AKIL VE VESVESE
Akıl, İnsana verilmiş en büyük nimet, İnsanı insan yapan.
Allah usturlu bunda olmaya lâyık kılan nitelik.
Akıl, sebeple netice arasında sağlam bağlantı kurma yeteneği.
İnsana özgü. Ama unutmamak gerekir ki, vehim vesvese de insana özgü.
Niçin?
Akim fiilinin, yani düşünmenin öğesi , bilinenlerle mukayese yaparak
bilinmeyenle nedensellik ilişkisini kurabilmektir.
Bir kasırganın ne denli
hasara sebep olabileceğini, daha önce meydana gelmiş şiddetli rüzgâr olaylarından çıkarabiliriz, iki kere ikinin dört ettiğini bilince, iki kere dördün sekiz
edeceğini bir kıyaslamayla öğrenip belleriz.
Ya ilişki denklemi kuramadığımız olaylar?
Ya, bilinemiyenin, hiç kıyasa
gelmiyenin davranıştan ve bu davranışlarin neticeleri?
Hemen şu gerçek karşımıza çıkıyor: Aklın el atamıyacağı sahalar var.
Bu sahaalarda ısrarla aklı kullanmıya çalışmak, on mumluk ampulle gece
karanlığında ufku taramaya benzer.
Sonuç, olsa olsa, ancak vehimler, gölgeler, hayaletlerdir.
Aklımız, kişisel akıl, tasavvuf deyimiyle cüz'i akıl, ilâhi aklın yanında
ummanda bir zerre bile değil. Olsa olsa, külli akıldan bir misaldir.
Külli akıldan esintiler yakalama aracı ise, akıl değil, gönüldür.
Seziş.
Duyuş... Çünkü gönül, tek. Akıl gibi cüz'lere aynlmış değil. Cümle âlem, tek
gönülde, ilâhi aklın, külli aklın yayınını o akıldan bir duyuş diye ifade edebi-
leceğimiz gönlün anteni yakalar. Öyleyse şu sonuca varabiliyoruz demektir:
Tek gönülün kudreti bireysel varlığımızı sardığı, gönlün yayını kişi-
liğimizin parazitlerinden arınabildiği oranda, ilâhi aklın keyfini
süreriz. Büyük keşiflerin, birden içe doğuş şeklinde fışkırdığını
hatırlarsak, dediğimizin doğruluğunu kanıtlamış oluruz. Kendi
mütevazi hayatımızda da en sağlam kararların, en umulmadık
eserlerin böyle meydana geldiğini görmüyor muyuz? Cüz'i aklın
san'at eseri yaratamaması da bundan değil mi?
Şüphesiz, yukanda dediğimiz gibi akıl en büyük lütuf.
Ama külli akıldan
uzak tutulduğu ve kişilik sevdasına, 'ben* iddiasına sebep olduğu, yani
gönülle bağı kesildiği oranda, vesvese kutusudur. Ve tersine, gönle yol verdiği oranda da, Sultan-kul tevhidine kapıyı açan sadık hizmetkâr olur.
Yanlış anlaşılmaması için vurgulamamız gerek: Cüz'i aklın rolü büyük.
Şaşırtsa, benlik sarhoşu kılsa bile rolü büyük: İç âlemimizi alacaya bulayan,
tek hakikat rengini prizmanın binbir noktasından akseden revnakle beze-
yen, aradığımızı kaybettirip, sonra bulmamıza imkân sağlıyan, varoluşu dinamik kılan, cüz'i akıldan başka nedir?
Bütün temel din kitaplannda
'ilim' meyvasını koparması için Âdemi kandıran şeytan, 'o çamurdan , ben ateştenim, öyleyse ben daha yüceyim, ona secde etmem'
mantığını kullanan şeytan, azmış cüz'i akılda değilse, nede görünür?
Şu ilâhi dengeye çok dikkat etmek gerek: Kararında kullanılan herşey bizi
hakikat varlığıyla aynı gayeyi paylaşmaya götürür, karardan aynlıp eski
tabirle ifrata ya da tefrite düşmek ise, sapıklığa vardır/ Azgın inkarcıyla
azgın sofu, aklını herşey zanneden kurnazla aklı kullanmıya hiç yanaşmıyan
softa, aykırı yollarda koşar görünseler de, aynı hedefi paylaşır, boşluğun
cehenneminde kaynarlar.
Yüce peygamberimizin *en iyisi ortasıdır hükmü de, Kur'anı Kerimin *nizam (dengeyi) bozmayın' âyeti de aynı gerçeği söylemiyor mu?
Cüz'i akıl, külli akla ulaşmıya hizmet ettiği ölçüde faydalı iksirdir.
Ve varoluş, gönülle, kişisel varlığa hakim cüz'i aklın uzlaşma
oyunudur.
Madde ile mana ilişkisinde, yani kılıçtan keskin sırat üzerinde...
KAPILMADAN OYNAMAK
Uzun uzun tefekküre ve fazlaca derine inmeye gerek duymaksızın deriz
ki:
Yaradan, tam Âdemin istiyebileceği gibi bir âlem yaratmış. Bütün şart: ve
imkânlanyla! Ve Ademe, bu oyuncaklarla güzelce oynayabilmesi için de bir
cüz'i irade, yani bir irade kınnüsı vermiş. Ki, dilediği oyuncağı seçebilsin.
.(Mülk Suresi, 3:) "Rahman olan Allahın yaratışında ve yaratüklannda
çelişme, terslik, uyuşmazlık göremezsin!„
Âdem , seçebilme yeteneğini kullanarak şu *Âlem ilahi marketinden' dile-
diği malzemeyi almakta, istediği oyunu kurmakta serbest. Hatta ona, pey-
gamberler ve gönül erleri, bu seçimde yardımcı olmakla, doğruyu göster-
mekle görevlenmişler.
Âdemin kökünden, yapısından gelen bir tutkusu da var: Herşe-
yin mutlak hakimi olmayı özler. Usturlubunda yaratıldığı Malikini
taklid içgüdüsündedir.
Bu sahip olma tutkusunun yöneleceği konulan o kınntı hacmindeki ser-
best iradesiyle seçer. Tatmin aracı paraysa, işte para düzeni. Cinsel hırs ise,
işte cinsiyet temeline dayalı dürtüler. İktidar ise, işte ağızlanndan lokmalan
alınsın diye bekleşen kitleler...
İnsanın dramı (ya da komedisi) burada işte; Bir yandan Halik'i gibi olma
güdüsünde.
Baba evinde alıştığından ayn kalmaya tahammül edemiyen
çocuk gibi... Ama, diğer yandan bir atımlık cüz'i iradesi var! Gözü yukalarda ama, göz o yukanlan seçebilecek güçte değil.
Cüz'i iradeye yapışan, onda ısrar eden, cehennem hayatında. İrdesini külle (kaynak iradeye) boca edip kurtulansa, cennette.
Bağımsız irade inancıyla girişilen oyunun sonunda değil, ortalık yerinde,
içinde, cennet ve cehennem sistemleri mevcut! Cennet, yani rahmaniyet,
cehennem, yani şeytaniyet! Oynadığı oyunun oyun olduğunun farkına var-
madan kendini ona kaptıranın yaşamı, ya para aşkının, ya cinsel hırsın, ya
politik tutkulann veya benlik sevdasının humması içinde, cehennem hayatı
değil de nedir? (Bu misallere, tereddütsüz, 'aman cenneti yakalıyayım' diye
hırsla yalnız şekil ibadetine yapışıp onda kalanın yanılgısını da ekliyebi liriz:
Başını kaldınp ta Allahı tefekküre vakit bulamaz!) Şöyle denebilir: Şeytaniyet, bu oyuncaklar âleminin her türlü
şartına aşın kapılmakta gizli: Tuzağını aşırılıkta kurmuş. Yoksa,
oynanan oyunun oyun olduğunu bilerek siyasete de, ticarete de,
helâl cinsel heyecanlara da girmek, binbir boyaya boyanmak
aslında ilahi ahengi keşfetmek için araçlardır. Gerçekten, şu oyun
âleminin sunduğu yakamozlara sırt çeviren, rahmaniyeti daha
nereden bulup tadacak, nederen görecek? Rahmaniyetin, cenne-
tin, tadı olaylarda. Hayal âleminde değil. Bu varoluş, bizim İçin
hazırlanmış: Uyumla, muhabbetle... Aşırılıktan kaçınılırsa, tuzak
olmaktan çıkar, 'Seyribillah'a dönüşür.
Cüz'i iradesine sanlıp benlik telâşına kapılana ise, cehennem olur. "^
Müstakil iradesini korumakta ısrar eden, figüranlıkta kalır.
Tevhid ehline gelince: O; şeytaniyeti rahmaniyetten ayn düşünemez.
Nasıl düşünsün ki, tannsal anayasanın ilkesi olan rahmaniyet bütün nefsa-
niyeti kaplar, örter, şeytaniyeti çorbada tuz gibi bir tad unsuru eyler.
BİREYSEL istek
VE KADER
Tevbe suresinde, "Biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine
yazık ettiler^, buyurulur. Bu, "Ne yapayım* ahn yazım!^ diye her kusuru
kendi dışından bilmek yanılgısına yeterli bir cevap olmalı.
Gerçekten çok defa bir ikilemin içinde bocalar gibiyiz: İlahi takdire yani
kadere inanmaktan yüz çeviremediğimiz gibi, kendi fiilimizin sorumlusu
olduğumuzu da gözardı edemiyoruz. Hem ilahi takdir, hem de sorumluluk
mu? Mevlanâ ve diğer pek çok hakikat ehli, İslam tasavvufunda cılız bir
akımı oluşturan "Kaderiyeciler^i şiddetle kınarlar.
Herhangi bir ihtiyaç ile bir işe koyuluruz, başlarız. Başladığımırfiili tekrar-
ladık mı, bu bir alışkanlık halini alır. Alışkanlıklar karakteri, karakter de
kaderi oluşturur. Ve kader artık bizi sürükler, götürür. Mesela avunma ihti-
yacıyla bir uyuşturucuyu deneyen kimsedenediğindenhaz alıp tekrarlarsa,
uyuşturucu tutkunu olur. Tutkunluk, o tutku yönünde bir karakter oluştu-
rur: Uyuşturucu bütün davranışlann ana sebebi halini alır, onu elde etmek
için saüp savma, çalma, herşeyi o hedefe feda etme başlar. Bu, uyuşturu-
cuya düşkünlüğün yarattığı genel karakterdir. Bu karakterden ise, kader
meydana gelir: Akıbet artık kaderin elindedir. Daha genel bir örnek için,
gene daha önce sözünü ettiğimiz 'Yasak meyvanın kopanlışınf hatırlaya-
lım: İyi ile kötüyü araşünp ayırma o 'Yasak meyva' ile tutkumuz halini alın-
ca, bu tutku beşerin karakterini oluşturdu. Durmadan, usanmadan, asırlar-
dır araşünnz. İşte kaderimiz: Allah sımna erebilmek için aramak, uğraşmak!
Bazılanmız üstelik, bilmeden, bilinçsizce, hatta başka yönde çalışıyormuş-
çasına bu amaca hizmet eder. Tıpkı, yuvaya yiyecek taşıyan kanncalann
hangi amaca çalışüklannı bilmemeleri gibi...
İsterseniz çok daha maddesel bir misali ele alalım: Bir damlacık, kendine
bir eğilim bulur, o eğilimden akar, aktığı yerde iz olur, başka damlacıklara
da yol meydana gelir. Su yoUanndan seller, sellerden vadiler ve ovalar,
sivri dağlar oluşur. Dünyanın haritası çizilir!
Hep, başlangıçtaki seçimdedir sonun kaderi! Peki, kaderi oluşturan kendi
fiilimiz ise, "O oku sen atmadın, biz attık„ manasındaki ayetin yorumu
nasıl olmalı? Her birimiz; milyarlarca Âdem nüshası, kendi istediğimizi seçip
yapanz da, Allah istediğini yerine getiremez mi? Şüphesiz hep Allah^n
dediği olur. _
Sorun iki başlı değil, belki üç bilinmiyenli bir sorun. Ama asıl düğüm,
üçüncü bilinmiyende: Teker teker her birimizin Allah'tan ne kadar uzak
veya O'na ne kadar yakın olduğumuzda! Evet evet, sorun içiçeliğimizin izah
edilemezliğinde...
Allahın ahediyetinin yüce anlamında!
İki soruyu idraklere sunup konumuzu. bağlayalım:
Kanncanın biri bir minarenin dibinden yukan baksa, onun bakışı bütün
minareyi görmesine yeter mi? Yoksa, aşağı bakarken yukanyı, yukan
bakarken aşağıyı gözden mi kaçınr? Önce isteyip tayin eden Allah mıdır, kul
mu, konusunda ikinci soru şu: Ebediyetin sonsuzluğunda, kim önce, kim
sonra meselesi, yani zaman gerçekten önemli mi? Fezanın uçsuz bucaksız-
lığı içinde biri kalkıp ''Üç dakika erken geldimL dese, bu sözün üç asır-
dan bir farkı var mıdır?
İşte seçmek ile kader arasındaki zaman farkının önemi... Hangisi hangi-
sine tesir eder?
TEVHID
KELİME-İ TEVHİD
(BİRLEŞTİRİCİ SÖZ)
Lâ İlahe İllallah sözünün yalnızca kelime anlamı bile pek çok biçimde ter-
cüme edilebilir. Özü için ise, herhangi bir yorum sının koymaya imkan yok-
tur. Şimdilik kelime anlamını (ve bir tek açıdan) ele alalım:
Lâ, Arapçada "Yok„ demek, llâhe'nin lügat karşılığı ise, yerine göre hem
Tann, hem de tannça, put, ilah diye verilebilir, (ilâ , bugünkü Türkçemizde
kullandığımız "îlle„ gibi, kesinlik, şartsızlık anlamınadır. Öyleyse, Kelime-i
Tevhid'in (Birleştirici sözün) lügat karşılığı "İlah yok, yalnız ve kesinlikle
Allah var„ diye açıklanabilir. (Tekrarlıyoruz ki^bu çeviri yalnızca bir açıdan
böyledir). . _, t_ ,
Kelime-i TevhidM ilk söyleyen, Hazreti İbrahim'dir. Bu sözü adeta bayrak
edinmiş olan îslamda, onun için Hazreti İbrahim'e salavat getirilir.
Peki, oünümüzde puta tapan hemen hemen hiç kalmadığına göre, Lâ
îlahe İllallah sözü, bazı kimselerin sandığı gibi, yol gösterici gücünü yitirmiş
midir? İki kere ikinin dört edişi kadar apaçık ye önemsiz midir?
. Soruna tasavvuf ışığında bakalım. Önce, "İlah„ ile ne kastedildiğini göre-
limrGünlük yaşamımızda, uğruna kurbanlar verdiğimiz o kadar çok ilah var
lIlen bSa
S l^roT/r? h'ITk ^'^""^'^'^ «^'^^""^^^ Çekirdekte Shan S/
^Ağaçtan çiçeğe, çiçekten meyvaya ve mcyvadan tekrar cckirdcâc
ve ağaca dönüşüm (Herşeyashna döner^!)^ Bu dönS
hLr^d.r^Â'a'^a'tL' '1"'\'r- ^^ '^^^*- "«*» «^-dinl sünraya
S hikretind^l; v!''^-^^ ^.'"^ ^"•'- ''^'''^' l»*^^^* dönüşümün
a/^İ. k T S'Stem.n mücssisinde. yaratanında!
Acaba bu donuşum basit bir tekrar mı? Yoksa, her gidiş gelişin üzerine
ilave edilen bir şeyler mi var? Bir tekâmüP * genşıa uzenne
bir\umtm.mr"'" ^°^""f .f Ç-^ediğine değindik. Zaman, dönüşümün
e L roSir? N^T Jf'' ""■ M^'""" ^'^^*""'' »^ovalamasmda nas.l
3 îmes t fJn o Vr /''"• ""'''^""- ^'*'^''^""- '"^^" toplumlannm
SİTı ^ ^v^ -"'î devırlenn meyva türleri şimdiki meyvalann lezzetine
varachr. ne de Neanderthal insan, günümüzün insanmm ayn.d.r Ortaçağ
Lkar:";H aTkl ' "'"" ''f^:i '^"^' günümüzün otomobilde-TTinmeyen
.ska,pmh ayaklanna göre ne kadar kaba olmah?.. Deri böyle de. ya idrak'
HamTa^r h" °'9"" »"«yvaya geliş çok s.rr. açıklamıyor mu?
yol'da 'iünah •'"^''\'''T'* ^V"^- ^"""" 3ibi. imanl, olmanm
yolu da. günah içinde bocalamaktan geçer. Cehenneme uârama-
geTcrğ^n t:ew'"r \*^.'^"'*^= Dünya gafletindersnkiZ^rn
SrbÛTari^„^.'?^Bt'Ee"ye^' **"*"" ç.n>.nma.anm..n
etmez^miyl?"''"^'^"'" yakalayıncaya kadar çevremizi kendimize zindan
ceklrd^^r *•"' «^.^f.*^9''"'^- kabullendiğimizin anas.d.r! Meyva
çekirdekte, iman inkârda gizlidir'
Cünkü"''îlluSİ'^fİ''''-r ^''^'''- ■'^"^^•^•^«f '^«'^âli-ni elde etmektir,
ta onSan '^^ ^'' "°'''^ '^°'^- ° '^^"^â"" ^■"■" V^k
208
'Muhammet kemâli' dediğimiz, en yüce hedeftir, çünkü 'Muhammet' varoluşun sebebidir: Levlâke levlâk kudsi hadisinde ifadesini
bulan, Allahın âşık olduğu sebep!.. Tüm esma, yâni Allahın bütün
sıfatlan, habibi Muhammette muhabbet tutkusuyla görünme âle-
mine düşmüş. Tüm sıfatların idraki, muhabbete yönelmiş!
Basit anlayış, şöyle bir soru sorabilir: Islâmm Peygamberi nasıl kemâl
noktası olabilir? Hani, tekâmül var diyorduk?.. Hani Adem, Neanderthal
insanından günümüze, hep. ilerleyiş içindeydi? Yedinci asırdan sonra da
gelişmedi mi?
Şuna imân etmek gerek: Muhammet Mustafa, bütün çağlarda var. Kıyamete dek! Vücutta göründüğü çağ hangi çağ olursa olsun, bütün çağlann
hedefi 0*dur.
O, ulaşılabilecek en yüce noktadır.
Bu sözü basit yönünden alacak kişi için işte basit kanıt: Yedinci asırda
söze dökülmüş âyet ve hadislerde ifadesini bulan hakikatler her devrin bilim
adamlannca yalnız tek bir yönünden zaman zaman keşfediliyor da, iki
Cihan Serverinin ilmine her defasında yeni bir hayranlığa sebep oluyor.
Ama, 0*nun her devrin kemâl hedefi oluşunun gerçek anlamına eğilen
için. bambaşka bir hakikat nuru var: Islâmın Peygamberinin vefat günü
Hazreti Ömer'in söylediği iman ve hikmet dolu söze gönül verdirecek bir
hakikat!
Levlâke levlâk, yani, sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım anlamındaki
uyan karşısında, yedinci asırdan sonra dahi âlemin devamı niçin? — Çünkü,
'Muharnmet kemâli' zamanla ve tek insan ömrüyle kayıtlı değil!
Meyvadan çekirdeğe, çekirdekten dala ve meyvaya dönüşüm,
hep O'nunla ve O'nun velileriyle bitmeksizin sürer gider...
209
[ADDE VE MÂNÂDA
DÖNÜŞÜM
Pek çoğumuz çeşitli yetişme çağlanmızda eğilimlerimizin tesiri atanda bir
takım ayınmlar yapmışızdır: Kimimiz herşeyi madde ile izah eden 'fizikçileri
benımsemişizdir, kimimizse gerçeği mânâda bulan 'metafizikçiMeri beğen^
mişizdir.
Gerçekten, maddenin mânâya, mânâmn da maddeye dönüşegel-
dığı bir 'dönüşüm evreni' içinde yaşamakta olduğumuzu kolayca
düşünemeyiz. Oysa varoluşun yaşama dinamizmi bu dönüşümde
görünür hale gelir. Modem fiziği, madde, ısı, eneni ve hayat konusunda
çarpıcı deliller veren termodinami kuraiiannı bir kenara bırakalım ve basit
gözlemlere dayanarak dediğimizi anlatrhaya çalışalım:
^Maddenin en kabası taş toprak... O taş toprağın içinden fışkıran bitki, bit-
kideki meyva ve meyvadaki lezzet ve enen'i deposu!.. O meyvadan gıdala-
nan canlılar ve bu arada insan... İnsanda bu enerjiyle hareketlenen çeşitli
heves ve zevkler, düşünme eğilimi ve kudreti... Allah idraki! -- -- Allah idra-
kine doğru uzanan şu zincirin ilk halkası toprak işte!.. (Biz Âdemi çamurdan
yarattik - bir damla sudan hayat verdik, anlamındaki ilahi uyanlan hatirlar-
sak gözlemimizi aynca kanıtlamış ta olmaz mıyız?)
Peki ama, kilometrekarelerce toprakta ne kadarcık bitki, o bitkilerden ne
kadarcığında insanın aldığı lezzet ve enen'i? Ya o enerjiden ne kadan varo-
luşun gayesi olan Allah idrakine sarfolunmuş?.Başka amaçlar yok mu? -- --
Yok! Gerisi, o bîr anlık amaç idrakinin zevkini zirveleştiren, yücel-
ten desteklerdir. Bir piramidin tabanı gibi. Zirve ancak taban üze-
rinde yükselmez mi?
Ve gene o piramidin zirvesiyle tabanı arasındaki ilişki gibi, kâmil
kışı ile âlem arasında ayrılmaz bir bütünlük mevcut. Hep tekrarlı-
yagel^diğimiz üzere âlem. Âdemin devamı, uzantısı!... Sakarya
Irmağından denize inen suyun uzantısının tüm okyanuslar olusu
gibi... Hangisini nerede hudutlandırabilirsiniz?
AM^k !™^^.*^^^"^^^ alalım: Sözünü ettiğimiz o lâtif, o emsalsiz zevk ânı, o
Allah idraki, dem geçer, su buhannın soğuk havaya rastlayıp suya. sonra
buza dönüşmesi gibi. Ademin dünyevi idraklerine dönüşür, binbir madde
olayına hareket imkânı doğurur ve maddeleşir.
Hayat, bu iniş çıkıştır.
210
Ve maddeyi ve mânâyı kendinde tevhid eden de, ancak insandır!
Başkaca bir tevhid menzili yokl
Mânânın en zarif haliyle maddenin en kaba şekli arasındaki
çeşitli yoğunluklar bütün âlemle, yani insanın bütün uzantılarıyla
beraber Allahta dengededirl Ne maddeden bir zerre eksilir^ ne de
mânâdanl Eksilse, yaradılışın defteri dürülüverir. (Vücudumuzdan da
bilmez miyiz: Denge bozukluğu, yâni hastalık geçiştirilemezse vücudun
kaderi toprak olmaktır. Toprağa dönüşmektir!)
Ama, dikkat çekici bir gözlem de şu: Maddenin en kaba halinden mânâya
doğru uzanan spektrumda her zerre bir önceki zerreye göre mânâdır.
Mânâdan maddeye doğru uzanan yolda da tersi: Bir sonraki hal, bir önce-
kine göre daha maddedir. Öyle değil mi: Taşa toprağa göre bitki, bitkiye
göre hayvan, hayvana göre insan ve insanda kaba sabasına göre ressamı
müzisyeni mânâ doludur. Beethoven hassas insanın simgesi. Ama Beetho-
ven, Mevlânâya kıyasla, enstrümandır! — Elbet bizim nazanmızda!
Mevlânânın gözüyle Mevlânâdan Beethoven'e bakış acep nasıldır dersi-
niz? O bakışa biraz yaklaşabilmek için bütün şu yukanya yazdıklanmızı silip
yok etmek gerek. O, kemal bakışıdır! O'nda değer farkı yok ki!.. O'nda her-
şey olabildiğince yerinde, kıvamında, ahengin de. Zaman bile, 'müessir*
olmaktan, *eser' olmaya dönüşmüş. O'na tesir edeceğine, O'nun tesiri altın-
da! Mânâ ve madde içice!
Özetle: 'Allah herşeyden münezzehtir', evet ama, kâmil kişi
şöyle der: 'Hiçbir şey Allahtan münezzeh (annmış) değildir!./
211
HİKMET BAKIŞI
VE MİSALLERİ
GÜZELİ GÖRMEK
Tasavvuf bakışı, güzeli görmeye tiryakı bakıştir. Tasavvuf yolcusu kemâ-
le, yani ideal olgunluğa doğru ilerlediği ölçüde, güzellikler keşfindedir. Bit-
mek tükenmek bilmeyen yeni coşku sebepleri bulur.
. Öyleyse, tersinden de şu yargıya varabiliriz: Kişi, güzellikleri "kötü„ diye,
"çîrkîn„ diye, "cehennemlik^ diye karaladığı oranda da Allah güzelliğin-
den yüz çevirmiş olur.
Ne var ki, gönül adamı, bir tek güzele takılıp kalmaz. Yahut başka deyişle,
"Tek güzelce takılmıştir ama, o tek güzel, sayısız güzellerin müşterek
, güzelliğinde göz kırpar!...
Maddenin bir tek noktasına saplanıp kalana ne yazık...
Kuşkusuz biliriz ki, herşey zıddı üzerinde belli olur. Beyaz, beyaz üzerinde
değil, siyah üzerinde farkedilir. Acı olmasaydı tatlı, gece olmasaydı gündüz,
sıcak olmasaydı soğuk sözü bile yaratilmazdı... Öyleyse, çirkin dediğimiz,
güzelin görünme sihridir. O sihirle görünür hale gelir. Demek ki, şöyle söy-
lemek yanlış olmaz: Çirkin yoktur, güzelin görünmesini sağlayan ortam var-
dır.
Herşeyi yerinde ve güzel gören kemal bakışından söz ederken büyük
gönül adamı Merkez Efendi'yi ve onun zarif kıssasını zikretmeden geçeme-
yiz:^ * '
Merkez Efendi, -henüz o zamanki adıyla Mustafa- tasavvuf yolunda ilerie-
mek için diz çöküp gönülbağladığı mürşidin huzurunda diğer dervişlerle
beraberdir. Mürşidi bir sual açar ve-der ki: "Her biriniz düşiinün ve
cevap verin: Allah olsaydınız ne yapardınız?^
Dervişler teker teker söz alırlar: Biri, "Ben hırsızlığı, kötülüğü yok
ederdim^ der. Bir diğeri, "Ben yalanı ortadan kaldınrdım^ diye ilâve
eder. Diğerleri de fikirlerini söylerler: "Ben, aç adam komazdım/her-
keşi doyururdum^ "Ben bütün hastalara şifa dağıtırdım,, "Ben
günahkarların hepsine tövbe ettirirdim..;,,
,Sıra Mustafa dervişe gelir. O, boyun büker ve tebessümle der ki: "Her-
şey Merkezindedir Sultanım!,,
Yani, herşeyin olduğunca olması gerektiğini söyler. Düzeltecek bir şey
bulamayan âşık nazarlann sahibidir de ondan. Ve bu nedenle de, "Mer-
kez„ olur.
215
YAŞLANMA VE KEMAL
Bir eski evi seyredersiniz: Yapıca harap, ama senelerin verdiği durulma
ile temelt oturmuş, yeni malzemenin rutubetinden eser kalmamış, üstelik
yaşadığı hatiralarca zengin... Gönlün evi olan vücut ta böyledir. Vücut eskir,
yıpranır. Ama o eskidikçe, gönül serbestleşir, rahatlar. Benimsediği köşe
minderine kurulur gibi şu vücuda yan gelir.
İlâhi Kudret, sistemi öylesine kurmuş ki, genç vücut bütün hırsıyla beş
duyusunu ve hattâ manevi yeteneklerini maddeye yöneltir. Tüm çabası, şu
dünya sahnesindeki maddeye hükmetmek içindir. Gençlik çağlannca algı-
lanan tecrübe ve birikim, dem gelir, mânâya dönüşmeye başlar. Vücut
yavaş yavaş kuvvetten düşer, el, ayak, göz, kulak sahibine itaat etmemeye
hazırlandığını adetâ hissettirir. — Niçin bu isyan? Bu aslında isyan değil, ana
amaca" munisçe yöneliştir.
Saz çalanın iyi bildiği bir kural var: Sazın eskisi, telin yenisi... Ruh hep
yeni kaldığına göre, vücut sazını eskitmek gerek ki, yeniliğin verdiği cızırtı
yok olsun... Müziğin gönle yönelen vuruşunu bozan p cızırtılar değil midir?
insan, gençlik çağlannm engel tanımayan umursamazlığı içinde sağa sola
koşar, bilgiççe atar tutar. Ve bıktınr. Ama yıjlann deneyimiyle dolmuş bilge
kişinin sözü öyle mi?
Vücutta yaşlanma, gönülde gençlik uyanışıdır. Yaşlılıkla beraber
tefekkür gücü, beş duyunun yerçekiminden kurtuJmuşcasına, ula-
şabileceği doruk noktasına doğru yükselir,
ilâhi sistemin açık uyarısı: Maddede ümit yok, mânâya yönel!
Kimimiz direniriz: Her şeye rağmen madde!.. Gençlik havalanna saplantı
bu direnişte kendini gösterir. Çevrenizdeki hırçın ihtiyarlan bir tetkik edin:
Hepsi, tabiatın akışının aksi istikamette yüzmeye çalışan, maneviyatçı
görünse de maddede kurtuluş anyan hodbinlerden İbarettir. Aslında o hır-
çınlık, bilinç altının kemale varamamış olmaktan doğan küskünlüğüdür.
Kendi halinden yakınmadır. •
Buna, kendi özüyle banşık olamamanın verdiği hırçınlık diyebiliriz.
Yaşlılığın tabii akışı, şüphesiz, kemal yönünde. Olaylann sivri yönlerini
beden dolabı içinde yuvarhya yuvarhya... Teferruatı terkede ede... Ana
noktalardan nasip alarak...
Basit bir gözlem, yaşlılıkla doğru oranülı olarak imânın, (hiç
değilse mânâya inancın) gittikçe arttığını farketmeye yeter. Gerçi
kimi yanlış düşünce bunu enerji noksanlığına yorar. Oysa ilâhi sistem
hatâ yapmaz. Eğer maddi enerjiyi eksiltiyorsa, bu, mânevi uyan*
mayı temin içindir.
216
'Herşey geçer, öğreten İlâhın lütuf ve ihsan dolu yüzü baki kalır!' anla-
mını taşıyan âyetin de işaret ettiği gibi, mânâya yönelen, Allahm cemaline
dönmüş olur. ..
Ama gençlikteki kesret oyunlan gözaltı edilmemeli. Bunun içindir ki,
kimse ihtiyar doğmaz. Kesreti yani madde hayatını tada tada yaşlanır.
Çünkü 'tek'İik, çokluktan yoksun kalıp kaybolmamalı. Ahediyet, tek olu-
şun ve çok görünüşün bütün terkedilmezliğiyle mânâya dolnrfdı...
217
VARLIĞIN LEZZETİ
KEMAL BAKISINDADIR
Tasavvufun hür düşüncesi içinde tanımlamaya çalışırsak, gerçek, bir
bakıştan ibarettir, Kemal ehlinin bakışından!.. Şu *bakış' sözcüğüyle elbet
gözle kupkuru bakmayı değil, gönül tefekkürü içinde seyretmeyi kasdedi-
yoruz. - Tasavvuf dilinde 'seyribillah' denen Allah tefekkürü... işte oluş ta
bu, hakikatte bu!..
Kemal bakışı gerçeğin kendisidir, çünkü küçük küçük mozaik parçalan-
nın üstünde ve ötesinde, bu parçalardan oluşan freskin tümünü görür. Hat>
tâ, tek tek parçalarda bile 'bütün'ü seyreder. Geçmişiyle, geleceğiyle...
Misal: Çağlan sona erdiren büyük zelzeleler, basit bir yargı ile, âlemin
felâket anlan gibi görülebilir. Oysa o zelzeleler, bitki, hayvan ve belki insan
vücutlannın toprak altında çürümesinden oluşan petrolün sebebidir. Yani
bugünkü medeniyetin vazgeçilmez enerjisi, o çağlar önceki felâketlerden
kaynaklanır. Ve üstelik, petrol, oluştuktan sonra yer yüzünde nehirler gibi
akmaz da, tam insanoğlunun kendisine ihtiyaç duyacak seviyeye eriştiği
zaman keşfedilir, çıkanlır.
İnsan vücudunun uzantısı olan bu âlemdeki şu senkronizasyon bağı,
vücudumuzda da belirgindir: Spermin ana rahmine düşmesi ile beraber ana
vücudu kendini doğuma hazırlar ve meselâ doğumun hemen ardından
memeden süt gelmeye başlar.
Maddesel vücuttaİd bu ^zamanlar ve olaylar arası' bağlantı, bu ahenk,
gerçek bakışındaki mânânın oluşmasında, madde ile mânânın içiçeliğinde
de hükümrandır.Bu bağlantıyı kemal bakışı görür. Bütün çağlann son pey-
gamberine, kemal doruğunun Âdemine îki Cihan Serveri denmesi de bun-
dan. O dünya ve ukbânm, madde ve mânânın kumandanıdır, hattâ zübde-
idir.
Tasavvufun ana hedefi, o îki Cihan Serverinin bakışma ermek için çaba
sarfetmektir. O nasıl bakmış olaylara, hakikati, yani Allahı nasıl tadmış? -
Daha doğrusu, *bakmış', *tadmış' değil, o nasıl bakmakta, nasıl tadmakta!..
Evet, iki Cihan Serveri ölmez. Ölmez, çünkü âlemdeki kemal bakışı ölmez.
Ölen cesettir, elbisedir. Ölüm dediğimiz, yalnızca bir dönüşüm! - Kemal
bakışı ölseydi, âlem de ölür biterdi. Allah, peygamberinin ağzından söylen-
miş bütün âyetlerin ve hadislerin şahadetiyle. Resulüne adetâ şöyle der:
"Âlemi yarattıın. Âlem sensin. Benimle! Butevhid ilmini tebliğ et!„
218
Ve âlemin süregelmesi de, her defa ısrarla, tekrar tekrar, bu tevhid idraki-
ne, bu kemal noktasına ulaşmak içindir.
Rehber ve örnek, "chc bcşcrü„(ben beşerim) diyen îki Cihan Serv/eri
Muhammettir. Daha öteye, Muhammetteki muhabbettir! - Muhammetteki
muhabbete ise, şeriat kalıbı aşılmadan ulaşılamaz! Şeriat şarttır da, herşey
değildir. Yalnız alfabedir. Okuma alfabeden başlar ama, ilim devam eder.
(Hocam, sen alfabede ısrar et ama, 'bizim hoca ebcet okur, döner dörier
onu okur' fasit dairesi geçilmeden Muhammedin yüceliğine erişilemez,
muhabbetin tadı alınamaz!)
219
KESKİN BAKIŞ,
ANCAK İLÂHÎ NURLA
BAKANDADIR
^ Alem tümü ile, yalnızcaÂdem içindir. Çünkü idrak sade Âdemde-Âyetler,
ilâhî güçlerin Ademe secde ettiklerini bu sebeple vurgular.
Tasavvuf şu sözün üzerinde çok durur: Beni âdem yoktur, beni idrak var-
dır. Kısacası, âdem yoktur, idrak vardır.
Âdemi kesret içinde, yani teker teker bireyler halinde alırsak, idrakin de
teker teker kişiliklere göre derecelendiğini kabul etmemiz gerekir. Basit
idrakten, kemal idrakine doğru bir sıralama... Kemal sahibinin idrak bakışı,
^feraset bakışı' deyimiyle anlatlır. Feraset bakışı, olaylan hikmetleriyle
beraber ve çok yönlü gören keskin bakış demektir. Yüce Kurbanda, Hicir
suresinin 75.ci âyetinde "elbet burada keskin anlayışlılar için birer
alâmet var„ anlamında buyurulur ve ferasete işaret edilir. Kemal ehli bu
bakışı şöyle tanımlar: "Feraset, kalbin üzerine düşen mânâdır.» - Yani
gerçeğin, hayatiyet içinde ve gönül kıvamında ifade bulmasıdır. Ferasetin
karşısında nefsin ihtimallerine yer yoktur. Feraset bakışı, bu kudreti ile, ken<
dişine ters düşen tüm çarpık yansımalan etkisiz kılar. Daha doğrusu, çarpık
yânsımalann dahi 'tam*ı anlatmak için kullanılan eksik hrça darbeleri oldu-
ğunu bilir ve öylece değeHendirir. Evet, değerlendirir, çünkü Allahın israfı
reddeden ilminde abes yoktur. Her yanlış, hattâ her inkâr, Âdemin binbir
görünüşünden biri olarak, tevhitteki Allahı işaret eder.
Ferasetin kuvveti veya zayıflığı, imanın kuvvetine bağlıdır. İmanlı, Allah
nuruyla bakar ve eşyayı ve eşyanın hareketinden doğan olaylan Allahın
gösterdiği yönlerden seyreder. Onun için de, halkın gönlü üzerinde konu-
şur. Halkın eğilimleri, halkın arzusu, halkın zevkleri istikametinde hareket
eder. Bu noktada, İslâm tefekkürünün hayat verdiği bir sözü tekrarlamalı-
yız: Halkın yüzü Hakkın yüzüdür, halkın sözü Hakkın sözüdür!
Neden? Çünkü, birlikte edilen duanın daha makbul oluşundaki hikmetin
de doğruladığı gibi, Âdemin tevhid bakışma, halkın bakışıyla yaklaşılabilir.
Halkın sağduyusu, bireyin eğiliminden elbet daha kuvvetlidir. Bundan
dolayıdır ki, halk iradesine dayalı devlet idaresi daha iyi işler. Kurbanda pek
çok âyetin istişareye önem vermesinin, pek çok hadisin halkın görüşünü
almayı tavsiye etmesinin bir hikmeti de budur.
220
Böylece, îslâm tefekkürü, demokrasinin fazilet ve feraset rejimi olduğu-
nu, zira Hakkın bakışına böyle yaklaşılabildiğini ortaya koyar. Alemin ifti-
harı yüce Peygamberimiz, muhalefetin bile gereğine (ama ihlâslı muhalefe-
tin gereğine!) şöyle temas eder: "Benîm ümmetifn ihlâsla baktığı için,
ihtilâfı bile geniş bir rahmettir L
Halk oyu her zaman ferasetle mi karar verir? Hiç mi yanılmaz? Yok, yanıl-
mayan yalnız Allahtır ve her türlü yanılma, Allahın yanılmazlığını vurgula-
mak içindin
Halk kitleleri de elbet zaman zaman, özellikle propogandalann: kamu
oyunu oluşturma şamatalannm etkisiyle yanılabilir. Ne var ki bu yanılmalar
çok kısa sürelidir. Halk uzun zaman aldatılamaz. (Bizzat halkın değil de. hal k
' namına hareket ettiklerini iddia edenlerin yanılgılannı halk ekseriyetinin öz
davranışlanyla kanştırmamak gerek!)
Bütün halklar derece derece ferasetle bakar. Ama iman sahibi derviş
Türk halkının bakışındaki feraset, yakın tarihimiz de şahadet eder ki, çok
üstün düzeydedir. ~ '
221'
AÇIKGÖZ VE UYANIK
"Açıkgöz çok, uyanık yok!„
' Nefis hali, nefes aJma ya da doyma ihtiyacımız yahut bunJann da
özü oJan hayatı devam ettirme mücadelemiz gibi, içgüdüsel davra-
nışlann toplam tablosudur. İyi yorumlanırsa, akla bağlı sandığımız tüm
dünyevi hareket ve kararlanmız bile aslında içgüdüsel etkilerden güç alır.
Bütün nefse ilişkin yaşamın, hayatı koruma ve çoğalma içgüdüsüne bağlan-
dığı modem teorileri hatırlayın. Nesillerimiz boyunca devam edeceğimize,
hattâ hattâ, hiç mi hiç ölmiyeceğimize dayanan gizli inancımız V^şamı koru-
ma' içgüdüsünün emrinde değil mi? -Beğenilme ve yükselme uğrundaki
tüm didinmeleri çoğalma içgüdüsüne, yani cinsel içgüdüye, ve hatta cinsel
içgüdüyü bile gizli inancımıza, yaşamı devam ettirme içgüdüsüne indirge-
yemezrniyiz?
işte. Ademin bu içgüdü alemini çevremizde gösteren simgeler:
Hayvanlar! - Hayvanlar, Âdemin nefis halinin çeşitli görünümleri-
dirler: Farede o kemiren sinsiliğimizi, kedide vefasızlığımızı, devede bakışa
göre kâh sabn, kâh kini, aslanda gururumuzu seyrederiz. (Her gönülde bir
aslan yatar!) - -^ Hatta teker teker bu hayvanlann her birinin bilimsel araştır-
malar sonucu saptanan karakterleri -bile önemli değil: Önemli olan, o hay-
vanlann görmek istediğimiz özellikleridir! Tilki isterse binbir test sonucu en
ahmak hayvan olarak ilân edilsin, hiç değişmez: Tilki, bizim açıkgöz halimiz-
dir. Bir içgüdüsel tarahmızın yalın görünümüdür. (Kafamızda kırk tilki dola-
şır!)
Hayvanların birbiriyle mücadelesi. Âdemin , bizim hepimizin,
binbir karakter uyuşmazlığı içinde, birbirimizle mücadelemizden
(yani diğer bir tasavvuf bakışıyla esmâ'nın birbiriyle çekişmesin-
den) başka bir şeyin simgesi değildir. Şu dünya hayatını hareketli-
liği ile çekici ve güzel yapan, seyredilir ve yudumlanır kılan da bu
mücadeledir: Tasavvufun, hikmetleri adım adım tanıyan yolcusu
bunu şöyle ifade eder: Tavşana, kaç, tazıya tut! (Yani..zıt menfaatle-
rin ilahi denge içinde korunmasından doğan düzen!)
Olaya, bu hikmet gözlüğüyle bakınca, açıkgöz davranışlann, o binbir
hesapla planlamalann, seyredene verdiği ilahi neş'eye hangi keyif erişebi-
lir? - Farzedin ki, bir tilkinin tavuk kümesine kurnazca yaklaşışını seyrediyor-
sunuz ve yolu üzerindeki kapanı, kapanın gerisindeki post avcısını, post
avcısını kandırmayı bekliyen kürkçüyü, kürkçüye gidebilmek için işvesini
kullanan dilberi, o dilber için çeşitli oyunlarla para kazanmaya uğraşan
222
madrabazı, madrabazın peşindeki adaleti hep aynı anda görebilmektesiniz.
Mutlak, ama mutlak, genel sistemin çarkı içinde, madrabazla tilkiyi birbiriyle
aynı eylersiniz. Çünkü aynı yörüngededirler, aynı işi görürler. (Moda olmuş
deyimi kullanmamıza izin verin: Makro düzeydeki matematik denkleminde
aynı harfle jfade edilirler!) ■,'■. ^ ^ \ -
Ama uyanık olan, hikmet seyri içinde açıkça görür kî. Ademin
kurnazca hazırladığı oyuna gelen, gene Ademdir.
Çok yüzeysel de olsa, şu basit misali verelim: Rakip güce karşı nükleer bir
silahı keşfeden bir süper devlet, gün gelir, aynı nükleer silahla tehdit edilir.
Tasavvuf hikmetlerine aşina halkımızın dilindeki söz ne güzeldir: Kuyu
kazacaksan boyuna göre kaz,*içine kendin düşeceksin!
223
KİBİR ÜZERİNE
Tarihimiz, Türk milletinin gerçek İslâm ahlâkma en yaklaşmış toplum
olduğunu ısbat eden sayısız misallerle doludur. "Mağrur oJma Padîşa-
hım, senden büyük AlJah var„ sözünün kendi yüzüne haykınlmasmı iste-
yen ve bunu örf haline getiren devlet başkanlanni başka bir toplumda kolay
kolay bulamazsınız. - Aynı söz, biraz daha değişik bir şekilde bugün bile
Büyük Millet Meclisinin duvarlannda bir ikaz cümlesi olarak yer alır "Haki-
miyet kayıtsız şartsız nıîJJetindir.„ -Evet, îslamiyete tereddütsüz en
uygun devlet rejimi olduğunu hep arza çalıştığımCz cumhuriyetçi demokra-
side milletin, yani halkın isteği devlet adamlannın istek ve niyetlerinin çok
uzennde bir etkinliğe sahiptir. Bu tasavvufta 'halkın sözü Hakkın sözüdür'
diye anlatilan gerçeğin de tabii bir neticesidir. Kendini halktan üstün gör-
meye kalkan. Hakka baş kaldımıış demektir. Nisa suresinin 36'cı âyetinde
şöyle buyurulur:
"Allah kendini öveni, beğeneni sevmez.» - Gene, Müminin suresinin
1 ve 2 cı ayetlerinde "Muhakkak müminler zafer bulmuştur. O
müminler kî. tevazu ve korku (yani AUahın yüceliği karşısında
kendi noksanını idrak) sahibidirler» - Gerçekten, hakiki iman sahibi
kimse, hangi hal ve şart içinde bulunursa bulunsun, Allahın yüceliğini gör-
müş ve bilmiş demektir. İmanlı kişi, âdem kemalinin simgesi Resul-ü Ekre-
mın ifadesiyle, ^fakirliğini' yani noksanlığını ^iftihar' sebebi bilir. İlahi azamet
karşısında tevazu ve huşu içindedir. Huşu sözünü belki ancak şu birkaç
deyimin müşterek yardımıyla anlatabiliriz: Huşu, Hakkı görmek. Hakkın
yüceliği karşısında ürpermek, hayret ve imrenme içinde boyun kesmektir
Huşu un tadına varabilmek için, benliği azdıncı kum aklın eriyip geri çekil-
mesi, kişinin Varsa, yoksa ben!' demekten haya duyması ve tevazuu içine
iyice sindirmesi gerekir.
Yukanda anlamlarını yazmaya çalıştiğımız âyetierin makbul saymadığı
kibir, halkın yüzünün ve sözünün Hakkın yüzü ve sözü olduğunu unutan
veya bu hikmetten hiç haberi olmayan kimselerde kolayca gözlenebilir.
Tevazuu kendine düstur edinmiş nice kimseler görijrsünüz ki, zamanla
yüksek mevkilere veya imkânlara kavuştukça başlan dönüverir, kibre yaka-
lanırlar. Şöhret ve itibar merdiveninin hangi basamağında yükseklik cezbe-
sine kapılırlarsa o basamakta kalırlar ya da düşüp giderler.
Özellikle" devlet idaresinin üst" kademelerinde görev alanlardan kibre
yakalananı çok kolay gözleyebilirsiniz. Her hareketinden tevazu ve sevimli-
lik fışkıran, halkın ısınıp güvendiği bir lider, bir bakarsınız, yavaş yavaş, çev-
resindekilerin dalkavuklukla eğilmiş başlannın üzerinden etrafı seyrede
ede, benlik duygusuna kapılır, kendine hayran olur. Kibre düşer.
Kibir İhlasın düşmanıdır, ihlâsı yer bitirir. îhlâs ki. halkın en kolay sezdiği
ve en fazla sevdiği meziyettir.
îhlâsı yitiren. Hakkın ve halkın desteğini de yitirir.
224
maddenin manas
Allah bir ayetinde "'yerde ve gökte ve ikisi arasında ne varsa bana
kulluk eder,, buyurur. Bu muhteşem sözün cehennemin temellerini sar-
san çarpıcı yönünü bir başka sohbete bırakalım ve şu noktaya eğilelim: Her-
şey Allaha kulluk eden öyleyse herşey Allah içindir. Görüntü aleminin en
kesin iki olayı olan doğum ve ölüm (ve doğumla ölüm arasındaki titreşimler-
den başka birşey olmayan bütün hayat) Allahındır, Allah içindir. Ve çok tek-
rarladığımız küdsi hadis uyannca Allah âlemi Âdem için yarattığından, varo-
luş, bir başka açıdan. Ademindir. Hayatın bu amacının Adem ve Ademde
Allah oluşunu farkeden de var. farketmiyen de var. Parkeden de. etmeyen
de Allaha kulluk etmededir ama, 'hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?'... Bil-
meyen. Adem görüntüsünde olsa da Adem değildir, mahluktur, kâmil insa-
nın gerekli ortamını oluşturan araç ve gereçten ibarettir. Hatta öteden beri,
bilenin bilmeyeni kullanışı da buradan gelir.
Maddenin en muhteşem varlığı olan güneş. Ademin idrakle belirginleşen
vasfı yanında eşyadır, vasıtadır.
Adem. Allah idrakindeki kemalinin derecesine göre derecelenir. Hayatın
amaç ve işlevini en doğru bilenlere peygamber ve evliya diyoruz. "Benim
imanlı ümmetim İsrail oğullarının peygamberleri gibidir,, hadisini
.gözden uzak tutmazsak. Resulü Ekremin ümmetinin maddeci insan kalaba-
lıklan yanında peygamber yüceliğinde bulunduğu ortaya çıkar. Bu, mana-
nın maddeye üstünlüğünün ve maddeye göreliğinin delilidir.
Burada iki hususu önemle saptamak gerek: Birincisi, bir hadisin uyansı:
"İnsanlara anlayışları ölçüsünde söz söyleyiniz!,, — Hele tasavvuf
gibi, yanlış anlayanın yolunu sarpa sardırabilecek konuda ihtiyatla ilerle-
mek gerek: Bir araziyi düşmandan temizlemeden daha ileri noktalara
çıkarma yapan komutan askerlerini nasıl tehlikeye atmış olursa, tasavvufun
belli ilkelerini dinleyenin idrakine iyice sindirmeden yeni yeni çarpıcı söz-
lere kalkışmak muhatabı o derece sarsabilir. Tenvir edeyim derken, tenzil
eder.' Uzay geometriden haberi olmayan birine 'iki nokta arasındaki en kısa
yol bir eğridir* derseniz, şartlan dikkate almadan söylediğiniz sözle karşınız-
daki kimsenin geometri bilgisini allak bullak edersiniz.
Bu noktayı gözden uzak tutmadan ikinci saptamaya geçelim:
Peygamberler ve veliler (ve İki Cihan Servennin hadisiyle o mertebeye
yaklaştığı ifacle edilen imanlı ümmet) ile insanlığa çok faydalı keşifler yap-
mış herhangi bir kimse arasında önemli farklar vardır: Edfson. Pasteur ya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder