bir madde mutluluğu yaşanır. Buna, vurdumduymaz mutluluğu da diyebili-
riz. Ama, 'insan' niteliği ile bağdaşan yanı var mı dersiniz?
Yukanda değinmeye çalıştığımız istisnalar, dikkat edilirse, mutluluk ile
memnunluğun kanştınlmasından kaynaklanırlar. Memnunluk statik bir
olgudur. Mutluluk ise, her türlü hali göğüslemeye hazır bir tefekkür gücü!^
Pek çoğumuz, çok büyük ekseriyetimiz, 'can sıkıntısı', 'husuzsuzluk',
'aradığını bulamamanın çaresizliği' içindeyiz. Çağımızın moda ruh hali olan
bunalım, bu genel yıkıntının adıdır.
Mutluluğu bulamamanın doğurduğu stres şu gerçekten kaynaklanıyor:
Varoluşun sebebine aykın arayışta inad ediyoruz! - Sebep, AUahın bilin-
mek isteyişi değil miydi? Acaba Onu bilmeye çalışmak, aradığımız mutlu-
luğa yaklaştırmaz mı?
Şu dikkate değer benzediğe bakın: Allah görünürde yok. Var olan Adem
Allahı arar. Mutluluk da görünürde yok. Var olan dert mutluluğu aratır. - Bu
kanşık denklemde bilinenjeri bilinmeyenlerin yerierine koyarsak çözüme
daha kolay vannz: Dert Âdemin özelliğidir ve bu özelliğin verdiği dina-
mizmle arar durur. Gerçek mutluluğu yakalamak için, Allahı aramak lazım.
Hep bildiğimiz gibi, 'dünyada rahat yoktur!' - Dünya ise, Âdemin dünyası.
Elbet dertli olacak. . —
Öyleyse biz,'aslında, kendi karakterimizden kaçmakla mutluluğu yakala-
yacağımızı sanıyoruz. Bilsek ki, dert dediğimiz, arayışı temin eden dinamiz-
min kaynağıdır ve arayış işe, gayemizdir, o zaman kendi dinamizmimizi
kurutma çabasından vaz geçerdik!
-Bu vaz geçme derdin içine miskince gömülme mi?
Hayır, tam tersine, çünkü dert ve mihneti, arayıcı gücü için, yaratıcı dina-
mizmi için kabulleneceğiz. İnsanlık tarihi, büyük dertlerin büyük mutluluğa
yaklaştırdığını gösteren sayısız misallerle doludur: Büyük harpler değil mi
Âdeme büyük keşifleri yaptıran? Bu keşifler yoluyla Yaradanm yaraticılı-
ğına katkıda bulunan? Böylece, onu tanımaya yardım eden? - Taş devri
insanının ilah bilgisi ile, elektriği, fezayı, atom sistemini bilen günümüz insa-
nının Allah tasavvurunu mukayese edebilir misiniz?
255
Bir de şu kesin misale yer verelim: Tereddütsüz, onüçüncü asnn Anâdo-
lusundaki Moğol zulmü, Türk-lslam tasavvufunu doruğa çıkaran etkenlerin
başında gelir.
Dertli, uyanıktır. Mücadeleden kaçmaz! Mücadeleden kaçmayan müca-
hittir ve Allahın sevgi ve alakası da mücahidin üzerinedir.
Bir saatlik dert, havayü hevesle geçen gaflet dolu hüzünsüz yıllara bedel-
dir. Allah sevdiğinin gönlüne hüzün düşürür ki, onu gafletten kurtarsın.
Goethe, meşhur Taust'unda, insanlık için uğraşıp mücadele etmeyi mut-
luluğun kaynağı sayar. Onun, insanlık, için mücadele diye ifade ettiği,
veya çevresine ancak öyle kabul ettirebildiği şeyi islam inancında kolayca
ve^ok daha hacimli olarak beyan mümkün:
Adem için mücadeleyi de elbet kapsamı içine alan ilahi muhabbet! Mutlu
eden budur! ,
Mutlu kişiliğin adeta sembolü olan bir mübarek ismi hep biliriz: Hazreti
Ebubekir!
Peygamberimizin sözüyle, bütün imanlann toplamından daha üstün bir
imana sahip olduğu tescil edilen büyük Yar! - Muhabbetin kaynağı
Muhammede onun derecesinde bağlılık, solmayan muüuluğun göstergesi-
dir.
Şüphesiz, Hak ehli, mutluluğun bile ötesinde,sürurdadır.
256
kadir gecesi
Allah Âdemi mânâda kendi zatından yarattı. Sonra onu *mülk âlemi' de
denilen şu eşya diyanna 'sultan' eyledi. Kendine halife kıldı. Başka ifadeyle,
Allah eşya âlemine Âdemle indi. (Şüphesiz, *inmek' fiilini dar anlamda
almamak gerek. İnmek, gökyüzü gibi yükseklerdeki bir *mekân'dan,
yeryüzü gibi aşağıdaki bir mekâna geçmek değil. İnmekten maksat, îlâhi
Kudretin, kendi sınırsızlığından,. sınırlı bir hale tenezzül etmesidir.
Sınırsızlığını terketmeden! Görünmek, bilinmek için! Öyle ya, sınırsızlığı
meselâ fezayı- tümüyle bilebilirmiyiz? Bilinmek için, sınır şart! Ama, Allah,
zaüyla, şüphesiz ki, mekansız. Mekâna girmez değil, mekân üstü. O
mekânda değil, mekân O'nda. Her yerde hazır ve nazır!)
Evet, Allah eşya âlemine Âdemle indi. Ya, Âdeme nasıl vücut yerdi? -
Kendi sınırsız yeteneklerinden oluşan araçlarla Âdemi yaratarak! —işte, bu
ilâhi araçlann özellikle dördü, diğerlerinden daha önde gelir: Cebrail, Mika-
il, İsrafil ve Azrail. Bu dört melek arasında da, Cebrail'in, özel bir yeri var.
O, külli aklı, ilâhi aklı temsil ediyor. Âdemi irşat onun ile siirmekte! Kur anı
Peygambere o sunuyor.
(İslâm düşüncesindeki şu dörtlü, gizeme de kısaca temas edip
geçelim: Dört büyük melek. Peygamberin has dosttan dört büyük
halife, âlemi meydana getiren ve toprak, su, hava ve ateşten oluşan
dört unsur. Resulü Ekremin, hepsi de hemen hemen aynı anlam
etrafında oluşan dört adı: Ahmedi Mahmudu Muhammed Mustafa.
Ve, Allahın dört hali: Evvel hu, ahir (yani sondaki) hu, zahir (yani
görünen) hu ve bâtın (yani gizli) hu!)
Yukanya kısaca aldığımız ^Âdemde görünme' oluşumu tasavvuf dilinde
şöyle ifade edilir: Allah kendi lâhut* âleminden, 'melekut* âlemine tecelli
etti. Melekut alemindeki melekler ile de, *mülk' âlemine, yeryüzü ortamına
indi. Yani eşya ortamıyla idrake saçıldı.
Kadir Suresini, yukandaki açıklâmalann ışığında gözden geçirelim:.
Kadir gecesi bin yıllık ibadetten hayırlıdır, buyuruluyor. Yani o
gece İlâhi Kudret, hep rahman yüzüyle âlemi sarar. Korur, gözetir,
yüceltir. Affeder, örter.
Bu lütuf, niçin gündüz değil de, gece? Niçin gün ışıyıncaya kadar sürer:
Çünkü gece, kesret (yani çokluk) âleminin tevhid örtüşüdür. Ve sonsuz var-
lığın esran 'yoW görünümü, en iyi, gece karanlığıyla ifade edilir. Aynca
gece, gündüzün gaflet âleminden halvete yöneltir:
257
Ayette, o gece meleklerin mülk âlemine indikleri anlaülıyor. Bu inişten
maksat, yukarıda temas ettiğimiz gibi, Allahın melekleri yoluyla. Âdemde
tecelli etmesi, Adem'in gönlüne dolmasıdır. Yaradılışın hikmetlerini gözler
onune sermesıdır. Gece yapılan ibadet, özellikle tefekkür ve zikir ibadeti
bu goruş u sağlar, işte bu 'tek', bu olağanüstü gecelerdeki ibadet, rahmani-
yetın luthıyla, bin yıllık ibadetten üstündün Bu, Allah idrakine bir zerre mik-
tannca dahiolsa varabilmenin üstünlüğüdür.
Kadir gecesinin Ramazanın sonlanna doğru yer alışına gelince: Lütuf ve
ibadet ayınm büyük kısmı geride kalmalı, ki, sabır ve tahammül meyvasını
verebilsin. ( Ben sabredenlerle beraberim' âyeti!). Olgunluk çağma erişilsin.
Kesulu hkrem bile kırk yaşında peygamber olmadı mı?
Ya. Kadir gecesinin şafakla, 'fccr' ışıklanyla sona ennesi neyi
anlatır: Allah tefekkürü, sonunda o kemal noktasına vanr ki. haki-
kaün nuru geceyi yırtar, âşık ile maşuk güne döner!
258
KADÎR GECESİ
Allah, yarattığı kullannı, vakit dolup kendisine dönecekleri ana kadar
selamette tutar. Bu onun sisteminin ana kurallanndandır ve "Latif ^sıfatının
gereğidir. Kaza ve bela ise; selametin zıddı ile belirginleştirilmesi için, her
insanın hayatındaki istisna hallerde ortaya çıkar, ve bu da Allahın emriyle
olur. (Ayet: Hayrühu ve şerrihu min Allah*ü Taala: Hayır ve şer Allah'tan-
dır.)
Ömür, Allah katındaki yerimizin tayini için verilmiş bir süredir. Bu seçe-
neklerimizi serbestçe kullanabilmemiz Allah'ın o selamet kuralınca emni-
yettedir. Allah âşıkından küfür ehline, adalet dağıtandan hakkı gasbedene
kadar herkesin her an ve her devirde var oluşu, işte bu "Latif,, sıfatının ve
bu sıfata dayalı selamet kuralının (Fırsat eşitliği kuralının!) gereğidir.
Çevremizde olup bitenleri hikmet bakışıyla seyredebildiğimiz takdirde bu
dediğimiz kurala ve sonuca kolaylıkla varabiliriz. Aynı sonuç, Allah'ın sev-
gili elçisi, yakını, Allah ayetlerinin sunucusu ve yorumcusu" Resül-ü Ekrem
tarafından Kadir süresiyle insanlığa duyurulmuştur. Surede, hayırlı Kadir
Gecesinin şafağa kadar süreceği vurgulanır. Gece kelimesini dar anlamda
almamak gerek. Gece, ömrümüzün, hakikat nuruna varamadığımız döne-
min.adıdır. Yaşam, bir tek gece ve bir tek gündüzden oluşan bir günden iba-
rettir. Bütün sayılar nasıl "Bîr„ sayısının tekran ise, pek çok geceler ve gün-
düzler, işte o tek gece ve gündüzün, ömrü vurgulayan tekranndan başka
birşey değildir. .
Kadir suresinde, meleklerin de insana yardım Lçin o gece yeryüzüne ine-
ceği belirtilir. Yani, Ademin bütün melekleri hakikat nurunu arayıp bulmaya
ve ömrün gecesini nur güneşi ile gündüze çevirmeye yardımcı olmak için
hizmettedir. Ve sure. yukanda değindiğimiz selamet kuralını tekrarlar: O
gece sabaha kadar, selamet devam eder (Hıye hatta metlail fecr!)
Adem, o selamet gecesinin "Kadrinî„ bilirse, nurlu gündüze erer ve
Allah katındaki yeri ve hali yücelir. Bu kadri bilemeden gece gafletini,
karanlığını yırtamayan kişi ise, ömrün gündüzüne eremez. Var oluşun
nimetlerini bir gece karanlığı içinde kaybeder.
Kadir gecesinin "şu gecedir,, diye belli edilmemiş olmasının sebebi ve
hikmeti, idrak ve anlayışın "gece,, ye bırakılması içindir. Geceyi değerlen-
direbilen, kadiri yakalar.
Kadir gecesinin Ramazan ayı içinde yer almasının anlamına gelince,
bunu, ayetlerin bu ayda inmeye başlamasında ve orucun hikmetinde ara-
mak gerek. Nefsini Ramazan boyunca oruçla dizginlemesini becerebilen,
ömrün geceye ve gaflete ilişkin dönemini mutlu sonuca ulaştıracak güce
sahip ölür. Bu kesret aleminde bulunuşun kadrini bilir.
- 259
KADİR gecesi
Kadir Gecesini anlatırken özetle şöyle demiştik: Gece ömrümüzün haki-
kat nurundan uzak geçirdiğimiz döneminin adıdır ve bu açıdan bakınca
yaşam, bir tek gece ve bir tek gündüzden ibarettir.
Ömürden maksat ise, Allah katındaki yerlerimizi ortaya çıkarmaktır.
İnsan, ömrünün, yani o selamette tutulan gecenin kadrini bilir, onu iyi
değerlendirirse, hakikat nuruna, yani ebedi gündüze kavuşur. Ömrün
değerini anlamayan kimse ise, gecenin karanlığını yırtamaz, varoluşun
nimetlerini gecenin zulmeti içinde kaybeder.
Tasavvuf engin, hudutsuz... Bu sefer konuya bir başka yorumla eğilelim
ve Kadir Gecesini genel anlayış istikametinde, dar anlamda alalım:
Yılın içindeki bir gece olarak.
Gece, bir bakış açısından karanlığı, hakikat nuruna kapanıklılığı ifade
eder ama, bir başka yaklaşımla da tersine , gündüzün paürdısmdan uzak
sükunet zamanı diye tanımlanabilir. Gerçekten gündüzün nefse (şeytani
nefse ve dünya hırsına) kapılmaya uygun hareketli bir ortamı vardır, iş, güç,
heveslerin ve tahriklerin peşinde koşmalar...
Oysa gece Allah tefekkürüne çok daha müsait bir huzur devresidir. Gece
kavramının bu birbirinden farklı iki izahı çelişki gibi görünür ama, aslında bu
çelişki tasavvufun temel unsurlanndah birini doğrular: Alem aynadır. Bir
olaya nasıl bakarsak, onu öyle görürüz. (-İlahi muhabbetle bakalım ki, gece
gündüz bir olsun!) ,
Evet, *Kadir'in gündüz değil de gece olarak seçilişinin bir hikmeti uyku
gafletinden sıynlmayı gerektiren, yani nisbeten fedakarlık isteyen bir zaman
dilimini ifade etmesidir. O gece özellikle Ramazan ayındadır, ç ünkü Rama-
zan, gönlün nefse hakim olduğu, ruhun Allah-kul düzeninin hikmetine en
fazla yaklaşabildiği dönemdir. Allah bu alemdeki halifesine, vekiline. Ade-
me, muhabbetini göstermek, rahmaniyet ve rahmetini göz önüne sermek
için Ramazan içindeki bir gecede randevu verir! Dua, niyet, kullukla boyun
kesme bilhassa 'Ramazanda yoğunlaştığı için Allah, hemen bekletmeden,
duayı Ramazanda kabul etmek üzere Kadir Gecesini sunar. Sunar ki, nelere
kadir olduğu, duaya nasıl bir istekle uyduğu bilinsin i Kudreti ve bu kudret
içinde affa nasıl hazır olduğu görülsün. Allah-kul ikili ahengi ve bu ahenk-
teki kucaklaşma varoluşu sarsın! (*Secde et, yaklaş' ayeti.)
Milyonlarca insanın aynı gecede Rabba uzanan elleri o randevudan mak-
sat olan tevhidi (birlikteliği) meydana getirir. Allahın kudreti o tevhidle aşi-
kar olur. Niyaz edenin çokluğu (yani kesret) vahdeti ortaya koyar. Öyle ya.
buğday taneleri ezilip dağılmalpki, un' un vahdeti belirsin!
260 .
öyleyse kulluğun doruğu, vahdetin de doruğu demektir. Kulluğun en
fazla ortaya konduğu bu vahdet gecesinde Kudretullah,. sevgilisi Muham-
med Mustafa'nın yüzü suyu hürmetine, muhabbetin lütfü ile, rahmaniyeti-
nin ve rahmetinin yüceliğini sergiler. Kulunu, onun sığındığınca, dileğince
affeder. Çünkü O, affetmeye fırsat kollayandır!
Gene muhabbet coşkusuyla o mağfiret gecesini nefsin şerrinden muha-
faza eder.Ta, gün ışıyıncaya ve aşıkla maşukun iç içeliği gökler önüne sen-
lînceye kadar. ' n z-^» ı j
Bu en yüce geceye Kadir denmesinin sebebi de bu işte. Sen ü nun kad-
rini bilmelisin ki, O da sana, senin istediğinin ötesinde nelere kadir oldu-
ğunu göstersin!
261
AREFE VE BAYRAM
Bayram, bayram lezzetinin alışverişine varanlar içindir. Ramazanın ya
laşüğı günlerdeki hazırlıklan hatırlayın: Elle tutulur, gözle görülür bir ba
ram karşılayışı gibi. Ramazanın gelişini, bir arefe heyecanıyla beklem*
- miyiz?
Peki Ramazanın bitişini bayramla kutlamaya hazırlanmıyor muyuz? Ba
laması bayram olanın bitişi nasıl bayram olur?
Elbet bayram, Ramazanın bitişi nedeniyle değil, nefisten özveri isteye
bir ibadet kürünü ve dolayısıyla, manevi bir alışverişi kesintisiz başarabitm
olmaktan ötürü bayramdır. Başka deyişle bayram, şükrün maddede v
manada beraberce görünür hale gelmesidir.
Hamilelik arefedir, doğum bir anlık bir bayram. Hacca gidiş arefediı
Beytullahta tevhid, bayram. Hacdan dönüş arefe, eve vanş bayram. Madd
hayatı arefedir, mânâya kavuşma bayram. Ve Mevlânâ kemalindekilere
doğum arefedir, ölüm bayram! (Şeb-i Aruz!)
Bir başka açıdan bakınca, arefe alışılmıştan kurtulmanın özlemidir, bay
ram ise özlenene kavuşma.
Doğru bir tahlille şu sonuca varabiliriz: Biz bayram anından çok arefeler
yaşanz. Daha doğrusu, hep arefeleri yaşanz. Arefeden arefeye düşeriz
(Bayrama varebilmek ve bayramı yaşamak, ancak kemale varmış Âdem içir
mümkündür).
Arefe ve bayram, beraberce hikmet bakışına, kelime-i tevhidinin (La
ilahe Illalah'ın) pek çok anlamından birini sunarlar: Arefede bayramır
özlemi vardır, İllallah heyecanı yaşanır, Allaha kavuşma özlenir. Tek istenen
o kavuşmadır. Bayrama vanşta ise, İllallah noktasından "La îlâhe„ sessizli-
ğine düşülür, o özlem, o bekleyiş durulıır. Bu yeniden illallah tutkusunun
doğmasına ve hemen arefe demine girmeye sebep olur. Bayramın kendi
değil, özlemi, yani arefe, hükmünü sürdürür.
Kemale vanncaya dek hep arefede düşleriz dedik. Bu, kelime-i tevhid
manasıyla, hep "illallah, cezbesindeyiz demektir. Demek ki, Lâ ilahe vuslatı
y^bir anlık bir mestan eliktir, ya da yalnızca bir ümit. Bu vücut aleminde eri-
şilmeyen bir ideal.
"Allaha vanlamayış hakür.L
İllâ ya vanş ta arefedir, illâ'dan lâ ya bakış da. Bu tasavvuf diliyle, "AJ-
lahü bcs. baki heves„ demektir. Yani Allah hep özlenir ve özlenen yalnız
Allahtır.
Arefeden de bayramdan da maksat, Allaha bakıştir. Lâ maksude İllallah!
Öyleyse imanla Allaha bağlanır ve imanın sunduğu ile bayram ederiz.
Bununla avunuruz. İşte bu umuttur. Ancak umduğuna nail olma coşkusu
yaşama sevinci verir.
Allah cümleye "Yar île bayram» nasip etsin!
262
KURBAN
Hazreti İsmailin kurban edilme teşebbüsünün binbir hikmeti var. Bu
defa, bir başkasına değinmeye çalışalım: Neden kurban? - Hazretılbrahım,
'bana bir oğul ver, sana kurban edeyim' diye dua etti ya- Niçin böyle bir
niyaz? Yok edilmesi şartı, var etme dileğinin içinde? Çunku. dileğin
kaden budur: Yok olmak, geçici olmak! Her şey geçer. AUahın lütuf
ve ikram çağlayan yüzü baki kalır! - Lütufla var etmek, gene yar etmek
için yok etmek! Meğer ki, hikmeti gör, nesnelikten öznelığe yücel!
Evet ölümü ortadan kaldınrsan, doğumu da ortadan kaldırmış olursun.
Doğumu kaldınp atarsan, ölümsüzlüğü elde edersin! Ezel ile ebedi tek nok-
tada buluşturursun. -... . •
Kurban, çok geniş anlamı içinde bu demek işte: Allahın yuzunun
devamlı görülebilmesi için 'varlığın' yokluk uğruna feda edilmesi.
Bakın dinin tek din oluşuna bir kanıt daha: Budizm de. Yüce Peygamben-
mizin o kemal ifadesinden uzak ta olsa. aynı şeyi anlatmak istemiyor mu:
. Yoklukta varlığa kavuşmak! .-,/-,■• ~ ı-
Kurbandaki feda ediş. anlamsız bir yok ediş degıl. Çok önemli
iki öğesi var: Biri. maksadın yüceliği, diğeri feda edilme bıhncı!
Bilerek kurban gitmek! .„ . . „
" İnsan ki varoluşun sebebidir, orfun canı ki, varoluşun Allahı tanıması için
ikramdır lütuftur, öyleyse insan canının, yani böylesine muhteşem bir hedi-
yenin terkedilmesindeki amaç ancak Allah olmalıdır! ikram edene
ikram! Ama O' sametür. ihtiyacı yoktur, o ikram gene bizedir.
İkinci önemli öge, bilerek feda, dedik. Şehitlik onun için çok yüce
makam. Bilmeden kurban giden gene de üstün bir yok oluş içindedir ama.
bilenle bilmeyen hiç bir olur mu? Koyunun kurban edilmesi başka,
peygamber oğlu peygamber Hazreti ismailin riza ile kurbana
yönelmesi bambaşka! ,,.,.. ı /— «ı,.-,
Hazreti İsmailin peygamberlik hayatı hakkında pek bilgimiz yok. Çunku
buna gerek te yok Onu diğer insanlardan ayırıp peygamber eylıycn
fiil. Allah uğruna kurban olma nzası ve teslimiyetidir.
Hikmet denizinin gümbür gümbür coşan dalgalan içinde, Hazreti İsma-
ilin şu kurbana nza olayının henüz çocukluk ve safiyet çağında goruldugu-
■ nün altinı çizmekle yetinelim ve kurbanın diğer hikmetienne dogm yot ala-
lım:
263
Kuran hikaye yazmaz. Hep tekrar edegelen kurallan gösterebilmek için
hayattan hikmet ve ibret misalleri verir. Buna iman ediyorsak. Haz^eti İsmail
olai«yla ortaya konan şu gerçeği unutmayalım: Kendinin ilahi amaçla
kurbana sunulduğunu bilen, ölmez! Dış görünüm şartlan onu
olmuş saysa bile ölmez! işte bıçağın Hazret! Ismailin boynunukes.
meyışının simgelediği gerçeklerden biri de bu! ~ - Ölmez ve üste-
lik, peygamber yüceliğine erişir!
Ceza hukukunda bir prensip vardır. Bir fiili işlemek için gerekli bütün
hareketlen yapsan^ da, kasdettiğiniz neticeye ulaşamazsanız. buna 'tam
teşebbüs ^den^ ve fiil işlenmiş sayılır! - Hazret! İsmailin boynuna vuru-
lan bıçakla fiil tamam olmuştur. Ama öldürücülüğü simgeliyen
bıçak işlememiştir. Yani. öldürücülük iflâs etmiş, çünkü ölmeden
talolmü ftlli ^'"^ ""«i^^s'"' vermiştir! Su çıkmış, teyemmüm bat-
Hazreti İsmail Âdemin nza ve teslimiyet halidir, hep vardır ve hep üstün
makamlara geçişi isbatlar.
Onun için insanın yüce hali olan İslâmda Kurban Bayramı ve kurban aynı
naürlayış esprisinde kıyamete kadar devam eder.
. y^ !J"''^f " Bayramına iştirak eden, Hazreti İsmail'in kaderine . onun eriş-
ügı lutfun ikramına ortak olmuş demektir. Bir önemli hikmete daha değinip
sohbeti bağlıyalım: Hazreti Ismaili kendisi değil, babası kurban sundu! '
Baba, Hazreti İbrahim, ilahi kudreti, kemal hali ile kaderin iç içeliğini
belirtir. ^ i a
Şu farkı iyice gömıek gerek: Kendi ölümüne yol hazırlamak, yani intihar
mekruhtur, günahtır. Yüce amaç uğruna şehitliğe nza ise, tam tersine, inşam
elde edebileceği en yüce makama yaklaştınr.
Halik ile yüce mahluku arasındaki kurban alışverişi cüinleye bayram ola'
264
iki KIBLE
îslâmın ilk yıllanna rastlıyan anlamlı bir olay: îki Cihan Sen/eri inanan-
lara kıble olarak önce Kudüs'ü, Kudüs'teki Mescidi Aksa'yı göstermişti. İba-
dette o yöne dönülüyordu. Sonra, bir öğle namazı sırasında AUahın Elçisi
yön değiştirdi. Diğer bir istikaimetteki Kabe'ye yöneldi. Kıble Kabe oldu ve
namazın geri kalan kısmı Kâbeye yönelmiş olarak kılındı.
Olayın namazın arasında cereyan edişi" özellikle etkileyici.
Namaz sırasında o yüce Peygamberin nasıl bir tefekkür içinde
bulunduğunun da bir delili. Öylesine mânâ âleminde ki, ilâhi uyan
o sırada geliyor.
Olayın namaz arasında meydana gelişinin bir diğer hikmeti, herhalde
asırlar sonrasını bile etkileyecek, unutulmayacak bir iz bırakmasıdır.
Namaz içinde kıble değiştirdiğini unutturmamak için, tasavvuf
ehli. Resulü Ekreme, 'îki Kıblenin İmamı' adını da vermiştir. Ola-
yın geçtiği yerde yapılmış mescidin adı bile hâlâ 'Mescid-el Kıble-
teyn' (yani, îki Kıble Mescidi)dir.
Özellikle tasavvuf ehlinin şu 'iki' rakamında sıcak bir gizem bul-
duğunu söyleyebiliriz. Kur'anı Kerimde de, aynı rakama sık rastla-
nır: 'îki batı, iki doğu' deyimi, âyetlerin 'ikişer ikişer' yollandığı
uyarısı, 'îki yüksek yol' ya da 'iki deniz' ve benzeri anlatımlar
bunun kanıtı.
îki kıblenin âşıkın maşukta, maşukun da âşıkta kıble bulmasıyla izahı da
mümkün.
- Kıblenin niçin değiştirildiğine gelince: Bunun maddesel bir iki izahını
peşpeşe sıralamak kolay: Meselâ, İslâm güçlerinin eline daha çabuk geçebi-
lecek bir belde, Kudüs gibi niâbeten zor sahip olunacak bir yere tercih edile-
bilir, Mekke'nin menfaatlerine düşkün liderlerini hac gibi ekonomik bir
menfaat hesabıyla İslama celbetme imkânı ileri sürülebilir...
Maddesel bir gerçeği işte bugün, asırlarca sonra, kolayca görebiliyomz:
Kudüs, günümüzde olduğu gibi, daha önce de zaman zaman müslüman
olmayan topluluklann hakimliyetine geçnîiş. Mukaddes toprağın mahremi-
yeti (dar anlamda!) korunamamış. Oysa Kabe, hep îslâmınlsaygılı himaye-
sinde. *Haram\ hep *harem' kalmış. Kâbenin kıble kılınışı, bugünden geriye
doğru bakınca, tıpkı İstanbul'un islâm topraklanna katılmasının asırlarca
önce Yüce Peygamberce övülmesi gibi başlı başına bir keramet!
Mânâ ehli, yalnızca maddesel yorumla yetinmez: Acep Kabe niçin
265
peşinen kıble olcurak tâyin edilmemiş te bir değiştirme olayı ortaya
çıkmış? - *- Çünkü, vurgulanmak istenmiş kî, önemli olan kıb-
le'nin bulunduğu nokta ya da belde değil. Mesele toprak parçasıyla
açıklanamaz. Kıble 'nin kendisinde, 'mahal'linde bir ilâhi giiç yok.
Kıble, yalnızca sembol! İlâhi güç, kıbleyi tayin eden ve sonra değiş-
tiren emirde. Emirde ve değiştirme kudretini veren mânâda! -
Kısacası, şu, idraklere verilmekte: Hakiki kıble, mânâda ve ilahi
emre kayıtsız şartsız boyun kesen imandadır. Şekilde değil, özde-
dir, gönüldedir. '
işte Islâmın her vesileyle kendini gösteren yüce ve sağlam yapısı: Şekle
dayalı düzenlemeler Islâmın amacı değil, olsa olsa aracıdır! .
Dinin kendisi, ilâhi emre iman edişte. îhlâs dolu niyette ve nzada!
Anlatmaya çalışüklanmızı destekliyen bir olay, Resulü Ekremin can dost-"
lan dört halifeden birinin (isteyen Ebubekirjsteyen Ömer, isteyen Ali
desin, dördü de bir!)
Kabe hakkındaki sözü: Hani, Halife, Kâbedeki Haceri Esvedi öperken bir
an duralamış ve sonra ^senin taştan başka bir şey olmadığını biliyorum. Ama
ne yapayım ki, Resulü Ekremin seni buraya koyduğunu gözlerimle gör-
düm* demiş, âdabı gözetmiş, taşı öpmüş!..
266
KURAN MUCİZESİ
Allah'ın sevgilisi Ahmedi Mahmut Muhammed Mustafa'nın Peygamberli-
ğinin pek çok delili var. Ama şüphesiz, Kur'anı Kerim'in insanlığa hediyesi,
onun Resulü Ekrem oluşunu apaçık ortaya koyar. Vezniyle, ahengiyle, hele
içerdiği binbir mana ile ayetlerin asırlardan beri hep taze, hep yeni yorum-
lara açık kalışı, yeter bir mucize değil mi?
Mucizeden maksadımız, isbat aracı delil değil. Zira kimseyi ikna edecek
delil aramıyoruz. Yalnızca, Allah kudretini seyre yardım edecek işaretleri
gözlüyoruz: Tasavvufun konusu, dinin hak din olduğunu isbat değil.
Zira isbat , bir mantık ve inat işidir. İsbat etmek isteyen etsin.
Tasavvuf asıl, mantık ötesiyle, hikmetle uğraşır. Biz Kur'an muci-
zesine o açıdan eğilelim:
Şu varoluşta değişime uğramayan bir şey yok. Sabit kalışa hiç bir misal
bulamazsınız. Maden aşınır, canlılar ölür, taş toprak dağılır, denizler kara-
larla hudut değiştirir. Hatta, dünya, ay, güneş ve yıldızlar-hem kendi içle-
rinde jeolojik olaylarla tadilata uğrarlar, henxde ait olduklan galeksi içinde.
Patlamalar hacimleri değiştirir, yeni gezegenler oluşturur..
Hatta, idrakimiz değişir. Manevi değerlerimiz değişir. Tevrat ve
İncil dahi ilk açıklandıkları metinlerde değiller..
Yalnız Kur'an. Tek, Kur'an. Değişmeyen bir 0*dur.' Kur'an ayetlerinde bir
küçücük harf, hatta bir nokta bile ilk defa kelimeye düştüğünden bu yana
aynı kalmıştır.
Tabii, çünkü o müş'irdir. Rehberdir.
Aynı kelimelere rağmen, bu kelimelerden elde edilen değişik, bitmek
tükenmek bilmeyen yorumlar... Her yeni olayda, yeni yeni anlamlar.. Bam-
başka bakış açılan!.. Rahman suresinde iki denizin birbirine kanşmasını
önleyen berzahı anlatan ayet - bırakınız manayı - madde aleminde bile Kap-
tan Cousteau'nun Cebelitank'ta iki denizi ayıran tatlı su berzahını keşfi ile
yeni bir yorum kazanmadı mı?
Kur'anın yorumunu tahdit etmek, O'nu kudretinin çok çok altında bir
değerde sınırlandırmak olurdu. '
Çok tartışılan bir konuya gelin bu açıdan eğilelim: Kadının örtünmesi
meselesi. Yüce kitabımızın Nur suresinde örtülecek şeyin ne oldu*
ğunu anlatmak üzere nasıl bir kelime seçildiğeni bakın: 'Ziynetle-
rini göstermesinler' buyuruluyor. Saçtan baştan söz yok. Başka
vücut kısımlarından da.. Ziynet deniyor. Nedir ziynet? Değer veri-
len nadide şey değil mi? Ziynetin ana unsuru, nadide oluşu. Her
yerde kolaycra bulunan cinsten olmayışı. Şimdi, dünya alemin
saçını başını açtığı bîr çağda saça böyle bir nadide görünüm vasfı
verebilir misiniz?
267 ■
Misalleri alabildiğine çoğaltabiliriz. Önemli olan, gizlenmesi istenenin,
'Çağın gereğine uygun' bir değerle saptanmış olmasıdır. (Böyle bir yorum
örneği vermekle şüphesiz, en ifrat modalann alabildiğine uygulanmasını
onaylıyor değiliz. Maksadımız bir şeyi onaylamak veya yermek değil, hik-
metleri göz önüne sermek... Yoksa tasavvuf hikmetlerini bir an için bir
kenara bırakırsak, biz de toplumumuzun örflerine asgari saygının bir arada
yaşamanın gereği olduğuna inananlardanız. Ne öcü gibî kapanmak, ne
kabak çiçeği gibi açılmak... O, ayn nokta. Bu parantezi, sapla
samanı birbirinden ayıramayanlar için açtık. Şimdi kapıyalım ve sözü-
müzü gene tasavvuf hikmetini arayarak tamamlayalım:)
Kur'anın seçip kullandığı kelimelerin her biri üzerinde tefekkür, tefek-
kür... Bunu yapmadan Kur'an hakkında ileri geri konuşan kara cahildir.
Bir anlık tefekkürün bin yıl ibadetten üstün olduğunu vurgularken, yüce
dinimizin ortaya koymak istediklerinden biri budur...
'Dinde zoriama yoktur' ayetinin sımsıcaklığı içinde tefekkür...
Bu tefekkürde şaşmayı önleyici bir kıstas mı anyorsunuz: Gönlünüzün
sesini dinleyin. Ama, ihlaslı gönlün sesini!
Dinleyin, 'qi\nkü aslında, *Oku' emrinin gereği, insanın Kur' anı. Kurbanın
da insanı okumasıdır.
268
HARAMIN CAZİBESİ
Gözü ancak maddeyi görebilen pek çok insan var. Cinsel yâ da parasal
heyecanlann ötesinde bir zevkten haberleri yoktur. Tıpkı, bir dişiyi kovala-
maktan, ya da önüne ne gelirse yutmaktan başka şey bilmeyen akvaryum
balıklan gibi...
Kemal ehlinin bakışı, bunlan gerçekten akvaryum balıklannı seyreder
gibi izler.
Seyribillah: Kimi alışverişe hile kanştırmanın ustasıdır, kimi de rüşvetin...
Kimi hırsızlama vergi iadesi planlan kurar, kimi komşu kızını tuzağa düşür-
menin hesabındadır... Kendisinden başka kimseler söz sahibiymişçesine
paravan şirketler kuran, borçlan o şirketlere, alacaklan ve sermayeyi kendi
cebine aktaranlar, veya memlekette hiç enflasyon yokmuşçasına, sabit
rakamlarda takılıp kalmış borçlannı üçer beşer seneye yayıp 'ödeyen' ve
bu yolla itibarlanm iade ettirmiş havası takınanlar... Fesadı, küçük balığı
kovalargibi kovalayıp yutanlar... ^
Bu akvaryum balıklanna ne haramdan, ne de helâlden söz edebilirsiniz.
Gerek te yok ya... Ama onlar görmese de, helâl de, haram da gerçek! Ayet-
lerle, hadislerle sabit.
İşte bir âyet: "Ey nâs! Yerde olan şeylerin bazısı helâldir, onlan
yeyin. Şeytanın izlerini ise takip etmeyin. Çünkü o size apaçık bir
diişmandır!» (Bakara, 168).
Ve işte, bîr hadis: "Haram lokmalardan oluşan bir vücut cennete
asla giremez!»
Hadis özellikle, harama karışmış 'vücudun' cennete giremiyccc-
ğinden söz ediyor. Zira haram, daha şu vücut âleminde kişiye dün-
yayı cehennem eyler! Sayıp dökmeye gerek olmayacak kadar çok
misal hep etrafımızda... Harama bulaşanların bitmek bilmeyen
ailesel, vücutsal, çevresel dertleri, bolluk ve servet ortasındaki
bereketsizlikleri... Hadis, gerçek olmayan şeye işaret etmez ki!..
Özellikle, bu bereketsizliği görecek göz gerek! Akvaryum balığı
kendi derdinin sebebini nasıl farketsin?
Peki, niçin helâl ve haram ayınmı var? Hikmeti ne ola?
Milyonlarca hücreden oluşmuş vücudumuzun hayatiyetinin vücut olarak
devamı belli şartlara bağlıdır. Hücreler birbirleriyle koordine bir hayat
sürerler. Bu koordinasyon olmasa, vücudun bütünlüğünden söz edilemez.
Bunun gibi tüm varoluş âleminin de cüzüleri birbirleriyle koordine hayat
sürerler. Koordinasyon bir sistemi, sistem de nizamı gerektirir. Kurallar şart
olur. Varoluşun ana unsuru. insan olduğuna göre, insanın kendi hemcinsiyle
arasındaki bağlayıcı kurallar tüm âlemin de yaşam şansını tayin ve tesbit
eden
269
insanlar arasındaki bu kurallara ahlâk kurallan diyoruz. Resulü Ekrem bu
nedenledir ki, *din ahlâkür' dedi. /Ben ahlâkı tamamlamaya geldim!' buyur-
du. . . '
Bu açıdan bakınca şöyle diyebiliriz: Kişinin kendi ruh ve beden
sağlığına, ve keza toplumun sağlıklı gelişmesine aykın her davra^
niş haram, bu aykınhğın bulunmadığı davranışlar ise, helâldir.
Yüce Peygamberimizin 'ben ahlâkı tamamlamaya geldim!' hadi-
si, görülüyor ki, aslında 'ben mutluluğu kurmaya geldim!' anlamını
dâ içermektedir.
Mutluluğu, yani cennet dediğimiz ilâhi huzuru "daha dünyada yakâfıyabil-
menin yolunu açmak için, haramın yolunu kesmek gerek...
Haramın cazibesi, dünya ehli için, helâlin cazibesinden fazladır.
Onun için de, haramın peşini bırakmaz. Yukanya aldığımız âyet bu
noktaya uyanda bulunuyor.
Haramın cazibesi, ashnda azabın gizlenmiş cazibesidir. O cazi-
beye yakalanan vücut, yanar durur... Rahmet erişene dek!..
270
TIRAZ
Deniz, aslında hayat bahşedici ortamdır. O denize giren kişi, suyun tüm
varlığını kapladığını görünce, korkmasa, çırpınıp kurtulmaya çabalamasa,
batmaz. Suyun zevkine vanr. Onu boğulma tehlikesine iten, yüzmeyi, yani
denizde yaşama şartlarını bilmediği halde, denizle mücadeleye kalkışması-
dır. ^
Misalimizi genelliyebiliriz. Çoğumuzun hayatını zehir gibi acı kılan, önle-
meye gücümüzün yetmiyeceği playlann tersine çaba sarfetmemiz ve dar
_ görüşümüzde İsrar etmemizdir. Mesele sandığımız çoğu şey gelip geçtikten
sonra anlarız ki, aslında direnmemiz, güneşin batıdan doğmasını istemek
gibiymiş.
Bu âlemde Âdemin zîyanmm tümü, itirazdan gelir.' Oysa kısır
aklı onu itiraza iterken, daha iyiye kavuşmayı hayal eder!
(Hadis: Allahın mekri, hilminde gizlidir. (Yani, hilesi, tuzağı, lüt-
funda gizlidir.)
Deyyân, gah bir yoldan, gâh diğer bir yoldan gelen trene yol verir
ki, çarpışmasınlar. Bazen ise, çarpıştırır. Çünkü hayır ve kânn öte-
, sinde hikmet alışverişi böyle gerektirir. Öyle bir tarife uygular ki.
yeryüzünün gelip geçmiş ve gelecek tüm canlı ve cansızlanyla, cümle âle-
min her zerresiyle bağlantlıdır. - ^
İtiraz ve şikâyetin anatomisine biraz eğiliversek, karşımıza 'benlik* çıkar.
Ego'muzl
İtirazcının, tüm şikâyetlerinin perde arkasını iki cümlede toparlamak
mümkün: Ya, "ben buna mı lâyıkım?„ diye hayıflanır, ya da "daha iyisini ben
bilirimî„ diye iddia eder.
Bu, İlâhi Kudrete şirk koşmak değil de nedir?
Şüphesiz, itiraz ve şikâyet bünyemizde var. Kaş göz gibi, el ayak gibi...
Tabii. Ama kesin bilmeliyiz ki, şeytan dediğimiz de bünyemizdedir. (Ve şey-
tan, 'bana mı?' hoşnutsuzluğuyla, 'ben bilirimi' övünmesiyle ziyana uğradı.)
Anlatmaya çalıştiğımız, 'ensesine vurulup lokması kapılası' bir çaresizli-
ğin mehti değil. Bu, değindiğimiz gibi, insan bünyesine itiraz olurdu. Hâlikin
eserine! Bu da bir başka şirk. Peki, öyleyse, demek istediğimiz ne? Hedef,
itiraza itirazdan bile geçecek bir olgunluk olmalı. Ve, hiç değilse, elimizden
'gelen gayreti göstermemize rağmen olup biten birşeyler varsa, "ah. ..keş-
ke...,, "ah...eğer„ gibi hayıflanmalan terketmeli. Ve sonra, ayan beyan görü-
nen neticelere karşı direnmeyi bırakmalı... Ego'muza ödün vermekten
kaçınmalı.
271
Yoksa, itiraz ve şikâyette direnme, bir hastalığın apaçık belirtisi-
dir: Muhabbetsizliğin!.. Aleme muhabbetle bakmamanın!.. Yüce
San'atkânn eserini beğenmemenin!.. Kuruluk bu, yavanlık!..
Şüphesiz, kolay değil: Şikâyet ve itiraz hem insan dinamizminin doğal bir
gereği olsun, hem de mutsuzluğun... * Dengeyi bozmayın' âyeti bir daha
karşımıza çıkmıyor mu? - Ve, İki Cihan Şerveri'nin 'eh iyisi ortasıdır' hadi-
si...
Onun için, mutluluk ucuz değil. Kâmil kişinin hakkı... Muhakkak ki,
kemale öyle kolay yanlamıyor. Diplomalarla, alkışlarla falan belgelenebile- -
cek birşey de değil.
Olgun bakış, ilahî fiile itirazın değil, o fiile iştirakin yollannı
açan bakıştır. Ancak o bakışı elde etmek için çıkılan yolda yavaş
yavaş farkına vanlır ki, itiraz aslında, kendi emrimize verilmiş
olanı durup dururken karşımıza almaya sebep olur.
Şunu demek istiyoruz: Hiç değilse, itiraz ve şikâyeti huy edinmekten
kaçınmak gerek. İtiraz veya şikâyetin yerinde olup olmadığını titizlikle kont-
rol etmeliyiz. Bu kontrol, kemal yolunun vazgeçilmez şartıdır. Çünkü
kemale götüren tek yol, kendini kontrol ede ede tanıyabilme yoludur. Ken-
dini tanımaktan öteye ilim yok.
Aksi yöne götüren yol ise, nefsin her dediğini baş tacı etme yolu... Aklııia
takılanı isteyen çocuk gibi...
272
Hayatın devam şartı olan nefesin pek çok hikmetlerinden biri üzerinde
duralım: Nefeste iki hareket vardır: Ciğerlerin havayla doldurulması ve
sonra boşaltılması... Bu iki hareketten biri eksildi mi, nefes alışverişi de
durur. Hayat sona erer. Nefesin alınışı verilişi, yani olumluya akış ve olum-
suza yöneliş, yani artıya ve eksiye gidiş geliş... Ve yani, La îlâhe İllallah sözü-
nün hikmetindeki gibi, Lâ'dan illâ'yakaçış ve tekrar iılâ*dan Lâ'ya İniş... Ve
her iki hareketin müşterekliğinde "Birleştirmeyi„ yani, tevhidi yaşayış...
Nefes alış çevremizdeki âlemin en latif temsilcisi olan havanın vücudu-
muza katılmasıdır, "tekliğe {vahdete)„ koşuştur. Nefes veriş ise vücudun
kendinden birşeyleri çevreye saçrriasıdır: Tasavvuf deyimiyle vahdetin zıttı
olan kesret'in oluşmasına katkıda bulunmaktır. Özetlersek, nefes almak
vahdet özlemini, nefes vermek de kesret ihtiyacını simgeler. Bu âlemin şart-
lan içindeki, bildiğimiz, tanıdığımız hayat, işte bu vahdet ve kesret tutkulan-
nın içice devamlılığı ile sağlanır. (Tekrar vurgulayalım ki, bu içiçelik, ancak
bu âlem ölçülerine göre var olmanın gereğidir. Ama biz, başka türlü bir
varolmayı zaten kavrayamayız ki!)
Allah kendini bu âlem gözüyle görmek istediği için açılıp saçıldı, âlemi,
yani kesret' i yaratta: Nefes verdi, yani hu diye üfledi. (Ayet: Sana ruhu sorar-
larsa de ki, o bizim üflememizdir.) Ve yarattığı kesretten Allah, her bireyi
tekrar kendi vahdetine çeker: îşte nefesin alınışı! (Âyet: Hepiniz Rabbinize
dönersiniz.)-Peki, nefes alış ve verişi, peşpeşe devam eden bir yaşam öğesi
olduğuna göre, bu peşpeşelik mânâda neyi simgeler?
Milyonlarca âdem ile kesrete doğuşu ve milyonlarca âdemle beraber
vahdette kayboluşu! Doğuş ve kayboluş, insanlık tarihinin başından bu
yana her âdemde nefes gibi tekrarlanır. Mânâ ancak kesretin ve vahdetin
içice, peşpeşe tekrarlanmasından okunur. İki Cihan Serveri, bu âlemde ve
kişilik içinde iken Mir' aç etti, Allah'ı gördü, Allah'ı yudumladı! Yani vahdeti
ve kesreti nefes alıp verircesine peşpeşe, tada tada mânâ kemaline erdi.
273
Allahm rahmaniyetinin, yani koruyucu ve gözetici güzelliğinin bir özelliği
de, şifa vericiliğidir: Yâ Şâfi! '
Bu Özellik/ Âdem deryasına Lokman (Lokman Hekim) olarak
girer. Allahm sıfatlarından hiçbiri bir an bile görüntü aleminden
eksik olmadığından. Lokman hep vardır: Bir devirde adı Hipokrat
olur. bir çağda Ibnî Sina olarak görünür, derken Koch ya da Pasteur
veya Fleming adını alır yahut aramızda bir doktor ya da şifa dağıtan
diğer bir kimse olarak hayatını sürdürür.
Onun yetenekleri, sayısız yıldızlan aydınlatan güneş ışınlan gibi, yüzbin-
lercemizde, milyonlarcamızda da şifa dağıtıcı beceri olur! Kendini ortaya
koyan zıddıyla beraberdir: Hastalıkla! Yoksa, nasıl görünsün? (Zıddıyla
beraberdir sözü eksik: Pozitifi ve^negatifiyle tek Lokman adını alır- - Pozi-
tifi negatiften nasıl ayırmalı, nasıl birini diğerinden kusurlu saymalı? Yaradan
yücel Yarattiğı da elbet yücedir!)
Ibni Sina yaşadığf çağda, yaşadığı çağın tıp bilimi şartlan içinde,
çalışma esasına dayalı bugünkü modem tedaviyi nereden yakala-
, mış dersiniz? Enfarktüşlü hastanın bile hareketle sağlığa kavuştuğunu tıp
daha yeni.yeni öğrenirken...
Lokman m maddedeki yüzü. îbni Sina, tasavvuf kaynağından emmişti!
Ademin doruk hali olan Ahmedi MahmudaMuhammed Mustafa'nın öğüt-
lerinden ilham almıştı:
Bedensel çalışmaya da. tefekküre de O Yüce İdrak 'İbadettir'
demedi mi? Şekilsel ibadette hareketi şart kılmadı mı? Nerede
batının sabah jimnastiği ya da aerobik'i, nerede yedisinden yetmi>
sine günde beş defa ve her defasında tekrar tekrar rüku ve secde?
Şu kıssa, Hazreti Peygamberin çalışmaya verdiği önemin yankısı değil
midir?:
Hani, yolda yürüyor ve gördüğü kimselere selam veriyorinuş. Birini
selamlamamış. Sebebini sonmuşlar: "Ey. AUahın Resulü, sen ki selâmı ihdas
^c^ensin! O adama niçin selam venrnedin?„ - - "Çünkü o boş oturuyordu!.
Bütün varoluş sistemi çalışma esası üzenne kurulu! Sisteme
karşı direnene muhabbet ve selâm yok!
Allah toprağı ekmeyene mahsul venmez. Kendisinin ve ailesinin rızkını
yan gelip yatarak ya da kuru dua ile kazanan yoktur! Çalışmayan, aç kalır!
Rabbülalemin, aslında çalışmanın kendisi için değil. Ademdeki vücut
şartlan için gerekli olduğunu misallerle anlatır: Nefes almamız için özel bir
gayret gerekmeyişi. reflekslerin bu alışverişe yetmesi, Allahın isteseydi
yemeyi, içmeyi ve kazanmayı bile karşılıksız venmeye muktedir olduğunu
gösterir. Muktedirdir ama, aynı zamanda rahmandır, koruyucudur,
safîdir: Miskinliğin vücudu ve vücuda bağlı olarak ruhu hasta etme-
mesi için, insanı çalışmaya iter.
Ibni Sina'nın varoluşun kendi sisteminden hikmet gözüyle yakaladığı bu
gerçek, ondaki Lokmanın idrake yansımasının bir delilidir.
274
YASAMA zevki
3
Şu hayat oyununun yazan var, rejisörü var. Özenerek sahneye konmuş.
Verilen rolü ses çıkarmadan oynayan, rolüne nza gösterip işini iddiasızca
gören de var, kendisine de bir rol verildiğinin farkına vanp şükrederek
oynayan da...
Rıza ve şükür, sahnede ayaklan üzerinde durabilmenin ön şartlan. Rıza
ve şükür yoksa, oyunda rol aldığının farkına varmak ta yok. Dekorsun!
Ama nza ve şükrün ötesinde bir keyifle işe girişen, rolünü beğenerek,
severek oynayan, başrole kadar yükselir. Figüranlıkta kalmaz.
Bu benzetmeyi tadında bırakıp gerçeğe eğilelim: Beğenmeden, zevk
almadan süregelen bir hayat yeterli değil. Yani, nza ve şükür bile, şu yaşama
fırsatını değerlendirmede âciz kalır:
Korkuyla boyun eğmek, hattâ daha ağır yüklerden çekinerek şükretmek
Ipaşka. alınan tattan, lezzetten dolayı şükretmek bambaşka! Bîr tablonun
üzerindeki renk armonisini göremeden siyah boyanm üzerine
yapışıp kalmış sinek o tablodan ne anlar? Sinek gibi üzerinde
bulunduğumuz renge yapışacağımıza, Âdem olup tabloyu tümüyle
temaşa etmek... Yaşama hüneri burada...
Dedelerimizden duyageldiğimiz bir deyim var: Hamd-ü sena. Yani yalnız
şükür değil, şükürle beraber övmek. AUahı överek Ona şükretmek. Ama
eldeki teşbihi kupkuru çevirip, tekerleme söylercesine dudak oynatarak ta
değil. Ahenge uyarak, tadarak. Bir san'atkâr coşkusuyla...
Şüphesiz herkes san'atkâr değil. Ama, güzeli görmeye herkes çalışabilir.
Güzel, bizim yapımızda, kanımızda, canımızdaki özlemdir. Herşeyin güze-
lini aramaz mıyız? Kim 'ille de çirkin!' diye tutturur?
Bir tablo muhtelif tonlann iç içe ahenginden oluşur. Siyah kırmızıya, kır-
mızı beyaza ayn bir ışık katar. O deminki sinek misali, rengin birine ısrarla
yapışan, tümün ihtişamını göremez, kaderinin siyahlığından yakınır.
Çoğumuz tek renge yapışmış değil miyiz? Ya işimize, ya bir sev-
diğiniize, ya başka bir maddeye, hattâ maddenin en yüce noktası
olan, maddeden alınan bedii zevklere yapışıp kalınz da, gözlerimi-
zin önünde 'gör beni' diye dalga dalga açılıp saçılan ilâhi Tema-
şa 'dan haberimiz olmaz.
Derdi ve neş'eyi denizin peşpeşe gelip yüzümüze çarpan dalgalan gibi
tek bir hayat sevinci içinde karşılayabilmek her babayiğidin harcı değil. Of
d6riz, aman deriz, hattâ şansımızı kınarız.
275
mezS 'R.n ^' •^'"'l'' ^r ^'""'P ^^ °^'"^«^' "lethedilmeâ özle-
mez mıyız? Ben ovgiiden hoşlanmam' diyen, daha şu sözle kendi kendini
ciimleden ay.mıakta, üstün gömlekte ve övmekte değil mS
ndı^Hanorh^T- ^^^^'J" ««•"âsidir. AUahın karakter kıvılcımla-
ndır. Hang, huy k, insanda var. Allahtan yansır! Madem övülmevi
sevenz. bilmeliyiz ki. Allah ta övülmeyi ister. ovuJmeyı
lavamLTk'onm'S^İ.^'^ "^^^ '"^'i^»^ sözünü) söyleyen biri kaldıkça
SrfT» K" ", ^ ^^«^««^ ""ün b" anlamı da bu ya: Kelime-i teV-
hıdden buyuk ovgu mü var? Allah övüldükçe bıkmaz Su v^rolLs
mizanını bozmaz. Meğer ki. bıksın. oiKmaz. :?u varoluş
Yaşama sevinci olmayan bıkkın insan da. bu bıkkınlığı ile kendi
bolur gider - -- Varlığa hizmet ederek!..
276
MAHRUMİYETTEK
.ÜTUF
Resulü Ekremin ilk bakışta kolay anlam verilemiyen bir hadisi
şöyle buyurur: "Ben Rahman nefesini Yemen tarafından bulmakta-
yım.„
Peygamberimizin her sözünün derin hikmetler taşıdığına iman edince,
bu hadisin üzerinde de düşünmek gerek-
Yemen, özellikle bizim insanımıza iki açıdan çağnşım yapar: Yemen ismi
önce ağır mahrurriiyetleri akla getirir, sonra da, evliyanın en esrarlılanndan
Veysel Karaniyi...
Su, çölde en kıymetli şey. Şefkat, savaşta, sağlık ise hastalıkta..,
Yemen gibi ağır şartların hüküm sürdüğü bir diyarda rahmaniyet,
iki damla yağmurla bile gönle dolar.
Derdin, cevrücefanın, mahrumiyetin hüküm sürdüğü ortamda gönül has-
saslaşır, Rahmandın nefesi daha kolay hissedilir olur.
Orucun ibadet olarak emredilmesindeki hikmetlerden biri de bu
ya. içinde bulunduğıunuz mahrumiyet şartlan ağırlaştığı ölçüde
Allahın lütuf ve ihsanım görebilecek 'kalp gözümüz' de açılır.
, .Şu varoluş düzeninde, dünya şartlannın içinde oluşumuzun hikmeti de
aynı değil mi?
. Adem, yani özümüz esasımızla biz, hepimiz cennetteydik. Lütuf ve güzel-
likler ortamında. İçinde olduğumuz şartlann lütfunu öylesine bilmiyorduk
ki, bir *tadıp bilme' hırsı uğruna, dünya sürgününe yollandık. Ancak öğre-
nip anlama ortamında farkına vanyoruz ki, bu sürgün bir lütuf. Çünkü
burada 'cennet' kavramındaki esran sezinliyebiliyönız.
Eğer bu şartlar içinde de ilâhi lütuf ve rahmaniyetten haberimiz olmazsa,
o zaman 'cehennem' mahrumiyetine itiliriz. Ki, güzellikleri özleyelim.
' Cennette yasağı çiğneyip elmayı yeme ve mahrumiyete yol-
lanma cezası madem ki özümüze. Âdeme uygulanmış, öyleyse bu
ceza (yahut lütfün farkına varabilme imkânı) bütün insanlığa, hepi-
mize. Ve hepimiz, iyi görebilirsek, farkına vannz ki, hep cennetten
kovulmakta ve içinde bulunduğıunuz imkânların üzerine tır-
manma çırpınışı içinde bocalamaktayız. Bu, cehennemde cenneti
özlemek değil de nedir?
277
Anlaşılıyor ki, lütfü görememek, önümüze serilmiş imkânlara
aldırmamak, tek kelimeyle nza ve şükürden yoksun olmak, daha
derin mahrumiyetlere itilmemizin başlıca sebebidir.
; Tâ, güzelliğin, ilâhi ihsanın şükrüne varalım. O şükür, daha iyiye, daha
güzele götüren yoldur ve yüce dinimizin 'cennetler içindeki cennetler* ile
ifade ettiği bitip, tükenmez rahmaniyet ihsanlanyla kucaklaşmamıza neden
olur.
*Rahman nefesinin Yemen taraflanndan geldiği* anlamını içeren hadisin
işaret ettiği hikmetlerden biri de, velilerin belki de en gizemlisi olan Veysel
Karani*yeçağnşım yapmasıdır.
Bu nokfeya, kısmet olursa, bir sonraki sohbetimizde değinelim.
278
YEMEN KOKUSU
Geçen sohbetimizde Resulullah'ın "Ben Rahman nefesini Yemen tarafın-
dan bulmaktayım!„. anlamındaki hadisine temas etmiş ve rahmaniyetin
mahmmiyette idrak, edilebileceğini anlatmaya çalışmıştık. Bugün, aynı
hadisin Yemen 'de yaşamış Veysel Karaniye yaptığı çağnşım üzerinde
duralım:
Önce şu açıklamada yarar var: Tasavvuf, tarih ya da edebiyat veya felsefe
ilmi değil. Tasavvuf adamu geçmiş olaylann birbirinin peşine sıralanışını,
tarihlerini, olaylar arasında eksik kalan noktalan ortaya çıkamnaya uğraş-
maz. Aksine, olaylardan günümüze aksedebilmiş kınntılardaki hikmeti çöz-
meye çalışır. Meselâ bir Veysel Karani'den halk ağzında nakledile nakledile
günümüze bir veya iki kıssa gelmiştir. Bu kadan yeterli. Hikmet te burada.
Yoksa, şüphesiz her insan gibi Veysel Karani de binbir hadisenin içinde
yaşamıştır, çeşitli davranışlan olmuştur. Önemli olan, O'ndan günümüze
ulaşmış bir iki esintiyle 'Veysel havası'nı tamamlayabilmek. Hattâ denebilir
ki, bu konuda fazla bilgi, Veysel ismi etrafındaki o güzel esran bozabilir.
Veysel Karani inananın gönlünde rahmaniyet dolu sımsıcak bir kişilikte-
dir. Hani, annesi kendisinden su ister de, Veysel suyu getirince bakar ki,
annesi uyumuş. Uyandırmaya kıyamaz, başucunda öylece, elinde bakraçla
ayakta dikilip bekler. Saatlerce! Bakraç avucunda iz yapar! - Bir diğer kıssa:
Hazreti Peygamberi görebilmek için onca yol gelir, ama Resulullah'ı evde
bulamaz. Boyun büker ve döner. Resulü Ekrem geldiğinde Veysel'i görmez
ama ^kokusunu* alır! Ve ona kendi 'hırkasını' bırakır.
Bu olayla anlatılmak istenen nedir? Niçin yalnızca koku ve niçin Veysel'e
Peygamber hırkasının terki?
Şöyle yorumlayabiliriz: Veysel, belli bîr kişiyi değil, bir kişiliği
anlatır. Ondan dolayı da. bir resimden ibaret olan vücudunu gör-
meye gerek yok. Kokusu, yani mânâ yönü gönle dolar. Hırka ile
anlatılmak istenen ise, o 'mânâ erine* bir vücut, bir kisve verilmesi-
dir: Resulullah kendi vücuduyla Veysel'in vücudunu hırka sembo-
lünde birieştirir.
Nedir bu *birleşme7
Geçen sohbetlerimizden birinde bir kudsi hadisten söz etmiştik: "^Kul farz-
lardan başka ibadetlerle meşgul oldukça, bana yaklaşır. Nihayyet ben onun
kulağı, gözü, eli ayağı olurum. Benimle duyar, benimle görür. Benimle
tutar, benimle yürün benimle söyler!.,
Veysel, farzın ötesindeki ibadetleriyle o rahmaniyete ulaşınca,
Yunus'un mısraındaki gibi 'bin deveyi bir akçeye gütme* yetene-
ğini kazanmış. Kudsi hadisin, yani Peygamber dilinden dökülen
Allah sözünün işaret ettiği üzere, Allahta kaybolmuş. Allahla
bütünleşmiş. İki Cihan Serveri, Rahmandın nefesini elbet onun diyann-
dan. Yemenden duyar. Mahrumiyetin, yani eşyada yokluğun, mânâda
çokluğun diyarından.
Tasavvuf ehli iman ederek bilir ki. Resulü Ekremin Yemen'den
duyduğu Rahman nefesi, kendi nefesinden başka bir şey değildir.
O, Veysel aynasında, âşık maşuk oyununu oynar.
279
AMİRLER VE ÂLİMLER
Her gün, her birimiz adaletsiz verilmiş kararlann, gasbedilmiş haklann.
yolsuzluklânn binbir misaliyle karşılaşırız. Olaylardan gazete sütunlannc
geçebilenler, sürüp gelen hileli işlerin yalnızca yüzeye çıkanlan... Söyleye-
bilecek kişilerce söylenmesi caiz hale dönüşmüş olanlan...
Dert yalnız günümüze özgü değil. Hep var ki, Peygamberler Peygambe-
rinin beşere sunduğu \/üce dinin pek çok âyeti ve pek çok hadis, hep bu
noktayı işler:
îşte yüzlerce misalden bir ikisi: Nahl, 90: "Şüphesiz Allah adaleti
emreder. Hayâsızlığı, kötü îşâ, yolsuzluğu yasaklar.^
^ — Nisa, 58: "Halkı yönetirken adaletle hükmedin!^ — Nisa 135:
"Ey iman edenler, yakınlarınızın ve kendinizin aleyhine de olsa,
hakkaniyetin en son derecesini tutun!„
Şu hadise kulak verin: "Ümmetimden iki sınıf düzelirse, bütün
insanlar düzelmiş olur. Bozulduklan vakit, bütün insanlık ta bozu-
lur. Bunlar, âmirler (yönetmek ve hüküm vermek yetkisine sahip
olanlar) ile âlimlerdir.,,
'Ümmef sözüyle kimlerin kasdedildiği, çok ayn, uzun bir sohbetin konu-
su. Ama şu kadannı belirtmekte yarar var ki, *ümmet' olmak, ne nüfus
kütüklerinde *Islâm* kaydı bulunanlara, ne de ümmet olduklannı İddia
edenlere mahsus bir derecedir. Ve ancak, kelimeyi doğru anlayınca hadisin
hikmet mânâsına yaklaşılabilir!
'Amirler ve âlimler* buyuruluyor. Âlimlikle unvandan başka bağlantılan
olmayanlardan da, amirliği kendi hesaplan için kullananlardan da çok çek-
medik mi? Bütün insanlık çekmiyor mu? Âmir de, âlim de balığın baş tara-
hnda! Önce kokuşan tarato!
İlâhi emre rağmen bu 'kokuşmuş başlar acep niçin hep vardırlar? Çün-
kü, -tasavvuf ehlinin göz kirpisini kaçırmadan söyliyelim-, Allah
iblise kıyamete kadar insanı kandırma izni verdi! Rızk dağıtıştaki şu ilâhi
adalete bakın: Allah iyinin ve doğrunun rızkını verdiği gibi, adaletsiz hüküm
verenin de, cebini dolduran devlet yöneticisinin de rızkını verir: Kuzunun
da, çakalın da yaşamasını sağladığı gibi... İblise destur var ya!
Peygamberden peygambere süregelen ve îki Cihan Serverinin dudakla-
nndan dökülen uyanlara iman etmeyenler, ezelden beri, kendi gibilerden
destek umarlar. Ve, İblisin peşinde mutlak bir araya gelirler! Âyete, hadise
karşı, *devlet malı deniz, yemiyen domuz!' düstûrundan gerekçe bulmaya
çalışırlar. Apaçık işte: Hak söze sırt çeviren, yüzünü bâtıla dönmüş olur!
iblisin peşinden giden adalet hırsızlannın insan mı, yoksa insan görünü-
münde başka mahluklar mı ofduklanna gene âyet ve hadisten cevap araya-
lım:
280
Araf 179: "Cehennem halkının gözleri vardır, ama gönnezler,
kulakları vardır, ama işitmezler, kalpleri vardır, ama hissetmezler.
Onlar hayvanlar gibidirler, eşyanın özünü gerçeğini anlamazlar. „
Ve/ hadis: "Kıyamet gününde bütün haklan sahiplerine geri öde-
meye elbette mecbur olacaksınız. Hattâ, boynuzsuz koyuna boy-
nuzuyla vuran boynuzlu koyundan bile intikam alınacak, ona kısas
yapılacaktır!,.
Yüce Peygamberin zarafetle bahsettiği boynuzlu koyun, az önce zikretti-
ğimiz âyetteki *hayvanlar gibi' hükmüyle beraber yorumlanmalı. Boynuz-
suz koyuna saldıran boynuzlu koyundan maksat, bulunduğu mevkilerin
avantajlarını kendi çıkarlarına kullanan, eline düşmüş çaresiz
halka adaletsizce davranan, sahip olduğu hüküm mevkiinde hak-
sız karar veren, unvanını gizli hesaplara sorumsuzca âlet eden
değil de nedir?
2S1
SON AKŞAM YEMEĞİ'
Hıristiyan âleminin üzerinde çok durduğu bir olay, Hazreti
İsa'nın oniki havarisiyle, yani mânâ alışverişine sahip oniki can
dostuyla beraber yediği son akşam, yemeğidir. Ve o yemekteki
sözü: 'Şarap benim kanımdır, içiniz, ekmek vücudumdur, yeyinizî'
Hazreâ Isa^nm vücut âleminde bulunuş sebebinin son demi olan o akşam
yemeğini batnın hemen bütün ünlü ressamlan tablolara, fresklere dökmüş-
ler, mozaiklerle kilise ve saray duvarlanna resmetmişlerdir.
Kilise ayinlerinde, şaraba batınlmış ekmek, o ekmeğin inananlarca yen-
mesi, önemli bir ibadet merasimini oluşturur.
Hepsi bu mu? Bu mânâ tpplantsı kupkuru bir akşam yemeği mi? O
şarap, içip kafayı dumanlamaya yarayan bildiğimiz şarap mı?
Olay, tasavvuf zevkine vurgun olan için, binbir ışık sunar.
Nedir o, hepsi mânâya aşina can dostlanyla yenen son yemek? Gerçek
anlamı ne? - Kuşkusuz, lezzeti beraberliğin halkasında tadmanın ve ken-
dinde bütünleştimnenin, tevhidin simgesi. Kısacası, mânâ gıdasına kavuş-
manın bayramı. -- Ve, bu yorumu teyid eden o söz: Şarap kanımdır, ekmek
vücudumdur!.. İzahını şöyle de yapmak mümkün: Şarap, mestetmenin
maddede sembolize edilmiş aracıdır". O araç için ^kanımdır' sözü, 'benim
hayatiyet sebebim şu mestâneliktir* anlamını içerir. Hayatiyetin itici gücü
kan değil mi? Hepsi yalnız hakikate yönelmiş havarilerle otunılmuş
sofrada söylendiği gözden uzak tutulmazsa, sözün anlamı apaçık:
Mânânın verdiği sarhoşluk, varoluşumuzun kanla simgelenen
enerji gücünü oluşturur. -Ve, sözü tamamlayan ikinci öge: Ekmek
ile vücudu aynı anlama almaık. Yani madde varhğım mânânın
gıdası ile özdeş kılmak!..
Bu, tasavvufun temel bakış açısı olan 'âlem Âdemdedir' gerçeği-
nin bir başka ifadeyle tekrarıdır.
Peki ya o şarap misali neden? Hazreti İsa da hak peygamber, doğru yolu
gösteren, insana neyin zararlı neyin faydalı olduğunu mutlak bilen kişi...
Niçin övgüyü şarapla yapmış?
Binbir hikmetten bir ikisini hemen yakalamaya çalışalım:
Önce şu gerçek var: Hazreti İsa çok yüce bir peygamber ama,
insanlık keınalinin doruk noktası değil. Doruk, O'ndan alü asır
sonra âlemi nura garkedşr! Mânâ peygamberi Hazreti İsa'nın
hayatı ve sözleri ümmetince yalnız madde açısından ve kısırca
yorumlanıp bozulduğu için^ îkf Cihan Serveri, eğileni doğrultur ve
şarabı yasaklar!..
282
Gerçekten, Hazreti İsa. meşreb olarak yalnız mânâya önem veren bir kişi-
lik sahibi: Ne evlenmiş, ne çoluk çocuğa kanşmış. Ne harbetmiş, ne pey-
gamberlikten başka bir mesleği olmuş. Adetâ, Âdem ile melek arası. Oysa,
iki Cihan Serveri, işte lâkabı gibi, hem dünyanın, hem de dünya ötesinin,
hem maddenin, hem de mânânın doruğu. Hazreti Isa, maddi hayatı olum-
suz etkileyecek bir s«2bebin, meselâ şarabın üzerinde o denli durmaz. Oysa,
Âlemlerin îftihan Muhammet Mustafa, nasıl yıkanılıp taharet alınacağına
kadar, ticari hayatta neyin helâl, neyin haram olduğuna vanncaya dek bir
dünya nizamı da getirmiş. Hazreti İsa mânânın ötesine aldırmaz ama. kullu-
ğuyla iftihar eden Ahir zaman Peygamberi kulluğu bildiği için. maddesîz
mânâyı övmekten kaçınır. Hemen ölecekmiş gibi ahireti, hiç ölmiyecekmiş
gibi dünyayı imar etmeyi över. Ve, evet, içkiyi yasak eder!
/ Nasıl bir ilâhi oyundur ki, mânâ'dan başka şeye değer vermeyeni
bir peygamberin ümmeti maddeyi ön plana çıkarır, maddeyi del
ihmal etmeyen Habibullah Muhammet Mustafa'nın ümmetinden
büyük bir yekun nse, miskinliği din gereği zanneder.
Tasavvuf hikmcstlerinin coşkusuyla söylenmiş 'şarap kanımdır'
sözünün yanlış detğerlendirilmesi de bu ilâhi oyunun bir misali...
İnsan, büyük kalabalıklar açısından, derine inmeyi değil, düşün-
meden uygulayacağı kuralları benimser: Ayak, güneşin nuruna
değil, toprağın sat|lamlığına muhtaç. Ki, nura uzanan başı taşıya-
bilsin!
283
YOLU AÇAN ENGELLER
Pek çök tezin, bir karşı tezin tepkisinden doğduğu şüphesiz. Güncel olay-
lardan bile sayısız misaller sırahyabiliriz: îsrailin tüfekli tabancalı askerlerinin
Filistinli çoluk çocuğun^kolunu bacağını canavarca kınşı televizyonlarla
dünyanın gözleri önüne seriİmese, Filistin Kurtuluş Hareketi başka dinden
çevrelerde bile güç ve destek toplayabilir miydi? - Yanlışlığını iliklerimizde
hissettiğimiz bir iddia karşımıza dikilmese, vurucu bir cevabı bulmak için
kolay kolay kafa yorar mıyız?
Hikmet açısından bakınca görürüz ki, sevmediğimiz ve bize karşı gibi
görünen fikir ve hareketler, aslında kendi fikir ve hareketlerimize güç kay-
nağı oluşturmaktadırlar.
Kural basit ve gerçek: Muhalifini yok etmeye çalışan, kendinin tercih edil-
mesi imkanını yok eder.
'• Siyasette böyle, hukukta böyle, pozitif bilimlerde böyle. Hele ilâhi tefek-
kür bahsinde büsbütün böyle. Bize aykm gelen bir bakış açısına hayat hakkı
tanımadıkça yeni yeni fikir ufuklanna uzanamayız. Zaten, 'dengeyi bozma-
yın' ilâhi uyansının bir hikmeti de bu noktaya yönelik.
Aşın dinsel yasaklarla kendi içlerine kapanıp kavrulmuş toplumlann ezil-
mişliğinde asıl pay, bu uyanya kulak aşmamanındır.
Oysa, ne bahasına olursa olsun hemencecik reddetme değil, tefekkürle
araştırma karakterimiz olmalı. 'Bilinmek istedim' hükmü, bilme gayretleri-
nin varoluşun her ânında süregelmesini gerektiriyor. Yüce Peygamber,
sayısız hadislerle bu bilme aşkına işaret etmekte. Madem ki varoluşun
sebebi bu bilme tutkusu, öyleyse onu kamçılayan' herşey kutsal. Çünkü
bilme gayreti ana ilke. Bu ilkeye sırt çevirmek, amaçtan şaşmak olur.
Diğer bir bakışla, küfür ehli diye tanımlananlar istedikleri kadar aykın
hedeflere yönelsinler, aslında, bütün iddialanyla, yukanda işaret ettiğimiz
gibi bilme ana ilkesine hizmettedirler. {'Yeryüzünde, gökyüzünde ve ikisi
arasında ne varsa bize kulluk eder' hükmü!)
înkânn ve küfrün hakikate nasıl hizmet ettiklerinin misallerini Yüce
Kur'an ve ondan ilham almış Peygamber Kıssalan ne güzel belirtirler...
Hani, Hz. Musa ile can düşmanı Firavun arasında geçen mücadelede ikisi
yanşacaklardır da, Musa Peygamber Allahın desteğine güvenip yatar ve
sabahki yanşa kadar uyur. Oysa Firavun, kendisini sakalından asarak ve
bütün inandığı güçlere yakararak geceyi geçirir. Ve sabahki yanşmayı önce
Firavun kazanır. Allahın, peygamberine cevabı, 'çünkü o çalıştı, gayret gös-
terdi' şeklindedir.
284
îşte ancak antitezin zaferidir ki, koskoca peygamberi gafletten uyandmr.
Gayrete yöneltir. '
Şu suali soranımız, sormaya çekinse bile içinden geçirenimiz çoktur:
Madem ki hepimizin ruhu o 'bizim üfleniemizdendir' açıklaması gereğince,
îlahi Kudretiri bir yansımasıdır, nasıl oluyor da İlahi Kudretin böylece hakim
olduğu cüz varlığımız çok büyük çoğunlukla zamanını geçici hevesler
peşinde harcıyor, oyunsal değerlere kıymet veriyor? ^
Cevabı yukanda işte. O çoğunluk, ömrünü, karşı teze uygun ortam hazır-
lamak için feda eder: Deniz dibinde binlerce taş, kum taneciği ve istiridye
yayılır Julanık bakıştan başka birşey değil.
Onsekiz bin âlemden muratta, binbir bakışı, netten net ve o netten
de net bakışları anlatmaktır.
301
Öyleyse olüm dediğimiz de, bir-bakış şaşırtmasından, yahut bakış şartla^
nnda büyükçe bir değişiklikten ibarettir. Biz; gerçekte hep vanz! Hep bakış-
tan bakışa geçeriz. Üzerimizde bazen palto, bazen ceket gömıemiz gibi
mevsimlik bakışlanmız kendimizi şu vücütlanmızla kıyafetten kıyafete
sokar. Tıpkı, düşüncemizde ruhumuzu da hudutlu ve şekilli, kişilikli sanma-
mız gibi. Orhanm ruhu, Ayşenin ruhu derken gene de bir takım kalıplar
şekiller düşünüriiz. Orhanın ruhunun, Ayşenin ruhunun bizim dışımızdan
müstakil birer varlık olarak gelip masaya vurduğunu, fincanı döndürdü-
ğünü farzeder, bu farza da inaninz. Oysa hepsi, tek medyumdaki alışveriştir
Bulanık bakışı, net bakışa ayarlamak şart!
Öyleyse şu sonuca varmamız gerekmiyor mu: Hîçbirşeyi tanıma-
yan sıfır noktasından, bitip tükenmek bilmeyen bîr tefekkür akışıy-
la, ve milyarlarca Adem idrakinin yardımıyla, daha tanımaya, daha
tanımaya doğru bir ilerleyiş: Tanıdıkça tanımadığımızı, öğren-
dikçe bilmediğimizi, gördükçe görmediğimizi idrak ederek: İşte
kemal yolculuğu! Muhabbete sarınmış Muhammedîmizîn geçtiği
yollardan ve peşinden... Cennetleri ve cehennemleri sağda ve
solda biraka bıraka...
302
YASAK MEYVA
Adem cennetteydi, yani Allah'ın varlık deryası içindeydi. Ama, meşhur
mısraın dediği gibi: O mahiler (balıklar) ki derya içredir, deryayı bilmezler!..
Sıhhatliyken sağlığın değerini hatıra getirir miyiz? Bir hastalanmaya göre-
lim,,. Nefes alıp verdikçe, nefes aldığımızı düşünmeyiz bile... Hele soluğu-
muz kesilir gibi olsun, hemen "Aman Allah,, diye yakannz... İşte. Allah'a
lönüşün başlangıcı!
Allah bilinmek istedi. Hasretle, aranarak, yaşanarak -bilinmek... Çünkü
vgulamasız bilmek, bilmek değildir!
Bilinmek isteği Allah'ın olunca, elbet yerine gelir. Onu bilmek için, ihti-
ç gerek. Varlığa ihtiyaç!.. Yay gerilmeli ki ok fırlasın... Öyleyse yokluk ale-
le, dünyaya düşülmeli!
Del gör ki, Allah varlığının temel ilkesi rahmaniyet. Hemen en başta,
-la. a besmelede yer alan ilke!.. Bilinme ihtiyacı ile rahmaniyetin iç içe esra-
nna bakın: Bir yandan, *iyi ile kötüyü birbirinden ayırma yeteneğini' içeren
ağacın meyvasını"Kopanna!„ uyansı, diğer taraftanİD yasaktan ötürü kıpır
kıpır dürten tahrik: Arama, tatma, bilme zorunluluğu... (Ali İmran süresinde,
Âdem'in isyanının Allah'ın peşin bilgisi içinde olduğu anlatılmaz mı?)
O meyvayla simgelenen, iyiyle kötüyü ayırabilme yeteneği bireysel ira-
deyi ortaya koyar: Seçebiliyorsam , kişiseliradem de var!
Kötü ile iyi, çirkin ile güzel arasında seçim yapılacak yer Cennet değil.
Dünya: Dünya yani cevrücefa ortamı şart. Çirkinle güzel çarpışsın ki, "Ku-
yuya atılan Yusuf Peygamber,, hikayesinin remzettiği gibi, nefis kuyu-
sundan Cemalullah idraki çıkanlabilsin. Emir yerini bulsun, Allah yaşanarak
bilinsin.
Biz Âdemoğlu 'nun ister istemez katlandığımız kader cilvesi bu: Milyar-
larca kere yaşayıp göçen Âdemlerce kere Cennet'ten elma kopanp Dün-
ya'ya atılınz. Bu bize Âdem Baba'nın mirası! Maksud, Allah'ı bilme çabası-
nın lezzetine varmaktır. Koca Yunus bu arayışın tadına vardı da, "Cenneti
isteyene ver, bana sen gereksin» dedi.
■ Bir Hıristiyan geleneği vardır: Dünyaya gelen yavruyu vaftiz ederler. Bu.
ezeli günahtan anndıncı yıkama anlamına gelir. Yüce Peygamberimize ina-
nanın ise, böyle peşin bir annmaya ihtiyacı yok. Hadisin belirttiği gibi, her
doğan temiz doğar. Hayat boyunca kirleniriz. Ölünce yıkanır ve Hakikat
Alemine temiz döneriz... Günahsız değiliz! Cennet'ten Dünya. macerasına
aülmişız. Her boyaya boyanabiliriz, yeter ki hedefi, Allah'ı bilme amacını
şaşırmayalım... Günah ve çaresizlik içinden, kısacası kulluktan, rahmani-
yete ve ilahi kudrete akma çabasındayız.
Bilinmezlikten, bilme ümidine doğru koşanz. Varoluşun dinamizmi
budur... Ama bir buruk uyandan kurtulmak kolay:mı? İki Cihan Sen/eri bile
''Senilayıkıyla bilemedim» demedi mi?
İşte onun içindir ki ölüp ölüp dirilir. Âdemlerden Âdemlere tekrar tekrar
doğanz.
"Allah'tan ümidi kesmeyin,, ayetine sığınırız. Çünkü istek ve
şu kurulmuş mizan (Ölçülü düzen) O'nundur.
303:
SEYRİBİLLAH
Bize uzatılan bir altın lirayı elimizden düşürsek. yuvarlanıp gitse, kaybol-
sa, çok hayıflanınz. Çünkü hayat tecrübemizle altının bir değeri bulunduğu-
nu, pek çok işi gördüğünü biliriz. Oysa. birinin bize yönelttiği bir hikmet
sözünü duyamayıp kaçırsak, umursamayız. Neyi kaçırdığımızı bilmeyiz.
Gerçek hayatımızı yönlendirecek bir ışıktan nasıl mahrum kaldığımızı anla-
yabilsek, silbaştan edip o sözü yakalamak için neler vermezdik. Değil mi?
Ama hayır! 'La abese' hikmetini hatırlayalım: Mesela bazen küçük bir
hata yapanz. Iştemiyerek veya kasden! Diyelim ki. bir yazınızda 'b' yerine
'elif. 'elif yerine 'b' yazmışsınız. O, abes olmayabilir. Allah kurdun kuşun
nzkını verdiği gibi, size kızanın veya sizi anlamıyanm, anlamak istemiyenin
vey.a inanmıyanın da nzkını verin Sizin o küçücük hatanız, size karşıt olanı
doyuran nzktır! Hatâ da nzk, pişmanlık ta nzk!
•Şu ne güzel bir misal: Hani, Yunus Emre'nin köyünde kıtlık varmış.
Ahali aç. Hacı Bektaş Veli de o devirde namı dört bir yana yayılmış bir Ulu
kişi. Köy halkı, genç Yunus 'u, üç çuval buğday niyaz etmek için Hacı Bek-
taş'a yollamışlar. Yunus huzura varmış, derdini anlatıp edep içinde buğdayı
istemiş. Koca Sultan, "Üç çuval buğday mı istersin, yoksa üç çift söz
nıü?„ diye sormuş. Yunus, ham, köy halkı aç! Ne desin, buğdaylan alıp git-
miş. Gitmiş ama, yolda uyanmış. Neyi kaybettiğini anlayıp geri dönmüş,
gafletinin bağışlanmasını istemiş ama. Hacı Bektaş Veli, "Senin manevi
nzkın başka kapıda^ deyip onu Taptık Emre'ye yollamış.
Yunus'un sonunda nasıl bir Yunus olup çıktığını bilmesek, bu hikayeyi
dinlediğimizde 'Ah, keşke' diye onurhhesabına hayıflanırdık. Oysa Yunus'u
çağlann sevgilisi eden bu burukluğu, bu hicranı ve ondan sonraki boyun
kesmesi değil mi? Bu olay, Âdem'in yasak elmayı kopardıktan sonra hayıf-
lanmasından bu yana, hep tekrar olunur. Çünkü yaşam, etkileşim için var.
Hayıflanmanın gönülde bıraktığı yangın, etkileşimin en buruğudur.
Pişmanlıklar elbet derece derece. Ama Cemalullahı şu yeryüzü hayatin-
daki Mir'aç ile görebilmek varken, bunu kaçırmış olmak, pişmanlığın doru-
ğudur ve işte, insana Cehennem de budur!
Pişmanlıktan yanan gönle Allah'ın bitmeyen rahmeti gene de su serper:
La abese ayetinin uyardığı hikmet bakışının yardımıyla hale nza ve şükür ile!
İslam'ın yüce tefekkürüne açılmış bu muhteşem ayetle insanlık tarihine
bakın. Teferruatı bir anda geçin ve nirengileri seyredin: Âdemin yasak mey-
vayı kopanp kovuluşu değil mi Allah'ın sevgilisi Muhammed Mustafa'yı var
eden? Öyle ya. Cennette Peygamberin vazifesi kalır mı?
304
EŞYANIN SIRRI
Çokluk bakışına göre. ya da alıştığımız deyimle şu eşya âleminde herşey
eşya ile ve eşyanın kurallan içinde (gözle, kulakla, dokunma hissiyle vb )
etkiler ve etkilenir. Şüphesiz *eşya* sözüyle, tasavvufun âşinâ olduğu anlamı
kasdediyoruz: Duygulan mızla fark edilen ya da duyularla farkedilenle izah
edilebilen her türlü varlık... Çokluk âleminin şartlan eşyaya o derece bağlı-
dır ki, kesret bakışrmânâyı bile eşya halinde idrak eder: Meselâ canı vücut-
tan azad eden Allahtır ama, biz ölümün Azrailin işi olduğunu daha kolay
kavrar, benimseriz. 'Hayru ve şenü min Allahü Taâlâ' hükmünden şüphe
etmeyiz de, hani bir öğrencinin iyi not alınca 'dokuz aldım\ kötü not alınca
^üç vermiş!' demesi gibi, her hayırlı iş için kendi becerimizden, ters gibi
görünen her olayda da Şeytanın burun soktuğundan dem vururuz. (Bu.
iaslında Rahmaniyetin lütfudur!)
Eşyaya bağımlılık ters bir şey değil. Eşya âleminin gereği...
Öyle de, hikmeti ne ola? Hem eşyanın yalan olduğunu bilelim, hem de
"^eşyâ'nın kurallanna boyun eğelim, niçin?..
Hikmetlerinden biri belki şu: Allah kavramı düşünülebilen, hattâ henüz
düşünülemiyen her şeyi kapsadığı için, biraz olsun idrak edilebilmesi, eşya-
nın varlığına bağlı. Yani, hudutluluk ve geçicilik taşıyan kavramlara âşinâ
. olmalıyız ki, bu eksikliklerden, eksik olmayanı, Allahın yüceliğini hiç değilse
tefekkür edebilelim. Unsurlan, vasıflan seçebilelim. c
O, eşyaya gizlenir ve eşyadan görünür.
Binbir hikmetli fiili, eşyayla ve eşya kapsamındaki beşerle işler. Sonsuz
kudretinin yarattığı varlık malzemesini Âdeme keşfettirip ortaya
sürer. Ne malzeme biter, ne keşiflerin ardı arkası kesilir.
ilâhi ihtişamı eşyada görmeye öylesine mecburuz ki, mânâya ilişkin kud-
ret bile adetâ bölünüp bölünüp eşya varlıklanna dönüşmüş farzolunur.
Cebrail adını alır, Mikail olur, İsrafil ya da Azrail kesilir.
Allahın işi ve eseri eşyada göründüğüne göre, eşyayı gerçek
yüzüyle öğrenen. O'nu öğrenir. ('Bana eşyanın sırrını öğret!')
Şu dünyadaki fiillerimiz, işte eşyayı, eşyanın hikmetini öğren-
meye yönelik olduğu oranda kutsanmış fiillerdir. (İslama bağnaz-
lık çelmeleri atılamamış o ilk dönemlerde eşyanın büyük âlimleri
hep islâm memleketlerinden yetişmedi mi?)
Din öğretiminde, kıyamet gününde fiillerimizden sorguya çekileceğimiz
boşuna tekrarlanmaz: Elbet sorgu. Hem, tâ kendi içimizden, özümüzden,
kendimize... Kaçamağa imkân vermiyecek biçimde. ('Elin yüzün şahit
olur!')
305
Bu dünyaya doğabilmek için, biliyoruz ki, ceninin belli bir gelişme döne
mini geçinmesi gerek. Gelişmeden doğarsa, düşük olur. Âdem yüceliğin<
varamaz. Kişiliğine kavuşamaz. Bunun gibi, eşya hikmetlerini 'demi geçme
den' yakalamak gerek. Tâ, mutiak varlığa, Allah kavramına yabancılık git
sin. Dostluk başlasın.
Eşyanın binbir halinden tevhidi yakalıyamayan, eşya âleminir
ötesindeki ö sınırsız duraksız vahdet denizinde her türlü boyuttar
ve eşyadan soyutlanınca idrak edilecek ne bulabilir ki... Gücü artıh
yalnızca çaresiz çırpınmalara yeter. O çırpınmaları, vücudumuzun
milyonlarca hücresindeki atom çekirdekleri etrafında delice biı
cezbe içinde döıien elektronların hareketine benzetebiliriz: Kendi
için değlK bilmediği, gönhediği, anlamadığı 'tüm 'ün hayatiyeti için
idraksiz hareket...
Ama o hareket şart: Vücuda hükmeden yüce idrak sürebilsin
diye şart...
306
Mesafeye ve zamana bağımlı idrakimiz, bir şartlanma içinde, 'bu' âlem ile
'öteki' âlem arasında bir mesafe ve zaman farkı yaratmıştır. Sanki bir gün
/bu âlemden' tası tarağı toplayıp uzun bir yolculuğa çıkacağız, bir yerden
başka bir yere göç edip 'öteki âlemin' menzillerine varacağız. -
Bazılanmız o denli şartlanmışlardır ki, 'öteki' âlemde' de sanki bu âlemin
sistemi içinde yaşayacağımızı sanırlar Yemek yiyecekler, hurilerle oynaşa-
caklar, köşklerde gerinip keyif çatacaklar... Ancak özün anlaşılabilmesi için,
özü anlatabilmek için kullanılmış teferruatı özün kendisi sanan bu inançlar,
yaşadıklan âlemin şartlannı 'öteki' âleme de taşımak direnişindedirler.
Ya, doğrusu ne? Yukanda değindiğimizin aksine, 'öteki' âlemin şartlannı
bu âleme taşımak mı? Bu âlemde de 'öteki' âlemde yaşıyacağımız gibi yaşa-
mak mı?
Ya, bu âlemle öteki âlem îçîçeyse? Ya, birinden diğerine gidjp
geimek değil de, birinde diğerini de yaşayabilme mutluluğu varsa?
''Biz herşeyi çift yarattık,, âyetini bir hatırlayın. Bu âleme bağamiı
olan idrakimiz bir de öteki âleme yönelme gücü taşıyorsa? Herşe-
yin çift yaratıimış olduğu gerçeği o takdirde bambaşka heyecan
verici bir anlamı içermez mi?
Varoluşun ve vâredişin tadına varabilmek, diğer 'tek'imizi bula-
biimeye bağlı. Bu âlem şartlan içinde 'öteki' âlemin tefekkürüne girmek
gerek.
Doğru ifade etmeye çalışırsak, bu âlem ile öteki âlem, iki değişik bakıştır.
Öyle iki değişik bakış ki, bu bakışlann idmanı ancak can tende iken yapılabi-
lir. Bu âlem şartlannda... Vücudun var kılındığı ortamda!
Çünkü diğer bakışı, öz olan bakışı seçebilmek, onun değerini ortaya
koyabilecek bulanık bir bakışagerek gösterir. Ve elbet, bir de, bakılacak bir
ortama... Bakış, bu ortam ile mümkün hale gelir.
Öteki âlem bakışı dediğimiz hal nedir öyleyse? O. kendi ihtişamı, hudut-
lan din lamıyan görkemi ve kudreti içinde, kabına sığamamak. birşeyleri
yaratmak ihtiyacıdır, ki 'mümkün olan vücudu', yani şu varoluşu meydana
getirir.
islâm tefekküründe 'ölmeden evvel ölmek' denen, araçtan soyutlanmış
tefekkür becerisi, işte bu bakışı içine sindiren beceridir. Ve, araçtan soyut
olduğu içindir ki, aracı yaratır. Kendi iç âlemini o araca döker ki,
araçla çevresini bezesin ve bezediği çevrede kendi iç âlemini sergi-
lesin.
307
San'atkân, ama gerçek san'atkân Allaha yaklaştıran coşku da şu
anlatmaya çalıştığımız gücün çok küçük, çok bireysel kıpırdanışı-
dır.
Şu Adem deminde, İlâhi Kudretin yarattığı araç. Ademdir! Tek
araç! Herşey o araçtal Ve o aracı yarattığı için de, Goethe'nin
dediği gibi, yaratma fiilini artık o araca işletir. Tâ, o araçta. Adem-
de, kendi kudretini seyretsin!..
İşte, dünya kurulalıdân beri varolan tek dinin hikmeti: Din, 'öteki' âlem-
den bakış eğitiminin ilk basamağıdır. İnancın okulu.- AUâh tefekkürüne
bilinç katan disiplin... Ama, kimi o okuldan sonra hayatı boyunca
başka şey okumaz, kimi de 'ikrâ!' (oku— kendini oku!) emrini İki
Cihan Serveri Yüce Peygamberimizin işaretine uyarak, beşikten
mezara kadar yerine getirmeye çalışır...
308
KUL HAKKI
Hazreti Ali, savaştan, üzerine kul hakkı geçirmeden evine dönebilmeyi
kılıçtan keskin bir hüner sayar. "Kul hakkı ile karşıma gelmeyin!^ emri de
ahlâkın temel ilkelerinden değil mi?
Nedir kul hakkı? -Şüphesiz, yalnız teker teker kişilerin birbirine
karşı haklan değil. Yalnız bu kadar değil. Konu, 'yeryüzünde,
gökyüzünde ve ikisi arasında ne varsa bana kulluk eder' hükmünün
ışığında ele alınmalı, ki kulun ne olduğu biraz anlaşılabilsin. Kul.
yaradılmış herşeydir! İnsanı, hayvanı, taşı toprağıyla herşey...
Devlet ve devletten daha küçük kurumlar ve hattâ ortaklıklar, insanın
geliştirdiği tüm müesseseler de kulla ilgili, kul hakkıyla ilgili. Çalıştığı işye-
rine hainlik etmekten devlet malını yemeye kadar 'hak'la bağımlı ne varsa,
tümü, kul hakkinin kapsamı içinde.
'Kul hakkıyla karşıma gelmeyin' emri, ilâhi emir! Ve her ilâhî
emir gibi, mutlak yerine gelir. Onun için de, lıiçbir yaratık, *kul
hakkı' ile. Allaha kavuşamaz! Hasreti, yani alışılmış deyimiyle
cehennemi tadar.
Cehennem ateşi ile remzedilen, hasretin ateşidir. Kavuşamama-
nın yanıklığı, insan yüceliğine aykın düşmenin hicranı...
Cehennem ateşi denen ateşin asıl dünyevi şartlardan sıynldıktan sonra
alev alev yakışı da bundan ötürü. Dünya şartlannm avutucu, oyalayıcı zır-
hından, kalkanından sıynldın mı, hakikatin ateşine düşersin. Meğer ki, daha
vücut şartlan içindeyken sevgi alışverişine yabancılığın kalmasın. Ateş,
muhabbetin karşılıklı nur alışverişine dönüşsün...
Kul hakkını çiğneyende kula muhabbet olur mu? Kula muhabbetle bak-
maktan yoksun kimse ilâhi muhabbeti nereden yakalasın?
Üzerine kul hakkı geçiren, 'o ne kötü uğraktır' ilâhi kelamıyla ifade edilen
haldedir. Yangındadır. Kul'da küVü (yani 'tüm'ü) görememenin kaybını
nasıl düzeltsin... Yanıp kül olmadıkça.. ,
Hazreti Ali*nin yukanda nakle çalıştığımız sözünü biraz daha derinleme-
sine yorumlamaya çalışırsak, şu söylemek istediklerimizin bir doğrulama-
sıyla karşılaşırız:
İki Cihan Şerverinin 'ilmin kapısı' diye vasıflandırdığı Hazreti
Ali, kişinin üstüne kul hakkı geçirmeden savaştan eve dönmesini
övüyor ve bunu kıldan ince buluyor: *Ev'den kasdı, öz yurdu-
muz'dur. Yani mânâ âlemi. Tümümüz mânâdan hayat bulmadık
mı? Oradan çıkmadık mı? Dönüşümüz, âyetin işaret ettiği gibi.
Aslımıza değil mi? Evimiz orası işte. O asıl! Biz O'raiıyız!
Savaştan maksatta, nefisle mücadeledir. Varoluşun alacası içinde, nefsin
hazırladığı tuzaklara düşmemek için savaşırız. Ama bu savaş, nefsi yok
etmeye yönelik değil. Nefsi emrimize alma savaşı.
Ve işte kıldan ince gerçek: Nefse kul olmadan, tüm kulların ve o
kulların dışında olmayan nefsin de (hattâ tüm âlemin nefsinin de!)
hakkını korumak. Kul hakkı yemeden, kul hakkını kollayarak Aslı-
mıza dönmek... _
BERZAH VE ÖTESİ
IS"-
' EYLEMSİZLİK KURALI
Pozitif ilimler denen fizik, kimya, matematik, asfonomi ve biyoloji gibi
temel bilimlerin geliştirip ortaya koyduğu kurallar tasavvuf sohbetlerinde
sık sık kullanılacak deliller ve misallerdir ve mana ve hikmetin izahına yar-
dımcı olurlar. Elektronlann atom çekirdeğinin çevresinde dönüşü, evrende
hiç bir şeyin kaybolmadığı ve yeniden doğmadığı ilkesi, varoluşun az ihti-
malden çok İhtimale akhğı kuralı gibi pek çok örneği sıralayabiliriz. Öyleyse
şunu da rahaüıkla söyleyebiliriz: Tasavvuf adamı, yani kısacası Allah'ı ara-
yan, pozitif ilimlere sırt çeviremez. Çevirirse kendi dünya göriişünü inkar
ehTiiş olur.
Gelin, bu defa da eylemsizlik prensibinin hikmetlerinden söz açalım-
Eylemsizlik prensibi, kısaca her cismin içinde bulunduğu şartlarda ısrar
etmesi, şarüannı sevmesi diye özetlenebilir.
Misal, hep bildiğimiz klasik misal: Otobüste giderken ani bir fren yapılsa
bütün yolcular öne doğm silkelenir, çünkü otobüs durduğu halde teker
teker yolcular "Otübüsün hızı ile hareket etme„ şartlannda ısrar etmektedir-
ler, fersıne, duran bir otobüs hızla kalksa, bu defa yolcular arkaya doğm
sendeler, çünkü yolcu "kitleleri, durma halinde ısrar etmektedirler Madde-
deki eylemsizlik prensibi mhsal davranışlarda da benzeri eylemsizlikle
ortaya çıkar: Hakikaten, kederden neşeye veya neşeden kedere de ani ola-
rak geçemeyiz. Bir şaşkınlık dönemi atlatmamız gerekir. Şok dediğimiz de
bu eylemsizliğin etkisirıden başka bir şey değildir.
Eylemsizliğin bir diğer misalini "imge„ kavramı içinde yakalamak kabil-
Bilindiği gibi insan bakışıyla hareketin göriilebilmesi,'imge dediğimiz "yanıl-
ma„ İle mümkündür. Mesela, bir sinema filmi ardarda konmuş resimcikler-
den oluşur. Çocukluğumuzda defterimizin köşesine çizip defter yaprakla-
rını hızla çevirince kol bacak oynatan çizgi resimler gibi. Göz, bir resmi algı-
lar ve o algı gözde bir süre kalır. Resim geçip gitse de "imgesi, üst üste gel-
miş resimler halinde devam eder. İşte, bu devam, ayn ayn resimleri birtek
resmin hareketi olarak görmemize yardımcı olur. Öyleyse imge, eylemsizlik
prensibinin gözdeki uygulamasıdır.
Eylemsizlik prensibi, hikmet bakışına manada da sergilenir:
istesek de, bireysel şartlanmızdan kolayca sıynlıp tevhid zevkine yani
bütüne, bakarak olup biteni hemen kemal içinde gözlemlemeye muvaffak
Olamayız. Olabılseydik, bu varoluşun gizemi çok ucuza giderdi. Cüz hali-
mizde eylenrısizliğin esiriyiz. Meğer ki ısrar ve cehdü gayretle maddenin
direnişi aşıla!
315
detuSa ha^t!;;'"- ^^"'■^^'^^".'^^'- direnerek geçişin esrarh bir örneği
"ükbTSTnHri?" semavi dinlerde olduğu gibi dinimizde de dünya ile
diyorİ '■^'''* ^°"^^'"d«" ^öz edilir. Budöneme^Ber^ah âlmi!
■ JmTsteStSaS^""'^" "''^ '^"^ içinde.s.^,,, ve kendine
Beı^ah konusuna başka bir sohbette tekrar dönelim.
316
İJ WZ» W\Mİ^Am.SiML
. islam inanışında da, dünya hayatından hakikat hayatına giriş hemen ve
peşpeşe gerçekleşmez. Inanınz ki, ölümle önce "Berzah„ alemine geçeriz.
Berzah kelime anlamıyla, iki deniz arasındaki dar karayolu ve kısaca dar
geçit demektir.
Konuya girerken, önce bir yanılgıya değinelim:
Hep sanılır ki sanki ölünce bir yere doğru yolculuğa çıkılır. Bir 'Gidiş'ten
söz edilir. Oysa, ölünce, hiç bir yere gidilmez. Giden, cesettir, onun da top-
rağa yönelmiş bir yolculuğu vardır, o kadar! Ruh dediğimiz, can diye adlan-
dırdığımız, bir 'Harekette' bulunmaz, gitmez, çünkü evvela cisim değildir.
Hareketler hep onun etrahnda ve özündedir. Şimdi şöyle düşünelim: Diye-
lim ki, adamın biri odasında koltuğunda otururken öldü. Ölü vücutta, cisim
dünyasını algılamaya yarayan şeyler de ölür, çünkü artık işe yaramayacak-
lardır: Göz görmez, kulak işitmez, tad alma, koklama, dokunma duyulan
işlemez. Kısacası, maddeye bağlı hiç bir sistem ölende çalışmaz. Çalışmı-
yorsa, ölen için madde ve maddeyle oluşanlar da kalmaz. Yani odasında
ölen adamın can gözüne artık oda, mekan, çevre yoktur. Ama buna muka-
bil, iman sahibi isek inanınz ki, ölmekle idrak sona ermiyor. O, cesetsiz de
hayattadır. Görecelik ölçülerimize sığmayan bir hayatta! Yaşamaya devam
eden idrak, ölümle kendini berzah ortamında bulur. Peki, gönül tekse ve
önceki sohbetlerimizde değindiğimiz gibi' vücut hapsinden sıynlan ruh
gönle ait olduğunu idrak edecekse, gönle garkolacaksa, şu berzah denen
dönem ne?
Rahman sûresinin 19 ve 20'nci ayetlerinde, iki denizin birbirine kavuştu-
rulmak üzere bırakıldığı, ama aradaki berzahın bu kanşmaya engel koydu-
ğu, birleşmeyi önlediği anlatılır. Bu iki ayetin manâ yorumunda şu arza
çalıştığımız berzah haline açık bir işaret vardır. îki deniz sözüyle kastedilen
ise, dünya ve hakikat halleridir. Gene aynı sûrenin hemen önceki 17'nci
ayetinde-. Rahmanın, iki doğunun da.iki batının da Rabbi olduğu buyurulur.
Doğu ve batının ikişer olarak zikredilmesi, iki ayn boyuta işarettir. Bu iki
boyut, madde ve mana alemlerinin boyudandır.
Maddeden ölür. manaya uyanınz. Ama bu iki yaşam arası, berzah çare-
sizliği, yani gerçek ölümdür.
tasavvuf ehlinin 'Ölmeden evvel ölmek' dediği, daha dünya halindey-
ken hakikat halini idrak etmek ve böylece tabii ömür sona erdiğinde artık
berzahı kolayca geçerek Allahın yüceliğine garkolmaya hazır olmaktır.
Felak süresinde, "Çöken karanlık gecenin şerrinden, sabahın Rabbine
sığınrna'nın güzelliği anlatılır. -
317
Berzah, hazırlığı bulunmayana kapkaranlık bir dönem olmalı. Pişmanlık-
lar, * keşkekler, Kudretullahın kucağında olmanın huzurunu perdeler. Per-
delenen, hakikat nurudur! Cehennem budur işte: Allahın rahmaniyeti ve
rahmeti içinde, O'ndan gafil olmak.-^
Berzah, idrakin etkileme ve etkilenme alanındaki büyük değişikliğe, 'Afa-
ki' olandan *Enfüsi' olana geçişte bir durulma, durulup eksiklerini tamam-
lama sürecidir. Madde âlemine tutkun olmayana, tevhittekine, bir andan
ibarettir. Berzah âlemi geçilince Allaha garkolmanıri bitmeyen saadeti baş-
lar. Orada artık ne Cennet vardır, ne Cehennem Bu, öze vuslattır. Öze
vannca, kayıt kuyut kalkar, kabuk delinir, şekil yıkılır ve kemale eren.
kemalde devri tamamlamış olur!
318
DAĞLAR YÜRÜR,
DENİZLER BİRBİRİNE
KARIŞMAZ
Ayeti kerime, ''Sen o dağlan durur mu zannedersin? Onlar bulut-
lar gibi yürürler!,, buyurur.
Bu ilâhi kelâmın maddesel ve yüzeysel yorumu bugünün okumuş yazmış
insanına garip gelmez. Ama jeolojik devirlerden haberi olmayan, engebele-
rin devirler içinde yer değiştirdiğini, dağlann ova, ovalann dağ şekline
dönüştüğünü bilmeyen bir kişiyi ukalâca isyan ettirebilecek, 'hangi devirde-
yiz, buna da inanılır mı?* dedirtebilecek bir hatırlatma!
Kitaplar üçünü dördünü yazıp tasnif ettiler diyeı jeolojik devirler bitmedi
ki! İçinde yaşadığımız da bir jeolojik devir. Her an değişiklikler olmakta.
Dünya ısınmakta, buz dağlan erimekte, Venedik gibi bazı şehirlerin her yıl
birkaç santim denize göçtüğü, Uludağ'ün yüz yılda şu kadar metre yüksel-
diği yazılıp çizilmekte...
ilâhi akla ve külli bilgiye iman etmeyen, Resulullahı resul bilmeyen,
yedinci yüzyılda ileri sürülen bu jeoloji gerçeklerini küçük mantığıyla inkâr
veya keşif ve izah edebilmek için nasıl da zorlanır!
iki denizin arasında bir su berzahı olduğunu ve iki denizin sulannın birbi-
rine kanşmadığını gösteren âyet te aynı çarpıcılıkta değil mi? Hele, Kaptan
Cousteau'nun Cebelitank'taki tatlı su kanalını keşfinden sonra?
Peki, maddesel ilmin sonuna mı vardık? Bugüne dek pek çok bilinmeye-
ni, keşfinden yüzlerce yıl önce Kuran âyetlerinin açıkladığını görüyorsak,
bundan sonra da daha nice bilmediklerimize Kur'an'm ışık tutacağını kesti-
remez miyiz? (Ve meselâ, 'bilseniz oruç tutardınız!' âyetini ikrarla kabul
etmek gerekmez mi? Anrıa, 'biz, onlanri gönüllerini mühürledik!' âyeti de
var.)
Allah kelâmınm pek çok yerinde 'yerdekiler, göktekîler ve ikisi
arasındakiler' deyimi tekrarlanır. Mânâya dönük izahı belki belki
daha kolay ama, yerle gök arasında var olup ta böylesine üzerinde
durulan acep ne ola? Madde ilimlerinin, izah edebilecek düzeye varama-
dıklan için, henüz üzerinde durmamayı yeğledikleri bir konu!
319
Diyelim ki bugünün madde ilmiyle de bölük pörçük bir izahı yapılmaya
çalışıldı. Ya, yannm ilmiyle? Bambaşka keşifler bambaşka görüş açılannı
getirmiyecek mi?
Muhakkak ki, bugünün insanı dünkünden daha şanslı. Yannki. bizden de
. daha şanslı olacak: Mânâyı izaha yanyan o kadar çok buluşlar var ve bunlar
günden güne öylesine artıyor ki! - Elektriğin bulunması, tele sistemler
yoluyla görüntülerin nakli, ya da lazer ışınlannın harikalar yaratması ile göz>
[erimizin önüne sunulan delilleri, açıklayıcı misalleri, ortaçağ insanı nasıl
bulabilirdi? Soyut kavramlan nasıl anlıyabilir, nasıl yorumlardı?
Yukanda değindiğimiz iki âyeti müştereken hatırlarsak, mânâ
açısından da bir yorum deniyebiliriz: Allah, denizleri birbirinden
bir su berzahı ile ayırabilir ve dağlan da yürütebiliri Yani, en umul-
madık, en taş gibi varlıkları halden hale geçirebildiği gibi, vücut-
suz mânâ âleminin berzahında da, bedenlerimizden soyutlanmış
idraklerimizi birbirine kanşmaksızın ve ahediyet kurallarını ve
mizanı bozmaksızın var edebilir. O, herşeye kadirdir.
Bütün mesele, nerede olduğumuzu, ne olduğumuzu peşinen,
zaman varken, idrakimizi saran kalıp, yani vücut elimizdcyken bil-
mekte.
Ki, vücutsuz kalınca, deryada kaybolmıyalım. İdrak varlığımızı
yeni yeni hamlelere yöneltebilelim.
320
AĞAÇ DİKMEK
Kıyametin hemen kopmak üzere olduğunu bilseniz, ne yapardınız? -
İbadet, yakanş, dua... Elinizden başka ne gelir?.. Başka neye mecaliniz
kalır? -Oysa, dinleyfn:
Gelmiş ve gelecek insanlann en yücesi, Muhammed Mustafa'nın bir
^ hadisi, şöyle bir anlamı içeriyor:
"Eğer kıyametin kopmak üzere olduğunu anladığınız sırada bir ağaç dik-
mek üzere bulunuyorsanız, önce o ağacı dikin, işinizi bitirin !„ Bu öğüt,
şüphe yok, İki Cihan Serverinindir. Ancak O'nun mübarek ağzından çıka-
cak kadar çok yönlü ve hikmet dolu...
Önce, yüzeysel alalım: Bu ağaç sevgisine bakın! Kıyametin kopacak
olmasına rağmen ağaç dikmekten vaz geçmemeyi bir düşünün. Sonra,
mesela Yıldınm Beyazıt döneminde Ankara savaşının cereyan _ettiği 'or~
manlarla kapir yerlerden söz eden t*arih belgelerini hatırlayın! Ağacın, yağ-
muru davet eden, bereketi sağlayan, toprak kaymalannı önleyen, çevresine
her tlirlü hayat bahşeden işlevinden daha yedince yüzyılda haberi olan
Yüce İnsanı gönül gözünüzle bir görmeye çalışın. Ve sonra, karar verin: Bir
avuçluk tarla kazanmak için, ya da intikam hırsıyla veya üç beş kucak odun
elde etmek hevesiyle, yahut umursamazlıkla, tedbirsizlikle ormanlann telef
olmasına sebep olanlar, sabahtan akşama kadar başlannı seccadeden kal-
dırmasalar. Peygamberin ümmeti olmaya birazcık olsun yaklaşabilirler mi?
Hadis, bir başka erdeme de işaret buyuruyor: Önce ağacını dik, yani elin-
deki faydalı işi tamamla!
İş ahlakına bağlılık en yüce ibadetler mertebesinde! İslamda. çalışmanın,
eser yaratmanın, bir işe bağlanmanın nasıl yüceltildiğinin sayısız delillerin-
.den biri de bu hadisi şerif değil mi? . -
İşini yanm bırakma, ağacını dik ki, kıyamet seni doğru yolda bulunduğun
sırada yakalasın!
Resul sözünün dünyadan öteye, mânâya dönük hikmeti yok mu? Var
elbet. İşte biri: Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmaz. Boşuna yaptırmaz. Pey-
gamber ki, O'nun sevgilisidir, maksadıdır, boş salık verir mi?
Kıyamet gibi herşeyin geçip hak ile yeksan olacağı demde 'Sen
ağacını dikmene baki' buyuruyor. Yani, eserini vermeye, çevreni
mamur eylemeye devam et, çünkü sen kıyanrıetle son bulacak
değilsin ki! Ancak, hal değiştireceksin, o kadar. Yapıcı ol ki. yapı •
âlemine lâyık olasın. Kıyamet kopmak üzere bile olsa. '^Allahtan
ümidi kesmeyin» âyetini gözden kaçırma, p yüce emre uy, işini
tamamla. 'Tam' âlemine, kemal âlemine yücel.
321
Hadis, hikmet ehline de şöyle diyor: Kıyamet, hakikate uyanmak
değil mi? Oyunun ve oyuncaklann ve onlardan edinilmiş birikimle-
rin başka zamandaki başka oyunlar kurulana dek süpüriilüp 1 Gerçekten Zebur, Tevrat, incil ve Kur'an dört ayn kitap
gibi görünse de, heçsi tek kitapdır, Kur'andadır. Tıpkı, dört ana
unsurdan oluşmuş Âdem gibi! Peygamberleri kendinde kemale
vardıran Muhammed gibi! Dinler, Ahmedi Mahmudu Muhammed
Mustafada, kitaplar Kur'anda kemaline varmış ve tevhid olunmuş-
tur. Böylece ahediyetin tam anlamıyla izahı da yerini bulmuştur.
- Resulü Ekrem son peygamberdir, çünkü kfendinden öncekileri tamamla-
mışür, tevhid etmiştir. Bir daha da gelmez, çünkü - — gelmiştir işte! Artık
Âdemoğlu o kemaL örneğinden mahrum kalmayacaktır. Sunduğu kitabın,
Kur'anı Kerimin, bir daha yenilenmeyeceğinin delili de, bin dört yüz yıldan
beri bir tek harfi dahi değişmeçden kalabilmiş olmasıdır.
Din Ademindir. Adem, insan, pozitif yönüyle iman eder, negatif
yönüyle inkârdadır: Varlığın şartı, tasdik ve red'tedir. Nefes alınmalı
ki, verilsin, verilmeli ki alınsın! Pozitif kabloya negatif kablonun bağlanma-
.sıyla elektrik gücü akım haline gelir, kendini gösterir, varlığa dönüşür!
insana kendisini anlatan muhteşem Kur' anın alü bin alü yüz altmış alü âyeti
hem imandan ve hem de inkârdan söz eder. Ve her âyetin kıyamete kadar
geçerliliği ve doğruluğu hep, Adem tarafından gene Ademe tasdik ettirilir:
Yüce Kurbanda zikredilen bütün haller, hiç eksilmeyen insan hallerinin
misalleridir. Bü âyetlerde hükmünü bulan herhangi bir inkâr ve küfür olayı
insan tarafından her zaman tekrarlanmasa, Kur'an geçerliliğini kıyamete
kadar koruyamazdı. Kur'an olmaktan çıkardı..
Demek ki, O'nun 'Adem hikayesi' bitene kadar aynı güçle süre-
bilmesi için gene Adem, yani Ademdeki Ademler, negatif etkinlik-
leri de üstlenir. Pozitif kabloya bağlanan negatîİF elektrik kablosu
gibi.
329
Böylece, asırlar ve asırlar sürer giden insan şeklen taş devri haşinliğinden
günümüzün medenf görünümüne yanr; ilk insanın öğrenebildiği ateş
yakma bilgisi gelişir, nükleer bombayla dünyayı ate~şe venne yeteneğine
erişir, ama mücadelenin asıl sebebi de, asıl amacı da değişmez: Âdem hep
aynı Ademdir: Kabul ve red, yapma ve yıkma, iman ve inkâr boğuşması
içinde!: Ve hep, ama hep, Kuranın hak âyetleri tasdik edilir.
Çünkü dîn, peygamberi, kitabı ve ibadethanesiyle, insanındır.
Nerede insan varsa, orada imanı daJnkân da olacaktır. İnananı da,
küfre bağlananı da görünecektir, Hatta çoğu zaman, yanılücı bir kisve için^
de: Gerçekten, mesela herhangi bir dine söven, herhangi bir ibadethaneyi
yakıp yıkan, kendine imanlı süsü verse de inkârdadır. Adı isterse Islâmi
Direniş', isteree Islâmi Cihat' olsun! Gerçek bakışına göre o, aslında kur-
bandır: Tıpkı Ismaille remzedilen imanlı Âdem varlığına koçun kurban edil-
mesi gibi, tamı ortaya koymak için yaradılıp, tama feda edilen eksik gibi,
pozitif kabloda akımı oluştumnakla görevli negatif kablo gibi...
Evet, inkarcı, iman edene kurbandır.
330
Âyet, hesap gününde insanın elinin yüzünün sahibi hakkında şahadet
edeceğini söyler. Bu uyannm hikmetlerine yaklaşabilmek için, önce şu
nokta üzerinde dunnak gerek: Başı sonu olmayan bitmezlik içinde insan
eğer altmış yetmiş yıllık bir 'hayat'tan ibaret kalacak olsaydu yani şu altmış
yetmiş yılın hikâyesi hiçbir yankı bırakmadan ölümle sona erebilseydi,
varoluş sistemi Yaradanmm şanına ters düşen bir basitlikte kalırdı.
Dünya ömrünün tartılıp biçileceği bir hesap günü var elbet. Ama şüphe-
siz, hesap gününden kasdedilenin ne olduğu tek cümlelik bir izaha bağlana-
maz. İdraklerimizin hakikate yakınlığı ölçüşünce, değişik anlamlar gösterir.
Yalnız şu kadan gerçek ki, dünya hayaü çarpıcı bir etki bırakmak
için var. Önemli olan, etkinin yönü de değil, ağırlığı! Silkeleme
gücü!.. Etki iç burukluğu olabilir, prşmanlıl^ yanıp yakınma olabi-
lir, acı olabilir, tatmin olabilir, hayaü yaşamış olmaktan duyulan
şükür olabilir... Ve, hakikatin anahtarını yakalamış olmanın saade-
ti!.. Asıl, bu olabilir!
Elin yüzün şahadeti, yukarıya aldığımız bakış açısından ifade
etmeye çalışırsak, sonsuz imkânları kullanabilip kullanamadığı-
mızın muhasebesidir. -
İlâhi temaşayı kaçırdık mı, kaçırmadık mı?
Ah, şu imkânım olsaydı, şöyle yapardım, demek yok! Çünkü bütün
imkânlar eldeydi. Elin kolun şahadeti bu işte: Hep senin emrindeydik!
Evet, gönlüm neyi istediyse, o imkân emrime geldi. İstek, irade,
bende!
Peki, 'ben' kimim? İsteğine bütün şartların boyurî eğdiği 'ben',
kim? Bu yetmiş kiloluk et yığını mı, yoksa
Kesret bakışı, yani teki çok gören bakış, 'ben'i, kendi varlığını,
eti ve kemiği kaplıyan deri ile sınırlar. Kendine, derisiyle bir sınır
çizer. İdraki, kendi derisine hapseder.
Yanlış bir bakış mı bu? Bir bakıma, hayır: Revnaki, binbir ahengi yaratan,
bu bakıştır. Biri çok görebilme becerisidir. Özü kalabalıkta, kaybedip arama
meşgalesi buradan doğar. Türlü türlü macera hayatiyetini buradan kazanır!
Ama bir de vahdet bakışının kendi sihri, kendi sarhoşluğu olma-
lı. O vahdet bakışında, yukarıya almaya çalıştığımız âyet, bam-
başka bir boyut kazanır: Dünya âlem, elin kolun kesilir, seni över,
sana şahadet eder!
331
Ve sen, belleğinde, kurduğun âlemi yeniden gözden geçirir, nokta nokta,
adım adım tekrar yaşarsın. Yeni yeni' doğuşlarla... Şu âlemi oluşturan tüm
imkânlanna elin kolun gibi hükmederek! Kıyamet gününde Muhabbe-
tin peygamberinin bayrağı (înnâ fetehna) altında tevhid olunmak
ta, zaten bu vahdet gücünün ortaya konuşu değil midir? O tevhid
bayrağının idrakine varamayan, elinin yüzünün kendinden aynymış gibi
kendi ayıbını söyleyişle, ezilip yanar.
Rahmetin nehri, ateşi ılıtıncaya kadar!
Özeti şu: Eşyanın büyüsüne, sınırlı görünümüne dalan, eşyaya
garkolur. insanı keşfedip bilen ise, insanın hikmetinde ilâhi kud-
rete garkolur.
Olumlu veya olumsuz şahadet te işte tam burada!
332
MEVLANÂ'NIN PERGELİ
Hakikat tefekkürünün simgelerinden yüce Mevlânâ'yı bir sözünü açıkla-
maya çalışarak anmak istiyoruz:
Aşk Peygamberi, "ben pergelim!,, buyuruyor. "Bir ayağım şeriatın
üzerinde. Diğer ayağımla âlemi dolaşırım!,, " ^
Bu muhabbet taşan sözden ilk sezinleyebildiğimiz, belki.koca Sultanın o
engin gönül coşkusuyla tüm varoluşu kucakladıgıdır. Ama. ulu kişilerin her
cümlesinde olduğu gibi, yukandaki sözde de anlam içinde anlamlar var. Bir
iki kıvılcımı yorumlamaya çalışalım:
Pergelin iki ayağı da şeriat üzerinde olsaydı, pergel fonksiyonunu yerine
getiremez, olduğu yerde, revnaksiz ve hayatiyetsiz, duradururdu. Diğer
yandan, sabit bir noktanın tâ özüne girmemiş pergel ayağına da güven
olmaz. Hiçbir sağlam hareket gösteremez, yani gene fonksiyonunu yerine
getiremeden şekil karmaşası içine düşer kalır. Mevlânâ'nm pergelinin sivri
ucu, şeriatın tâ özüne dayanmış. Ta öz noktasına girmiş. Onun için sağlam,
güvenilir bir er, gerçeğin habercisi. Ve şeriatın özüne inmiş kâmil insanın
yapması gerekeni yapıyor: Pergelin öteki yazar ayağı bir noktaya saplanıp
o noktada kalmadan, ama o noktadan güç ve destek alarak, âlemi yazıp
çiziyor. Yol, o pergelin çizdiği yoldur: Noktanın zaman içindeki
hareketiyle canlanıp hakikatin dairesini ycizarak çizer ve gene baş-
ladığı noktaya gelir. -Âyet, "herşey aslına döner!„ buyurmuyor mu?
Ve bu hakikat yolculuğunda, varoluşa çizilen idrak hududu,
daireseldir, yani âlemin her noktası, şeriatın özüne, merkeze aynı
uzaklıktadır!
Mevlânâ onun içindir ki, müşriki de, putperesti de, tövbesini bozanı da
kucaklar, kaderin kendisine hayat kadını rolü verdiği bir zavallıyı da içten-
likle bağnna basar, "Ey benim pehlivanım^ der, "sen olmasan o azgın nefis-
leri kim yenerdi?„
Bu kucaklama, pergelin ayağı şeriatın özünden aynlmadan gerçekleş-
mektedir. Çünkü âyet, "^Allahtan ümidinizi kesmeyin,, buyuruyor. Ve
işte, pergelin hudutladığı alan içinde şu gölge âlemine çıkmış her cana, her
zerreye, koca Mevlânâ kolunu kucağını bundan dolayı açmış. *Ge[' deyişi
bundan. "Yerde ve gökte ve ikisi arasında ne varsa Bana kulluk
eder. Beni zikreder!,, hükmüne boyun kesmiş. '^Abes yok., sarsıcı
kuralını içip mestolmuş. Varoluşu akıyla karasıyla gönlüne doldurmasının
sebebi bu... AJlahın özenle yarattığını hor görmek, kulluk edeni kınamak
kimin haddine? İlâhi uyan, kendi izni olmadan bir yaprağın bile kıpırdaya-
mayacağınıhatıriatan pek çok âyeti gözler önüne sermiyor mu?
333
Meylananın gel çağnsı. tüm âleme, ve asıl, o -âlemi aynsızgaynsız tek
vücudunda açıp saçarak sunmuş sevgiliyedir. Her ne isen," sana âşıkım
senin zerrem ayn kılmam. Ne halde görünsen de sen O'sun diyor
KuJun ne olduğunu bilmeden aşkın mestâneliğîne. aşka varma-
dan da kul gerçeğine vanlmaz.
Peki, aşkı hangi pazardan yakalamalı? Yol ne, çare ne?
Çare sığınmada ve teki çok gören şaşı bakıştan kurtulmak için
niyazda. - ^
Gerçek aşkı tatmak için yolun açılmasmı yalvarmakta..
Ya başaramıyanlar?
Neyse ki. Yüce Mevlânâ'nm muhabbeti onlan da Tekin içine
sar^p sarmalar Ve muhabbet tükenmez, çünkü kaynağı. Muham-
met nurundandiff...
334
DAHA SICAK ESİNTİLER
GUL KOKUSUNA ÖZLEM
Bakarsınız, batıda ya da doğuda bir isim si vrili vermiş, şöhretli bir devlet
adamı olmuş ve, kulisini öyle beceriyle ayarlamış ki, Nobel banş ödülünü
ona vermişler. Oysa adam, silah pazarlayıcısı... Yok mu böylesi? -Çok. Ya
da, vatan millet edebiyatı ağzında, ama parası beyaz zehir pazannda olan?
Veya insan sevgisiyle yanıp tutuşur görünümüne sannmış sapık ruhlular?
Binde bir rastlanan gariplikler değil bunlar.
Nedir bu melek yüzlü şeytanlann çokluğundaki hikmet? Kimi sulh meleği
kesilir, kimi İslam devleti kurmanın ve böyle bir devlet sistemini yayma oyu-
nunun lideri olur. Kiminin adı dürüstlüğün sembolüne çıkmıştır da, verdiği
hükmün gerçek sebebi aldığı rüşvettir. Kimi bunlarla da yetinmez ve ]/üce
Kur'anın misalini verdiği gibi, îlâhlık iddiasına kalkan firavun olur.
Her hilebaz, Haktan yana görünerek işini sürdürür. Çünkü, doğ-
nı'nun kudreti, binbir yalancıya yaşam sahası bahşeder. Güzelin
güzelliğinden onun karşıtı hayat bulur. Tıpkı, pozitif akıma bağla-
nan bir demir çubuğun, diğer ucuyla negatifleşmesi gibi... Tüm bu
'doğruculuk' oyunu aslında, özlenen ile becerilebilen arasındaki
çok büyük farktan doğan gelgit hareketidir ki, ummanlan coşturur,
denizi karaya, karayı denize salar... Bir tarafın aşınması, diğer
tarafta birikim meydana getirir...
Neden bu fark? - *Becerilebilen\ ideal olana erişemesin ki, ulaşılanın,
mânânın yanında madde, gerçeğin yanında oyun olduğu açık seçik belirsin.
Altın ile, altın suyuna batmış demir arasındaki değer uçurumu iyice gözler
önüne serilsin. /
Bir de şu vakıa var: demirin altın suyuna batınlması, altına imrenmekten-
dir. Hakikat güneşi Muhammet Mustafa'nın nuru aşkma binlerce yalancı
peygamber türemedi mi? Hâlâ türemiyor mu?
Şu olguyu görmezlikten gelemeyiz: Rahmaniyette toplanan
bütün yüksek ilâhi değerler ve bu değerler meyamndaki adalet,
doğruluk, güzellik, ihlâs ve diğer esma öylesine çekicidir ki, şeyta-
niyet bile onların etkisinden kurtulamaz, onlara sürtünmeden,
onların suyuna batmadan hayatiyet bulamaz.
Mevlânâ'nın dediği gibi gülün dibindeki toprak gül kokar ya, rah-
maniyetin çevresi, tüm varoluş, rahmaniyetin etki alanındadır.
Onun değerlerine özenir.
337
Şu doğru bir gözlem değil mi: Bilerek isteyerek kim *kötü* olur, kim övü-
nerek, ^kötüyüm* der?
İşte asla özenmenin, asıldan olmanın, güzelliğe özlem duymanın bir işba-
ti: Hep güzel'e koşmak, güzele yormak, güzelle övünmek... Zulmetin en
dibinde bile, nur özlemi çekmek!
Rahmaniyete bakın ki, rahmaniyetinden binbir ilâh meydana
getirir. Bu, 'kendinde olan güzelliği başkasına da veımek' kendi
cüzülerinde görmek aşkından gelir. Ölümlü olan o ilahlar, tek ve
gerçek İlâhın, ölümsüz İlâhın rahmet lütfuna uğrarlar da ölüp
giderler.
Nasıl bir aşk coşkusu ki, ilâh öldürür, ilâh doğurtur. Bir bakış
içinde, kul-Sultan alışverişi sürer gider...
338
HU ESRARI HAKKINDA
Hu, bir söz bile değil. Bir nefes belki. Belki bir seslenme girişimi... Huyu
idrak mümkün değil ki, yazmak mümkün olsun. Ama, şu yazı serisi içinde
değinmekte yarar var. Zira kimi onu asgari bir idrakten yoksun olarak, kendi
*derin'liğini gösterici silah eylemeye kalkar, kimi de aynı şekilde, asgari
idrakten yoksun olarak ona, 'hûcu' deyimi içinde kullandığı gibi, sınırlı ve
küçültücü bir anlanrı vermeyi becerikli bir ifade sayar. (Onun elindeki zur-
nayı öttüren de Hu nefesidir ya!)
Hu, Allahm isimlerinden biri değil. Çünkü isim, kendi anlammca bir
hudut çizdiği için, Allahm ihtişamını kısıtlayıcıdır. Çaresizlik içinde şöyle bir
benzetmeye razı olalım: Allahm isimleri, onun kapsamlara sığmayan yüce-
liğini bizim idrakimize indiren transformatörlerdin Zayıflaticı niteliktedirler.
Oysa Hu, isim değil. İdrakimize sığmayan bir (kelime yok, onun için
gelin *bir nefestir' diyelim.)
Hu nefesini kesret (yani dağılmışlık, çokluk) içinde izah belki biraz daha
kolay: Allah âyetinde ruhu böyle bir nefesle tarifeden O benim üflemem-
dendir!
Ama feker teker insanları değil de, tek varoluşu, ya da vahdeti dikkate
alarak Hu*yu bir izaha sığdırmak mümkün-değil. Onun için, birçok sözü
kanştıralım ki, murad ettiğimiz anlam dumanlı da olsa belirsin:
Hu, vahdet bakışı içinde varoluşu üfleyiştir! Kun deyiştin Hani, modem
fizikte çok yeni bir teori van *Ödünç alma' teorisi diyorlan Fezanın boşlu-
ğunda bir *şeyMn ortaya çıkması, hiçten 'var' hale gelmesi, boşluktan alman
bir ödünçle mümkün olur, alman ödünçtür. Daha doğrusu, Hu'nun, ken-
dinden aldığı ödünçtür.
Eşyanın birbiriyle ilişkisinin arasındaki, hatta eşyanın var oluşunun esra-
nndaki püf noktası Hu'da gizildin Evvel de Hu'dadır, ahir (yani son)da, zahir
(yani görünen) de Hu'dadır, batın (yani gizli) de.
Hu, üfleyen değildir, üfleyişin kendisidin
Hu diyen, ama yanm pörçük de olsa anlayarak diyen, başka bir söz diye-
mez. Hu'da ne sebep kalır, ne netice, ne de hatta sebebi yapan ana sebep.
Allah-kul ilişkisi bile Hu'da nihandm Bu açıdan bakınca, görünüş ehlini (ehli
zahiri) zıvanadan çıkaran 'En el Hak' sözü, duyarak nefeslenen 'Hu'nun
yanında kal'dir, şekildin
Dini, şekil kurallan içine hapsetmeye kalkanlann *En el Hak' sözüne karşı
çıktıkları oranda Hu diyene cephe alamamalannm hikmetine gelince: Hu
nefesiyle ne söylendiğini anlayacak idrak kalabalıklarda yok ki...
ilahi hikmetin işine bakın: Hu sayhasının alabildiğine ve yanlış yunluş kul-
lanılmasına mani olan, onu yanlış ve tam aksi yönde anlayan yasaklardır.
Çünkü 'La abese' ayetinin ışığında, yanlışı önleyen yanlış, doğrudur!
Tasavvuf ehlinin dilinden düşmeyen ^u dörtlük, hikmet anlamı içinde,
Hu'daki doğuşu ve Hu'daki yok oluşu da ifade eden
Selâdır (çağndır) ehli irfana - Getirsin 'Çan'ı meydana! - Bugün 'Baş'ını
kurbana - Veren gelsin bu meydana!
Bu dilek tuttuğunda Efsane-i Âdem de iflas eden
339
Göz kirpisi farketmek
Çok rastladığımız bir olay: Sevdiğimiz birisini özleriz. Hattâ, yoldan
geçen birini ona benzetir, o sanınz. Sonra bakanz ki, değilmiş. Derken,
birini daha o özlediğimize benzetiveririz. Gene yanılgı... Ve sonra birden,
hakikaten o özlediğimiz kişi karşımıza çıkıverir. Nedir bu olay? Nasıl izah
edilebilir? Tesadüf işte\ deyip işin içinden sıynlmak isterseniz, yazık. İlâhi
bir göz kırpışın farkına varamadınız demektir...
Eskilerin 'hissikablelvuku', yani olacağı önceden hissetmek dedikleri
cinsten bir açıklama da çok eksik, yavan. Hattâ, açıklama bile değil, çünkü
olaya bir bakış açısı getirmekten yoksun... Oysa, varoluşun giz dolu bir
kuralı önümüze gelivermiş» 'oku beni!' diyor:
İçtenlikle istediğimiz şey gönlü öyle çok işgal eder. gönülde o
kadar tekrarlanır ki, yer eder, tutku, ya da inanç haline dönüşür.
İçtenlikle inandığımızı ise, görürüz. Bu, daha önce de bir vesileyle
kısaca değindiğimiz gibi, mânâda oluşanın giderek maddeye
dönüşmesi, maddeleşmesidir. Mânâdan maddeye akıştır. 'Künl'
COV) emrinin Adem vücudunun şartlan içindeki küçük bir belirti-
si, bir misalidir. O küçük misal her Adem nüshasında, o misalin
aslı ise 'Adem'de, Ademin zübdeinde görünür. Çünkü Adem, 'hü-
lasa-i âlem'dir.
Kûn, lâtif haldeki arzunun maddeleşecek kadar yoğunluk kazanmasıdır.
Soğukça bir havada alıp verdiğimiz nefes, görünür hale gelir ya: İlâhi arzu-
nun sıcaklığıyla renksizliğin üzerine düşen ilâhf nefes te işte sanki böylesine
görünür bir âlem yaratır.
Gene biliyoruz ki, Kûn emri, bir defa söylendiği için, geri alınıncaya kadar
hikmetini işler, fileri, marş' komutu, 'dur' komutuna kadar ilerlemeyi
gerektirmez mi?)
Yani her Adem nüshasında 'Kûn' yeniden ve ilk defa ortaya atıl-
mışçasına. idrakimizin önünde bir âlem geliştirmeye koyulur. Tâ,
ilk idrak çağlarımızdan, idrakimizin çocukluk döneminden hayata
gözlerimizi kapayana kadar... Hattâ daha da ilerilere doğru... Kûn
emri işlevini hep sürdürmeye, her birimizin âlemini yaratmaya,
geliştirip oluşturmaya devam etmekte... Öyle değil mi: Çocukluğu-
muzun âlemi evimizden, bahçemizden, olsun olsun mahallemizden öteye
geçemezken bugün meselâ dünyayı aşmış, aya varmışız.
340
Âdem, Allah usturlubundadır. O'nun huyunca huylanma çaba-
sındadır: Kendi hayatımızdaki 'Kün' emrinden muradımız. Allahın
amaçladığının kesinlikle aynıdır. Farkında olsak ta, olmasak ta:
Kul-Ilâh bağlantısının büyüsünde, sarhoşluğun dayız. Muhamme-
dimizin muhabbetince şımsıcak kul-İlâh bağlantısı, varoluşumuzu
sarmış, kendine çekiyor...
(Bu nedenle, kulluğunu idrak etmiyen, kulluğunu bilemiyen, kabul ede-
miyen, kendi başına Âdem bile değildir. Âdemin, üzerinde renk ve görü-
nüm kazandığı bir zemindir, fondur.)
Mânâdaki istek, tutku halini alınca maddeye dönüşür dedik. İsteye iste-
ye, söylieye söyleye söylediğimizi var eyleriz. Var eylediğimize bağ-
lılığımız oranınca da, var ettiğimizi yaşanz, görürüz.
Bu âlemin koskoca bir yalandan oluşması açısından da aynı giz
izahını bulur:
Yalan âlem, giderek öyle bir ilâhi tutkuya dönüşür ki, 'Mümkü-
nülvücut'un vaz geçilmez görüntüsü olur...
341
GERÇEĞE ACIKMAK
olan yorumJanndan ydn.z'S^ Bu sözün elbet pek çok
âlemi doğmadan öncrlha m^Sn '^'™- '^"'^^'''^^^ '^'■- "'^dde
ResuJ-uELmpevaamberdiurnîf '•>?"' '^."'^"'" °*^'"d«' ^«^e,
gerçeği, çünkü hadletbf ' "^ ^°' ^^^^^^'^'V*- Bu nokta; gerçeğin de
Amit .aSkt^ifnSyfa^^^^^^^ T'-"^°^- °"- ^^P- «
ielim: De'mek ki, mlrSeletînce "Trt M^^^^^
vücut almıştır. """^ °"=^ ^ar™- Madde manadan yön ve
aşkına dökmeyi tefektoetti. İ7k^a^< ^ kendmdekini öğrenme
.m^Ültt""'' '°^^" "^^ "^■'^"'«' •'" •^"'-"âh coşkusu, mânâdan
ilk hamle, maddeye aclıfen m «nl?,?!-- ?^ yakalayıp emer. Yani
ra, vücut âlerndenaSnak^^^^^^^^^ başlamakbr. Ondan son-
sürer gider... ^ ^^'^^'' ^^P ^^' "™^dd«ye karç- açhk h.ıs.,
^^Bumaddeh..,aş,nnokta]aravan.a. insan azmaya başlar,benlikhaliyer
ettiği koyunun (yani nefis «f m-S -w ^ "• .V^ **" Scçittcn. kurban
342
iki Cihan Serveri bunun için ''aşınlıktan kaçının» dedi. Ve gene
bunun için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyayı, hemen ölecekmiş gibi
mânâyı kollamayı salık verdi. Ona 'İki Cihan Serveri' denmesi de
bundan...
îslâmın tevhid, yani birleştirme dini olduğunu, tâ Hazreti İbrahim'den
gelen tevhid sözünü Ahmed-i Mahmud-uMuhammed Mustafa'nın
zirveye çıkardığını biliyoruz^ Hattâ O'nun bu dört ayn ismi de
mânâda tevhide vanr!..
Tevhid, yalnızca maddeden imâl edilmiş putlann yok edilip tek İlâhm
kabul edilmesi demek değil: Beden ile ruhu, dünyalle ukbâyı, madde
ile mânâyı, peygamber ile üıhmed ve hattâ hattâ, Mansur'un söyle-
diği gibi, Rab ile kul'u birbirine öylesine yaklaştırmak gerek ki,
''Sana şah damarından yakınım» uyarısı gönle dolabilsin...
343
HAREKETİN TÜRKÜSÜ
Her seherde açılan perde: Şehrin uyanışının yavaş yavaş yükselen
yudum yudum yayılan sesi. Ya da hattâ herhangi bir zamanda herhangi bi^
yerdeki seslerin toplu armonisi... Motor seslerinin, komalann, riizgânn
çıkardığı ugultulann, sonra, konuşmalann, bağnşmaiann, çekiç darbeleri-
nin bir tek potada erimesinden doğan ağır, etkisinden emin, tok musiki
Bu varoluşun kulağa ziyafetidir! Yaşamın şarkısı, hareketin türküsü"
U ses cümbüşünün içinde kaybolan, aynca farkedilmeyen, ama variığm-
"^^^^^^f^sye imkân olmayan daha çeşitçeşit melodiler, notalar
I ^°™"'"f"..!*f pasak bile. duyabildfğinıiz ve duyamadığımız ses-
lerden de belh ki. dünya ve dünya ötesi kıpır kıpır bir aşk harekâtı
içinde. Duran tek birşey yok. Evet.Evrende duran, hareket etmiyen
tek şey yok. Olunun cesedi bile halden hale geçmekte
İşte, ölümsüzlüğümüze bir başka delil: Ölümü âyetin buyurduğu gibi, yal-
nızca tadacağız. Yoksa, bitmeyeceğiz, ölümle durmayacağız. Hareketin
dinamizmi, biz ı kılıfsızlığın kılıflanna kadaryeni yeni kılıflara sokacak çıka-
racak... ^
Hücrelerimizin her birinde atom çekirdekleri etraftnda elekfronlann bit-
mek tukenrnek bı'lmeyen ilâhi danslan... Elektronlann ve Evrendeki tüm
Hflfl^"ı u". u? merkezleriyle beraber, güneşleriyle, atom çekirdekle-
ri leıî edebildiğimiz ve edemediğimiz bir nizam içinde akıp
-Dur durak yok! Durmak dediğimiz, hareketin yön ve hacim
değiştirmesidir.
Niçin bu hareket? Neden:
Varoluş aşkından, varoluş mestaneliğinden! Özü bu!.. Aşk ne miskin mis-
kin oturup hayal kurmakla simgelenebilir, ne de hayatından bezmekle-
tger aşkın ölçüsü işareti nedir diye sorulsa, tereddütsüz, hareket-
tir! Varoluş aşkının cezbesi ilâhi hareketle kendine akacak sel
yatağı arar.
İlâhi kudret, bu hareketle gücünü sergiler. Dönen dinamonun elektrik
üretmesi gibi...
haS^ eH ""^ '*'' ''^''' *'"*''^*' ^^**'" hareketi ve cczbcsiyle görünür
f '^"".Peygamberimizin çalışmayı, birşeyler ortaya koymayı övmesinin
tenbellıg, yermesinin, kupkuru bir toplumsal ahlâk anlayışından çok öteye
bir varoluş gereği olduğu açık seçik değil mi? Yeri gelmişken bu gerçeğin
sunduğu misalle şunu belirtmek istiyoruz: İlâhi kurallar, ilâhi emir ve
344
tavsiyeler sonradan konmuş nonnlar değildir. Bu kurallar, nefes
almak gibi. acıkmca yemek gibi. nesli koruma içgüdüsü gibû
bünyemizin gereği! Bünyemizin daha tâ ilâhi tefekkür deminde
çekirdek halinde planlanışında, beraber programlanmış. Bu kural-
lara aykın hareket, önce şu gerçekten ötürü yasak: Çünkü aykın hareket,
yapımıza ters! Programlanışımıza aykırı. Nefese^göre j/aradılmış ciğerleri-
mize su altında galsama fonksiyonu yüklemek gibi... Bu, cehennemin ne
olduğuna ve niçin hükmünü sürdürdüğüne diğer bir açıklama değil midir?
Hareket, zaman'ıgöriinür kılar, zamanın göriiniimüdiir. Ve işte,
bu sözü tamamlıyacak. yönüne döndürüp yerine oturtacak bir
hadis: ''Dehr'e (yani zamana) sövmeyin, çünkü dehr Hak'tır!,,
345
TESADÜF MÖ?
özel cezalar!handiSry! 5S^ ba. noktalara
ne tad verirdi ki?.. İki satirhk SrSİ,Iw' k ı ^' ^"S^^esiz bir hayat kime
maz mıyız? hikayede bile anlatmaya değer bir olay ara-
Şu yaşam oyununun tad verebilıne«i in» i;,-ı j ■ .
Şüphesiz ^kS dp h!f^h ^ff-'^"'^" sahipler mi beceriksiz?..
Zaîen. Sad4 geS^eİ^fe";;!"' ki^Ve tesadüfen isabet etmez.
yok. bütün işli vİTleJ'r br,?"*"^**^^^^
olduğu gibi. bir maöSanmJSn,. ^"*"™«, •»«S'nJ»' Yakandaki misalde
işleyS. hair görürzSeTadâ^ser"!?""' ^' ^"^""'"^- "^^^^ »^^^^ ^ayır
gibi. müşterek bir d^Sv^öTûadar^t^^-^^ ^^İ ''' f'*^' tutamamak
zarara uğrayarak bu vddan S^k^ hf • "^^^'^ «Ç'ennden birinin belli bir
tâ cetlenîden^elen kaîlrâ??dlm ^^^^^^ ^^"* ^ir hesabı... Ya da.
i2i-Srar,am-.lSt^e^;;l?t^^^^^^^^^^
^Tesadüf diyen, kör talih' diyen/uğu«uz'diyen.bak.ştaldk.s„^
ilâh'i^ud^etîSS^^^^
Düzelme yolundaSmî ^naü? Bun" ^"^«7?'"d«- »^^"da sebat.
hükmünün haMetilmS de dle^,,4Tol2rk'.t'^.^^^ '^^^"""
^altilabilme;inin tipTk Sfdr. (^^aışünlmesinin değil de) etkisinin
346;
Aslına bakarsanız, kaderin tayin ettiği görüntüler, ister uğurlu,
ister uğursuz sıfatı takılsın, yukanda değindiğimiz gibi, hayatın
olaylar ve gizlerle daha bir güzellik kazanması için hazırlanmış
araçlardır...
Yunus'un şu iki mısraına bakın: ''Yusufu yitirdim Kenan elinde,
o-Yusufum bulundu, Kenan bulunmaz...,.
Bilindiği gibi, Yusuf Peygamber, güzelliğin simgesi. O güzelliği (nefis)
kuyusuna aüp gizlerler de, güçlükle bulunur. Kenan, Yusuf Peygamberi
kuyuya atan kardeşinin ve keza, Nuh Peygambere isyan edip helak olan
oğlunun adı... Koca Yunus, şu basit gibi derlenmiş iki mısra ile, güzel'in
eninde sonunda görünür hale geleceğini, ama görünmezlikten görünür-
lüğe doğraakan bu oyunun önemli bir diğer baş aktörünün kolay yakalana-
mayacağını, hünerin Yusufta Kenanı ve Kenanda Yusufu görebilme
kemalinde gizlendiğini ortaya koyar. Bir de, cinas yapar: Kenan 'o
dem' demek ya. Bulunamıyan Kenan, şu boşuna geçirip elden
kaçırdığımız hayat demidir.
347
ÇEVREYLE BARIŞMAK
dinde it î,;^'£;rrç,?;^-^^^^^^^
diS^HalİTdiHd?; 1St!tî!T^ ''^'^'^-' "-»^- Hakkın yüzü-
Inükam almada acelecilik, kulun işi...
öır de, halkı saf, kendini kurnaz bilenlerimiz var Hall,.„ \.^r.A- ■ ■■ .
görünmeye kalkanlar ™'^^"'^'- ^^'^ i"' Y^"' hayati yaşayıp 'Kani'
ti» nŞSSe" "İlTman''.? s t'"'^^"' vana yommlamaya haz,„..
348
çalışmak ve hem de halkın anlamadığını iddia etmek... Bu, bakışın
şaşılaşmasıdır. Yapılması gereken ise gözü oğuşturmak, kendi
kendini kontrol etmek. Halkın eğilimlerine sırt çevirmemek...
Tarih ki, hikmetin misalleri değilse hiç birşey değildir, bu yüzüyle
okunursa, ibret dersi kaçınlmamış olur.
İşte bir küçük hatırlatış, üstelik mânâ erlerine ilişkin:
Mevlânâ, Hak dostu Şems'i usandınp kaçırdıklan için Konya halkına küs-
müştü. Kimseyle görüşmez oldu, kabuğuna çekildi. îşte bu çekilmedir ki,
O'na gerçeği gösterdi, kendi bakışındaki hatâyı düzeltmesine imkân verdi.
Dikkatle yorumlamak gerek: Düzelip değişen halk değildi, kendi-
siydi. Tefekkürle halkı tanıdı, halkı anladı. Ve ondan sonradır kî,
'ne olursan ol, gel' dedi.
Bu anlattığımız, halka inanış derecesine göre, hikâye olamıyacak kadar
gerçektir.
Şu kuralı gözden kaçırmamak gerek:
'^Hidayet yolunu kesen halktan, hidayet yolunu açan Halk'a
kaç!„
Yani, halk bölünmez bir bütün olduğuna göre, halkı, hidayete
varmayı önlüyor sanmaktan kaç ve O'nu gerçek yüzüyle gör.
Kırk yıla sığan küçük demokrasi tarihimiz bile bunu isbat eden olaylarla
dolu: Hep, halkı âlet veya engel gören kaybetti, amaç bilen kazandı.
349
YÜZEYSEL BAKIŞTAN
KURTULMAK
Bir hadiste Resul-ü Ekrem iki defterden söz etmiştir. Birinde, insanın ilk
nüshasından son ferdine kadar cennet ehli olanlar, ikincisinde ise, cehen-
neme düşecek olanlar kayıtlı. Bu nedir? Cehdügayreti yok edici bir kader
hükmümü?
Önce, binbir misale eşdeğer' olan, bilinen bir misali hatrlıyalım: Deniz
kaplumbağası, kumsala yumurtlar . Ve yumurtadan çıkan yavrular, daha
yumurtalannın içinde kendilerine programlanmış bir hayat akışının gereği
olarak, hemen denize yönelirler. Suya erişebilen kurtulup yaşar, erişeme-
yenler kuşlara yem olur. Bu yem olanlar, kültî sistem içinde, o denize erişip
kurtulanlar için kurbandırlar. Tabiatın, kuşlara gıda için ayırdığı infak lütfü...
Rahmaniye tinin ihsanı...
İlâhî sistem, yani küll., varoluşun her zerresinde, diğer zerreler için infak
payı çıkanr. Kaplumbağaya, sürecek nesli için gerekli olandan çok fazla
yumurta yumurtlatıp kuma gömdürür, saklatr, başka canlılann nzkını hazır-
lar.^
Üstelik kaplumbağadan alınan bu nzk bedelsiz bile değildir: O yumurta-
ları yumurtlamak için, kesredilip çoğalmış, zenginleşmiş bir zevk te almıştr.
İhtiyaç duyulan kadar fiile, ihtiyaç duyulduğu kadar özne ve nesne...
Katilini maktulünü, şakisini, meleğini eksiltmeden...
Ben bugün bitki.ve hayvanla beslenirim, yann vücudumun zerrelerinden
bitki ve hayvana gelişmesi için pay aynlır. O bitki ve hayvandan, neslim
nzıklanır... KüUî aklın bu *infak-kurban-payveren-pay alan' sistemi, Kayyu-
mun kurduğu dengeyle hikmete matuf olarak sürer gider.
Kaplumbağa yavrulan misalimiz üzerinde düşünelim: O denize ulaşamı-
yan yavrulann cılızlığı, yavlaşlığı, marizliği, daha yumurtadayken genlerine
işlemiş kaderleri değil midir?
Bu küçük nottan sonra, hadiste belirtilen hususa dönelim: Konuya öyle
çok yönden eğilmek mümkün ki, nereden girişmeli:
Önce, en kolayından başlıyalım ve *kaderin yazdığı olur* noktasını ele
alalım: Ya o kadere boyun eğişteki nza? Oyunun sonunu bilmez görünen
Ademin, nza ile oyunu sürdürmesi? Kurbanlannı vere vere... înfakmı kendi
içinden ayıra ayıra... Hazreti ismail makamı, acaba her Âdem nüshasında
bu açıdan idrake sunulmuyor mu? Ve acaba, cehennem dediğimiz, o
nzayla uzanan boynu kesmeyen bıçak gibi mi?..
350
Bir başka yaklaşım belki şöyle ifade edilebilir:
Kaderin getirdiği cefada ısrar edip sol deftere yazılanlar, cehennem ate-
şinde tertemiz olurlar. Sağ defterdekilere gelince: Onlar, her fanı gibi,
cehennemden mutlak geçerek cennete girerler ama, cehennem ateşinin
kavurmasından mahrum kalarak ve kolay yoldan huzura kavuşarak... Aca-
ba, merhale aşıldıktan, cehennemde'su kaynadıktan sonfa, hangisi hangi-
sine gıpta edecek?;. Elini sıcaktan soğuğa sokmadan uçakla hacca gidip
gelen mi, yoksa binbir meşakkatle, çöl ateşinde kavrularak kutsal diyarlara
vanp kan ter içinde yüzünü Resul'ün makamına süren mi?
Şu ilâhî panayırda rol almak mı iyi, hiç davet edilmemek mi? Etliye süt-
lüye kanşmadan sağ deftere yazılmaktansa, Allahın lütfü ile oyuna dahil
edilmek, *y3" ^^ o'* emrine muhatap olmak şükre değmez mi? O yüce el
yazsın da, hangi deftere yazarsa yazsın...
Allah aşıkı hangisini seçerdi dersiniz?
Sonra, nihayet, şu: Tek Adem noktasından, hani yaradıldığı için onun
dışında bijşeyin kalmadığına iman ettiğimiz tek Âdem gerçeğinden, hadise
eğilelim: Adem, cenneti de, cehennemi de aynı demde tadar. Vuslat zevkini
de, vuslat hasretini de içice yaşar. Deminki misalle söylersek, nefes alıp
verircesine... Kader ne ki? Uğruna düzen kurulanın, Âdem için düşünüle-
cek ne varsa acısı ve tatlısıyla hepsini birden yaşıyanın kaderi mi olur?
Kader, başka bir imkâna rağmen tayin edilmiş olan yol değil mi? Başka
ne yol kalmış ki?
Sultanın kaderi, olsa olsa. lezzetleri yudumlamaktır!
"Vuslatla doğdum, aynlık ömrüm oldu...
Vade doldu, ölümüm vuslat oldu."
35]
o AN İÇİNDE
oldu. .■"*"■'""'="'''>"'''«. böylece Mömkünülviicyl-
|.-..,eB,ı,...r^„L^r„isLr^s^^^^^^^^^^
etka Hr' '"'^"""' '"'""""■ ^''"•'^ hudübuz
4.nrk:rs;rör„rtSiirsr'°^j''"^ •'"-"■ "»'•«•'-■-
Yaratılan, kul ve kulda ilâh^.'.ri! T ' *^''?"*"«' sevilene kul!..
sevilene kul eder. ^ t"" ^l^^'^.?'^^ f"U"ikün değil'Her-
sürüp gider. Hep! ""^ "''™P ="P™"se, şân., destan,, özlemi
.^S-L^^f it t :ZIT:Z t^'/'T' ^"^" ^^"^•'" ^VeH de
olsun, hep var olacaktıri '^^^ ''*^'' ^estanıyla veya özlemiyle
?ut"'S ''"!!'"' ^^P ^^hibinin emrindfe.
f^rJS^'S^:SZ^ZS:^-^^^^^^^ cJ'^'diâ.-z ve bu
lara göre düşünmeye bağlllnl'yr """ '^'""" '•^'"^^y^ ^« bu şart-
4ngŞ^^^^^^ ra,.en. ezePde bile bir
mak şart ya! '^- ^"Ş^ncemıze bir başlangıç noktası bul-
"BAK! iki GOZ IKI
BAKAR BİR GÖRÜR!
Tek vücutta Allah iki göz yarattı. İki ayrı bakış tek'emgede çakışır. Eğer iki
gözün ayn ayn verdikleri resimler hakikal noktasında üstüste düşmese, göz
astigmattır, hastadır,
Şu varoluş, potansiyel gücü gizleyen yokluk ile Allahı tanıma İsrarının bir-
biriyle çakışmasından hasıl olur. Tıpkı iki gözün görme noktalanndaki imge-
lerin üstüste çakışıp vücutlaşmış bir resim yaratması gibi:
Mâriâ, iki aykınnm müştereken verdiği boyutlarda belirir.
*Rahmaniyetime katkıda bulunun' anlamını da içeren ayet, işte bu aykınlık-
lann çakışmasından hasıl olan alemi görmeye teşvik eder.
Tekrar dikkat edile ki, hakikati göstermeye yarayan, zıtlıkların
'çatışması' değil, 'çakışması'dırl Üstüste, yani beraberce, tek
resim vermesidir. Aynı sebeple, madde ilimleri de maneviyatla çakış-
mazsa kuru kalır, ortaya çarpık resim çıkar.
Mânâyı görebilmeyi iki gözün tek imge vermesi misaliyle açıkladıktan
sonra şimdi bir adım daha gidelim ve mânâyı yalnız görmeyi değil, ve fakat
yaratmayı da kavramaya çalışalımf
Maddede görünen misali, iki el: işi sağ el yapar. Ama sol elin des-
teğiyle! Tek başına sağ el yetmez. Tek başına sol el ise beceremez!
Bu âlemi yalnız rahmaniyetle kurmaz Allah! Şeytaniyetin tuzunu, biberini,
tersine işleyişini de harnura katar. Hâlikin ve mahlukun karşılıklı alışverişini
de... Cümlesini birbiriyle çakıştınr. Tek Adem vücuduna simgeler, ahedi-
yette birleştirir.
353
içindekiler
SUNUŞ
3
KONUYA GİRİŞ
5
Konuya Giriş
7
iki Yol
8
Âdemde Birleşme
10
Tasavvuf vejnsan Sevgisi
11
Bağışla Yâ Resulallah
12
Hikmet Okumak
14
Tasavvuf ve Yakıştırma
15
Mutluluk Yolu
16
Birliğin Ahengi
17
Yaratma Gücü
19
Görecelik Üzerine
20
Tefekkür Günatıı
21
Mânâ ilmi
23
Ayna
24
Bir Veciz Söz Işığında
25
TASAVVUF VE BAĞNAZLIK
27
Temel Dayanaklara Sataşan^
İhlâstan Yoksundur
29
Her Şey Bir Şeydir. Cahil
Hiçbir Şeydir
31
Hurafe Aslı Örten Her
Türlü Yozlaşmadır
33
Oruç Adına
. 34
'Ben' Deme!
35
Tasavvuf Allah Tefekkürüdür
■ 36
İrtica ve Tarikat
37
İlimde Destek ve Köstek ■
39
İslâmın Yüceliği
41
islâm Hoşgörüsünde Laiklik
43
Kuş Eylemi
45
Münafıkın İşi
47
Hükme İhlâsla Varmak
49
Âleme Müslümanca Bakış (!)
51
Âleme Müslümanca Bakış (il)
53
Eşya ve Kutsallık
55
İhmalin Getirdiği
57
354
Dengeyi Korumak 59
Kaybedilen Kazanılan -61
GENEL TASAVVUF MESELELERİ 63
(Sabır-Tekrar-Nefis-Niyet-Yorüm) ~
Tekrar ve Sabır ^ 65
Arzular ve Tutkular 66
Niyet 68
Niyet ve Yorum Üzerine 69
Niyet ve Yorum Üzerine (II) 71
İslâm Tefekkürü 73
Gerçek Hadisin Mihengi ,. 74
Küllün Niyeti 75
Niyetin Kapsamı 77
. ÂDEM 79
Alfahın İsimleri sf
İlâhi Nizamdan İlham' 82
Hâtem-i Deyyan 84
İnsan Gerçeği 86
İnsan Gerçeği (II) 88
Kabe 89
Gene Kabe Konusunda 90
Melek ve Şeytan 91
Sadakat 93
Haller ve Şartlar 95
Gönül ve Ruh, 96
Öğrenme İsteği 98
Kahırdaki Lütuf ioo
Nazar .101
Vehim .. ^ ^ 103
Resulallahm Güzelliği 105
Tek Âdenrı - Tek Âlem 106
Kendine İyi Bak, Sen Bu Âlemin :
Gözbebeğisin 108
Reenkarnasyon no
Gene Reenkarnasyon Konusu 112
İman ve Küfrün Dengesi . ~ 114
Tek Âdemin Duası 115
Ağuatosböceğihln Türküsü 116
Yaşamın Heyecanı 119
ZoYu Başarabilmek "121
Yoğunlaşma . 123
355
Renklerin Tevhidinden
Beyaz Görünür
125
ÂDEM HEDEFE VARIR
127
■Sur
129
Kaynal
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
vefk-örnekleri-111
vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion
-
HAŞIR SURESİNİN SON İKİ AYETİNİ 11 DEFA OKUYANIN BÜTÜN İHTİYAÇLARI KARŞILANIR Kaç gün okunacağına dair bilgi yok . 41 gün gibi fazile...
-
HZ. İSA (AS) ÖLMEDİ
-
GENEL BİLGİLERİ VAAZ KATEGORİLERİ Kategori: İmanla İlgili Vaaz Adedi: 64 Allahın Rahman Ve Rahim İsimler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder