ÂDEM
ALLAH'IN İSİMLERİ
Bilindiği gibi, dinimizde "Allaiıın güzel isimlerinden„ söz edilir. Bu isimlerin miktart doksandokuz olarak söylenir. Doksandokuzla ifade edilmesinin
sebebi, isimlerin sınırlanamayacagını, Allahm sonsuz isim ve sıfatlan bulunduğunu belli etmek içindir.
Nitekim, Allah'ın sayılan doksandokuz isminin
dışında kalan pek çok ismini biliriz: Meselâ, Rab,.. Zaten, kendi sınırlanama-
yan Allahın isimleri sınırlı olur mu?
Allah isimlerinin hemen hepsi, sıfatlar şeklinde isimlerdir.
Adil, Rahim,
Rahman, Kahhar, Mümin gibi...
Bu sıfat ve isimlerin pek çoğu, müslüman çocuklanna ad olarak verilir.
Dinimiz, o, tasavvufa sımsıcak açılmış kucağıyla Allah isimlerinin insanlara
verilmesini yadırgamaz, hatta örfü ve âdetiyle teşvik eder.
Bu isimlerden yalnızca biri, bütün İsimleri kendinde toplayan ve 'İsm-i
Celâl„ diye anılan "Allah„ sadece Allaha mahsustur.
Çünkü görünen ve
görünmeyen ne varsa, "Allah„ isminde birleşir, tevhid olunur.
Bir kimseyi nasıl tanınz? Şüphesiz, karakteriyle, davranışlanyla, kısacası,
beliren sıfatlanyla: iyi, namuslu, güzel, çirkin, hasis, cömert gibi...
Allahı tanımak da, onun isim ve sıfatlannı tanımakla mümkündür.
Eskiler
buna "isimden müsammaya varmak^ veya
"Sıfatta zatı (Özü) görmek, derler. Allah sıfatlannın pek çoğunu insanda görüp tanıyabiliriz. Şüphesiz, tek
insanda görünen sıfatlar, bir esansın birkaç damlasından yapılmış kolonya
gibi, özün sulanmış, hafifletilmiş halleridir.
Ama, "âdil„ insan Allah adaletini,
merhametli insan Allah, rahmetini sezmemize yardım eder.
Sıfatlar, milyarlarca âdemde, çeşitli birleşimlerle görünürler.
Kimi, âdil,
cömert ve latif sıfatlanndan nasip almıştır. Kimi âlim ve kerim sıfatlanyla
kendini belli eder. Her birimizde pek çok sıfat davranışlanmızı etkiler. Kimi
zaman bu sıfatlardan ikisi üçü, kimi zaman başka üçü beşi, benliğimizin
yüzüne çıkar.
Ama bazı sıfatlar, yalnızca kemale yaklaşmış kimselerde görünür.
Hele.
bütün sıfatlann en dengeli biçimde kendisinde toplandığı kişi, âdemin özüdür, Ahmedi Mahmut Muhammed Mustafa'dır.
(Resul-ü Ekrem'in de pek
çok ismi ve sıfatı bulunuşu, onun sıfatlannın da hudutsuz zenginliğine bir
küçük işarettir.)
insanda bulunan sıfatlann, kanşım şeklinde ortaya çıkmayan daha basit,
daha yalın hallerini hayvanlarda tetkik edebiliriz.
Hassasiyeti atta, işitme
yeteneğini köpekte, kindarlığı devede, sinsiliği ve muzurluğu farede
kolayca seçmek mümkündür.
Bu âlem sıfatlar âlemidir.
Mısrî Niyazi'nin mısralannı bugünkü Türkçeyle tekrarlıyarak şöyle deriz:
"Cümle âlem tek yüzdür. Gören onu hayran olur!^ Bilindiği gibi, Allahın isimlerinden biri de 'Halim'dir. Halim, yani hilm
sahibi. Pek çok ince anlam farklannın ayn ayn kelimeleri bulunan Arapçada
'hilm\ ilimle dengelenmiş ölçülü yumuşaklığı ifade ediyor.
Allah hilm sahibidir. Bu sıfatla bezenmiş bir kişi de şüphesiz
daha şu dünya hayatında Cennettedir.
Ve dünya hayatını Cennete
çevirecek kudrettedir!
Bir zemin üzerine düşmüş aynı aynı su damlacıklannın birbirlerini nasıl
çektiklerini, bir araya gelip daha güçlü su birikintilerini oluşturduklannı
kolayca gözlemleyebiliriz, işte başka başka kişilerdeki hilm öğesi de, ayn su
damlacıklannın birleşmesi gibi, Allahın hilminde toplanıp yaradılışın çok
önemli bir temel gücünü oluştururlar.
(Ya da vahdetten kesrete doğru ifade
edelim:)
Allahın hilmi kendi usturubundaki Âdemin nüshalannda görünür
hale dönüşür:
Binlerce voltluk kaynak çıkışlı elektrik gücünün milyonlarca
ampulde ayn ışıklar halinde görünmesi gibi...
Gören göz, Allahın 'halim' isminin eserlerini madde dünyasının
pek çok olayından algılayabilir:
Bir bölgeye yağan binlerce ton kânn yeryüzüne, birbirlerine değmeyen
küçücük zararsız yıldızcıklar halinde ulaşması ve hiçbir ağırlık hissettirme-
den etkisini oluşturması...
Keza binlerce ton yağmur suyunu hazırlayacak su
buharının hiç farkedilmeden semaya yükselişi... Evrende milyonlar ve milyonlarca gök cisimlerinin belli bir nizam içinde dolaşıp durmalan ve birbirinin üzerine düşmeyişleri...
Büyük ölümler getiren bir hastalığa çare bulnurken, yeni yeni kitlesel ölüm sebeplerinin yavaş yavaş diğer sebeplerin
yerini alarak hayatla ölüm arasındaki dengeyi koruması... Hep hilm! Yani
ilim içindeki dengeli yumuşaklık...
Başka esmaları birbiriyle uyumlu kılan, zıtlıklarını denge içinde
bir araya getiren gene ilim'dir. Bu yönüyle ilim, varoluşu mümkün
eyliyen unsurdur: Binbir esma, kendini gösterme ısrar ve mücadelesindedir. Ama ilm'in hikmeti herbirini devamlı kılar, birbiriyle
dengelerini sağlar. Hamuru tutmaya yarayan yeter ölçüdeki su
gibi!..
İlahi hoşgörü ve ilahi hikmetle tüm olup bitenleri teraziler.
Varoluş hilmle biraraya geldiğine göre, devlet idaresinde de ilahi
dengeden alınacak ders var demektir:
a:
Başka ifadeyle, hilrnin etkilerini devlet idaresinde de gözlemliyebiliriz:
Anayasa hukukunda ciltlerle münakaşaya sebep olan kuvvetler ayınmı ve
bu ayınmdaki denge konusu, aslında ilim açısından gözönüne alınınca gerçek izahını bulur: Bakınız: 1920ni yıllann Almanyasında en usta hukukçuların özenle hazırladığı ve kağıt üzerinde olağanüstü bir kuvvetler dengesini
nizamlıyan maruf Weimar Anayasası Almanyayı bir iki yıl içinde Hitler gibi
bir diktatörün kucağına düşmekten kurtaramadı.
Türkiye'nin en şöhretli
profesörlerinin kaleme aldığı meşhur kuvvetler aynımı 1961 Anayasası da
hukuk devleti yerine hakimler devleti yaratmayı ve yozlaşmış bir hukukla
memleketi anarşiye sürüklemeyi önleyemedi.
Çünkü her iki misalde de
unutulmuştu ki, devlet kuvvetlerini dengede tutan anayasaların
dizilmiş kelimeleri değil, yönetenin ilme sarınmış becerisidir.
Devletin güçlerinin birbiriyle sürtüşmesi veya birinin diğerierinin
üzerine tırmanması da o oranda önlenebilir.
Yeter kî halk, ilim sahibini bulup seçebilsin.
Düşünün, ilim sahibi bir Millet Meclisi Başkanı nelere muktedir olmaz?.. İlimle bezenmiş devlet başkanı hangi problemin üstesinden gelemez?
' Bütün dünyadada, Türkiye'de de devlet tecrübesi bunların yaşamıştır,
yaşamaktadır.
Bizim bu sütunlardaki konumuz kimseyı ne methedip göklere çıkarmak
ve ne'de yermek değil. Biz, ilahi sistemden esinlenerek, hikmet nuruyla ilim sahibi olmuş yöneticinin halkına sunacağı imkânlan övüyoruz. İlme götüren hikmet yolu ise, hep dediğimiz gibi, şekle değil,
öze yönelen yoldur. kemıek. iraraımak. sebebim ve neticesini gözeterek hal-
aynı isimle Sanar köşesini, koyunu körfezini ayn
»yan eden^nsaSa Ja^pZSöİ'^trerİ^lS
bınbır vücutta belirginleşmiş vücut. nazara bu nazar kudâSnTverL S" ^^' ° °^" görecek nazar!..
Ve
İşte bu ahengini gözeterek.
oL. "^"«"'^•y^^öş.
Deyyan isminde gizli bir hüküm kudretiyle Zamanı gelince Çinde barutu keşfedecek Âdemden İskandinavyada
dinamiti, Amerikada atom bombasını bulacak Âdeme uzanan, Buda'dan
Eflâtunca ve Eflâtun'dan Mevlânâ ya varan fiil ve tefekkür seyrinde uyumla
yaratmak...
Kendi sistemi içinde! Sanki kendiliğinden ve ayn aynymışçasına oluşur gibi...
Ezelden ebede uzanan varlık deminde hem çağ içinde hem de çağlar arasındaki bütüncün ahengine yönelik bir hükümle her bir cüz'ün hayat ve işle=.
vini tayin eden ilâhi kudret 'Deyyan'dır. - Vurulmamak mümkün mü?
(((((((((((Ya Deyyan (C.C.)
Ya Deyyan esması anlamı : Kullarının hiçbir amelini zayi etmeden karşılığını veren. Ey amelin karşılığını eksiksiz veren. Kıyamet günü, herkesin dünyada iken yaptıklarının hesabını ve hakkını en iyi bilen ve kulların hiçbir amelini zayi etmeden karşılığını veren.
Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce) herkese mücâzât eden (karşılığını veren) deyyânım. (Hadîs-i kudsî-Sahîh-i Buhârî)
Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce), melik-i deyyânım. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve bana değil de putlara ibadet edenler nerededirler? O kimseler benim verdiğim rızk ile kuvvetlenip de bana asi olurlar (karşı gelirler). Cebbar (zorba kimseler) ve zalimler (zulm edenler) nerededirler? Kibirlenen (büyüklük taslayanlar) ve övünenler nerededirler? (Hadîs-i kudsî-Dürret-ül-Fâhire).
Ya Deyyan esması ebced değeri ve zikir sayısı : 75
Ya Deyyan : دَيَّانْ
Fazilet ve esrarı :
1-) Ay deberan (Ayın dördüncü durağı) menzilinde iken Fatiha suresi
بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ﴿١
الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٢
الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ ﴿٣
مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ ﴿٤
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ﴿٥
اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ ﴿٦
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ ﴿٧
Okunuşu :
1-) Bismi’llâhi’r-ahmâni’r-Rahîm.
2-) Elhamdü lillâhi rabbil’alemin
3-) Errahmânir’rahim
4-) Mâliki yevmiddin
5-) İyyâke na’budü ve iyyâke neste’în
6-) İhdinessırâtel müstakîm
7-) Sırâtellezine en’amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn
Anlamı :
1-) Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
2-) Hamd o âlemlerin Rabbi,
3-) O Rahmân ve Rahim,
4-) O, din gününün maliki Allah’ın.
5-) Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti.
6-) Hidayet eyle bizi doğru yola,
7-) O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların
ve o sapmışların yoluna değil.
Ardından Hadid suresi 3. ayeti
هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Okunuşu :
Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).
Anlamı :
O, evveldir (ilktir) ve ahirdir (sondur), zahirdir (alâmetleri tüm varlıklarda görünendir) ve bâtındır (gizli olandır). Ve O, herşeyi en iyi bilendir.
Okuduktan sonra 2 rekat hacet namazı kılınır. Namazdan sonra ,
55 defa Ya Daim,
65 defa Ya Deyyan İsm-i şerifleri okunur.
Ardından Allah-u Teala’dan rızk, mal ve bereket istenir.
2-) Aşağıda sayılan isimleri 3 er kere okuyanın meşru her dilek ve haceti amel hasıl olur.
3 er defa elvaha ya vedudu
3 er defa ya hannanu
3 er defa ya mennanu
3 er defa ya deyyanu
3 er defa Ya sübhanü
5
Kalplerde kabul bulmak ve bir kimseyi yanına getirtmek için
Ve es’elüke biesmâike
Yâ Hannân
Yâ Mennân
Yâ Deyyân
Yâ Gufran
Yâ Burhan
Yâ Sultân
Yâ Sübhân
Yâ Müste’ân
Yâ Ze’l-menni ve’l-beyân
Yâ Ze’l-emân
سُبْحَانَكَ يَا لآَ اِلٰهَ اِلآَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا مِنَ النَّارِ Sübhâneke yâ lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne hallisnâ mine’n-nâr.
Allah’ım ben, ismin hakkına sana el açıyor (yalvarıyorum,
Ey çok şefkatli,
Ey çok iyilik ve ihsan sahibi,
Ey (hiç bir ameli) karşılıksız bırakmayan,
Ey (yolunu kaybedenler için delil,
Ey gerçek saltanat sahibi,
Ey (salih kullarını) hoşnut eden,
Ey (günahları) bol bol bağışlayan,
Ey (bütün eksikliklerden kusurlardan) münezzeh olan,
Ey kendisinden yardım dilenen,
Ey ihsan ve beyan sahibi
Bütün kusurlardan münezzehsin, Senden başka ilah yok. Eman ver bize. Bizi cehennemden kurtar.
Not : Cevşen dua alıntısıdır)))))))))))))))))))
""""""Ya Deyyan (C.C.) Ya Deyyan esması anlamı : Kullarının hiçbir amelini zayi etmeden karşılığını veren. Ey amelin karşılığını eksiksiz veren. Kıyamet günü, herkesin dünyada iken yaptıklarının hesabını ve hakkını en iyi bilen ve kulların hiçbir amelini zayi etmeden karşılığını veren."""""
Tüm bu ahengin, bu nizamın hedefi, 'Hâtem-i Deyyan' Muhammed Mustafa! Allah, Deyyan vasfıyla yani hükümde şaşmıyan
kararlılığıyla mührünü Muhammed Mustafa'ya vurduğu için.
O,
beşerin özü, zübdei hatta varacağı hedef oldu. Ve O beşerin özü,
zübdei ve hedefi olduğu içindir ki, Deyyan mührü Ona vuruldu!
«^
Mâlikin yarattığı herşey mahluktur. Mahluk şöyle derecelenir: Cemadat
(taş toprak vs.), nebatat (bitkiler), hayvanat ve insan. Ama bu genel ifadeyi
tefekkür süzgecinden geçirir ve kendimize özel olarak bakarsak, insana
ancak 'öz' sıfatını yakıştırabiliriz. însan ancak öz oluşu ile diğer mahluklar-
dan aynlır. O öz bakışı olmaksızın her şey mânâsız kalır. Çünkü o öz'süz,
hiçbir şey görüntü âlemine çıkamaz. Bu kesin kuralı şöylece deliUendirmek
mümkün: Ay, insan ona baktığı, onu farkettiği için vardır.
Nitekim insan ay
yüzünde bir işleme girişmediği sürece, ay bir kalker kitlesinden ibarettir.
Üzerinde ne hayat vardır, ne ölüm, ne sevinç görülür, ne hüzün. Ne su akar.
ne koku duyulur. Ancak insan ayak bastıktan sonradır ki, ayın kalkeri bile
anlam kazanır.
Bu, şunu vurguluyor: Âlem cesettin âdemin idrak bakışı ise, onun özü.
Öz, kendi varlığını ancak cesetle, eşyayla tadar. Ancak eşya ile tevhid
halinde kendini idrak eder. Öz bedene inince, olaylan yaratmak,. duygularla
oynamak, amaçlann peşinde koşmak alışverişine girer. Görelik, ancak
eşyayla mümkün olur, zaman dahi ancak eşya varlığı ile idrake yerleşir. -
Şöyle diyebiliriz: Varoluşun tükenmez dinamizmi, özün eşyayı tahrik etme,
eşyada kendini ortaya koyma, kendini isbat etme hırsında görülür! Bu hırs
mütemadiyen yeni yeni eşyalara hareket verir, eşyayla bütünleşir. Madem
ki öz eşya ile idrake girer, öyleyse özün bedeni yaratması, aynı zamanda
kendini görünür kılmasıdır.
Öz başka hangi kelime ile ifade edilebilir? - Melek. Melek özdür: Eşya-
ya, âleme bulanır, âdem görüntüsü alır. Melek Âdeme onun için secde etti:
Kendini görünür kıldığı, hayata çektiği için! - Şu hikmet tablosuna bakın:
Öz, âdeme, yani kendisinin beden ile tevhid haline secde eder, Adem ise,
Allaha! Bu, Ademin arayış aşkındandır!
Musa Peygamber o Allah aşkıyla
Tur dağına baktığı için dağ alev alev yandı. Âdemin Allahı arayış aşkı. görü-
lüyor ki, peygamber ve velilerde dağı taşı eritecek güce sahiptir. Bu güç,
âlemi var etmez de ne yapar? - Allah, âyetlerinde, insanın kendi rahmaniye-
tine iştirak etmesini istemedi mi? Kendi yaradışına katkıda bulunmasını,
yani çalışmasını emretmedi mi? İşte Âdem, çalışarak, kendini yenileye yeni-
leye, âlemleri keşfede ede, keşfettiği âlemleri mâmur ederek, yıkıp yaparak,
yaradılış zevkini alarak Allahm emrinin gereğini işler.
86
insanın özünün eşyayla, bedenle, yani nefisle haşır ne?''" °l'"f/"'".^,f^^*
ters etkisi de var: Nefse garkolma, nefiste özü unutma tehlikesi! işte Allah,
bu tehlikeye karşı Rahman ve Rahim sıfatıyla mizanı korumak için peygam-
berlerini velilerini yollar, onlarla insanı uyanr, öze bakmaya çağınr.
İnsan umumi mânâda mahluk, hususi mânâda da özdür demiştik.
Umumî mânâda beşer de, hususi manasıyla peygamber ve velidir.
Peygamberierin çağnlaiından doğan davranış sistemme din dıyonjz.
Öyleyse din, nefse garkolup özü unutmaya karşı bir uyan sistemidir. Ve bu
sistem, pek çok peygamber gelmiş olmasına rağmen tektir: Ed dınu vahı-
dün daimün! Yani din tektir ve daima var olur. Din tektir, onu bildiren pey-
gamberler de tektir. '
Bir 'kelamı kibar' Resul-ü Ekreme şu mısra ile sesleniyor: .
"Cün gelen nebiler sensin, senin sımn içindeL ,/-,••
Rİsul-ü Ekrem, peygamber vehebilerdeki kemalin simgesidir. Onun için
de, ilk ve son peygamberdir!
87
İNSAN GERÇEĞİ (II)
fnsan gerçeğinden söz açarken, daha 'insan gerçeği^nin 'g'sinde din ger<
çeği ortaya çıkar. Bilinen bir hakikattir ki herşey zıtü ile belirgin .olur. Ger-
çeği ortaya koyan da batildır. !şte din ile beraber küfrün ve^nkann da idrak
demine düşmesi gerekir. Başka ifadeyle, din küfrü, küfür ve inkar da dini
ortaya koyar.
Bütün din kitaplannda yeryüzündeki hayatin başlangıcı ve sebebi Âdem
ve Havvanın Cennetten kovulmalanyla izah edilir. Yılan kılığındaki Şeyta-
nın Havvayı ve Havvanın da Âdemi tahrik etinesi, Allahın yasak kıldığı
elmayı ona koparttimıası ve her ikisinin uslanmcaya kadar dünyada kal-
makla cezalandınlmalan... Bu olayı böylece, pehlivan hikayesi dinlercesine
benimseyenler, her dinden ve her çağdan milyonlarca ve milyonlarca
msan... Mânâyı değil, ancak kelimelerin yüzeysel anlamlannı kavrayabilen-
ler, idrakin derinliğine inemiyenler...
Oysa ilahi kitaplann ve bu kitaplann bozulmamış metni olan Kur anı Keri-
min ayetlerini hikmet bakışıyla okumaya çalışırsak, hiç bitineyen, her biri-
mizde, yani her Adem nüshasında yaşanagelen bir insanlık kaderiyle karşı
karşıya olduğumuzu anlarız:
Kudretiillahm kendini, kendi aktivitesini ortaya koyması gerekir. ("Bilin-
mek istedimîj - Bu olayın eşya alemindeki misali, gizli kalmış bir volkanın
birden patlayıvemıesi ve lavlannı şiddetle fışkırtmasıdır.
- işte bu görünme ihtiyacına bir sahne, bir mizansen gerek. ("Bu âlem bir
oyundur!„)
Adem ve onun kendinden aynlmaz parçası olan Havva, yani hepimiz
biz, insan suretleri, yalnızca 'yok un yok olduğu Allah varlığının denizinde-
yiz. 'O mahiler kî derya içredir, deryayı bilmezler!' sözünün de işaret
ettiği gibi, güzelliğine garkolduğumuz 'GüzePden haberimiz yok. İşte,
. yılanla remzedilen tahrik gücü, tek tahrik edenin, yani KudretuIİahm cilvesi
ile, var oluşunun hikmetini yerine getirir, insanı nefis alışverişine çeker. Ta
ki, o insan güzellik denizinden gaflete düşsün de, Allah özlemiyle yanmaya
yol bulsun. Gerçekten, tahrikin işlevi, dünyayı, dinamizmi ve dünya dina-
mizmi içinde doğan Allah ve Cennet hasretini meydana koymaktir. Böylece
beşer, yani her birimiz, özümüzü unutarak nefis tahriklerinin dalgalan ara-
sında hayati yaşarız. Ancak Cennetten, yani vuslat huzurundan uzaktaki bu
hayattirki. kay^dilen özü aratir, gerçeği özletir! Saadete kavuşmanın yolu
hicrandan geçer. Suyun değerini suya hasret kalanın anlaması gibi...
Gafletten Allah hasretiyle silkinen, kurtijlur, Silkinmiyen, yani bütün tah-
riklere rağmen dönüp Cemalullaha bakamıyan, 'Cehennem ateşi' ile rem-
zedilen kahredici gücün içinde, beyhude . mutluluğu arar durur, fırsata
degerlendiremeden erir...
Öyleyse hikmet bakışı, Âdem-Havva hikayesinden şu neticeyi çıkanr: Bu
âlem ancak tahriklerle yaşar, ancak tahriklerle dünya devam eder. Dünya-
nın devamından maksat da, Allahın cemalini görebilmektir.
Hatta Adem ve Havva da birbirlerini tahrik ederek beşerin devamını sağ-
larlar, iki Cihan Serverini yaratan dahi bu tahriklerdin Yoksa, özünü kaybet-
memiş topluma peygamber ne gerek!
88
Allah güzelliği, yani cemal, her gözle görünmez. Kıymeti olan da, zor ele
geçen değil midir? Allah, kendi güzelliğini gözler, perdeler ardına saklar.
Onu nefis ölçülerine vurmak da perdedir, herşeyden sınırsız biçimde soyut-
lamak da... Bir perde de Kabe'dir. Daha doğrusu, Kabe, hem perdedir, hem
de ümit ve coşku kaynağı bir anahtar...
Dünyanın^her yerindeki müslümanlann ibadet sırasında Kabe'yi kıble
edinişlerini şöyle bir gözünüzün önüne getirin: Kabe sabit bir merkez nokta-
sıdır, yeryüzündeki müslümanlar çepeçevre bu merkeze yönelirler. Kabe
merkezinin etrafında, insan yüzlerinden meydana gelmiş küresel bir yüzey
oluşur. En küçük birim diye kabul edilen atom çekirdeği ve onun çevre-
sinde halkalanan elektronlar da, en büyük birim sayılan güneş ve onun etra-
fındaki yıldızlar da, aynı görüntüyü verirler.
Öyleyse, bir hikmet çıkıyor ortaya: Varoluş, bir merkez çevresinde top-
lanmadır. Veya daha doğrusu- merkezin, kendine küresel bir çevre yarat-
masıdır. Merkezden çevreye yayılıştır. Ve bütün.yüzeysel zerreler merkeze,
yaradana, aynı uzaklıktadırlar!
Şimdi, Kabe'ye yönelmiş ibadet eden yüzleri göz önüne getirin ve sonra,
dört duvardan başka birşey olmayan Kabe'yi hayalinizde bir an için silin.
Kaldınn o dört duvan. O dört duvarla beraber, Allah vechini gizleyen perde
de kalkar. Göreceğiniz, hikmetle ışıl ışıl bir manzaradır. (Sözün burasında
susmak gerek)
Onun için dedik ki, Kabe, bakan gözdeki hikmet arayışına göre kâh per-
dedir, kâh mesteden bir içki! Bu mestedici yanıyla da, perde oluşuyla da,
tümüyle Allahısöyler.
Kabe Beytullahtır, yani Allah'ın evidir^ denir. Merkez noktasını, kavuşma
ve tevhid noktasını ifade eder de ondan.
Diğer yandan, Allahm bir ayeti "Ben inananlann gönlündeyim" anlamına
gelen bir işarette bulunur. Öyleyse,- Allah'ın beyti, evi, gönüldür. İşte bu
nedenle tasavvuf adamı, gönlü hakikat aleminin Kabe'si sayar.
Yunus'tan kanıt getirirsek yeter mi:
"Yunus der ki, ey hoca -istersen var bin hacca- hepisinden eyice-bir
gönüle girmektir.*
Atom çekirdeğiyle çevresindeki elektronlar nasıl beraberce bir atomu
meydana getirirlerse, ve gene güneş ve eti^fındaki yıldızlar birlikte nasıl bir
galaksiyi oluştururlarsa, işte, Kabe'ye yönelmiş insan yüzleri de, tek bir
kemaJ varlığını, gerçek "Adem"i oluştururlar. Bu kemal varlığını, bu çok
ademden tevhitle görünen tek ademi temsil eden, iki cihan serveri Muham-
med Mustafa'dır. Şu ayet, aynı şeyi söylemiyor mu? "Ene beşerü mislikum''-
"Ben sizin mislinizce insanım" ve Allah kelamı, peygamberimizin ağzından,
şu manayı içerecek sözle devam ediyor: *Ama bana vahiy geldi!' (Sizin
kemal haliniz olduğum için Allah alışverişine girdim! Aldığım mesajı da
gene size iletirim)
89.
Kabe simgesinden okunacak hikmet bitmez. Bu nedenle, gene önceki
konuya dönelim ve bir başka açıdan bakalım:
îslamiyetten önce Kabe Arap Yanmadası'ndaki kavimlerin taptıklan put-
lann topluca bulundurulduğu yerdi, putlann eviydi. Sonra yüce Peygamber
geldi, Kâbeyi putlardan temizledi. Orayı kıble eyledi, hac ibadeti için ziyaret
merkezi yaptı.
Şimdi, bu olayı hikmet lisanıyla anlatmaya çalışalım:
Önce şu soruyu cevaplıyalım: Niçin Kabe putlardan anndınlıp îslamiyete
merkez noktası yapıldı da, başka bir yer kıble edinilmedi: Çünkü, Kabe
dediğimiz, aslında gönüldür. Temizlenmesi gereken gönüldür. Gönülden
başka kıble edinilecek ne var ki?
Ademin gönlü, binbir putun meskenidir. Para putundan şöhret putuna,
sevgili putundan gurur putuna, rütbe putundan çeşit çeşit dünyevi ve dini
unvan putuna kadar, nefsin ürettiği sürülerce put, gönlü adeta istila etmiştir.
' Ta ki, bir kemal ânı gele, gönül putlardan temizlene...
O kemal anı ulaşınca ne olur, onu da Kabe misaliyle anlamaya çalışalım:
Gönül Kâbesinden putlar kovulur, çünkü Allah'ın güzelliği görününce,
yani asıl olan ortaya çıkınca putlann ayn ayn ve put sıfatıyla varlıklan silinir,
biter. Ama bu defa, Kâbenin içini değil ama, çevresini ilahlar sarar. İlahlar,
yani o tek îlah'ın kendi usturlubunda yarattığı insanlar, yani aslın zerreleri...
(Bir elmayı ufak parçacıklara ayırsanız - tasavvuf deyimiyle kesretseniz -
eğer lezzet ve tad yakalamakta usta iseniz, her elma zerresinde elma tadını
bulursunuz, işte tek îlah'ın kesri olan insan da, erbabına aynı tadı verir!)
Kâbeyi ilahlar sarar dedik, çünkü Allah cemalinin görünmesi, bu ilahlarla
beraber mümkün hale gelir.
Kâbeyi çevreleyen insan vücutlan. gönlü kucaklayan madde gibidir. Ve,
Allah'ın görünmeyen (batın) varlığına, görünen (zahir) varlığının vücut olu-
şunu simgeler.
Şöyle de denebilir: Allah kendi özünü kesretti, dağıttı, âlemi ve âlemi dol-
duran insanlan yarattı. Tıpkı bunun gibi, Allah usturlubunda yaradılmış olan
insan da, kendi sıfatlannı putlar şeklinde dağıttı, Kabe denen gönlünü bun-
larla doldurdu. Kendi sıfatlannı seyir için! Ve Kabe, yani gönül, kemali tem-
sil eden Peygamber tarafından nasıl putlardan temizlendiyse, kemali ara-
yan insan nüshalan da, kemale sahip asıl âdemde, âdemin özünde toplanıp
ilahlardan, putlardan annır. (Mahşer gününde Peygamber bayrağı altında
toplanmaktan kasıt da buduri
Gönül böylece ilahlardan sıynlır ve - âdem macerası son bulur!
Büyük tasavvufçu Neyzen Tevfik'in mısraı ile söylersek, "Cennet iflas
eder, efsane-i âdem de biter!»
90
İELEK VE ŞEYTAN
Nedense, melekleri, âdemin dışında başka bir takım varlıklar olarak
düşünenler çoğunluktadır. , , . . . j j u-
Ama işin garip yanı da şudur ki. meleği âdem biçiminin dışında bir
biçimde düşünen kimse de yoktur. Tarih boyunca yapılmış butun melek
resimleri ve heykelleri, meleği, kanat takılmış masum ve güzel insanlar şek-
linde, meleklerin hocası olan şeytanı da, kuyruklu ve boynuzlu da olsa,
gene insan görünümünde gösteriden , , , u ı *
Din kitaplannda bile, istisnasız, resimde olmasa bile davranış ye hareket-
lerinin anlatımında, melekler insan .görünümüne uygun niteliklere bumn-
""Meîekler ibadet edenlerin yanına toplanıriar", "Melekler insanı takip
ederler" "Melekler, ellerindeki deftere günahı ve sevabı yazarlar gibi söz-
lerde melek, vücudu ve eli, ayağı bulunan, insan gibi üzülen veya memnun
olan ve hatta eli kalem tutan, yani kısaca kişiliklerine ilişkin nitelikler sayılan
bir variık gibi belirtilir. İster kalemle ve çizgiyle, ister kelimelerle anlatılsın,
melek", insan zihninde, kendisi gibidir, âdem gibidir .
Tasavvuf idrakinde ise melekler âdemin meleklerinden başka bir şey
değildirier. Melekle kastedilen, melekedir.
Nedir meleke? Tek kelimeyle tercüme etmek yerine; açıklamaya çalışa-
lım- Meleke, insanın bütün manevi yetenek ve güçlerinden her bınne ve
irade dışı içgüdüsel davranışlarda, reflekslerde görünen becenlere venlen
isimdir. Düşünme melekesi, solunum melekesi, gıdayla hayatı surdumıe
melekesi, gibi... ı 11 • ■ ■
Allah'ın, âdemi çamurdan yarattığını ve bütün melek en onun emnne
verdiğini söyleyen ayetler, tasavvuf genişliğinde şöyle anlaşılırlar.
Allah âdemi kendi melekeleriyle bezedi, yani âdemi kendine halife seçti.
Meleİderin âdeme secde etmeleri, onun emrine girdiklennı, onun oldukia-
nnı simgeler. ,
91
Meleklerin hocası, yani bütün melekeleri akıl ve bilgiye ilişkin davranış^
iarla yönlendiren, şeytandır. Yani şeytan, hikmetten yoksun kuru akıldır
Nefsanı davranışlann sebebidir, kısaca şeytan nefistir. İki Cihan Serveri
ümmetini onun için nefisle savaşıma çağırmıştır.
Ve insan, gönül ile nefsin, yani rahmani niteliklerle şeytan niteliklerinin
birleşimidir, tevhididir. Şeytan nitelikleri rahmani niteliklerin emrine boyun
egdıgı olçude de, insan olgunluğa, kemale yaklaşır.
Çünkü nefsani algılanmalar bizi şu görünen âlemden öteye hiç bir şey
olmadığı saplantisına götürür. Zira kupkuru akıl, yalnızca gördüğüne göre
karar verir. Ama, rahmani sezişler, yani gönül, akla hakim olduğu ölçüde
görünenin ötesinde ve üzerinde, görüneni de içine alan mutlak nizamdan
koku alır. Melekler ve şeytanı insan varlığının dışında düşünmekle, elimizi
kolumuzu veya başka organ ve imkanlanmızı kendimizden ayn ve bağımsız
variıklar sanmak arasında hiçbir fark yoktur.
Arna, unutmamalı: insan varlığı deyimi ile kasdettiğimiz tüm beşerdir.
Tek Ademdir! Şu âlemi kendi idrakinde bulan tek Âdem!..
92
Sıdk, sadakat; sadık olmak, yani gönülden, inanarak bağlılık Allahm çok
övdüğü meziyetlerdendir. Resulü Ekrem can yoldaşı Hazreti Ebubekir'i
övmek için onun benzersiz sadakatini methetmiştir. Dolayısıyla, imanını da
bütün imanlardan üstün saymıştır.
Gerçekten pek çok âyet sadakatin yüceliğinden söz eder. Mesela "Allah-
tan korkunuz ve sadıklarla beraber olunuz» anlamını da içeret âyeti
(Tövbe, 119) ha^rlamak yeter. Âyetten kolayca anlaşılacağı gibi, kendini
Allahla barışık hissetmenin kestirme yolu, sadakattir. Terazinin
dengesini bozmamayı emreden âyet de, edebi gözden kaçırmamayı öğütle-
yen temel kural da tasavvuf yolunda yüksek menzillere erişmiş olanlara
aynı şeyi söyler! Adeta şöyle: "Şu varoluş düzeni öyle dengeli bîr oyun-
dur ki, bu oyunu seyretmekle yetin, o ince dengeyi bozma da key-
fine var! içyüzü, o muhteşem sır, sana kalsın! Çünkü sır, sır olmak-
tan çıktığı zaman sihrini kaybeder Sadakat bu sihri korumayı
gerektirir.,,
işte enbiya ve evliya, varoluşun pek çok hikmetlerini keşfetiniş olduklan
halde, bu keşiflerini gizlerler. Çünkü onlar, 'sıddık'tirlar, Akde vefa göster-
mektedirler. Verdikleri sözü bozmazlar, İşte onlarla beraber olmak, Allahla
beraber olmaktır. (Bakara, 153)
Peki, sıddık'ın sözünü tutması yalnızca vefa hissinden mi? Yoksa, aynyı
gaynyı silip süpüren tevhid bakışından mı? Şüphesiz, tevhid bakışı çok
önemli. Sır senin sımn, denge senin dengen, oyun, dışta da, içte de senin
oyunun!
Yukandaki âyetin gösterdiği yönden bakınca, sıdka sahip olan Allahta
olduğunu, Allahın kendisinden bakmakta olduğunu bilir. Sadakatinin dere-
cesince!
Ve gene bilir ki, halkın yüzü, doyamadığı Hakkın yüzüdür, sadakat, halka
sadakattir, halkla beraber olmak, Allahla beraber olmaktir! Kendini halktan
ayırmayan, ondan üstün olduğu zannından hâyâ eden, aynı sebeple, sıdkm
kendi kendisine sadakat olduğunu, sıdka aykın davranmanın kendikendi-
sine ihaneti ortaya koyduğunu da çok iyi bilir.
İşte, 'sana şahdamanndan yakınımın bir yüzü!
Sıddık, yani gerçek sadakatten nasibi olan, halktan bir an yüz çeviremez
ki, küçük benliğinin esiri olsun, kurnazlıklara, açıkgözlüklere yüz versin, rüş-
vetten, hileden medet umsun! Sadakatin yüceliğine eren, düzenbazlığa
kaçamaz. Sıdkın en azma bile sahip olan, bağlandığının uğruna açlıkla tok-
luğu bir kılar, her türlü zahir güzelliğini gerçek güzele yol eyler.
93
Tasawuf kupkuru bir teoriler ilmi değil/Hikmetlerin günlük olaylardan
cıkanlması ve gene başka günlük olaylara uygulanması tasavvufun uğraş
aSidndeÇünkü.günlük olaylardan soyut bir Allah yok. (Onu soyut san-
mak, somut zannetmektir. Somut sanmak, soyut zannetmektir. Bu zanna
'^"vuSldan bîri nakle çalışbklanmızdan şu sonuçlara ulaşabiliriz: Kim ki
kendini halkın temel eğilimlerinin, temel değer yaı^ıiannın
dışmda ya da üzerinde göriir, o. nasıl yetişmiş, hangi mevkilere gel-
miş olursa olsun. Hakkın halktaki nurundan yüz çevıımış demek-
94
Akmakta olan bir dereyi göz önüne getirelim: Derenin belli bir nokta-
sında genişliğine bir kesit alalım. Bu kesitte, dere yatağının en alt ve karanlık
tabakasındaki bir damlacığın yanısıra, en güneş gören yüzeyindeki bir dam-
lacık da vardır. Şimdi, derenin bu genişliğine kesitindeki milyarlarca su
damlasını birbirlerinden ayrd edebilmek için her birine birer isim verelim:
Ayşe damlası, Nuri damlası, gibi. İşte, insanlığın belli bir tarih anındaki görü-
nümü!
Allah isimlerinin insanlarda ayn ayn ve çeşitli bileşikler halinde bulundu-
ğundan daha önce söz etmiştik. Bu birleşik haller, zaman deresinin her
anındaki damlalarda özel vasıflanyla mevcuttur: Derenin dip tarafında kal-
mış ışıktan mahrum damla da, nura daha yakın olduğu için panldayan
üsteki bir damla da, hep oluşmaktadır. (Unutmayalım ki, alttaki damlacık
olmasa, onun üzerindeki damla da olmazdı. Bu, ilahi istif ve düzenlemedir!)
Hırsız ve yalancı bir kişilik insanlığın her çağında vardır. Resul-ü Ekrem'in
zamanında da yaşadı, şimdi de halinin gereğini yapmaktadır. Bunun gibi.
mesela Sokrat'm ruh yapısı, yani mânâ hali -şüyhesiz, değişik isimlerde ve
görevlerde olmak üzere- her anda, misalimizdeki derenin her kesitinde
bulunur. Tıpkı, her yaşta ve dertte insanlann veya mesela derece derece az
veya çok akıllılann insanlık tarihinin her anında yaşamakta oluşlan gibi...
Bizi^ yanıltan, hallerin bileşimlerinin her birine hiç değişmeyen birer isim
veremememizdir. Verebilseydik, her çağdaki Sokratlan da, Edisonlan da.
Fatihleri de, Hazreti Musa'yı da, ve şüphesiz, Hazreti Muhammed Mustafa
halini de seçebilirdik. . -
Şunu demek istiyoruz: İki Cihan Serveri hiç ölmez ve kemal haliyle insan-
lığın her anında yaşar. Değişik vücutlannda, değişik isimler altında... Aksi
olsaydı ve onun hali cihana bir daha gelmeseydi, "Bu alemi senin için yarat-
tım" kudsi hadisinin anlamı kalmazdı, onun vefatıyla âlem de dürülüp yok
olurdu.
Şimdi aynı dere misalinde, kesiti bu defa derenin boyuna alalım:^Ta ilk
fışkırdığı noktadan denize vardığı yere kadar: Bu kesite de "Şartlar" adını
verelim veya alıştığımız kelimeyle tarih diyelim. Görürüz ki, belli su damla-
cıklan (ya da halleri) tarihin her anında derenin yatağının engebelerine
uymuş, yani tarihin şartlannda görünmüştür. Edison, ampulü bulmuştur,
uzayı fethetmiştîr. Fatih'in hali, istanbul'u almıştır, başka bir çağda köhne-
leşmiş bir inancın surlannı yıkmıştır.
Ve, İki Cihan Serveri'nin hali. muhtelif. devirlerdeki evliyasında ortaya
çıkmıştır. Şu âyeti delil gösterelim: ^Peygamberlerin ahedllği içinde onlan
birbirlerinden ayn tutmayınız!" Ve sonra, bu âyetin anlamını şu hadisin ışı-
ğında genişliğine tadalım: "Benim ümmetim, beni İsrail'in peygamberleri
gibidir!" . . \,
İşte, Resul-ü Ekrem'in evliyalannda görünmesi...
95
Adem, varoluşun yüce mahlukudur, çünkü yalnız Adem'de "Kül„ ile
"Cüzdün (Bütün ile zerrenin) karşılıklı fırtınalan eser. Varlık çalkantısı,
Adem'de görülür: Ta, ahediyet idrakine vanncaya kadar! Bir yandan, "Bi-
linmek istedim^ ana hedefine yönelme eğilimi, diğer yandan günlük, geçici,
yani fani bedensel isteklere bağlı çabalar... Kısacası, yaşam denen, kalıcı
olanla geçicinin, yani ebedi ile faninin birbiriyle mücadelesidir. Bu müca-
dele yerini anlayışa, daha doğrusu muhabbete terk ettiği ölçüde kemal hali
başlar, tevhid (birleştirme) huzuru meydana gelir. Ve işte, bu huzur ile dolan
kirnse için artık kısa ömür, yerini ebedi hayata terk etmiştir.
Öyleyse şöyle diyebiliriz: Ölen, yalnızca ve yalnızca kısır anlayıştir. Bu
kısır anlayış beden kisvesine bağlı olduğu için, nefis sözüyle ifade edilir.
Çoğu kez, nefsimizle gönlün mücadelesinden söz ederiz. Oysa hakim olan,
yön veren hep gönüldür. Bunu idrak ettiğimiz ölçüde nefis, yani eksik
anlayış^erini gönlün uçsuz bucaksız zevklerine terk eder.
Gene çoğu kez gönlün herkeste ayn ayn olduğu sanılır. Oysa gönül,
bireysel değildir, tektir ve "Kül„dür. Aynlık, gaflet bakışındadır. (Bu da, hik-
met icabıdır!) Gönül bu bütünlüğünü gözlerimize bazen öyle bir sergiler ki!..
Telepati örnekleri diye saydığımız tüm olaylar, andığımız bir kimsenin bir-
den çıkagelmesi, söylemek istediğimiz bir sözü karşımızdakinin bizden önce
söyleyivermesi, bir tehlikeden "İçimiz elvermediği„ için yapmadığımız bir
işden dolayı son anda kurtuluşumuz, bir aykın fiil işleyenin durup dururken
kendini gene kendi sözleriyle ele vermesi, hep, tek gönlün "Kül„ bilgisi
içinde muhtelif bedenlerde göz kırpmasıdır! Halledemediğimiz bir sorun
birdenbire en ummadığımız bir zamanda içimizden doğuveren bir çözüme
kavuşur. Hatta bütün keşifler böyle biranda, gönlün "Al, sev in„ dercesine
bilincimize ışık tutmasıyla ortaya çıkarlar. Gönül, küçük cüz aklının üzerinde
ve ona hakim olduğunu her fırsatta gören göze sergiler.
Graham Bell'in telefonu keşfettiği anda İngiltere'de de bir başkası tarafın-
dan telefonun bulunduğunu hatırlarsınız. Çalma ya da tesadüf ile izah,
yüzeysel bakışla sebep aramaktır. Hikmet alışverişinde olana bu olay tek
gönül ihtişamını vurgular.
Gönül, bu 'alemin sistemi içinde nefisten vazgeçmez. Çünkü oyuncağı
nefistir. Bu hikmet noktasından bakınca "Nefsi yenme^ sözünün aslında
oyunun ya da nüktenin farkına varmamdan başka anlama gelmediği görülür.
96
Çok defa gönül ve ruh deyimleri de birbiriyle kanştnlır. Ayeti Kerime
ruhu, "Bizim üflememizdendir„ diye tarif ediyor, bu yüce kelamın ışığında
şöyle bir yorum yapmamız mümkün ;Ruh gönlün bir beden kabına yansıt-
tğı'kudret zerreciğidir. Kab eskiyip aülınca, zenrecik "Kül„ denizine döner.
Bu yaradılanın, yani mahlukun aslına dönüşüdür.
Bir misali hatırlayalım: Deniz içinde "Damlamdan söz edilmez. Damla,
suyun denizden ayn görünme halindeki zerresinin adıdır. ■
Bireyselliğin ısran içindeki mha cehennem de, cennette şüphesiz gerçek
menzilleridir. Ama, "Denize, garkolunca dumm değişir! Kaf suresinin
35 inci ayetine bakın: "Onlar orada (Cennette) ne isterlerse hepsini
hazır bulacaklar. Ama Bizde ondan daha çok nimetler vardır! „
97
ÖĞRENME İSTEĞİ
Günümüz feza araştırmalannda, bionik robotlar yapma ideali ciddi bir
takım etüdlere konu olmakta. Hareket noktası şu: Bugünkü teknoloji, elekt-
ronik beyinleri, insan beyninin bilgi depolayabilme kapasitesine eriştirebil-
mekten uzak. Diyelim ki, o teknik elde edildi. Gene de, bir insan beyninin
gücünü verebilmek için elektronik beynin yüzlerce metreküplük bir hacmi
bulunması gerekecek. Öyleyse, deniyor, insan beynim fezaşartlanna daya-
nabilecek elektronik bir vücuda monte edip fezaya yollamalıyız. - Ve,
bionik robotlar için hayal gücünü zorlayan çalışmalar sürdürülüyor.
Gene nörologlann çalışmalanndan bir başka gerçeği öğreniyo-
ruz: İnsan beyni yalnızca beyin zanndaki hücreleri itibariyle, mil*
yonlarca imput'luk kapasiteye sahip. Ama bilim adamlannm
beyinlerinde bile bu kapasitenin pek küçük bir kısmı kullanılabil-
mekte. Gerisi?.. Öğrenme metodlanndaki ve öğrenilecek konular-
daki büyük değişiklikleri bekliyor.
Öğrendiklerimiz, öğrenebileceklerimize göre, devede kulak bile değil.
Buna bir de yapısal tembelliğimizi ekliyelim: Pek az istisna dışında, bilin-
cimiz de eylemsizlik prensibinin etkisinde! Öğrenmeye talip te değiliz,
çünkü nelerin öğrenilebileceği konusunda bile bir fikrimiz yok sayılır:
Şehre çalışmaya giden işçiden köıjrdeki kansı ya dallı basma, ya da olsun
olsun, bir televizyon ister. Çünkü onlan bilir. Oysa mağazalar nelerle dolu!..
Bizler, bugün hayatta olan nesillerimizle, dallı basma isteyen
kadıncağız gibi tahditler içindeyiz. Fizik üstü konulara amatör
heveskârlann dışında yüzde kaçımız el atar?
Kim Mevlânâ'nın göriiş genişliğine sahip olur da, kendine bîr
Şems-ü Tebrizi arama ihtiyacım hisseder?
Kendimizi şu üç arşınlık bedenden ibaret sanıyoruz ve ondan ötürü kabu-
ğumuza çekilmişiz. Tüm Âlemin vücudumuza dahil olduğunu kavrayabil-
sek, hattâ, ondan da öteye, ilâhi tüm'den birer zerre olduğumuzu bilebilsek.
aslımızı. *tamam'ımızı keşfe belki girişirdik. Kendimizi bilmediğimizden,
kendi kendimize karşı yabancılık çekiyoruz. Özümüzde mevcut muhabbet.
sütü emilmeyen meme gibi, dumura uğramış, kalmış.
İlk öğrenmemiz gereken, 'yaradılmışlann en yücesi', eşrefi mahlukat
olduğumuzdur. Varoluş bizim için. Bizim çevremizde döner durur. Merkez
biziz. Şu zerreciğimizle! - Görebildiğimiz, düşünebildiğimiz, hayal edebildi-
'ğimiz ne varsa, hepsi bizim için.
98
Bu hikmetlere varamazsak, boşuna mı gelmiş oluruz dünyaya? - Hayır,
başka birileri nasıl olsa çıkar ve bizim hikmetimize vanr!
*Böyle gelmiş, böyle gider', 'bana mı kaldı', 'kırk yıllık Kani gibi (aslında
gerçek küfür olan!) mazeretleri bırakmalıyız. 'Allahtan ümid kesmeyin' âye-
tini, 'beşikten mezara kadar öğrenin' hadisini gözardı etmemek şart.
Hem zaten her an değişmiyor muyuz? Hani bebeklik hâlimiz, çocukluğu-
muz? Her sabah bir gün öncekinden başka uyanmıyor muyuz? Birşeyleri
terketmiş olarak? « Ama, birşeyleri de mutlak kazanmış olarak! Çünkü
kemal, tecrübeyle doğru orantilı. . :^^
Kendimizi yenilemek için binlerce yol ve imkân var. Bunlardan
birini, en yüreklicesini hele bir seçelim: İmanı!
Her kıpırdanıştan ilâhi kudreti görebildiğimiz nisbette. hikmet-
ler peş peşe önümüze serileceklerdir.
99
KAHIRDAKİ LÜTUF
Adem alternatifi içinde insanlar doğar doğar ölür... Başlangıcı bilinme-
yen çağlardan bu yana. Ama Âdem. temel vücut, bütün bu ölümlere rağ-
men sanki hep var kalır. Oysa, milyarlarca kere milyarlarca tekrarlanan ne
muhteşem bir uyan: Bütün bu sayısız ölümler Âdemciklerden oluşan Âde-
min de hadis bir varlık olduğunu, kalıcı" olmadığını, geçiciliğini belirtir.
Hadis olanın başı ve sonu vardır. Niçin: Başı ve sonu olmayanı anlatması
için!
Teker teker insanlar nasıl Âdem hikâyesinin kıpırdanışlan ise,
Adem de, devamlı olanın, yüce kudret ummanının çalkantısından
oluşmuş köpüktür. Geçer gider, kaybolur, ummanın yüzü, cemali,
gene de baki kalır. Onun için deriz ki, bekamız Baki olan Allah var-
İlgındadır.
Tabiattaki genişliği bir düşünün: Dağlar, dereler, vadiler, ormanlar,
ormanlar... Ve meselâ o uçsuz bucaksız ormanlann içinde teker teker ağaç-
lar... Ağaçlarda teker teker dallar... Yapraklar, meyvalar... kimi güneş
nurunu almış, gelişip olgunlaşmış, kimi güdük kalmış, çürüyüp gövdenin
dibine düşmüş meyvalar... Kimi lezzet olmuş, kimi lezzet vermek üzere güb-
reye dönüşmüş... Ama ormanın hep yenilenen, bitmez gibi görünen varlığı
içinde. Ve şimdi, nurdan mahrum kaldığı için çürümeye dönüşmüş bir mey-
vanın yakanşma kulak kabartın: Diyesi ki: "Bu eşitlik midir? Ben niye geliş-
tirici kudretten, nurdan mahrum edildim?„
Hayat, ağacın! Ağaçtan öteye, ormanın hayatıl.. Ağaçtaki bir tek
meyvacığın benlik davası ne ola? Teker teker bireysel, bencil, hattâ top-
lumsal çıkarlar peşindeki insanlar, 'dava adamıyım' diye böbürlenenler,
süreli, mahdut ömürlü, ummanın dalgalan gibi inip çıkan, yenisiyle yer
değiştiren insancıklar, nasıl bir dava peşinde olabilir ki? Yenilene yeni-
Icnc süregelen Âdemin muhteşem var olma show u içinde bu
küçük davalara takılmak, büyük shoıv'un oynandığı sahnenin per-
desindeki pürüze dalıp kalmak gibi anlamsız değil midir?
Meyvanm tekini değil, meyva ağaçlan ormanının tümünü seyreden
bakış, bireyden tüme bakıştr. Ademlerdeki âlemi, âlemlerdeki Ademi
seyreden tevhid bakışıdır.
Gel gör ki, demin dediğimizi biraz düzeltmek gerek: Tövhid bakışı için
teker teker bireylerin mücadelesini görmek te şart.' Kesretin havası yaşan-
malı! Nurdan mahrum kalmış meyvanm feryadını duymalısın ki. ormanın
sesindeki tevhid şarkısına can atasın. Cehennemi görmelisin ki. Cen-
neti idrak edesin.
Varoluş dinamik temel üzerinedir deriz ya. Bu dinamizm teker teker hüc-
reciklerin mücadelesinden doğan dinamizmdir. (Atomdaki dinamizm!) -
Meyvanm kıskanç hayıflanışma. bencil davasına kulak kabartmadan orma-
nın şarkısını duyamazsın. Küçük adalet arayışlanndan dolmalısm ki. İlâhi
adaletin şaşmazlığmdan bir iki nur ışığı yakalıyabilesin. Kahrediciliğin
^5^^" ?*^^^"^ benliğinde hissetmelisin ki, 'Kahhar' isminin Allahm
lâtifliginîn, rahmanhgının gereği olduğımu seziniiyebilesin.
Eksiklik, madde hayatını yaşamakta veya dava sahibi olmakta
değil. Maddeye ve hadiseye esasmış gibi takılıp kalmakta...
JOO
NAZAR
Madde âleminde cisimlerin birbirine etkisini kolayca gözleyebiliriz. Bir
manyetik alan içinde, mıknatıslanmaya hassas maddelerin tesirlenmesi,
ayın dolunay veya hilal durumuna göre denizlerin med ve cezirle hareket-
lenmesi, lodos rüzgannın denge bozukluklanna sebep olması, sürtünmenin
elektrik yaratması gibi.
Hatta maddesel olaylann mhsal etkileri de kolayca haürlanabilir: Güneş-
teki leke ve patlamalann dünya yüzünde mh bunalımlanna sebep olması,
mehtabın bazı ruhsal etkileri, ilk akla gelebilen misaller.
Maddenin maddeye ve ruha etkisi var da, mhun maddeye etkisi olmaz
mı? Sayısız örnekler zikredebilir. Kısaca şunu hatırlatalım: Tıp mhsal etkile-
rin vücut fonksiyonlannı yönlendirdiğini çoktan ortaya koymuştur. Hep
yaşıyor, görüyoruz. Nazar denilen kem bakış, yani iç dünyamızın kıskanç-
lıkla hasetle bir noktaya yönelmesi, o noktada garip hasarlar ortaya çıkar-
maya yetiyor. Bunun aksine, öyle bakışlar vardır ki, sanki içimizi yıkayıverir,
yağmur üzerine güneş açmışçasına müşküllerimizi ortadan kaldınr. Bir kim-
seye "Şom ağızlı„ denmesi, bir başkasının "Uğurlu kıdem sahibi„ sayılması,
aynı esrarlı gücün halk ağzındaki deyimlere kadar inmiş sonuçlandır.
Ayeti Kerime ve hadisler, nazann veya kadem Mn hak olduğunu, gerçekli-
ğini ortaya koyar. Bu etkileşimler nasıl izah edilebilir? Kül-cüz mihengini ve
tevhid bakışını gözden kaçırmazsak, şöyle bir açıklamaya ulaşabiliriz:
Allahın isimlerinin (özelliklerinin) etki ve işlevleri Adem nüshalannda -
elbet bu nüshalann taşıyabileceği dozlarda - sergilenir: Allah Rahmandır,
bu vashnın Âdem'deki hafif dozlu görüntüsü "Merhamet,tir, Allah Veh-
hap'dır, yani istememize gerek kalmadan verir, bu özelliğin insandaki aksi,
eli açıkİıhk ve yardımseverliliktir. Allah alimdir, insan bu ilinrıden hissesine
düşen kınntilarla "bilgin„ kesilir. İsimlerin şu küçük dozlan, Adem nüshala-
nna ne yalın, ne de hep aynı miktarlarda dağılmış değillerdir. Her kişide
kanşık ve değfşik terkiplerde göründükleri gibi, aynı kimsede bile muhtelif
etkileşimlerle zaman zaman farklı tablolar verirler. Bütün karakter ve davra-
nışlanmız, Allah isimlerinin (Esmasının) yayınlanndan kapabildiğimiz mik-
tara göredir.
Şurası da muhakkak: Allah'ın esmai hüsnası (Yani güzel isimlen) ile açık-
lanan özellikleri Âdem'deki misalleriyle anlatılır ve Adem'de yaşanır.
101
Esmanın bazı Adem nüshalanndaki aksi, aşın kıskançlık şeklinde ortaya
çıkar. Bu vasıf elbet çevresini de etkileyecektir. Hele iki ters kutbun birbirini
çekmesi gibi, kendi tesir gücüne hassas olan bir esma gurubuyla karşılaşır-
sa, pert, kontak, kaçınılmaz olur, nazar değer! Bu ters etki, gafletin eseridir,
zira Allah'ın esmasından bir aksetme olduğunun farkına vanlabilse, zıt
kutup etkisi siliniverirdi. *Allah saklasın', 'Maşallah' dualan işte bu hatırlayış-
tir.
Nazar abes midir? Hayır. La abese ayeti ışığında biliriz ki, boş bir şey yok-
tur. Her şey yerli yerindedir. Geçen bir sohbetimizi de hatırlarsak, nazann
bir hikmetini yakalayabiliriz: Yukanda örneklerini verdiğimiz o izahsız gibi
görünen olaylar, tek gönlün, cüz varlıklanndaki ruhsal davranışlarda görü-
nen belirtileridir ve vahdaniyeti (Tekliği) isbat eden araçlardır.
Bir izah. açısından ise nazar, varoluştaki tevhid içgüdüsünün, beğenip
kendine çekme tutkusunun bireyde noksan olarak görünen halidir.
102
ilahi alışverişin merkezi insandın Çok kez sohbetini ettiğimiz gibi, tüm
âlem de insanda özetlenir.
"Ben Âdemi kendi usturlubumda yarattını„ ifadesinden de ayan
beyan anlaşıldığı üzere, bütün ilahi sıfatlar, Ademde görünürler. Ama elbet
teker teker Adem nüshalannda cüzler halinde, teker teker o nüshalann taşı-
yabileceği derecelerde... Eğer bütün insanlığı tek vücudun muhteşemliği
içinde seyredebilecek göze sahip olsaydık, o dağılıp zerreleşmiş sıfatlan da
bütün haşmeti ile tadabilirdik...
Evet, ilim insanda, güzellik insanda, adalet hissi insanda, inan-
mışlık insanda, koruyuculuk insanda, şifa dağıtma gücü insanda...
Her birimiz bu sıfatlann birini veya birkaçını belli belirsiz taşıhz. Ama içi-
mizden bazılannda bir sıfat büsbütün görünür haldedir. Bakarsınız adamın
biri adalet timsali. Kimsenin hakkını kimseye geçirmemek için didiniyor.
Biri, sahavetie, yani cömertlikle bezenmiş. Eli açık! Kimi aşık mı aşık, kimi
güçlü mü güçlü...
Bu yüksek dozdaki sıfatlar kişiyi o noktada üstün kabiliyetli
yapar. Aynı derecede üstün dozlarla üç beş sıfat bir kimsede birleş-
se, ki çok enderdir, işte o kimse "veli„ derecesine yaklaşmış olur.
Güçlü ve belirgin sıfatlar çoğalıp birleştiği oranda da, velinin veli-
lik kudreti yücelir.
Çok yazılıp okunduğu, özellikle bat kaynaklannda çok işlendiği için dini
konulara uzak olanımız da bilir ki, Hazreti İsa'nın bir özelliği şifa dağıtmasıy-
dı. Gözü görmeyenin gözünü açmış, ölüyü diriltmişti. (Elbet şu, gözü açma,
dirilÖTie mefhumlannın, tasavvuf hikmetierinin derece derece alınışına göre
ayn ayn anlamlan var ama, biz şimdi bilinen kelime anlamı üzerinde dura-
lım):
İşte, Hazreti İsa'nın bu şifa dağıtma hassası onun ölümüyle orta-
dan kalkmaz. Çünkü her ne kadar "İsa öldü„ dense de, "Adem„
ölmez! İsa Peygamber sırralvücut olup görünmezliğe ermiştir dîye
yemin biUah etseler, Âdem, vücuttadır!
Bütün Peygamberlerin özellikleri gibi, onun özellikleri de Adem
nüshalannda yaşar: Ve onun için, elini değdirince şifa dağıtan
ihsanlar da aramızda mevcutturlar. Tabii, İsa gücünde değil, tek ve
olağan insanın cürmünce!..
103
Tıpkı. Davut kudretinde olmasa da çok kuvvetli pehlivanlann
Eyüp sabnnı taşımasa da çok sabırlı kimselerin bulunduğu gibi
Ve işte. vehim de tam burada başlar: Tıpkı güçlü bir pehlivanın kendini
Davut Peygamber gibi nebi sanması nasıl anormal ise, şifa dağıtma gücüne
sahip bmnm de kendini veli zannetmesi o derece çarpıkür
Aslmda bu çarpıklık ta zavaUıhktan gelir: İlaiıi nurun yalnızca
f.'!? «konuşunda bile gözleri kamaştiran yakamozu, o küçücük ben-
liği nasıl kavurmasın? Kendi gözüne nasıl olağanüstil göstcmıe-
sın? -
Yo! göstereni olmadığı için girdaplara kapılmış, vehmin kurbanı olmuş
Doyle çok kimse yaşar aramızda.
O da. etrafı da. sanki şu dünyanın hikmeti dûny^ hastalıkları
lyı eştımıckten ibaretmişçesine. bala düşmüş siiıİk gibi. aynı
nokta etrafında çııpınır dururlar...
İ04
Hadis: "Ben kardeşim Yusuf'tan daha melih'im. Yusuf benden
daha güzeldi. „
Melih, tuz ile lezzetlenmiş demek. Arapçada olduğu gibi, günümüzün
Azeri lehçesinde de, içe işleyen etkili ve değişik güzellik 'tuzlu' ("duzlu^)
kelimesiyle anlatılıyor, Allah cemalinin bir aksinden ibaret olan Yusuf'un
güzelliği dillere destan. 'Nefis kuyusuna' atılıp kaybedilen güzellik! Görüle-
bilmesi için, önce 'kokusunun alınması' gerek. Nefsaniyetten kurtanlması
gerek. (Gönül ehli, Yusuf'la ilgili âyetleri böyle yorumlamak eğilimindedir).
Ama yalnızca güzellik, 'cemaF, yeter üstünlük sağlasaydı, son peygam-
ber Yusuf olurdu. Oysa, değil.
ResuluUah, yukandaki hadiste iki önemli işarette bulunuyor:
Birincisi, Yusuf Peygamber'den 'kardeşim' diye söz.etmesi. Peygamber-
ler arasında ayınm gözetmeyi men eden âyetin bir uygulaması. Ama aynca,
'kardeşim' kelimesinde, zaman sıralamalannı kesip atan bir çarpıcılık ta var.
Kim kimden büyük, kim kimden önce, kim kimden sonra?.. Peygamber-
ler, Allah'ın her an var olan esmasının (yani isim ve sıfatlannın)
bulanık olmayan, pınl pınl akisleridirler. Aynı çağda ve hep bir ara-
dadırlar. Resulü Ekrem, yalnız basit bir tevazu ifadesiyle 'karde-
şim' demiyor. Peygamberlerin (ve Ademoğlunun) ölmezliği içinde
ve aynı demde birbirlerini tamamladıklarını söylemiş oluyor.
Bahis uzun, bu kadar temas edip işaret olunan ikinci noktaya geçelim:
Melih, yani tuzlu, çeşni dolu, tâ içimize tesir eden güzellik! Bir başka ifa-
deyle bu güzelliğe, 'muhabbette gizli güzellik* te diyebiliriz.
Melih sıfatı, tıpkı bütün katkıların dengeli bîr şekilde karışımın-
dan meydana gelmiş lezzet gibi.
Peygamberlerin her birinin üstün vasıflan muhabbet potasında eritilmiş,
kanşfanlmış ve ahir zaman peygamberini meydana getirmiş.
Ahir zaman peygamberi unvanı, bu esma ahengindeki üstünlü-
ğü, erişilmezliği anlatıyor. Erişilmezliğinden ötürü en son!
Melih sıfatına erebilmek için, îslâmın büyük ilkesini tam anlamış olmak
gerek: Tevhidi! - îslâmın bu ana kuralı, elbet tüm peygamberleri de tevhid
eder ve muhabbetin Muhammed vücudunda birleştirir. Peygamberler ara-
sında ayınmm yasaklanmasının bir nedeni de bu: Sentez bozulmasın!
Yüce Peygamberimizin bütün hayat hikâyesinde, nasihatlerinde ve dav-
ranışlannda coşup kaynayan muhabbet, esmanın tevhidinin tabii bir netice-
sidir. Muhabbet, kupkuru sevgi değil. Hattâ aşk ta değil. Daha yüce, daha
kalıcı, daha geniş: Muhabbette sevdiğinin üzerine titreyen, kollayıp
gözeten, gah azarhyarak, gah öğreterek sevdiğini yüceltmeye çalı-
şan fedakâr ve güçlü bir sıcaklık var.
Gelmiş geçmiş tüm peygamberler. İki Cihan Serverinin kırk yaşına
kadarki hayafanı oluştururlar. Hatemi Deyyan, bu-basamaklann varabildiği
kemal noktasının adıdır. Ve O. bütün güzel sıfatlara sahip olduğu için, 'me-
lih'tir. ^05
TEK ADEM -TEK ALE
Dünya ve ahiret kavramlan hayatımızda öylesine yer etmiş ki,, şu dünya
zemininden ötede, belki gök katlan arasında bir başka zemin bulunduğunu
farzedenlerimiz çoktur. Hattâ sorsanız, kimi, göklerin üzerinde şehirler,
kalabalıklar bile hayal eder. Sanki bir burası var, bu âlem, bir de orası, öteki
âlem!..
Oysa, hakikat, orası burası ayınmını kaldırıp tevhide varmakta-
dır. Şüphesiz, âlem dediğimiz, tek âlem: Tevhid bakışında! - - Ama, bakış
çeşitli... Bakışın yönü, aracı, gücü değişik... Bu sebeple, kesret bakışı içinde,
"âlemler.,!.. . .
Tek âlem kavramım anlayışımıza kolay sindiremeyişimizin
sebebi, aslında Âdemi de tek görmeyi becerememekten gelir. Tek
Ademin vücut bütünlüğü içinde kâh mânâya sarılır, mânâya baka-
rız, kâh maddeden başka şeyi göremeyiz. Mânâyı görüş, 'ahiret'
kelimesiyle anlatılmak isteneni verir. Maddeye bakış ise, işte şu
gördüğümüz kadarını var saydığımız dağlı taşlı, sinemah televiz-
yonlu âlemi sunar.
'Hiç ölmeyecekmiş gibi bu âleme, hemen ölecekmiş gibi ukbâya' sanl-
mayı emreden hadisin bir yorumu da şu: Peygamber emri yerde kalır mı?
Tek Adem, bazı nüshalannın yeteneğiyle mânâya yönlenirken, büyük kala-
balığı oluşturan diğer nüshalanyla da madde âlemine dalar. (Bundan ötürü
de, kâh 'batı zihniyetli*den, kâh 'doğu zihniyetli'den söz edilir.) Madde
âlemi çokluk âlemi olduğu için, Âdem de buraya bakışta çok görünür.
Oysa, ilk yaradıhşta da tek Adem, en sonda da tek Âdem: Maddede,
'Beşer', mânâda, 'Ahedîyet'!..
Biz büyük çoğunluğumuzla yalnız maddeye dönük bakışlar olduğumuz
için, meselâ her bireysel ölüm olayını bir başka âleme göç gibi farzederiz.
Oysa göç eden, yön ve araç değiştiren. Âdemin binbir bakışından biridir.
Maddeye değil de mânâya garkolup bakabilseydik, kendimize bir tek
âlem yarattığımızı görürdük. 'Ölümler' diye adlandırageldiğimiz de, bu âle-
min yüzeyinde mânânın nefesinden oluşup oluşup sönen kabarcıklardan
ibarettir. Mevlânâ'nm deyimiyle 'rüzgâr gizlenmiş, kaldırdığı toz görünür
olmuş!'
106
Mânâya- yönelik bakışı bir cümleyle ifadeye çalışalım: Mânâ bakışı
tefekkürdür, düşüncede bakmakür. Onun için de, yüce Kur'an,
ibadetlerin en makbulünün tefekkür olduğunu vuı^tılar.
Tefekkür bakışının kaynak noktası, varsaydığımız tüm oluşun merkezidir
Bu merkezde mânânın tefekkürü, hakikatin işleyiş ve kuraJlann»
dan sinyaller yakalar. Bu kurallan öğrenip uygulamayı beceren,
madde âlemi dediğimiz bakış yönünde de hakikatin sunduğu oyu-
nun keyfine vanr: îki âlemi tek eyler. 'Rahrnaniyetime iştirak edin' ilâhi
emrine, bilerek, isteyerek uyar: Maddeyi ve onun kurallannı yaratmaya 'oF
dercesine katkıda bulunur. (Bir ulu kişi sözü: "Allahın sevgilileri 'ol!'
demekten edep ettikleri için 'BismiUahirrahmânirrahim' derler.„)
Ya maddeye sanlan?.. Eğer maddeyi olsun tefekkür etmeyi elden bırak-
madıysa, maddeden mânâya vanr. Mutlak vanr. İşte, binbir keşfinden İlâhi
Kudreti gören Einstein, işte hattâ, inkânn doruğuna varmış tefekkürden
ömrünün sonunda *ikran' yakalıyan Sartre.
Mânâdan maddeye inmek mi, maddeden mânâyı bulmak mı? Hangisi iyi,
hangisi kötü? Hangisi tatlı, hangisi acı?
''Acı ile tatlıyı bir görmiyen çekti azap!
01 azaptan kurtulup Sultân olan anlar bizi!..,.
107
44
kendine iyi bak.
GOZBEBEGISIN
:SEYH GALİP)
99
İnsan, yarattığı eseri sever. Hattâ, kusur bulunmasına tahammül edemi-
yecek kadar sever. Ana babanın çocuğuna, san'atkânn ortaya koyduğu
esere bağlılığı bunun misalleridir.
İnsanın kendi yarattığı putlara tapması da aynı içgüdüsel eğili-
min sonucudur. Putlarımıza günümüzde de toz kondurmayız: Para
putumuz için yapmıyâcagımız fedâkârlık yoktur. Onun uğruna
cinayetler, harpler, türlü entrikalar günümüzde de sürmüyor mu?
Israiloğulİannın altından döktükleri buzağı heykeline tapmalan,
ilk çağların gerisinde kalmış bir olay değil. Taptazeliği, güncelliği
sürmekte. Kimimiz var, putumuzu âleme gösterip övünmek için
kâşaneler kurarız. Kimimiz de var, altından putlarımızı kıskanıp
kasalara kitleriz...
Kendi eserimiz olan 'gurur'umuz da, 'benliğimiz* de, uğruna inat noktala-
nna kadar giderek ömrümüzü kurban ettiğimiz putlanmız değil mi?
Eserimize bu bağlılığımızın kaynağı, usturlubunda yaratıldığımız yüce
Hâlikimizin bizdeki eksik, kısıtlı hâlidir.
Gerçekten Allah" ta, yarattığını sever. Şaheserine, 'sen olmasaydın bu
âlemi yaratmazdım* hitabıyla iltifat etti. Ona aşkını söyledi.
Ahzap suresinin son âyetlerinde insanın Allahın emanetini yük-
lendiği ifade edilir. Emanetten maksat» Allahı temsil etmek, O'na
yeryüzünde halife olmaktır.
Âyet, şöyle bir anlam veriyor: "Biz emaneti göklere, yere ve dağ-
lara teklif ettik, onlar yüklenmekten çekindiler, endişe ve telâşa
düştüler. İnsan kabul edip yüklendi, çünkü o pek zâlim ve pek
cahildir. „
Ayetteki *zâlim' ve *cahir sözlerini yukanda işaret etmeye çalıştığımız ilâhi
sevginin ışığında yorumlamak gerek. İnsan zalimdir, çünkü ilâhi gücü temsil
ederken kendine zulmeder: Kullandığı gücün kaynağını, bu kaynağın mahi-
yetini kavrayamaz, dertten derde düşer. Yerle gök arasında çaresizdir. Ne
yerdedir, ne de gökte.
108
Âyette emanetin teklif edildiği yer ve dağlar madde âlemini, gök
ise mânâ âlemini simgelemektedir. Yani, madde de, mânâ da, tek
başlarına ilâhi kudreti yansıtamaz. Ancak insan hem yerle ve hem
de gökle ilişkilidir. O, pek çok âyetin bir anlamdaki yorumuyla,
'yerdekiler ve göktekiler arasmda' olandsr.
İnsan, madde ve mânâ kefelerinden oluşan teraziyi dengede tutan üstün
yaratıktır. Terazi öylesine dengededir ki, ibresi ahediyeti gösterir!
Gene pek çok âyet ve hadisle işaret buyurulduğu gibi, insanın önünde iki
yol uzanır: İkisi de mübarek iki.yol... İnsan, ahediyetin ibresini oynatmadan,
yani kendi birleşik özelliğini terketmeden, ya yüzünü maddeden yana çevi-
recektir, ya da mânâya bakmayı yeğliyecektir. Yani, ya benliğini kurtarma-
ya, ahiretini, cennetini sağlamaya çalışacakür, ya da benliğini ilâhi kudret
içinde eritip yok etmeye...
Mevlânâ, benliğini cennete atmaya uğraşanlann bağlı olduklan madde
ve tabiat âlemi ile, mânâya garkolma uğruna benliklerini hiçe sayanlann
kavuştuklan sonsuzluğu mukayese eder ve şu zarif ifadeli sonuca vanr:
Takat bu tabiat (benlik) âleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler
vardır ki, tabiata yönelmiş canlar o meydanda cansız bir hale gelirler. (Yani,
insana nisbetle taş toprak ne ise, mânâya yönelene nisbetle benliğe sanlan
da öylesine ölüdür.) Bu haberlerden nasibi olmayan can Tann tapısına maz-
har oldu. Canlann canıysa, Tannya mazhar!,.
109
Zaman zaman ortaya çıkan, bir ruhun muhtelif çağlarda çeşitli kişiliklerde
göründüğüne ilişkin hikâyelere bayılınz: İngilterenin falanca kasabasında
onbeş yaşındaki bir çocuk, ortaçağda Hindistanda yaşadığı 'daha önceki
hayatından' hatıralar nakleden ya da meselâ bir Amerikalı kadın/eski
Yunanda Eflâtunla yaptığı sohbetlerden söz eder... Bu, reenkamasyon
denilen, müstakil ve kişilik sahibi bir ruhun, çeşitli zamanlarda değişik
vücutlarda hayat sürüp ölüşü, sonra, tekrar tekrar dünyaya gelişi iddiası,
nasıl yorumlanabilir?
Hemen şunu söylemek mümkün: Bu hikâyelerin çoğu yalan değil, ama
eksiktir Daha doğrusu, bu hatırlayışta, projektörlerin geçmişteki bir tek kişi-
lik üzerine çevrilmesi yanlış fikir uyandırmakta!
Hatırlayış, cümle âlemin, tüm beşerin, 'tek Âdem' oluşundan
filizlenmekte. Tek Âdemiz biz. Becerebilsek, hepimiz, herbirimi-
zin, gelmiş ve geçmiş herbirimizin hayatını yaşardık. Ama bu,
kemal idrakinin işi. Bizler, o 'tek oluşu', işte böyle zaman zaman,
bîr başka kişiliği hatırlayarak ortaya koyarız. O hatırlayışta hiç bir
insanüstülük te yok. On onbeş tabağı çubuğunun ucunda döndüren hüner-
bazın marifeti, ya da 2 metre kırk santime konmuş çıta üzerinden yüksek
atlama rekoru kıran atletin becerisi gibi. veya meselâ üç böbrekli insan gibi,
enden ama Âdeme mahsus bir hal...
Reenkamasyon, şu anlamda, bir özleme gerek göstermiyecek
kadar gerçek: Âdem yenilenir... Vücudumuzun hütcreleri mütema-
diyen ölüp ölüp yenilenmiyor mu? Hücrenin biri 'ben daha önce de gel-
miştim, bu vücutta vardım' dese, ne derece gerçek, ya da ne derece gerçek
dışı? Önemli olan, vücudun hücre sistemi ile devam etmesi. Ölen hücrenin
yerine, aynı fonksiyonu yerine getirecek yenilerinin türemesi. .. Âdemin
'tüm'ünde de böyle: Belli huylarda, yani belli esma bileşiklerinde 'kişilikler
ölür gider, ama aynı eğilimlere sahip yeni kişilikler doğar, yaşar...
Alternatif elektrik akımı gibi: Alternatif akımda, her artının, ya
da her eksinin kendi başına bağımsız bir hayatından veya aynı 'ki-
şilikte' bir artının ya da eksinin ara sıra akımın içine gelip gittiğin-
den söz etmek ne kadar anlamsız olurdu? Anlamlı olan akımın,
alternatif akımın, doğum ve ölümleri peş peşe sıralıyarak var olma-
sıdır.
Artılar ve eksiler, doğumlar ve ölümler, o akımın hayatiyelnin sebebi...
Denizden alınan bir bardak su. tekrar denize boşaltılsa, ve sonra tekrar
denizden bir bardak su alınsa, o su, bir evvelki bardaktaki sudan ne ayndır.
ne de gayndır.
1 10
'Cüce maksatlan bırakıp Maksadullah'a bakmak' gerek.
Âyet, ruh hakkında soran olursa 'Bizim üflememizdir' cevabının verilme-
sini emrediyor. Yani kişilik üfl ey en de.Tek . Gerisi, üfleme, nefes... Üfleyeni
unutup, üflenen nefesin her zerresinde kişilik aramak boşuna değil mi?
Şu âlemi yaratan, can kudretiyle oynatan, o tek üfleyiştir. Ö nefesin rüz-
gândır. Mevlâna ne güzel sitem eder. ""Rüzgân gizledin, kaldırdığı tozu gös-
terdin..,
Şüphesiz, 'nefes', 'üfleyiş' kelimeleri.de, kelime olduğu için âciz. Yanlış
fikir doğmasına sebep olabilir. Sanki biri. Ademin dışından üfleyen birtorta-
lığı körüklüyormuş gibi... Her beyanı en zarif ve en ince hesapla beşer
idrakine hediye eden yüce Kur'an onun içindir ki, 'ruh üflememiz-
dir* demiyor, 'üflememiz olduğunu söyle' anlamında uyarıyor.
Açıkça, 'Sen öyle anlat, ancak o kadar anlatılır' mesajını veriyor.
Ya kişilik sahibi ruhlardan söz eden, ruh çağıran, onlarla konuşma teknik-
leri geliştiren fizik ötesi ruhçuluk? O ne?
Şu kadannı söylemekle yetlnelim: İlâhi Kudret, rezzâkür. Rezzak,
her inanışın rızkını verir. Yani o inanışa gerekli delilleri o inanışın
önüne serer.
Bu, varoluşun ana ilkelerinden biri. Onun içindir ki. Peygambere
veya küfre imandan tutun, ruhun mu maddeyi, maddenin mi ruhu
oluşturduğuna, en sağdan en sola bütün siyasi akımların dayanak-
larına, hattâ pozitif ilimlerin sık sık değişen teorilerinin gerekçele-
rine kadar, her inanışın nzkı verilir... Ki, hayat tadına varılır olsun.
İlâhi Kudret, gören göze binbiroyunla sergilensin...
111
REENKARNASYON
KONUSU
Tâ Hint tefekküründen gelen bir inanış, beşerin bir bölünnünü her
devirde nneşgul etmekte: însan ölünce, ruhunun kendi serbest ve bedensiz
kişiliğinde kalacağını ve bu 'bir insanlık' ruhun tekamül etmek üzere yeni bir
beden bekleyişi içinde olacağını, sırası gelince o bedene gireceğini, böylece
bir insana mahsus ruhun yeryüzü hayatına defalarca geleceğini var say-
maya kısaca reenkamasyon denmekte.
Ruhu, böyle birer kişilik ruhlar halinde düşünmek ve bu ruhlann tekrar
tekrar birer kılıfa bürüneceğini farzetmek, tevhide, yani birliğin ana ilke
kabul edilmesine ters düşer gibidir.
Ancak, Âdemin zihninin ya da gönlünün takıldığı her noktanın bir aslı var-
dır. Yorumlanmaya, düzeltilmeye muhtaç olsa da, Adem'den ortaya çıkan
davranışlan tümüyle reddetmek yerine, o davranışın ya da o fikrin özünü
esasını araştırmak, şart. Neden: Çünkü Âdem İlâhî Kudretin usturlub unda-
dır ve ondan sadır olan şey bir kalemde reddedilemez. Hikmetine vamıak
gerekir. -
Yukanda özetlediğimiz bakış açısını -hiç değiştirmeden kabul etmek,
evvelâ, ilâhi Kudreti sınırlı bir güç kabul etmeye vanr: Sanki İlâhi Kudret
ancak bir miktar ruh yaratmış ve onlan gide gele şu âlem hayatini sürdür-
meye memur kılmış gibi...
Varoluş, İlâhi Kudretin, âyetle de belirtildiği gibi, bir tek nefesiyle (KUN!)
ruhlanmıştir. Ruh dediğimiz. İlâhi Kudretin var etme tutkusuyla kıyamete
kadar yankılanan bir nefes verişidir. Geri alıncaya kadar sürer...
O tek nefes, o tek ruh, varoluş denizinden dalga kabarcıklannı kaldmr ve
onlan başlanna buyruk yaratıklar gibi sürer oynatir. Ruh. birer bedenlik cüz-
ler halinde bedenlere tekrar gelmez, ama. devamlı Âdem nüshalanna can
verir. Hep p tek ruh.. Bu, Âdemdeki tekrara, bu Âdemdeki ısrara reenkar-
nasyön denirse, doğrudur.
. Bir tek yüz: Cemalullah.- Nereye dönersep. nereye bakarsan, hep Onun
J/Ü2Ü. O tek*in.(Semmeveçhullah âyeti;)
Bir nehir, dumıadan akar. Önemli olan. esas olan, nehrin akışıdır. Teker
teker su damlacıklan değil. O su damlacıklan bir daha geri dönmezler.-
Tüm'ün kaderi içinde hal değiştirirler.
112 ~-
o tek yüce ruh'un maddeyi canlandinşını bir de şöyle anlatmak müm-
kün: Bir nefes, üflendiği müzik âletinin, yani bedenin özelliğine göre ses
verir. Nefes, hep aynı nefestir ama, girdiği vücutlar değişik. Değişiklik, özde
değil, teferruattadır. Ve o nefes, ses verdiği, can verdiği vücuttaki işini biti-
rince, müstakil ve bir âletik nefes olarak kalmaz. Diğer yandan, şu da ifade
edilmeye değer: Ölüm yok ki, kişisel bir ruhun tekrar geri gelişi olsun. Ölüm
dediğimiz, eşyanın, mânâya ayak uyduramadığı için çekilmesidir. Biz, eşya-
mız, bedenimiz, o tek yüce ruha ayak uyduramadığı için, eşya, mânâyı ifade
edemediği içia ölürüz. Ölüm bedenin aslına teslim olmasıdır. Asla dönüş-
mek üzere harekete geçmesidir.
.Ruhun, aslın; tekâmülü de söz konusu değil. Tekamül eder gibi gözüküş,
filmin baştan sona doğru oynatılışı içinde olaylann gelişmesinden ibarettir.
Film tekâmül etmez. Sona doğru akar, o kadar.
Bir elma ağacının tüm vasıflan elma çekirdeğinde mevcuttur. Çekirdek
halden hale geçerek sona doğru ilerler. Bu ilerleyişte, tekâmül değil, kader
çizgisinde seyir söz konusudur. Bu açıdan bakınca dahi, reenkamasyon
düşünüşünün, yönüne oturtulması gerekir: Ruh cevherdir. Cevherin tekâ-
mülü olmaz.
Âdem, o Allah usturlubundaki halife, kendi idrakinde boyuna reenkar-
nasyona uğrar ve boyuna kesrölur, çoğalır:
Tek tek her birimizin, bizden öncekilerin ve bizden sonrakilerin, *Beni-
İdrak'te- tekrarlanagelen Âdemde, katkı ve payımız vardır.
Her birimiz. Âdemdeki öğeleriz. 'Elin^ kolun şahadet eder' âyetinin bir
anlamı da budur: Âdemin her nüshası, Âdem fiiline kendi cüz'i bildiğince
şahadet eder.
113
İMAN VE KÜFRÜN
DENGESİ
Resulü Ekremin sineye çekmek zorunda kaldığı ızdıraplardan bir iki kısa
haürlatış, peygamberliğin bedelini gözler önüne seriyor: Tıpkı hadisi şeri-
fin uyansı^gibî: "Ey eziyet ve zahmet, şiddetlen ki çöztiJesin.^
Hadis, "her müşkülden sonra bir gönül ferahlığı vermedik mi?„
ayetinin biberli bîr tekran. Ve gerçekten, Ebu Sütyanla mücadeleden
ve çekilen eziyetlerden sonra Islâmın muhteşem yayılışı, İki Cihan Serve-
ri nin adının kıyamete kadar Allahın adıyla beraber anılmak üzere gönüllere
nakşolması, âyetin ve hadisin kesin delilleri...
Resulü Ekrem imanın tezi ise, Ebu Sütyan da antitezi. Küfrün temsilcisi..
Ancak tezin karşısına antitezin dikilmesiyledir ki, hayat filmi seyredilir olur.
Mücadelenin meyvesi, zafer, ikram edilir.
Ebu Süfyânın çizdiği tip, tarihin her döneminde ve her memle-
kette muhabbet ve ihlas kaynağının karşısına dikilir, gerilim
yaratma görevini sürdüriir.
Cereyanın doğabilmesi için direnç şart değil mi?
Dereji tahdit eden dere yatağı olmasa, dere akmaz, uyuşuk bir
göl olur!
Ebu Sütyan temsil ettiği tipin en uç noktasıdır. Zirvesi. Çünkü, karşısında
- da insanlığın kemali, muhabbetin zirvesi var. Resulü Ekremin karşısına sıra-
dan bir muhalif yakışmazdı.
. Tasavvuf hep tekrar eder: Âdem, ^nüshai kübra^dır. Yani âlemin bir nüs-
hasıdır. Hattâ, mânâ bakışı içinde dememiz doğru olur ki, Âdem, ^âlemi
kübra'dır. Asıldır. - Tarihin her döneminde her toplumdaki tez ve antitez
mücadelesi Ademin kendi varlığında da mevcut. Âdemin benliğinde de ne
Nur-u Muhammediler, ne Ebu Süfyanlar var!..
^ Hattâ şöyle diyebiliriz: Küfür, yani inkâr (çorbada tuz miktannca)
Ademde olmasa, hayatiyet son bulurdu. Vücut küfre, inkâra karşı antikor
üretemezdi. Bundan dolayıdır ki, en imanlımız bile zaman zaman şüpheye
düşer, içini inkâr direnişi sarar. Yüce Peygamberimiz bile ân^oldu
tereddütlere düştü. Bu tereddütler yüzündendir ki imanını güçlen-
diren vahiyler aldı. Yukanda temas ettiğimiz İnşirah suresi bunun
pek çok delilinden biridir.
Gerçek dinin tevhid dînî oluşunun pek çok yönlerinden biri de
bu işte: iman ve küfür, gönül ve nefis, ruh ve beden, hak ve bâül hep
Ademde tek vücut sehtezindedir.
Bu sentezin verdiği yücelik sebebiyledir ki antitezden mahrum
melekler Ademe secde ettiler!
Daha önce de başka bir vesileyle temas ettiğimiz bir hadisle sözümüzü
bağlıyalım: "Eğer hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder ve
yerinize, günah işlediği için af dileyen bir toplum getirirdi.,,
GöRilüyor ki, insan sentezinde sevaptan da. günahtan da önemli olan.
sığınmadır jj_^
Hep demeye çalıştığımız gibi, Âdem tek. Biz hepimiz o Âdemin görünüş-
leriyiz. Hazreti Âdemin, ahediyetten kesrete (çokluk âlemine) inince, kendi
kendinin hem halkı (avamı!), hem de peygamberi olmasının başka bir izahı
inandıncı mıdır? Âdemden bu yana ümmet hiç artmadı. Ümrnet hep kendi-
sidir.
Her bir çınar yaprağı, irili ufaklı, açıklı koyulu olsa da, 'çınar yaprağı'ndan
başka şey değildir. Saranp solsa, dökülüp dağılsa bile, nüvesiyle. özüyle,
çınarda gizlidir ve ertesi yıl yine aynı dalın ucundan görünüm kazanır. O
yaprağın bir önceki yılın yaprağının aynı olmadığını da, gayn (başka) olma-
dığını da ileri sürmeniz mümkün. Ayn diyen 'kül bakışı' dediğimiz genel ve
kapsayıcı bakıştan uzakta kalmıştır. Ayn değil diyen, öze bakandır.
Sorun şuradan kaynaklanıyor: Bir şeyin türü ile o türün değişik pozlar-
daki görünümlerini, ömeklerini kanştmyoruz.
Her bir çınar yaprağının tek tek kim üzerinde durur? Koskoca kumsaldaki
kum zerreciklerini kim ayn ayn numaralayıp isimlendirmeye kalkar? Numa-
ralayıp isimlendirse ilim mi yapmış olur? Su damlalannı denizden ayn görür
müyüz? Milyonlarca koyunu 'koyun'. genel adıyla, binlerce aslanı 'aslan*
cins ismiyle ananz da, insana gelince türü değil, bireyleri ön plana çekeriz.
Fark? Fark var elbet. Âdem âlemin merkezi! Fark burada. Ama merkez
oluşu da tekliğinden geliyor!
Bu bıüanık bakışa da sebep şudur: Türün bütün örneklerinden
varoluşa bakan, aynı tek gönü]. O tek ilâhi güç. Ve, ilâhiliğinin,
şerik tanımazlığının coşkusu içinde baktığından, içinden baktığı
her örnek, (alışılmış deyimle her suret), o aslın etkisiyle kendini
bağımsız sanır.
Yukanda anlatmak istediklerimize biraz ısındıysanız. Yüce Kur'anın ilk
suresi olan Fatiha suresinin o benzersiz duasını, tek Âdemin dudağından
okuyun:
"Bize doğru yolu göster, sapıtanlann, şaşırmışların yolunu değil. ..„ Bu,
tüm Âdemin boyun eğişidir, kulluğudur.
Bu ilâhi duada hem *biz' sözüyle belirtilen bir müştereklik, bir birlik var.
hem de 'sapıtanlar'dan, yani bu birliğin dışında gibi görünenlerden bahse-
dilir.
Eğer Âdem tekse, yorum nasıl olmalı?
115
Gene hep tekrarlamaya çalışüğımız ^bi, sorun bakış 'ta. Tek
Âdem bakışına sahip olabilen kendini o 'biz' sözünden ayn gör-
jnez! Tüm Âdemin korunmasını niyaz eder. 'Sapıtanlar' sözünün
kapsamına girip 'biz'den ayn gibi kalanlar, kendini 'biz birliğinde'
saymıyanlardır. Bireysel bakışta ısrar edenler. Yüce Kur'anın
bireysel tutumlardan bahseden bütün uyanlannın nesnesidirler. O
uyanlar bireysel bakış için. Bireysel bakışın kendine yarattığı dün-
ya, o hudutlu, boyutlu, cehennemli dünyadır.
Islâmın birlik dini olduğunu unutmayan için ise, birliğin bayrağı
altında tek oluşun engin ölçüleri hüküm sürer. İşte o 'birlik' bilin-
cine varan, daha doğrusu, o tek gönül'ü kendi bakışında sezinli-
yen. Fatiha suresinin duasındaki 'biz' sözcüğünün kapsamındadır.
Duası, İlâhi kudrete bu derece yaklaşmış 'biz'in duasıdır!
Hazreti Ebubekir, Cehennemi kendi vücuduyla kapatmayı ve böylece
kimsenin içeri girmemesini niyet etmedi mi?
O yüce dudaklardan dökülen dua, duanın özüdür. Fatiha süresindeki
duanın tekran! Ama, Hazreti Ebubekir'in bakışına göre.
Yoksa, bakıştan fışkıran nur, yarattığı eşyanın (yeteneğine göre)
her bir köşesinden başka yansır!..
116
AĞUSTOSBÖCEĞİNİN
TÜRKÜSÜ
Tasavvuf bakışı, bîr şeyin ya da bir olayın bir tek yüzünden oku-
nan hakikatle yetinmez.
Hakikat billurdan yansıyan ışık huzmeleri gibi, binbir renkli,
binbir yüzlüdür. Her bakış açısı bir yeni hikmeti gözler önüne
serer. Tek nurun, huzmelerde çok gibi görünüşü.. .
Meselâ, Ağustosböceği çok etkili bir sembol. Maddesel hayatin şaşmaz
bir kuralını çocuk kitaplanna bile geçmiş bir hikâye ile unutiilmaz kılar:
Boşuna zaman geçiren tenbelin akıbeti, yazın sonunda aç kalan ve kışı
geçirmeye ömrü yetineyen Ağustosböceği ile misale bağlanır.
Kristalin başka yüzlerinden yansıyan ışıklara da bir bakalım: Gerçekten
boşuna mı öter Ağustosböceği? 'Abes yok' ilâhi Hükmünü hatirlarsak, hayır!
Cisimlerin, ışığın, hattâ kokunun değişik tiîrlerinin bitki, hayvan ve insan
hayatim nasıl etkilediğini ilim kanıtlıyor. Ya sesin etkisi?
Yaz gecelerinin o bitmek tükenmek bilmeyen cayırtisı acaba hangi tür
hücrelerde hangi tesirleri yapıyor? Yaşama nasıl bir katkı sağlıyor? Doğal
budayıcılar olan çekirge sürülerinin bile yok edilmesinin bazı cins bitkilerin
gelişmesini önlediği çağımızda artik biliniyor. Ağustosböceğinin cayırtisını
kim 'abes' sayabilir?
Bir de mânâ yönünden yansıyan bir ışık huzmesine eğilelim:
Meselâ kannca, ilâhi lütfün kendisi için takdir ettiği önsezisiyle kışını yaz-
dan emniyete alıp yiyeceğini biriktirir. Hikmet açısından bakarsak, ilâhi
lütiif, Ağustosböceğine de kışı geçirtir: Yumurtasını, yani kendisini yenile-
yecek tohumu gelecek yazlara aktararak... Kendini bütün özellikleriyle
kendi yumurtasında konserve ettirip ertesi yazlara vardınr.
Âdem de, kendi hars, yetenek ve birikimlerini spermlerinde depolayıp
asırlardan beri yeryüzünde devam ettirmiyor mu?
Bir kez daha demiştik: Ağacın teker teker yapraklannın ölü-
münü gözlemek kolay. Koca bîr çınann ölümünden de söz edilebi-
lir. Ama varoluşunu yaşadığımız bir ormanın doğal ölümle öldü-
ğünü kolay kolay göremeyiz. Yaprak, ağaç ölür, ama orman, yap-
raklan ve ağaçlarıyla, yaşat!
117
He^D^ vardır °??' f^" ^j* m^"*^" öJdüsan.nz. Oysa o her yaz vardır!
Mep vardır. Gecelen dolduran cırcır sesiyle sanki kıt idraklerle
a ay eder ve şöyle der: Ben hep vanm. ölmen,. Hep y^' . ytS Hat
H.S '^""," I"?"™- °""" «arhoşluğuyla zikL halindeyhî
ke!SinTf- ^?"l^~ ''^-'^^"' '"^"^*" "=y«"- y^la k.ş. bir etmişle^n
T?U Â^^'*?l°''^^'"'" "^"^^•"^^ ^^hi yakahyabilir. *™'*'^""
TeStîkeTJaoLtn «l'°'™t-^""'^ '^'' ölümsüzlüğü yakahyabilelim.
eKer teker yapraklan olmuş gibi görünse de. bir orman vahdetiule heo
yaşayan Adem olduğumuzu bilelim vanuenyie nep
Z^J,t, ^^^"'' 9^'f «^ Adem. bütün zamanlan beraberce yaşar.
i:aman. onun varoluşunun adıdır. «=y«far.
Velilerde, peygamberlerde hayatını sürer... Ve Pevaamberl*.rin
Peygamberinde donığuna ulaşır. i-eygamberlenn
rJnfuT ^''^'" """sJjnizce beşerim!., hadisinin hükmünü tadarak zer-
recklenn. yapraklann. onnandaki bütünün idrakine ıjSırabl
118
YASAMIN HEYECANI
Tâ Habil-Kabil olayından bu yana milyonlarca insan milyonlarca insanı
öldürdü. Daha da öldürecek! Kimi an gelir, kitle halinde, kimi an birer iki-
şer... Harpte, ya da kazaen, yahut ta isteyerek, cinayeti planlıyarak, uzun
uzun mizansenler hazırlıyarak... Hattâ başka heyecan sebebi kalmayınca
son gerilim zevkini kendini öldürmekte bile bulan var! — Ama insanlık tarihi
boyunca şu tekrarlanageliş, öldürme olayının etkisini bir nefes alışın tabiili-
ğine dönüştürmez mi?
Oysa, hayaü etkili eylemek, oyunu seyredilir kılmak gerek: Oyunun yaza-
n, ya da rejisörü sahnenin birine bir sürpriz, bir diğerine bir heyecan katar:
Bakarsınız, Kennedy,* dünyanın bir numaralı süper devletinin en sevilen
başkanı, katledilir. Hem de filmlerdeki gibi, güzel kansının kollan arasında
can verir ki, etkr artsın: Dünya şaşkın, ölüm olayı da en dramatik yönleriyle
gündemde... Yahut, bir başka zamanda, bir başka ülkede, halkın sevdiği bir
başbakan, vatanperver bir dış işleri bakanı, öldürülüverir. Devlet adına! Bir
dalganın diğer bir dalgayı kaldırması gibi, etkisi peşpeşe senelerce sürer
gider...
Şu misal bile yetmez mi: Eğer ölüm tehlikesi bulunmasaydı, bir tel cam-
bazının basit bir oyun içinde, kalan hünerine başımızı çevirip bakmazdık
bile.
Misalleri derece derece çok daha yumuşaklan veya vuruculanyla çeşit-
lendirip çoğaltabilirsiniz: İnişi ve çıkışı mutlaka birbirini takip eden,
her kıvnmında, insanlık tarihinde ilk defa görülüyormuşçasına
değişik bir manzara gözler önüne serilen yoUarl Hep aynı oyunun,
değişik aktörlerle değişik seyirciye sunulması: Yaşam!
Bu yaşam oyununu 'halkedilen' oynar, halk oynar! -* Ve gerçek o
ki, kendi istediği gibi, gönlünce oynar! Rejisör, Hak, halkın gözün-
den bakar, halkın gözünden beğenir. Hep diyoruz ya: Hiç birşey
Haktan soyutlanmış değil. Ya halk O'ndan nasıl ayn olsun?'Halkın
beğenisi. Hakkın sunuşudur. Rejisörün ortaya koyduğu oyunu
halk, O'nun usturlubunda olduğu, O'ndan geldiği için ve O'nun
bakışıyla seyreder: Nereden baktığını bileniyle. bilmeyeniyle!...
Gelin, gerçek isteğimizdeki üpaüplığı en sert noktasından mizana vura-
lım: En korktuğumuz, en istemediğimiz, varoluşu tanzim yetkisi bize verilse
ilkönce kaldınp atacağımızı sandığımız şey ölümdür, değil mi? - Oysa, düşü-
nelim bir an: Ölümü kaldırmayı gerçekten ister miyiz? Tâ içimizden? - Diye-
lim ki, söz bize düştü, kaldırdık: O zaman, doğumu da kaldıracağız tabii.
119
Yaşlanmayı da. İhtiyarlayıp çökmeyi » de. Ve siz, dedenizin dedesiyle aynı
yaşta, esnafeanız sonsuza dek aynı dükkânda, rençberseniz sonsuza dek
aynı tarlada, iç içe, üst üstesiniz! Bitmeyen bir hayatta! - Kabul edin ki, bit-
meyen bir azapta! Müebbed mahkumdan beter! Ne için? Bin sene önce
yaptiğınızı bin sene sonra bile tekrarlamak için... Hiç bitirmek ihtimali
olmaksızın! — Sonuna varmak ümidi bulunmayan bir yolda niçin yürüme-
li? Nereye doğru? Hedef yok ki... Evet, gerçekte istediğimiz, hepimizin
oybirliğiyle istediği, yalancıktan bir dünyanın ölümlü olmasıdır! Tam şim-
diki gibi! Ve öyle yana yakıla istediğimiz için de, istediğimiz gibi olur.
Yaşam, ancak elimizden alınacağı korkusuyla güzeldir!
Kısacası şu: Biz kendi Azrailimizi kendimiz besleriz: Amerikan halkının,
kendi içinden, Kennedy'yi öldüren katili dünyaya salısı gibi. Üç güzide hali-
fenin de, Hazreti Peygamberin torunlannm da katillerinin îslâmm kendi
kucağından ortaya çıkışı gibi...
Kendi celladımızı kendimiz seçeriz. Hattâ meselâ içkiyle, binbir
tehlikeli oyunla hayatımızı ortaya atanz ki, uzun yol, kısalsın. Ve
herbirimiz ayn ayn gelip geçelim, ama kemal yolcusu, hepimizin
akışından, kendi damarlarındaki kan gibi, hikmetin lezzetini alsm.
120
ZORU başarabilmek
Peygamberimizin bir hadisi, İyilik ettiğin kimsenin kötülüğün-
den sakm!\ anlamını taşır. Kimi yorumcular, bu sözün, çevreye iyi dav-
ranmayı önleyici bir etki taşıdığını ve bu sebeple Peygamberimize ait olamı-
yacağını ileri sürerler.
Oysa, özellikle Âhir Zaman Peygamberinin sözleri bahsinde, hikmeti ara-
yarak, tefekkürle, söylenenin üzerine eğilirsek iç içe mânâlar karşısında
olduğumuzu farkedebiliriz. Değindiğimiz hadis te, ancak Muhabbetin Ulu
Peygamberinin ağzından çıkabilecek çok yönlü bir hüviyette.
Önce, kolay bir noktaya temas edelim: Peygamberimiz, iyilik etmekten
kaçınmayı değil, yalnızca , iyilik işlen en kişiye karşı dikkatli olmayı salık veri-
yor. Bu, herşeyden önce, muhatabımîza-kaî^ı^öhürlenmeyi önleyen, ken-
dimizi ona karşı bir nevi emniyete aldığımızı zannetme gafletini silkeliyen bir
uyan!
Ama elbet, başka hikmetleri de içeriyor.
İyiliğe karşı iyilik göreceğini hesaplamak, çok kolay bir ticaret. Tarlaya
ektiğin tohumun en az bire bir semere vereceği emniyetine götürebilir.
Öylesine hesaplı bir sevap, yalnızca, kişinin kendi lehine yaptığı bir yatınm
demektir. Kökeni bencillik olan, açıkgözce bir davranış. Uyan, işte bu planı
bozuyor.
Ya, iyiliğe kötülükle cevap vermenin hikmeti ne ola? İyilik neden kötü-
lüğü üzerine çeker? - Bir sebebi şu: Bu âlem, zıtlıklar âlemi. Eşyanın ve
eşyadan edindiğimiz değer hükümlerinin ancak zıtlanyla görünürlük kazan-
dığı âlem. İyilik kötülüğe, kötülük iyiliğe zemin olur. İyinin üstünlüğü,
küfrün zulmeti içinde parlamalı ki, nuru göz kamaştirabilsin.
Bir de şu var. Hakikati arayan kişi için, şu varlık âlemi içindeki
yaşam, düş kınklıklan yarattığı ölçüde rahmet ve lütuf doludur.
Yalnız gerçek âlemi özlettiği için değil. Çok defa yanlış anlaşıldığı
gibi küskünce bir tevekkülden ya da mücadele acizliğinden ötürü
de değil. Tam tersine, hayaü yaşanır kıldığı için: Sevinçleri ve ümit*
leri düş kınklıklan, düş kınklıklannı sevinçler ve ümitler kovala-
dığı zaman hayat 'tadı çıkanlır' bir hayat olur. Yoksa, el bebeği gül
bebeği misali istediği önünde, istemediği ardında ömür tüketmek kime ne
zevk verir? Bıkkınlıktan, güzeli kaybetmekten başka elde ne kalır?
İyiliğe kötülüğün biberi tuzu kanşsın ki, lezzet olsun!
121
Bîr hak-söz, 'esma canda, şeytan kanda!' der. Yanî Allahın vasıf-
lan, isimleri hayatiyetin kendisi? Ama, kalbin dinmeyen birzikirie
vücudun en uzak hücrelerine kadar yolladığı kan, ki hayat ikshidir,
şeytaniyetin taşıtı!
Ee, öyleyse?.. Öyleyse şeytaniyet yaşamın bir öğesi, yaşamın tah-
rik şartı, 'düzen tekeri'!..
Yoksa, şeytaniyete varolma hakkı tanınır mıydı?
Kanıt mı istiyorsunuz? İşte: "Eğer hep imanlı, itaat eden kişiler-
den oluşmuş bir toplum olsaydınız, sîzi yok eder, yerinize isyankâr
bir toplum yaratırdık!»
iyi, kendi rahmaniyeti içinde, kötüye de hayat hakkı tanır. Ve,
kötüyü iyiye musallat eden, iyinin dayanılmaz çekiciliğidir.
Her peygambere muhakkak, ama muhakkak bir kötü musallat edilmedi
mi? Hazreti ibrahim'in peşine 'babasının can dostu' Nemrut Hazreti
Musa ya 'evinde yetiştiği' Firavun, Hazreti Peygambere Ebu Cehil, hem de
aynı ced'ten, aynı kandan geldiği Ebu Cehil takılmadı mı? Bu uyanlan gör-
mezlikten gelmek mümkün mü?
Hem, hakikat yolcusu için 'kötti' ne ki? Kötü yok. Çirkin de yok. İyinin,
güzelin görünme ortamı var. Kendi özünden yarattığı ortam...
iyilik göreceğini hesaplayarak iyilik yapmak, her kişinin işi.
Kötülüğü bekliyerek iyiliğe yönelmek ise, er kişinin!..
122
YOĞUNLAŞMA
Elin bir parmağının nihayyet bir santimetrekarelik ucundan, par-
makizi alınır. O bir sandmetrekare, her insanda ayn bîr özelliğe
sahip. Düşünmesi bile insani ürpertebilir: Âdemin ilk nüshaların-
dan bu yana, hattâ bu yandan da öteye, kıyamete kadar, milyarlar
ve milyarlarca insan gelip geçmede ve bu milyarlarca kişinin herbi-
rinin bir santinaetrekalerik parmak ucu, kendine özgü. Halik tara-
fından verilmiş geçici kişiliğin mührü!
Bu, gözleme dayalı ilmin şimdiye kadar bulabildiği bir özelliktir. Deri
yapısından göz rengine kadar daha kimbilir başka ne kadar çok ve kesin
farklılıklar var... Meselâ ses titreşimlerinde, vücutlann yaydığı kokularda...
Tek Ademin 'nüshalanndaki' bu madde farklılıkları, mânâda da
aynı ince ayırımların delili:
İnsan, bilindiği gibi, karakter öğelerinin çeşitli kanşımlanyla
kişilik kazanır. Bu kişilikler. Yüce Sâki'nin ten kadehlerine koyup
sunduğu ayn ayn kokteyllerdir ve O, bu değişik kanşımlarla, kendi
kendisini mest eder.
Bu, tefekkür diliyle, Allahın isimlerinin (yani sıfata ilişkin öğele-
rinin) insanda değişik esma görünümleri vermesinden doğan
güzelliktir.
İlâhi kudret, tıpkı bir santimetrekarelik parmak izinde ya da yirmi santi-
metrekarelik çehrede misalini verdiği gibi, bu âlemi bir zenginlik ve revnak
gösterisi içinde, değişikliklerle, gören göze ikram etme amacındadır. Çok-
luk içinde görünen bu Tek'e, 'Ahed' diyoruz.
Bu noktada bir diğer gözleme değinmek gerek: Dünyadaki insan nüfusu,
devamlı bir şekilde artmakta. O jeolojik çağlan takip eden ilk zamanlardaki
insan sayısı nerede, ortaçağdaki, ve sonra zamanımtzdaki insan kalabalığı
nerede? Israrlı bir artş olduğu kesin.
Zaman zaman harpler, büyük salgınlar, çaresi bulunamaz illetler, trafik
kazalan, açlık ve sefaletin getirdiği kitlesel ölümler, hattâ doğum kontrolü
çabalan görülmekte. Bunlar, nüfusta azalmalar değil, budanmalardır...
insan, her şeye rağmen çoğalmakta. Niçin bu devamlı artış? Başk'â canlı-
larda türler tükenir, yeni türler gelişir, onlar da tükenir gider, ama insan.
Âdem. inatla artmakta devam eder.
Niçin? Yukarıdaki gözlemle şu çoğalma gerçeğini bir arada düşü-
nürsek görürüz ki, ilâhi esmanın, yani Allahın sıfat ve hallerinin
detayda gittikçe çoğalan ve çoğaldıkça da yoğunlaşan bir sergilen-
mesi söz konusudur.
123
ilk çağlann çaresiz Âdem kopyelerinden günüınüze doğru gelen
bu gelişine ve bu ikram, bize! Her demdeki Âdeme!
Yoğunlaşma yalnız esma kanşımlannda değil. Âdemin araçlannda da!..
Meselâ, ilâhi kudreti anlatabilmeye yararlı hayat tecrübelerinde ve bilgi-
lerde de çok, ama çok yoğunlaşmış imkânlar emrimize verilmiş: Elektriğe,
elektroniğe ait, uzaya ait bilgiler, öbbm öğrettikleri,, tarihten getirilebilen
misaller, öğrenme kolaylıklannm, kitaptan videoya kadar binbir aracın önü-
müze serilişi ve elbet, — dertlerde de gittikçe artan, ağırlaşan bir yoğunlaş-
ma..
Kalabalığın getirdiği dertler... Kitle haberleşme araçlannm, meselâ tele-
vizyonların, dünyanın bir köşesindeki bir olayı odamıza getirirken belli bir
yerdeki bir insanı binbir kamera içinde çoğaltarak, kalabalığı, yoğunluğu
büsbütün arttınşı, bu artışla beraber binbir probleme hepimizi ortak edişi. . .
Bir tek çiçeğin kokusu başka, bir çiçek demetininki bambaşka!..
Bu yoğunlaşma, acaba, kaynaya coşa bir doruk noktasma yaklaş-
makta olduğumuzun müjdecisi midir?
124
RENKLERİN
TEVHİDİNDEN
BEYAZ GÖRÜNÜR
Bir açık büf eli davet düşünün: Büfede dileyebileceğiniz türlü türlü yiye-
cek. Kuş sütü eksik değil. Ve davetliler... Kimi büfenin etrafında birşeyler
kapışmakta, kimi sırasını beklemekte, kimi binbir lezzeti umursamaksızın bir
köşede başka insanlarla meşgul... Ve büfede yiyeceklerden nasip arayanla-
nn kimi en nadide şeylerin peşinde, kimi bir iki parça ile yetinmiş, kimi de.
i ne seçeceğini bilemediği için hergün alıştığı yemeğin, meselâ bir koskoca
tabakmakamanın üzerine eğilmiş, yemekte de yemekte...
" Şu âlemdeki binbir âdem nüshası o büfe etrafındaki davetlilerden farklı
mı? Kimimiz ne aradığımızı bile bilmeden şuna buna üşüşmekteyiz, kimimiz
en nadide, ama mideye dokunan ağır yemeklerin peşindeyiz, kimimiz de
lezzetin, öz lezzetinf Ama pek azımız. Birde, o koca büfeyi donatan, hazırla-
yan lezzet ustası var. Kaçımız o ustanın tavsiyesine uyanz? ~ Ve sonra, davet
sahibi... Sunulanı boğuşurcasına kapışmak isteyip te neyi kapacağını bile
doğru dürüst bilemiyenleri seyreden davet sahibi...
Acıkmanın itisiyle herkes doymaya, hattâ lezzetle doymaya koşar. Peki
niye herkes ayn ayn şeylerden lezzet alır? Çünkü damak ve dil yapılanmız
birbirinden farklı. Hepimiz damak ve dil sahibiyiz ama, kimimizde, acıdan,
kimimizde kekremsiden, kimimizde tatlıdan daha çok etkilenmek üzere
şartlanmış sinir uçlan var. Bir de, sunulan çok çeşitli, revnaklı. v.
Yaradanın, sofrayı düzenliyenin, birbir esmasından, yani vasıflannı gös-
teren binbir isminden her biri, birer ikişer şu âdem nüshalanna serpiştirilmiş.
Kimimiz cebbar'ız, kimimiz şefkatli ve merhametli; kimimiz aşk dolu, kimi-
miz *âlim' isminden bir gölgelik nasip almış, kimimiz lâtif olmanın, kimimiz
gani ve zengin gönlün hayranı...
Herbirimiz şu varoluş ziyafetinden, 'hakikatlerimize yakışan
şeyleri' alınz. Kendi özeİlîğîmîzî gösterir, açığa vururuz.
*Esma'nın bu dağılımı öylesine ölçülü ve ahenkli ki, tümü birden gönle
düştü mü, *99 esmanın' birleşmesinden tadı alınan Allahı gönle doldurur.
Hiçbir yere sığmayan tek İlâh, gönle sığar.
125
Esma nın hikmetlerine çokça dalanlann kolayca kabul edeceği
gibi, ilâhî esmanm her biri. dozunun derecesince. bütün diğer
esmayı, bütün diğer vasıflan da ortaya koyar. Lâtif isminin, yani lüt-
tun aşın halinin kahretmesi, kahhar isminin bir dozunun lütuf
yaratması gibi...
Ademin herbirinin bakışından, hikmet ehlinin, o aynı mutlak
gücün nurunu görüşü, bundan dolayıdır...
' Daha ilkokulda öğrenmişizdir: Bütün renklerin üzerinde belli bir denge
içinde yer aldığı bir çark, Neurton çarkı, hızla döndürülünce, yani bütün
renkler bırbınnekanşınca, tek bir renk o çarkı kaplar: Beyaz. 'Doksandokuz
esma nın tevhidinden Allah isminin zuhur etmesi gibi... Ve renklerin her
bin, içindeki beyazın (yani bütün renklerin toplamının) dozu azalülıp çogal-
tilarak, akla gelebilecek bütün renklere dönüşebilir.
^ Şu hikmete vanyoruz: Renkleri renk eyliyen hakim öge, içindeki
bütün renklerin tevhididir. O tevhid dozu azalıp çoğaldıkça renkle-
rin revnakı görünür. * '
Tıpkı, şu âleme bakışımızın ilâhi tevhitten uzaklaşması veya tev-
hide yaklaşması oranında, varoluşun müstakil esmalar görünü-
münden 'kül'e (bütün e) yaklaşması veya ondan uzaklaşması gibi.
Niye bakışın uzaklaşması veya yakınlaşması diyoruz? Çiînkü, yanı-
lan yalnızca bakışür. Bakış bulanmadıkca, uzaklaşan, yaklaşan
bırşey yok. Çarkı felek'in tam ortasındasın.
126
ADEM HEDEFE VARIR
SUR
Önce şimşek çakar, gök gürlemesi ondan sonra duyulur, çünkü ışığın hızı
sesten fazladır. Tamam. Sebep bu ama, ya hikmetleri ne ola?
Şu varoluş imkânı önce hazırlanıp sunulun sonra görülür. Kimisi ayan
beyan göremez de, başka oyuncaklarla avunmaya çalışır. Sonunda imdat
yetişir, gaflet bağlan çözülür, kurtanlır.
. İşte şu Adem macerasını ortaya koyan özellikler: Önce, ilâhi lütfü sunuş:
Adı, Mikail. Rızk meleği. Yaşama imkânlannı Âdeme sunan... Sonra, gözler
önüne seriş, öğretiş, anlatış... İlâhi aklın remzi: İşte, Cebrail... -Daha sonra,
gaflet boğuşmasından kurtancı melek: Azrail... Ve, en sonunda, hakikate
uyandıran, yaradılışın amacına döndüren ses: İsrafil...
Âdem macerası dediğimiz. Âdemdeki kâmil bakışın ilahi ihti-
şamı görmesi ile. Sur sesinin görmeyen Âdem nüshalanna da eriş-
mesi arasında meydana gelen kısacık andan ibaret. Işığın, sesten
önce yetişmesinin oyunu... Âyet, Sur sesiyle uyananların dünyada
bir gün kadar kaldıklarından söz edeceklerini bildir miyor mu?
Görüş te, duyuş ta ardarda sunulmakta ki, göz de. kulak ta. muhteşem
Seyribillah'tan nasibini alsın. Âdem. üstün görüşlüsüyle. zavallısıyla, tüm
Adem olarak, gözüyle, kulağıyla, nuru ve nurun etrafındaki gölgeleri ve
gizemiyle, nerede olduğunun tadına varsın.
Peki, Sur sesiyle remzedilen nedir?
Sesin ve ahenkli ses demek olan musikinin günlük hayatımızdaki etkisini
gönnezlikten gelebilir miyiz? Yılanı kıvır kıvır oynatan, deveyi peşine takan,
koyunu kuzuyu toplıyan melodi. Âdeme nasıl tesir etmez? Âlem, duyan
kulağa, bir musiki âlemidir. Ahengin coşkusudur.
Alem böylesine bir ahenk âlemi. Öyleyse, Kıyamet günü üflenen
sur bu ahengin doruk noktası. Musiki ile bile ifade edilemeyecek,
musiki üstü bir coşkulu seda. Maddeye göre mânâ neyse, musikiye
göre Surun sesi de o.
Hikmet ehli. Sur'la kasdedilenin. bütün annonilerin üzerinde birannoni
olduğunu tâ gönül evinde duyar. îlâhi Kudret bu Âlem oyununu, 'dünya
enstrümanının' bam teline basmadan bitinnez. En basit bir konserde bile
şaheser sona saklanmaz mı?..
129
Kıyamet ayağa kalkış, diriliş değil mi? Diri olmayanımız neyle dirilecek?
Coşkuyla. 'Sensin' diye aşkla, hayranlıkla... Sur ile kasdedilen, ölüyü
bîle diriltecek güzellikten doğan vecd halidir. Âyetin buyurduğu
gibi, ürperiştir. Oz'ün topraktan fışkınrcasma İlâhına akışıdır... Bir
konser salonunda, eser çalınıp sona erdiğindeki ayakta alkışlama o muhte-
şem kalkışın yanında misal alınamıyacak basitlikte.
Ya. sur hakkında insanlığın başlangıcından bu yana korku ile söylenen ya
da korkutmayı hedef alan hükümler?
"Onlan korkut, şeklinde özetlenebilen pek çok âyet sebebi yeterince
• açıklamıyor mu? '
Bir de şu var: Diyelim, ordu cihada kalkmış.Mehter. en coşturucu parça-
lan çalıyor. Korkan kim olur: Yalnızca, o hücumun karşı tarafı. Şu âlem oyu-
nunun dürülmesinden korkacak kadar nefisleşmiş olan, Sur'un elbet lâfın-
dan bile ürker.
Âyetin ürperticiliğinden söz ettiği Sur'u böyle anlamak gerek: îman sahi-
bini coşkuyla, nasipsizi ise korkuyla ayağa fırlatan, ama tümünü birden
Allaha koşturan ürperiş. ('Allaha koşacaklar' âyeti.) Rahmaniyetin ve rah-
metin sahibine koşturan, tevhid ürperişi... , •
İlâhî kudret, neyi ahenksiz yaptı kî, sonu 'şimâ'sız eylesin?
130
KAYNAKTAN UMMANA
Peygamberimizin bir hadisi 'her doğan islâm doğar' anlammı
taşır. Fıtreten, yani Yaradanm yüceliği gereği, islâmız. İslâm, her
haliyle temiz olmayı, bulaşmamışlığı, asla uygunluğu ifade eder. Selim
huyun simgesidir.
Rahman Suresinde varoluşun ince bir hesapla, bir mizanla yaratıldığı zik-
redilir ve bu mizanın korunması emrolunur. işte İslama gerçek bağlı olan,
bu nizama boyun eğendir, mizana nza gösterendir. Bu anlamıyla teslimiyet.
Islâmın bir diğer özelliğidir.
işte. Hakka teslimiyet ile doğanz. Hepimiz. Grönland'lı bebek
te, Pigme de. Mekkeli de. Hakka teslimiyet ile/Hak^va^lığmm ikizi,
yani 'mahluk' meydana gelir. ('Biz herşeyi çift yarattık' ayeti!) - Ve
mahluk mahlukluğunun gereğini yapar. Çünkü mahluk olmanm da
bir hakkı var: İşlevini işlemeli. Fıtretteki saflık, nefis ve mânâ ikili-
sinin etki alanı içinde, nefse de bulanmalı. Tıpkı, masmavi bir tabiat
güzelliği şeklinde doğmuş olan Halic'in Âdeme bulaşır bulaşmaz giderek
kirlenmesi gibi... Bu kirliliği hilkatteki saf haline getirmek görevi gene Âde-
min kendisindedir. İşte, Peygamberin var oluşunun madde âlemin-
den göriinen hikmeti! Nefse bulanmış mahluk Peygamberin irşa-
dıyla temizlenir. İslama döndüriilür.
Bir başka hadis, 'Adem su ile çamur arasındayken ben peygamberdim'
buyuruyor. Yani. mahlukun ortaya çıkması fıtri yapıdan uzaklaşm^y», ve bu
uzaklaşma da Peygamberin devreye girmesini kural olarak, c^t:rekli kılar! -
Mizan! - Aynı şaşmazlığı fizik kanunu olarak ta görmez n'üyiz: Kendi merkezi
çevresinde dönmeye başlayış 'merkez-kaç' kuv/^.Liü yaratır. Sonra, tüm sis-
teme hâkim olan asıl güç, yerçekimi, gene merkezde toplar!
Başka bir kısa deyişle biz. tümüm'*'-:., Muhammed kemalinin üstün varlığı-
nı, peygamberliğini ortaya koyruâk için vanz. (Bu âlemi senin için yarattım
kudsi hadisi!)
Bütün Adem nüshaları islâm doğar. evet. ama islâm doğmakla, İslâmın
lütuf ve zevkinden haberdar olunmaz. Hayat hercümerci içinde İslâmın saf-
lığı elden kaçar, nefse bulanır ki. dönüş özlenir olsun. Dönüş yolu, iki
Cihan Serverinin gösterdiği yoldur.
Din, bu yunup yıkanma sistemidir.
Ve varoluş ta, bilmeksizin islâm oluştan, bilerek İslama vanş
mesafesidir, kaynaktan ummana akıştır!
131
Bu akıştan Cennet sümmna. yani ahenk ve mizanın mesteden güzelliği-
ne, Allah cemaline kimi insan çabuk vanr, kimi de gene bû dünyadaki
cehennemler içinde kıvrana pise, yana yakıla... Ama, vanr! -Kader iste-
yene 'irade' olur, sevkeder, istemlyenl de sürükler! Çünkü kader,
yani Allahın maksadı, kendi cemalini bakışa ikram etmektir! Onun rahmani-
yeti, bütün isim ve sıfatlarını kapladığı, Varoluşun görebileceği temel sıfatı
oluşturduğu için (besmele!) 'gün gelir. Cehennemde su kaynar' deriz!
Gerçek san'atı 'yaradılışın saflığını bütün karmaşa içinden
ortaya çıkarmalc' diye tanımlarsak, Âdem, eninde sonunda şahese-
rini yaratır! Eserlerin eserini, bunca nefis fırtinalan arasından görür ve gös-
terir. Kendinde ve kendi nüshalannda!
Hikmet bakışı için,^ seyrine doyulmayan san'at şaheseri işte 'Nakkaşın
seçkin nakşı' olan şu Âdem macerasıdır. Eğrisi ve doğrusuyla, mizan içinde!
Varoluş vücudunda!
Kader dediğimiz de tüm vücudun kaderi! Organların ayn kader-
leri ne ola?
132
EMİN HEDEF
YeminL ancak söylediğimiz bir şeyi vurgulamak, ciddiyetini
belirtmek için ederiz. Usturlubunda olduğumuz Allah ta öyle
yapar: Yüce Kur'anın bazı âyetlerinde yemin eder. Zamana, Tur
Dağı'na, incire, zeytine... "İncire, zeytine. Tur Dağma... Yemin ede-
rim, insanı güzel bir ölçüyle yarattık ve sonra onu aşağının aşağısı
kıldık...„
Anlamı böyle verilebilen âyet, insanın 'düşürüldüğünü' yeminle anlatı-
yor.
Özenle yaratılıp sonra^ sefilin sefili kılınan 1nsan\ bir veya birkaç kişi
yahut zümre değil! Tüm Âdem! Ayınm yapmaksızın, 'insan'. Cinsiyle, nes-
liyle insan. Âyetleri hikâye gibi okuyup geçmenin ötesinde hikmetlerini kur-
calayan için tefekkür alışverişine gayret etmekteri başka çare yok.
Bu âyetleri içeren surede üzerine yemin edilen kavramlar acaba bir ipucu
veremez mi? Niçin, incire, zeytine. Tur Dağına yemin edilmiş?
Zeytinle incirin müşterek bir özelliği var: Biri tatlılığın, diğeri acımsılığın
misali olmasına rağmen, ikisinde de aynı olan özellik, hamken ağıza alına-
mamalan. Biri zakkum gibi, diğeri değdiği tende yara açacak kadar zararlı.
Arna aradan, Allahın -üzerine gene yemin ettiği- zaman geçince, incir de
zeytin de olgunlaşır, tadlanna doyulmaz. İncirin modem tıpta yeni yeni keş-
fedilen şifa kudretini, zeytinin binbir faydasını ve özellikle kandile ışık ve nur
veren gücünü bir kenara bıraksak bile, hamlıkla olgunluk çağlan arasındaki
büyük fark, İlâhi Yeminin bir sebebi olamaz mı? Olgunluğa zaman içinde
vanşı kabullenmek, yani sabır, Allahın âyetleriyle yücelttiği bir meziyet.
Yemin, böylece, sabn övüyor. Kime? -Özenle yarattığı halde aşağının aşa-
ğısı kıldığı insana...
Sabnn lütfuyla olgunlaşmak için, aşağının aşağısı kılınmaktan
başka çare var mı? Aşağının aşağısı kılınma olmasa, cevherine
dayanarak yükselme, daha doğruisu yücelme mümkün olur mu?
Yüceliğin ne anlamı kalır, yücelmeyi bilmeyen için?
İlâhi Kudrete yaklaşabilmek. Onda olmayanı Ona sunmakla mümkün ya.
Onda olmayan. Ona yakıştiramadığımız nedir: Kendini küçük gömrıek. Kul
olduğunun idraki. İşte, aşağının aşağısı kılınışımız. O'na varabilmek içindir.
Varoluşun bir hareket sistemi olduğuna çok değindik. İşte gene aynı tem:
Kendinden ayn gibi göstemıek, kavuşma aşkını verecek. Aşağılanan, yücel-
mek için çaba sarfedecek!
133
öyleyse apaçık belli ki, aşağının aşağısı kılınışımız, îlâhi Nura
kavuşacağımızın, er veya geç, mutlak kavuşacağımızın isbatıdır.
'Aslınıza döneceksiniz'den maksat ta zaten budur. Hem, madem
ki, insan olarak, hiç ayınmsız alçaltıldık, öyleyse, insan olarak, hiç
fire vermeden yüceltileceğiz. Sorun, yalnız, yücelinceye kadar
geçecek sürede ve sırada... Tur Dağına yemin, şu anlattıklarımızın
bir diğer delili: Tur Dağı, Hazreti Musa'dan bakanın bakışına daya-
namayıp alev alan dağ. Nefsin simgesi. Nefis, ilâhi coşkuya daya-
namaz, yanar, yok olur. İşte Allah, bu yanış kudretine, bu aşka, vah-
det tutkusuna yemin etti. Vahdet bir ilâhi tutku ise, karşı durmak
kimin haddine...
Bir başka âyet. Kadir Suresinde, sabah sökünceye kadar sela-
mette olduğumuzu söylemiyor mu? Daha önce de değinmiştik:
Selâmette tutulan geceden maksat, işte o, aşağının aşağısında
nura hasret kaldığımız şu dünya ömrüdür. O gece, İlâhi lütfün sela-
met vaadinin himayesinde geçer gider, nurun şafağı ergeç söker.
Kime: insanlığını bilene!.. Yalnız insanlığını bilme demine erene!..
134
HEDEFE ULAŞMADAN
Âyet, "her nefis ölümü tadacaktır^ buyuruyor. Yüce Kur'anın
kelimeleri nasıl özenle kullandığı dikkate alınırsa, nefsin, kendi
âlemi içinde değişikliğie uğrayacağı ve bu değişiklikle ölümün 'ta-
dılacağr ortaya çıkar. Yani ölüm şoku mutlaka yaşanacak. - Yaşa-
nacak!
Peki, ölüp toprağa giren, çürüyen? - O, yalnızca, vücut. Nefsin kalıbı.
Yani,- insanın kanşık yapısını irdelersek, öz ve nefis 'ten oluştuğunu ve
nefsin de vücudun ötesinde bir mânâ yanı bulunduğunu söyliyebiliriz.
Sorunu genelleyince, şöyle demek mümkün: En kuru maddenin bile bir
özü, bir mânâsı vardır. Ve, sırf maddeden sırf mânâya uzanan hat üzerinde,
bir düşük derecedeki varlığın mânâsı bir üst derecedekinin maddesini (ya-
hut tersine:) bir üst derecedeki yapının maddesi, bir alt derecedeki yapının
mânâsını, özünü oluşturur. Toprağın özü, bitkide görünen candır, bitki,
hayvansal yapının maddesini (gıdasını) oluşturur. Hayvansal yapı ya da
yetenekler, insanın 'nefsi'dir. İnsan da. kâmil kişinin nefsi... Kâmil kişiden
daha kâmil kişiye doğru da, uçsuz bucaksız bir mâna yolu var. Tâ iki Cihan
Serveri. 'âhır zaman' peygamberi Muhammet Mustafaya kadar.
O'nun kemâli, idealdir ve onun için de 'âhır zamanın' (yani, dünün,
bugünün veya yannın değil) hiç bitmeyen zaman içinde hep en son zama-
nın peygamberidir. Vanlabilecek kemâl ölçülerinin hep ötesinde, üstün-
de...
Şimdi baştaki âyete dönelim: Demek ki, ölüm geçidinden geçe-
cek olan, hangi kemâl kademesinde olursak olalım, o kademedeki
nefsimizdir. Bir üst makama varmanın da zaten başkaca yolu yok.
Ölmezliğimizin içinde, nefsimizi ölümden geçire geçire, bitip
tükenmek bilmeyen bir gelişme...
Allahın hudutsuzluğunu yakalama gayreti. Allahı kavnyabîlme,
tadabilme dinamizmi. Yaşam da, alıştığımız anlamdaki yaşamın
ötesi de; bu hedefe yönelik...
Buraya kadarki açıklamalann bir mizanını (doğrulamasını) yapmak ister-
sek, kesret bakışının ötesindeki hakikat bakışından söz etmemiz gerekir:
Tasavvufun temel bakış açısında. Âdem tek'tir. Biz, her birimiz, tek âdemin
değişik görünümleriyiz. Lunaparktaki aynalarda beliren değişik hayallerin
hep ayni vücuttan oluşması gibi... Öyleyse, nefis te tek. O tek nefis ölmez,
yalnızca, görüntüleri 'öldü' izlenimi verir. Gerçekten ölseydi, âdem oyunu
da tümüyle son bulurdu.
135
Adem, kendini bilmenin, yani kemâJ'in yolunda, halden hale
girer, mânâJan madde eyJiyerek onun ötesindeki mânâlara tırma-
nır. Çocukluğumuzun madde üstü (mânâ). kavramlan bugün vardığımız
maddi gelişmeyi oluşturmamış mıdır? Hiç değilse, modem psikoloji ve
pedagoji, bu gerçeği teslim eder. Ruhsal algılanmız, ilerideki maddi davra-
nışlanmızm 'oluşturucu' etkenleridir.
"Ömür ne bîr saniye uzar. ne de bir saniye kısalır!,, hikmet
sözünü de aynı açıdan değerlendirmek gerek. Ömür dediğimiz, (is-
ter beşerin külli ömrü kasdedilsin, isterse bireylerin her birinin
ömründen söz edilsin) "bilinmek istedim,, ilâhi hükmüne ve 'ol-
mak' emrine uygun bîr hedefe gidiştir. Bu hedefe mutlak gidilecek.
Hedefe varmadan yol, yani ömür. bitmez. Lunapark aynalanndan
yansıyan binbir hayal, aslında âdemin binbir yüzünü oluşturacak,
ve bu varoluş aynasından Hak görünecek!
Hedefe götürecek yol önümüzde serilmiş, gel, yürü, diyor. Kapı-
lar ardına kadar açık, geç', diye bekliyor. O kapıdan koşarak dal-
mak ve yolun üzerinde binbir manzarayı içe sindirerek mesafe
almak ta insan için, açık kapıya rağmen yılan gibi yerde sürünerek
yola koyulmak ta.r.
Yoksa, Adem resmi tamamlanmadan, yol da bitmez, ömür de...
136
cüz-î VE Külli
AKIL VE İRADE
KULU irade
Tasavvuf sohbetlerinde, başka deyimle bilgelik arayışı içindeki alışverişte
hemen daima şu noktaya da vanlır: Kişisel irade, yani eski deyimle cüzi
irade var mıdır, yok mudur? Yaradan ve yaradılan bağının belki kaçınılmaz
bir sorusu... Bu soru, çoğu zaman insanı şu açmaza düşürür:
Eğer herşeyi Yaradan tayin ediyorsa, yaradılanın olanda bitende ne
sorumluluğu ola ki? -Hemen söyleyelim: Böyle bir bahane, ulu Kur'anın
pek çok âyeti ile reddedilen makbul sayılmaz.
Tasavyuf ilmi, çok. çaba ve eğitim ister. Bu eğitimin ilk basamaklannda,
cüz'i irade var mıdır, yok mudur sorusunun cevabını kavrayabilmek imkan-
sızdır. Biz gene de, bu çok zor ve önemli konuya, bir ucundan değinelim:
Hiyerarşinin tipik örneği ordudur veya kişi-devlet ilişkisidir. Bu misalleri
kullanalım:
Bir ordunun teker teker erlerinin birbirinden bağımsız görünümlü hayat-
lan vardır. Kendi küçük meseleleri için birbirlerini üstlerine şikayet edebilir-
ler, birbirlerinin menfaatine ters davranışlarda bulunabilirler. Gene teker
teker askerler, komutanın tabiye taktiklerinden, ince harp sanatı hesaplann-
dan haberdar bile değildirler. Anlatlsa dahi anlamazlar. Ama ordunun
bütünü olarak, komutanın emrindedirler. Karşılıklı komutanlann emrindeki
birliklerin manevrada birbirleriyle savaş oyununa girişmesi bile, üst düzey-
deki komutanın isteği üzerine tertiplenir. En üst düzeydeki devlet yönetimi-
nin çizdiği siyasi plan ise, savaş oyunlannın kime karşı hazırlık olarak ve
hangi şartlarda yapılacağını tayin eder. Bütün bu planlar ve kararlar, teker
teker her askerin boyun eğeceği kaderi oluşturur. Öyleyse, kader, davranış-
lanmıza hakim olan ve tasa^^ufta külli irade denen üstün kudretin, yani
Allahm çizdiği yoldur, diyebiliriz.
Peki, teker teker bireylerin, misalimizdeki askerlerin kendi küçük irade-
leri yok mudur?
İslam tasavvufunda, çok cılız bir akımı oluşturan "Kaderiyecîlîk„ genel-
likle reddedilir. Ve red gerekçesinde, cüz*i iradenin olup olrhadığı da bir
yana, cüz'i iradenin külli iradeye dönüşebileceği gerçeği üstün bir yer tutar.
Asker-ordu misalimizle anlatmaya çalışalım:
Milletin karakter ve menfaatini kendi varlığında özleştirebilen ve ordusu-
nun disiplin ve eğitimine kendini tamamen vermiş askerin önündeki yol
açıktır. Başkomutanlığa kadar yükselebilir! Yani, kaderin çizimine katkıda
bulunabilir.
Hatta, başkomutan olmasa bile, halkın içinden biri olarak eğilimine
uygun şekilde kullanacağı oyla hükümeti ve hükümet siyasetini etkileyebi-
lir. "Halkın sözü, hakkın sözüdür!» kuralı, îslam düşüncesinin yüce
dayanaklanndandır.
Öyleyse, insanın dışında oluşmuş bir irade yoktur ki, cüz'i iradenin bulu-
nup bulunmadığı tartışmaya değer olsun.
139
eşyadaki mana
insanın madde, yani eşya yapısıyla hayvanın eşya yapısı arasında sistem
farkı yok. Kanın temizlenmesiyle ilgili nefes alışverişi, hücre yenilenmesi ve
enerjiyle ilgili gıda ve sindirim mekanizması, neslin üremesi gizli amacına
yönelik cinsel istek, vücut halinin belli bir olgunluğa vardıktan sonra eski-
mesi ve hayatın, yani müstakil gibi görünen hücre gruplannın karşılıklı
bağımlılığının sona ermesi, hücre grubunun dağılıp çürümesi, yeni hücre
gruplanna dönüşmesi... Eşya yapımız hayvanınkiyle aynı.
Bir de mânâ yapımız var: Doğuştan İslam (yani saf ve mükemmel) olan,
Allah idrakinin giderek gelişmesini amaçlıyan, bilinç gücü devamlı artan
yapı... Ama şüphesiz, eşyanın alacası içinde mânânın büsbütün kaybolması
tehlikesi devan Hayvansal yapının mânâyı gölgelediği hal!..
işte, peygamberler, ya da başka ifadeyle idrak serumları, bunun
için gelirler: Vücudu oluşturan maddeyi etki alanı içine alıp azma-
sını önlemek, gerçek yönüne çevirmek, eşyayı mânânın emrine
vermek için.
insanın hayvanı ehlileştirmesi de, hattâ robotimal edip ona bazı
işlemleri yaptırması da başlıca tek amaca yöneliktir: Kendi emrine
tâbi kılmak.
îşte, hakim olunabildiğLnisbette tüm varoluş insanın robotudur. Dizgini!-
yebildiği tabiat kuvvetleri, barajlar, 'terbiye' ettiği diğer canlılar, ve şüphe-
siz, yarattığı makineler...
Tümünü kendi vücudu eylemek ister. Bütün çabası bunadır.
İnsanlık tarihinin tüm çekişmelerini, hattâ, kendine bağlamanın, ken-
dinde toplama hırsının masum bir ifadesi gibi görünen iptidai aşkı dahi bu
açıdan değerlendirmek hatalı olmayacaktır.
Bu çaba, 'Ademi kendi usturlubumca yarattım' anlamındaki
âyeti idraklerimize hediye eden Yaradan'dan gelen. Ona benzeme
çabasıdır. Suret, kaybettiğini sandığı aslın huyuna sahip olma
içgüdüsündedir. Bam teli, hikmeti görebilmek ile görememek arasındaki
farkta! Hikmeti tâ iliklerinde hissettikten sonra, bu içgüdü, hattâ, özlenen
amaç olur: Hadiste, 'Allah ahlakıyla ahlâkların' buyurulmadı mı?
Biz tümümüz, tüm varoluş, Allahın robotuyuz. Hepimiz. Ama,
'bilenle bilmeyen bir olur mu?' - Tek kelime ile: İlim, gene ilim!
Bilen, Allah^adına hareket eder. Onda kaybolur. Onda bütünleşir.
Bu 'gerçek Âdem' misallerine, şu bütünleşmedeki becerilerine göre veli-
ler diyoruz, kutup ve gavs diyoruz. (Adem mahluktur elbet. Muktedir
olan tek güç sahibi ise. Halik! Hâlikle birleşebildiğimiz oranda
gücüne ortak oluruz:- Onun iradesinden cüzler halindeki isteklerimizle,
dualanmızla... Her nefesini Hâlikle beraber alıp veren ise, fiilini
Onunla beraber işler. Onun iktidarına vezir olur.)
Allahlâ beraber olabilen, Kur'anı bile, başından sonuna kadar, yazabilir!
İtiraz edene işte, 'Allah ı yardıma çağırmadan bir âyeti bile yazamazsınız"
muhteşem cevabı!
140
ÖZNE VE NESNE
Tin' Suresinin ilk âyetleri Türkçede şöyle de ifade edilebilir: "İncire, zey-
tine. Tur Dağına ve şu korunmuş beldeye yemin ederiz ki, biz insanı güzel
bir takvimle (yani güzel bir zaman süreciyle) yarattık. Sonra onu aşağının
aşağısı kıldık... „
- incir, bal gibi tatlı bir lezzeti, zeytin, onun zıddı buruk acı lezzeti, ve Alla-
hin kendi üzerine tecelli etmesiyle alev almış Tur Dağı ise, hakikati öğren-
mek uğruna feda edilen geçici benliği rumuzla anlatiyor. Daha kısa bir
anlatımla, Allah, tatlısından tuzlusuna kadar her çeşit rızkın hik-
metini ve varlığın kendi uğruna feda edilmesindeki özveriyi kutsa-
maktadır. Yani, varlığı kutsamakta, kutsadığı varlığın feda edilme-
sini de gene övmektedir. Belde ile, Allahın sonsuz mekân imkânı için-
deki küçücük bir parça olan yeryüzü ifade edilir. Yeryüzünde Allahın anıl-
dığı her nokta 'korunmuş belde'dir, emniyet içindedir. Ve şüphesiz, Islâmın
kutsal topraklan öncelikle 'korunmuş belde' kapsamına girer. Çünkü Allah,
en çok ve en kesif, bu topraklarda anılır.(Evet Allahın anıldığı her yer 'kutsal
belde'dir.O
Özetlersek, Allah bu Surede, varlığı, varlığın Allah uğruna yangına veril-
mesini ve bir de, kendisinin anılmasını, zikredilmesini kutsamaktadır. Kutsa-
maktadır, çünkü bu öğeler üzerine yemin etmektedir.
Nedir yeminle doğruluğu vurgulanan: insanın belli ve çok güzel
bir süre hesabıyla yaratıldığı ve sonra aşağının aşağısı kılındığı!..
Yani, idrak bakışı için, aynı Sure içinde insan hem övülmekte ve hem de
iliâhi bir takdirle aşağılandığı ifade edilmektedir.
Bu ifade insanın, en yücesinden en zeliline kadar bütün halleri
üstlendiğini ortaya koyar. Tüm hallerin bir zaman dengesi ve ilâhi
bîr mizan içinde Âdeme yüklendiğini belirtir. Varoluşun sim
Âdemce taşınmaktadır!
Haynn ve şerrin yalnız Allahın takdirinde bulunduğunu gösteren veciz
âyetin bir diğer anlatımı, böylece Tin Suresinde tekrar insanın idrakine ser-
gilenmektedir.
Bu, kaderiyecilik değil. Bu, 'âşıkm aşkını, fâsıkın (yani fesat
peşinde olanın) fışkını arttıran', olumlu ve olumsuz yönleri âyetle
sabit bir varoluş kuralı!
141
Kaderiyecîlîk değil, çünkü 'Biz çoğul zamiri ile bir başka ilâhi
emir hatırlaüiıyor:Allah,fiiIine katkıda bulunmamızı ister. Rahma-
niyeti beraberce coşturmamızı arzular. Rahmaniyet memesinden
emmehyiz ki, süt bol gelsin. Rahmaniyet. Âdemin çaresizce sığın-
masının sebebi de, sonucu da olsun!
^Mesele şurada: Allah, kendi varlığının dışında olmayan bütün
idrak zerreciklerini, Allahı kemaliyle müşahede kıvamına eriştirir!
Teslim olanı hemen, direneni yola getirerek!... Her zerrecik Alla-
hm kudretinden üflenmedi mi? Her zerrecikte Allahtan birsevlcr
yok mu? ' '
Varoluş, O'nu bulmak için tev/hid çabasındadır. Esrar, bu noktacıkta
işte: Çaresizliğimizi, katreliğimizi görüp. Ummanı özlemekte!
Ama Ummanı bulmak için. önce kendimizi dev aynasında vehmetmekten
, vazgeçmek şart. Sığınmak şart.
Adem onun için bütün dertleri üstlendi ve o ilâhi süreç içinde o
güze] takvim boyunca ilâhi idrakte yücelebilmek için aşağının aşa-
ğısı kılındı. Tâ ki, Allah tcccllisiylc Tur Dağmı yakıp 'benlik* iddi-
asından *Biz' tevhidine ulaşsın.
ilâhi mey ile sarhoş olmak isteyen, kaderiyecilik miskinliğini elinin ter-
siyle iter ve rahmaniyetin oluşmasına katkıda bulunur.
'^Bir sakiden içtim şarap, arştan yüce meyhanesi. - 0\ sakinin mestamuım
canlar onun peymânesi!..
142
"KOLAYLAŞTIRIN,
ZORLAŞTIRMAYÎN!,,
Yeryüzünün dörtte üçü suyla kaplı. Gel gör ki, bir bardak suyu bulamayıp
susuzluktan ölen de var. Başka ifadeyle, Allahm lütuf ve nzk yönünden de
gani'liğine rağmen, o lütuftan nasip alamıyan, çok. {Yahut, daha tasavvufa
uygun deyiverelim: Nasipleri nasipsizlikte!..)
Günlük hayatımızda çok rastlanz: Kimi kişiler vardır, belki farkında bile
olmadan işleri yokuşa sürerler. Mazeretleri hep 'yok' ile ifade edilebilir:
Zamanım yok ki... Hele bir emekli olayım... Ah, araç gerecim olsaydı...
İmkânım yok, yoksa... Aradım ama bulamadım... Ah bir fırsatını ele geçire-
bilseydim... Ah kör talih... Gidi felek...
Asnmızın yirmili yıllanndaki devlet imkânlannı.bir hatırlayın. 'Yok'tan söz
etmek asıl o devrin hakkı değil miydi? Bırakın öte beriyi, devlet bile 'yo^<'^
ya... O devre adlannı verenler, ve elbet başta Atatürk, o ^yoW denizini var
kılmanın sımnı yakalamadılar mı?
O sır, sözle anlatılması kolay olan. kulağa basit gibi gelen bir gerçekte giz-
li: İmanda! Öz yapıda!
Apaçık işte: Şu varoluş, şu âlem. 'var* îsvanyla bakıştadır.
"O meşhur 'bir destekbulabilseydim, şu koca dünyayı kaldıracımla oyna-
tabilirdim' sözünü şöylece değiştirip düzeltebiliriz: Yeterli îmana sahip
olabilen, tüm varoluşu parmağının ucunda fini fini döndürebilir.
Peki, ya imân ne? Allaha ve peygambere inandığını yalnız diliyle söyle-
mek mi? —İnanmak. İlâhi kudretin takdir gücünü tâ yürekten kabul etmekle
lâftan fiile çıkar. Ve cüz*i iradenin (kendi bireysel arzumuzun), külli iradeyle
(İlâhi takdirle) birleşmesi ile seksiz şüphesiz imana dönüşür.
Şu birleşme, şu tek oluş, şu tevhid. binlerce ipliğin bir araya gelmesinden
güçlü halatlar yaratır da, iradelerin tek noktaya yönelmesinden ne yarat-
maz? Tıpkı, manyetik alana uyan bir demir parçasının bütün zerrelerinin bir
yöne dönüp çekim kudretine beraberce kavuşmalân gibi...
İstiklâl harbi mucizesine bir de bu açıdan bakmak gerek: İlâhi kudretle
aynı iradeyi oluşturan yönetici gücün değerini bir de bu açıdan görmeli.
, O kudret kemalini kavnyamıyan şu kadanna inanmakla yetinmeli: Alla-
hın varlığından isteyebilmek, ama doğru yönde isteyebilmek, gerçek şükür-
dür. Neden: Çünkü şükür, lütfün, ilâhi ihsanın idrakidir. Yaradanın
lütfedici gücüne sanlmak, 'var* bolluğunu görebilmek, şükrün tâ
kendisidir.
143
Ama şu da var: Çölde suyu arayan, gerçeği görmek niyetiyle gözlerini
oğuşturmazsa, bir serabın peşinden ters yöne de sürüklenebilir. O halde,
kupkuru benliğin değil, yanılmayan gönlün isteğine boyun eğmek gerek!
Doğru yöne imanla yönelmek, yani doğru yönde sarsılmayan bir imanla
istemek, Var' etmek için yeter. Çünkü Allah, zorlaştırmayı değil, kolaylaştır-
mayı emreder. 'Şükret I^i daha çok vereyim* anlamını içeren âyeti böyle
anlamalı. Ve yüce Peygamberimizin koyduğu kuralı bir hayat görüşü olarak
her konuya uygulamalı:
Kolaylaştınn, zoTİaştınnayın!..
Misalini sıcağı sıcağına görmüyor muyuz: Var'a sanlanın, işi yapanın, işi
kolaylaşmıyor mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder