MUTLU
O'NDAN O'NA
TASAVVUF
SOHBETLERİ
Belirli konulann tasavvuf gözüyle izahı niteliğini taşıyan bu yazılar daha
önce Yeni Asır ve Sabah gazetelerinde ve M. Mutlu adı atanda sohbetler
halinde yayınlanmışlardı. Bu kitapta o yazılann gözden geçirilmiş ve bazı
ilâveler yapılmış metinlerini bulacaksınız.
Tasavvuf sohbetlerindeki 'haFin, 'kal' (yani söz) haline dönüşmüş, tefer-
ruatla öriülmüş sonsuz hünriyetinin, kalıplar içinde tehdit edilmiş şekline
rağmen yazılan okuyanlann giderek artan talepleri, sohbetlerimize kaülma-
lan ve bize yapüklan müracaatler, bu yazılann toplu halde isteyenlere
sunulması gereğini ortaya çıkardı.
Şüphesiz, tasavvuf sohbetlerinde daima olduğu gibi, anlatmaya çalışük-
lanmız asıl okuyanlann her birinin kendi bakış açısı içinde muhteviyaünın
' ifadesini bulacaktır.
*
Öz'ün tefenxıatla örtülmesi, tefenrıat perdesiyle saklanması hikmetinin,
öze gitme, özü arama aşkını kamçılayacağı düşüncesindeyiz.
'Her şey insan için, insan Allah için yaraüldı' hikmetinin emrine uymak,
insana hizmetin ibadet zevkini bu yolla da tatmak ve tattırmak gayreti yazı-
lann kitap haline gelmesini gerçekleştirdi . ^ ^
Tasavvuf sohbetlerinin yalnız sözlerle değil, hikmetlerin karşılıklı muhao-
bet sıca^İSığı ile oluşturduğu vecd havasını teneffüs ederıler, o alevin, sohbet
yazıya döküldüğünde ancak bir kül sıcaklığına indiğini bilirler. Ama, Allahm
izniyle, bu yazılardan muhabbet ateşine özlem duymaya başlıyanlar da ola-
cakür, ümidindeyiz. "Her tarafı kaplayan Allahın rahmetinden ümit kesme-
yiniz!" mealindeki âyet-i kerimenin mânâsı ve Allahın selâmı hepimizin üze-
rine olsun.
MEHMET RASÎM MUTLU '
Bu kitabın hazırlanmasındaki talebi ve emeği aşkla paylaşan dostlanmıza
ve yayına hazırlayan FELEK YAYIN SANAYİ LTD. ŞTI. yetidlisi sayın
ORHAN ATASOY'â ve FUAT ORKAN'a hayırlar diliyorum. . ,
Küçük bir gözlem, insanlık tarihinde ufacık bir gezinti şu gerçeği ortaya
çıkarmaya yeter: Gerek kişilerin ve gerekse toplumlann büyük çalkanülara
düştükleri dönemlerde Allah'ı düşünmek, dertler oranında artmakta ve
hatta coşmaktadır. Allah'ı ve eserlerini yorumlayan büyük isimler, hep bu
dönemlere rastlar. Az ve öz konuşmak gerektiğinden, tek örnekle sözü-
müzü kanıtlayalım: Türk Tasavvufu nun en görkemli çağı, Anadolu nun
Moğol istilasıyla harabeye döndüğü döneme ve -çevresine tesadüf eder:
Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektaş, Nasreddin Hoca ve daha nicelen hep bu
dönemlerde açan güllerdir! ■
Nedir tasavvuf? İnsanlar neden dar günlerinde tasavvufa sanlıdan
Bilimsel tanımlan bir kenara bırakalım ve gönül sesiyle tasavvufu tarit
edelim: Tasavvuf, kısaca. Allah alışverişidir, ilâhi alışveriştir!
Alışveriş sözcüğü iki taraflı bir ilişkiyi anlatir. Oysa hep bilinir ki, tasavvufta
ana kural "Tek oluş„tur. Öyleyse niçin "Alışveriş?,, insan kâh kendi
küçük kişiliğinin arayışıyla, kâh Allah coşkusu ve Allah sarhoşluğundan
mest olarak ilahi düşünceye dalar da, ondan. Başka şekilde söylersek
"İnsana şah damanndan daha yakınım., diyen Allah, insanın bireysel
olarak kendini düşünüşünden zevk alır. (Zevk de onun, aşk da onun, meşk
de onundur!) i . »
Tasavvufun temel öğelerinden biri, şu: "Allah. bîHnınek istediği için
bu âlemi yarattıl.. Ve, kendisine âşık gözlerden bakarak kendini seyretti.
Çevremizdeki doğanın renk cümbüşüne bakiri, olaylann acısı ve tatlısıyla
peşpeşe dalgalar gibi üzerimize gelişini seyredin: Bu coşkulu dinamizm,
size' Sizin için var! Kendini size beğendirmek için! -
Doğanın ikram ettiği çeşit çeşit meyva, değişik renklerde, değişik şekil ve
tatlardadır. Ama bütün bu sunuştan maksat, birkaç miligram vitamin, bir ıkı
damla kan gücü edinmemizi sağlamaktir. Yani, bunca teferruat, nokta
kadar bir öz içindir. Çevremizde, âlemde birbirini kovalayan olaylar ve kav-
rayışımıza sunulan milyarlar ve milyarlarca madde, yani eşya, işte o özü. o
vitamini, o ilahi düşünceyi benliğimize sindirme^n amaçlar. Eşya ile alışven-
şimiz. madde ve maddenin hareketinden doğan olaylarla ilişkimiz yüzeysel
kalırsa, yazık:" Meyvanın özünü alamıyor, yalnız küspesini geveliyoruz
demektir!
iki YOL
Beled suresinin S.ciden IS.ciye kadarki âyetleri şu anlannda türkçeleşti-
riIebilir:"Bîz insana iki göz, lisanı için iki dudak vennedtk mi? Biz
ona iki yüksek yolu gösterdik. İşte o sarp yokuşu geçemedi. Sarp
yokuş nedir, bilir misin? O. kul azat etmek, yahut açlık gününde
hısımlardan bir yetimi yahut yerde sürünen bir yoksulu doyurmak,
sonra da iman edip birtıirine sabır, sebat ve merhametle tavsiye-
lerde bulunanlardan olmak. İşte, sağ tarafa geçecek olan böyleleri*
dir.„
Yüce Kur'an.pek çok âyetinde rastlandığı üzere burada da, üstü kapah
uyanda bulunuyor. îki yüce yolu haürlaüyor, ama birinden hiç söz
etmeyip, ikincisini, yani ahlâki değerlere sahip olma yolunu açıklı-
yor. Hatırlatılmakla yetinilip izah edilmeyen yol, ehline mahsus!
Tıpkı, ya-sin, eliMâm-mim ve diğer rumuzlu âyetler gibi...
Sarp yol sözüyle sinngelenen ve kısaca ahlâk kelinnesiyle özetleyebiiece-
ğinniz değerler üzerinde durahnn:
Kur'an, eğer bir çağa mahsus bir kitap olsaydı, p çağıri şartlanna göre
yorumlanır ve başka başka izahlar aranmazdı. Ama meselâ âyetteki *kul azat
etmek' günümüz açısından da şüphesiz geçerli. Çünkü Kur'an günümüz
insanına da her harfi ile hitap ediyor. Öyleyse günümüzde kölelik, kulluk ne
ola?
Sosyal adalet kavramı çağımızın değer yargılanna yön vermede. O açı>
dan eğilelim: ^
Sanayi tesislerinde yüzbinlerce Âdem ağır şartlar altında hizmet vermiyor
mu? Aile biriiğinden devlet yapısına kadar çeşitli kurumlarda yer yer esir
gibi hor kullanılan insanlar, iktidar sahiplerinin ezdiği tebaa? İşte azad edile-
cek, yani hür ve medeni şartlar içinde yaşamalan sağlanacak kullar...
Ya 'hısımlardan bir yetim' ile, 'sürünen yoksul' ile neler hatırlatılıyor:
Önce, tevhid ehli için 'hısım' sözünün anlamı açık: Tüm insanlar. însanlann
hepsine kardeş gözüyle bakmayan, İslama aykm düşer. (Yüce Peygamberi-
miz Veda hutbesinde bütün insanlann kardeş olduğuna dikkati çekmedi
mi?)
Öyleyse âyet, tüm insanlardan aç olarilan doyurmayı, yetimleri (yani
dayanağı olmayan, elinden tutanı bulunmayanlan) ve yoksullan korumayı
emrediyor.
Bu açlar, bu yalnız ve çaresizler, sadece mide açlan değil. Özet
likle günümüz insamnm ruhsal ihtiyaçları, inanç ihtiyaçlan çok
fazla. Çünkü refehtaki artış, imkânlardaki bolluk, aile hayatındaki
gevşeme, kişiyi başına buyruk kılmakta. Kendi bildiğine inanan
yığınlarla insan, çağımızın moda deyimiyle, bunalımdan bunalıma
sürükleniyor. İşte, âyetin sözünü ettiği 'yerde sürünen yoksullar!
Bunları doyurmak, yani inanç boşluklarını gidermek âyette sözü
edilen 'sarp yokuş 'un zorluklanndandır. Bunlar, korunacak kar-
deşlerimizdir. Horlanacak, vurulacak, dışlanacak yabancılar değil.
İslâm, 'sağ tarafa geçecek' deyimiyle huzura, cennete/ancak bu yüksek
toplumsal ahâk bilincinde olanlann kavuşacağını gözler önüne seriyor.
Âyetlerle!
Beled suresinde sarp yokuşun kolay aşılamıyacağı anlatılıyor. Çünkü
yukandaki âyetleri geniş kapsamlı bir sosyal adaİet dayanışması diye anlıya-
bilecekler çok ama çok azınlıkta.
Surede sözü edilen diğer yol için bir cümlelik bir yorumla yetinelirri:
O yol, harabat sahiplerinin yüce yoludur!
Vücudumuzdaki her hücrenin hem teker teker kendi haya tlan" vardır,
hem de bu bağımsız görünümlü hayatlann birlikte etkileştiği bir sistem,
insan vücudunu ve böylece insan hayaünı doğurur. Vücudumuzu oluşturan
hücreler büyük bir bütüne, yani vücudumuza hizmet ederler. Bu bilmeksi-
zin sürdürülen işlevler, kesinlikle bir sistemin emrindedirler. Sistem misali
için bir otomobili ele alalım: Motor içinde yanan benzin, pistonlan iter. Pis-
tonlar, hangi amaca çalıştıklannı bilmeden, silindir içinde gider gelirler. Bu
gidiş geliş, gene hangi amaca hizmet ettiği ancak genel sistemi tanıyınca
anlaşılacak şekilde, dişlileri döndürür. Dişliler, kendi başlanna ne için dök-
düklerini bilmezler ama, bir harekett tekerleklere aktanrlar. tekerlekleri
çevirirler. Tekerlekler, nereye gittiklerini bilmeden otomobili hareket ettirir-
ler. Yönlendinne inorganik direksiyonu tutan organik eldedir. Elle başlıyan
organik sistem de mânâ sistemine tâbîdir.
Vücudumuz da, bu etkileşim gibi bir etkileşim kompleksiyle hayannı sür-
"dürürTHücrelerimiz, organlanmız, sinirlerle taşınan uyanlan. beyine götü-
rür. Beyin de, otonun diifeksiyo.nu gibi. vücudu değişik yönlere sürer. Her
.birimiz, kendi küçük bağımsız görüriümümüzjçinde, otomobilin parçalan
gibi davranınz. Kimin nerede ne iş göreceği, vücut otomobilinizin hangi
yöne ne için sürüldüğüne bağlıdır, işte misali: Güneşteki patlamalar ile far-
kedilen bir genel eğilim, kavgalan, harpleri gündeme getirir. Harpler, mil-
yonlarca insanı, teker teker herbirimizin kestiremediği hedeflere sürer,
sürer...
Vücutlanmıza hükmeden daha üstün sisteme ister doğa deyin, isterse
ilâhi güç adını takın... îsmi değiştirebilirsiniz ama. esası değiştiremezsiniz. O
sistem, tasavvuf ölçüleri içinde, bütün âlemi kendisinde tevhid eden Adem
sistemidir. Kısaca, Ademdir. Ve Âdem Allah^n sonsuz görünüm imkanlann-
dan biridir!
Âdemdeki tevhid yani birleşme, özetlersek, hem bütün görünenlerin bir
arada, birbirlerine bağımlı sistemini, hem de görünenle görünmeyenin iç
içe ve bir arada var oluşunu ifade eder.
^ Doğadaki her zenrenin insan için var olduğunu daha önce anlatmıştık.
Yıldız sistemlerinden, dünyamızın güneşine, ayına, denizine, toprağına, bit-
kisine, hayvanına, hastalık ve şifa sebeplerine kadar her şey. insanın hizme-
tindedir. (Yerde gökte ne varsa, hepsi Allah'ın emrindedir mânâsındaki
ayetler ile, "Bu Alemi senin için. yarattınî„ kudsi hadisini beraberce
düşünürsek, ve âlem kendisi için yaradılmış bulunan Muhammed Musta-
fa'nın daÂdemin özü esası olduğunu hatırlarsak, birazcık bir tasavvuf aşkı.
bizi şu şaşmaz sonuca ulaştınr:
Var oluş. Âdemde tevhid olur. Âdemde gözükür.
10
Bütün tasavvuf eserlerinde; kitaplann kitabı Kurbandan kaynaklanan bir
Âdem övgüsüne rastlanır.
İşte, kesin delil, işte bir ayet: "Biz Âdemi kendi usturiubumuzda
yarattık. "Varlık âleminde Âdemden daha ağır yük omuzlayan da
yoktur: Akıl ve nefis de onda, gönül de... Zarar da onda, kâr
da.. .Başka ve öz bir ifadeyle. Cehennem de onda. Cennet de!
Bütün din kitaplannda meleklerin Allah'a yakınlığından söz edilir. Melek-
ler ki, nefisleri yoktur, yemeyi içmeyi, karşı cinsle sevişmeyi, çoğalmayı,
aşkı bilmezler! Yani hırsı tanımazlar. Allah o meleklere. Âdeme secde etme-
lerini emretti. Niçin secde? Çünkü^secde bağlılığın,. emrinde olmanın ifade-
sidir. (Melek Âdeme secde eder, Âdem de. "Secde et. yaklaş!„ ayetinin
emriyle, Allah'a!,. Tasavvuf adamı, şu içiçeliğin coşkusundadır!)
Âdemi kendi usturlub un da yaratan, ona melekleri secde ettiren, ona şah
damanndan daha yakın olduğunu müjdeliyen, yere göğe sığmazken inana-
nın gönlüne sığan Allah, iki Cihan Serveri Mustafa ya, "Bu.âiemi senin
İçin yarattım,, buyurdu... Ve, ve. îki Cihan Serveri de hemcinslerine
dönüp dedi ki: "Ben de sîzin gibi insanım!,.
Tasavvuf, hele islâm tasavvufu, coşkuyla Âdepne sanlmasın da ne yap-
sın? Hümanizmin, yani insan sevgisinin elbet fersah fersah üzerinde... Deli-
li, isbati da işte eserleri: İşte Mevlânâ, işte^Yünus, işte sıra sıra diğerleri.
Demiştik ki, îslam tasavvufunda ana ilke tevhiftir. Yani, tüm insanlan tek
Âdemde görüp kucaklamak şarttir. Bu kucaklamada, ne. çirkini, ne inanma-
yanı, ne yalancısı, ne kâfiri, ne düzenbazıayırdedilmez! Tasavvuf kemâline,
ideal olgunluğa giden yolda ayınm yoktur, çünkü tasavvuf adamı bilir ki.
Allah, tüm âlemin Rabbidir. /'Rabbülâlemin„dir. Ve tek Yaradan'dır.
Halik'tir. Musavvir'dir, yani Âdemin her halini tasvir eden O'dur. Tek
Halik-in yarattığında ise, hatâ yoktur, yanlış yoktur: İşte."La abese„ ayeti!
Peki ya cihat, diye sorana da İslam tasavvufçusu.'Peygamberinin hadi-
siyle cevap verir: Asıl cihat, senin nefsinle olan savaşındır. Bu savaş, pey-
gamberlikten de zordur. Bu. nedenle, zaferi de o ölçüde üstün ve değerli
olUr.
Cihat, nefisledir, sözünün gerçekliğine, bir başka açıdan bakınca, bütün
insanlık tarihi de delildir: Nefisleri çoğul halinde düşünün: îşte, tanh
boyunca savaşan ordular! Nefisle cihat!.. ^.
II
BAĞIŞLAYA
RESULALLAH!
Günümüzün dfne dayalı bazı devlet düzenlerinde, Hazret-i Peygamberi
eleştirenlere idam cezası veren kanunlar var. ^
Hepimiz hislerimizle hareket ederiz. Beşeriz. Peygamberimize
dil uzatılması, ceddimize küfredilmesinden ağır gelir. Şüphesiz.
Dayanamayız. Ama. kem söze mukabil ölüm cezası?..
Acaba, insanlığın gururu, varoluşun sebebi Yüce Peygamberimiz tâ bin-
dörtyüz sene önceki künyesi, kimliği ve cismaniyetiyle öyle bir kanunu
onaylar mıydr?
O Peygamber ki, kendisine taşlarla hücum edenlerin idrak
eksikliklerine ağlamıştı, bağışlanmaları için dua etmişti.
- O Peygamber ki, atöğı okla öldürdüğü hasmı karşısında acı çekmişti de,
*o oku sen atmadın, ben atüm' mânasındaki âyet inmişti.
Kendisine 'ne çirkinsin' diye sataşana 'öyleyim* cevabını vermekle yetin-
miş, neden sonra has dostuna, mübarek varlığının yalnız bir ayna olduğunu,
bakanın, yüzünde kendini (kendi çirkinliğini ya da kendi güzelliğini) gördü-
ğünü açıklamışti.
'Mazluma da zalime de yardım edin!- hadisi onun ağzından çıkmadı
mı? '
Onun dünyaya bakışını kendi varlığında tekrarlayanlardan Hazreti Ali,
öldürmek üzere olduğu düşman askeri yüzüne tükürünce, kılıcını geri çek-
miş, kin duyup öldürmeyi îslamiyetin ihtişamına yakıştıramamıştı.
Peygamibere küfür edeni öldürmeye varan zihniyet asıl küfrü
kendi işlemektedir. Küfredeni cezalandırmak, aynca, cahili, ceha-
letinin zavallı fiilinden mes'uİ olacak derecede idrak sahibi zan-
netmek değil midir?
Muhammed muhabbetinden nasibi olmayan katı şeriatçı bazı
devlet uygulamalarını ibretle işitiyoruz: İdamlanyla. İslama gıptayı
mı teşvik ediyorlar/reaksiyonlan mı?
Zaman çoktan değişti. Bakın îslam ülkelerine: Hiç birinin başka ümmet-
lere cihat açacak gücü yok. Allah îslamdan yüz çevimıediğine göre, 'cihat'
nasıl olacak? Yaradanın sevgilisi, kazandığı son harpten sonra, *asıl cihat
bundan sonra/ nefsimizle cihatür' diye buyurmadı mı? Günümüzde Hak
dinine davet için kaba kuvvet geçerli değil! Zorlamanın fiilen imkansız hale
gelmesinin hikmeti, işte bu!
12
insanoğlu öyle bir düzeye varmış ki, bir dünya görüşünü sizden
yana çevirebilmek için 'öde' değil, gönle, idrake yol bulmak şart!
^MuhammedV kavramı, geçen zaman içinde ağdalanmış, ağdalanmış,
insanlığı huzur ve hakikate kavuşturacak iksir olduğu anlaşılmaya başlan-
mış.
Şimdi kılıçtan korkarak değil, inanarak, ilime, gerçeğe vurularak İslamı
kabul ediyorlar. İnsanlık şerefini îslamda tadıyorlar, işte ezilmiş Amerikan
zencileri, işte batının ilim, edebiyat, san 'at ustalan...
Bize kalırsa, iki Cihan Serveri Peygamberimize asıl hakaret
edenler, onun gerçek yüzünü anlamaya çalışmadan namı Hesabına
idam fetvaları verenlerdir.
Tarih boyunca hep aynı ilâhi cilve: İslama kötülük, ham sofudan, yobaz-
dan gelmekte... Bir şeyin cayırtısını koparan, ona sahip olmayıp ta sahip
gibi görünmek isteyendir ya!
13
Bütün eşya bilimlerinin dayanağı akıl ve akla göre kurulmuş kurallardır. .
Bu bilimlerin tek hedefi, sebep-sonuç ilişkisinin araştınlmasıdır. Tasavvuf
ise, aklın kurallanna gönül sesinin hakim olduğu İlimdir. Akıl elbet tasav-
vüfta da geçerli ama.^yeterli değil.
Tasavvufta, sebep-sonuç ilişkisinden öteye, olaylann gizlediği hikmetler
araştınhr. Eşya bilimlerinde sebep-sonuç ilişkisi tek veya sınırlı olduğu hal-
de, tasavvufta her olayın sonsuz hikmet kıvılcımı vardır.
Örnek verelim:
Yağmur olgusunun suyun buharlaşmasından, sonra da buhann soğuma-
sından meydana geldiği', sebep-sonuç araştırmasıyla elde edilmiş bir bilgi-
dir. Peki. ama. su göğe niçin başka bir sistemle çekilmez de, buharlaşarak
yükselir? Ve neden, tonlarca su. gökten şelâleler gibi inmez de, damla
damla bir rahmete dönüşür? Bu olay neyi simgeler? Hangi esrara ışık tutar?
- Gönüle düşen hikmetJerin bir ikisini sıralayalım:
Bir hikmet: Allah'ın "Latif„ sıfatına götürür: Âlemdeki dönüşüm, en latif,
en rahmani perdeler gerisine gizlenmiştir.
Bir başka hikmet de belki şu: İsınıp kaynama haline girmek, eşya üstü latif
hâle varmanın tek yoludur. İsıyı veren de. gönüle düşen aşk ateşidir.
Ve hemen ardından, şu "Tcvhid., hikmeti de göz kırpar: Kur' an ayetinin
buyurduğu gibi, hayat suda oluşur. Ne suyun en uç hali olan buzda, ne de
diğer uç hali olan buharda! Belki, buzun ve buhann birbiriyle denkleşip tev-
hide, yani birliğe ve birlikten "Latifle varmasında. Eşyanın lâtifliğinden lâtif
isminin sahibine götürmesinde!..
Yağmur misaline devam edelim:
Buhann suya dönüşmesi için bir pert gerek. Maddedeki yağmur rahme-
tini yaratan pert.mânâda.şu varoluşu yaratmak için gereken vecdin misali-
dir. '
Uç haller, suyun oluşması ve âleme' hayat vermesi için vasıtadınar. Bu
noktada gönlümüze. Yüce Muhammed Mustafa'nın hadisi düşer: "En iyi-
si, ortasıdır!„ ı ı
Bu küçücük hikmet denemesinde simgelerin anlamına varma yoluyla.
koskoca bir tasavvuf gerçeğine ulaşmış olduk:
Bu âlemdeki hayat, kısaca bu âlemin kendisi, gönül laıifliğiyle eşya kanlı-
ğının tevhidinden.' (Yani her ikisinin de bir araya gelip vecd yoluyla aynlığı
ortadan kaldırmasından) oluşur.
Başka deyimle, ne yalnızca gönül laıifliği, ne de tek başına nefis katılığı!
İşte, âdemi âdem eden. ona meleklenn secde etmesine sebep olan
üstünlük budur: Varoluş, âdemde tevhidhalidir
Bir adım daha gidelim: Ademden maksat da. idraktir, yani farkediştir.
anlayışnr: seziştir. Tasavvufta bu gerçek şöyle söylenir: Beni âdem yoktur,
beni idrak vardır.
14
insanlık tarihine şan venniş Mevlana gibi sultanlar, tasavvufta kıyas meto-
dunu benimsemezler. Kıyas, kelimeden de anlaşılacağı gibi. bilinmeyeni,
bilinenin ölçüleriyle mukayese yöntemidir. Öyleyse, bir mantık yoludur.
Oysa tasavvufta, kuru mantık yetersiz. Kısır döngijye düşen mantıktır.
GönüLkısır döngüyü sezgi gücüyle aşar gider.
Maddeye ait sosyal ilimlerde ve bu arada dinbilimde kıyas elbet geçerli ve
kullanılan bir yöntem. Ama tasavvuf madde ilmi değil ki...
Kıyastan değil ama, misallerden, tasavvuf çok yararlanır. Misalde, kıyasta
_ şart olan "Ayni„lik aranmaz. Zaten bu âleme de misal âlemi denir. Misaller-
den alman hikmetler, gerçeğe yaklaşmayı sağlarlar. Yaklaşma, mantığı da
içermekle beraber, onu aşan bir tad alıştır, duyuştur, yakıştırmadır. Yakış-
tırma, hakikate yaklaşmanın delilidir. ("Secde et, yaklaş!) — Yakıştırma
yoluyla yaklaşmanın tersi, zanlardır. Zanlar. hedefi şaşırtırlar.
Allah'a yaklaşma ilminde benzetmeler yapılır, olaylar anlatılır ve bunlar-
dan hikmet sonuçlan çıkanlır. Benzetmelerin de, olaylann da gerçeğe tıpa-
tıp uygunluğu değil, dinleyende yarattığı etki önemlidir. Mesela, Allah'ın
zarif velisi Nasreddin Hoca'nın "Bîr kere halka söz verdik, öleceğiz,,
sözünü hakikaten söyleyip söylemediğini veya hangi hikayede söylediğini
araştırmaya kalkmak, nakledilen sözdeki etkiyi yok etmekten, düşünceyi
yozlaşfırm aktan başka ne fayda sağlar?
Yakışnrmanın önemi yalnız tasavvufa mahsus değil. Madde ilimlerinde
de yakışbrmanın çarpıcı ve başanlı örneklerini görebiliriz: Matematik gibi.
bilirnlerin en "pozitifinde,, esas alınmış olan onlu sayılar (Onarlık diziler)
sistemi bir yakıştırmadır. Nitekim, aynı matematiksel konular, zaman olmuş,
oniki'lik dizileri temel alan sayı yapılan içinde çözülmüş. Bugün, modem
matematikte sıfır ve bir rakamlanna dayalı bir başka yakıştırma bütün diğer
ilimlere hizmet veriyor.
Ya, Einstein'in zamana "Dördüncü boyut,, deyişi, mükemmel bir yakış-
tırma değil midir?
Yakışbrma, bilimin bilinen hudutlannda çaresiz kalan mantığın san'ata
sanlması ve duygulara boyun eğmesidif ki, bunun sonucu, atılımlan doğur-
muş olan çağnşımlardır. (Notalann doğuşlarla yakışnnlması da besteleri
yaratmaz mı?)
Tasavvuf adamı bilir ki. icat diye birşey yoktur, çağınşımlarla görünür
hale gelen keşifler vardır. Her bulunan, varken farkedilenden ibarettir. Bu
farkediş "Feyzi akdes,, eski terimiyle anlatilan Allahın hudutsuz ilminden
çağnşımlar yoluyla hakikatin emilmesidir.
"Ben inananın beni bildiği gibiyim., ayetinin yakıştırmaya cömence
verdiği izne bakın!
Yakıştırma, Allahın sevdiği yöntemdir. O, ahenk.siz görüneni bile benzer-
siz bir ahenk bütünlüğü içinde onaua kovan ve âlemi, yakıştırarak yaratan-
dır
MUTLULUK YOLU
Bütün çağlar içinde insanlığın müşterek çırpmışlanndan biri de mutlu-
luk arayışıdır, insan mutluluğu hep arar ama, büyük çoğunluğu ile bulamaz.
Bu âlem düzenindeki yapımızın esrarı da, dinamizmi de burada işte. Eğer
mutluluk bir su kaynağı kadar J-. ,- . . ., . —
'j^''''^\j\^yp^ğy^^ onün^içiri jbbş adarçl;^ sevmez. Bireser ver-
^^''%'ed|HjJnı$|iffl^^
de) fâtu'^föîfşfİâJıfe^'^İamih^câüne birai'yâkİaş^îv'biV:âfifiiı^bîfö^b^
mekten haya eder! ' -; -ı- --f^. ~>
- - 19
görecelik üzerine
Âdem*in yaratlanlann tümüne üstünlüğünün sebeplerinden biri elbet
aklıdır. Bireysel ve bu yüzden sınırlı da olsa, akıl herşeyin aslını esasını
öğrenmeyi ve yaradılanlara yeni yeni katkılarda bulunmayı Âdemiı^ karak-
teri haline getirmektedir.
Ama, bireyselliğin gereği olarak, 'cüz-i akıl*, evrensel bir düşünceye de
fren olur. Çünkü bütün bilgilerimiz, belli şartlara göre doğrudur veya yanlış-
tır. Şart değişince değer hükmü de değişir. Buna 'görecelik' diyoruz. Ger-
çekten, hangi şartlann içindeysek, görüşümüz de o şartlara göre yön alır.
'Görecelik' modem ilimlerin de ana ilkelerinden biridir. Bir iki bilinen
misalle kpnuya açıklık getirelim: Hızla gitmekte olan bir trende elinizdeki
bir topu, trenin gittiği yönün aksine, geriye doğru vagonun içinde fırlatsanız.
top size nazaran geriye gider ama, trenin dışındaki bir noktaya göre ise ileri
gider", çünkü tren, içindeki topla beraber ilerlemektedir.
^ Daha basit bir misali de kullanabiliriz: Düzlem geometride biliriz ki, iki
noktayı birleştiren en kısa yol, bir doğrudur. Ama uzay geometriye geçerse-
niz, iki nokta arasındaki en kısa yolu bir eğri diye tarif zorunda kalırsınız.
Görüldüğü gibi, her şeyi kendi şartlanmıza göre değerlendiririz.
Bir de şu misale eğilelim: "
Fezada başka hiçbir cismin olmadığı boşluk içinde bir küre kendi etra-
fında dönedursa, buküre için ne 'dönüş' diye birşey vardır, ne de zaman
diye. Çünkü b kürenin yapayalnız dönüşlerinde 'önceki nokta - sonraki
nokta' mukayesesi yapmaya imkan yoktur ki... Ama, o kürenin civanna iki
başka nokta koyun, zaman da mekan da doğsun!
Öyleyse, bütün bilgilerimiz görecelik içindedir. Dünya ölçüleri içinde
'mutlak doğru' bilgiden, kısacası 'mutlak doğru'dan söz edilemez.
Şu yukandaki son misal feza boşluğundaki tek nokta çağnşımından bizi
hiçlikteki tek varlık hakikatine götürebilir: öyleyse anlarız ki, Allah tefekkü-
ründe 'zaman', mahluktur, sonradan yaraülmıştr.
İşte Allah bakışı ile kul bakışı arasındaki en büyük ve sarsıcı fark! Biz,
zamandan ve zamanla beraber mekandan kendimizi spyutlayamayız.
SoyutlayabiJseydik, yepyeni hakikatleri - hem de kesin ve mutlak değerle-
riyle - öğrenebilirdik.
.Allah tevhidine dalan kemal ehli işte bu güce sahiptir. Çünkü Allah'la
beraber yani Allahın nuruyla bakma yeteneğini kazanmıştır. Evliyaullaha
bu nedenle 'hakikat ehli' denir.
Durmak dinlenmek bilmeyen sanılarla üzerinde düşünce yürüttüğümüz,
hayat. Cennet. Cehennem, buralarda kalma süreçleri gibi kavramlar
.aslında görecelikle sınırlı bakışın yanılgısı ve kısırdöngüsü içinde çok eksik,
çok çarpık izahlarda kalırlar. Meğer ki, kemal ehlinin gösterdiği, Allah bakışı
ile beraber- bakanın ortaya koyduğu hikmet ölçüleriyle ele alınsınlar.
Ayetlere ve hadislere bel bağlanması bundan.
Sözümüzü, göreceliği apaçık ortaya koyan bir ayeti kerime ile bitirelim:
''Ben inanların beni bildiği gibiyimL
20
TEFEKKÜR GÜNAHI!
Denize âşinâ olmayan çoğu insan denizden korkar. Sandalla, hattâ koca
genniyle bile denize çıkmaktan, deniz yolculuğundan çekinir. 'Neme lâzım!'
der. 'Ayağım sağlam karada olsun!' - Ve zaten ona da bu tenbih edilir.
Kimi, sahil çocuğudur, sert havalar dışında, denizde olmaktan zevk duyar.
Ama, denizle şaka olmayacağının verdiği çekinme içindedir...
Bir de, deniz âşıklan var. Denizden ayn kalmaya tahammül edçmiyen...
Kara ikliminden bunalan... Nereye baksa, hangi ufka gözü kayşa orada
denizi görür gibi olan... Meselâ deniz kurtlan vardır, denizle haşir neşirdir-
ler. Rüzgârla coşan denize mestolurlar. Onlan da deniz tutar ama, bu deniz
tutması sarhoşluk gibi birşeydir.
Elbet Allahla yakınlığı denizle dost olmaya benzetmek imkânsız. Elbet
anlatmak istediğimizi anlatamayız.. Ama demeye çalıştığımız şu;:Şeriatı bir
yasaklar ve cezalar dizisi gibi kabul edenler var ki, onlar için Allahı düşün-
mek, Allahın binbir hikmet ve binbir sistemini tefekküre gayret etmek
günahtır: İnsan kendi cürmünü ve hacmini bilmeli, gösterileni yapmalı, faz-
lasına el atmaktan kaçınmalıdır. İnananlann çoğunluğu böyle davranır.
Bu, 'Kaçmap kanşma, çalışma!' kuralının ifratla inanç sahasına da
uygulanmasından başka nedir?
Şeriat kural lan vahiylerden elde edilmiş değil mi? Vahiy, tevhid tefekkürü-
nün ve tevhid zevkinin ortaya koyduğu nâmelerdir. Şeriat ta, o ^öz'den
bakıştan arda kalan kalıplar... Kalıp, kendi sebebine mâni mi olacak?
İlâhi sistemin muhabbet üzere bilinmek için var olduğunu anlıyanı, hiçbir
kayıt Allah tefekküründen uzak tutamaz. ("Onlar ki. ayaktayken» oturur-
ken, yan yatarken Allahı tefekkür ederler!..»)
Meselâ mir'aç çarpıcı bir olay. Acep niçin kutlanagelir? Hikmetlerinden
biri olayı canlı tutup üzerindeki tefekkürü kamçılamak değil mi? Gök katla-
nna yükselmek ne anlama gelir, Burak neyi simgeler, Cebrail'in geri çekil-
mesi neyi anlatır? - Bütün bunlar, düşünmek için değilse, niçin nakledilir-
ler?.. .
Tasavvuf şu hikmet üzerinde çok durur: Şeriata korkuyla sanlmış birinin
günah saydığı şey o kademeden daha yüksek bir tahsil veren tarikatte bazan
hattâ şart olur. Küçük bir misal: Gerçek namaza yönelmeye hazırlayan derin
bir ilâhi sohbet devam ederken namaz vakti gelse, katı kurallara korkuyla
bağlı olan kişi sohbeti terkedip namaza koşar. Oysa, tarikatten, hele onun
da üzerindeki *mârifet'ten nasip almış olan, 'namazı doğru kıhn!' hük-
münü gözardı etmez ye gözünü kırpmadan o sohbeti dinlemeye devam
eder.
21
Çünkü bilir ki, jgerçek namaz, o sohbetin vcrdîğî gönül titrcmcsiylc
kılınabilir.
Günah korkusu Allah sevgisine, Allah sevgisi Allah aşkına ve muhabbet
coşkusuna dönüştükçe, basamaklar ^hakikat' şemasına doğru yükselir, ^
Ledun denen mânâ ilminin kapılan zorlanır. /Kırk Haramilerin
hazinesini (kenzM hafi)* yağma yolu a^^^
Tarikatı de geçip^'marifet* kâdenrıesine ülaşmıiş olan için haram ve günah
başka anlam alır: Onun vardığı noktada Allahtan bir an bile gafil kalmak
haramdır. Günah ile sevabın iç içeliğinin çözülmez düğümüne o kemal
ehlinden başka kim erişebilir?
Ya, ya ehl-i hakikat?..
22
Tasavvufta iki çeşit ilimden söz edilir: Görünen bu âlemin görünen hayatı
ile ilgili ilimlere,.îllîyet(kıylü kal) ilimleri denir ki, kısaca "Madde ilimleri,,
diye özetleyebiliriz. Mesela fizik, kimya, matematik, sosyal bilimlerin hepsi
ve hatta felsefe ve dinbilim, bu gruba girerler. Bir de, gene tasavvuf deyi-
miyle ledun ilmî vardır. Bunu da, kısaca "Mânâ îlmî„ diye anlatabiliriz.
Tasavvuf, mânâ ilmidir; Geçici hayatin değil, bekanın ilmidir. San'at
tarihi biliminin bir ustası, meselâ güzel bir tablo karşısında, renk ahenginin,
gölgelerin ve boyutlann kullanılış biçimine dikkat eder, hangi san at akımını
temsil ettiğini bulur. Dayanağı, sebep-sonuç ilişkili bir dünya ilmidir. Oysa,
eline fırça almış, resimle uğraşnnış bir ressam, aynı güzel tablo karşısında,
"Bu kimin eseri» diye sorar, yapana hayran olur. îşte, âlemde olup biten-
leri: bu bakışla seyreden,~;şe.bepleı;den o sebeplerin yaraticısın ulaşan kim-
se, mânâ: ilmi dediğinıiz ilmin öğrenimine koyulma
Ha, bir de taklitçiler var. Gene tablo misaline dönelim: Mesela böyle biri,
Mona Lişalnın şöhretini duymuştur, tebessünnüniŞn sırlı güzelliğinden söz
edildiğini bilir de, zevkine vanyonrıuşçasma reşimden.anlar g[özükür. Bu
taklitçileri de küçümsememek gerek. Taklide dşğen.ş^y taklit edilir. Meselâ
altin taklit edilir de tenekenin taİditi olmaz. Öyleyse mânâ ilminde gösteriş
satanv,ö2endiği ilmin değerini bilmektedir. Şatş şşta, bir gün, geç de olsa, o
ilimderisbîrşeyler kapmış olur.^Tasawuf dilinde buna 'taklitten tahkike
varmak' denin^
^4ânâ ilimleri konusunda dikkate değer bir gözlem de şudur:
Mânâyı araştiran, özü esası yakalar. Ozü tanıyan, onun görünen sonuçla-
nnı4a tanır elbet^^Jıaİder^nıad^ bilimlerinin ana ilkelerini, yanılgısız bilir!
Mâniilnıinde^n y^ bilimlerine
dayanan konularda-daşaşrnâz-doğmluk^^ koymuştijr: ^ ^ ^
"Sofraıdan -aç -:kalkmız^."4^yuru^^^^^ ıŞik tutar, "israf
haramdı r„ eler, "kalkınma 'ekonomisinin, ana ilkesini açıklar, "insanlara
akıllajı cUçüsünde söz söyleyiniz^^ de siyasete
de,;spsyal ilimlerin^tünv^
O bütürı ilimlerin sultanıdır. ;;: :^,
En sıcaÎK yaz gününe de.en soğuk laşğüniine de rastlayan Ramazan'da
mutlak oıtıç tutulmasını tavsiye edişindeki hikmeti, bugünün tibbı belki .
henüz yeterince anlıyamamaktadr ama, bir gün elbet asırlar önce konmuş
kuraUarı^oloğmlayaçaktir. , ;,'^^^^ . ,, i.-
Çünkü yolu gösteren, yaradılışın hikmetine sahip. olandır;.^^-^,^^ ,i ^,
23.
AYNA
Sunduğumuz sohbetlerde bütün söylediklerimiz, aslında yalnızca bir
noktaya yöneltilmiş aynalar gibidir: Amaç, o tek noktadaki parlaklığı yansıt-
maktır! O nokta, Nur'un kaynağı olan "Tcvhîd,, noktasıdır. Tasavvuf neşe-
siyle bakarsarıız, heç olayda ve her görünende Allah'ın binbir figürünü sey-
redersiniz.
Tasavvufla dinbilimin en büyük farkı da burada ortaya çıkar: Dinbilim,
Allahın sevgi ve rahmetini kazanmaya götürecek yollan öğretir, tasavvufta
Allah tek amaçtır. Dinbilimde "kazanmak^ öğesi ağır basar, tasavvufta ise
'"feda etmek L
Dinbilimci için tasavvuf bilgisine gerek yoktur. Ama tasavvuf yolcusunun,
dini kurallann özünü esasını benliğine sindirmekten vazgeçebilmesi kolay
değil!
Tasavvufun alabildiğine hoşgörülü genişliğinde, hikmet bakışı, dindarda
da, dinsizde de, âdemde de, şeydanda da, Allahın göz kirpisini yakalar.
Bütün sebepler müsebbibe, yani sebeplerin kaynağına götürür.
Bu âlem, Allah yüzünün resmini gösteren aynadır. (Aynadaki, kendimiz
değil, resmimizdir ) Ama şu dâ gerçek ki, kendimizi resmimizden başka tanı-
tcı imkan da yok!
Şu sözü hatrlayalım: Miraü Muhammet'ten (Yani Muhammet ayna-
sından) Allah görünür daim!»
Bir gerçeği de unutmamak gerek: Aynaya şaşı bakan, kabahati aynada
bulmasın!
(Şu küçük hikâye, bakışın kerametine ne güzel misaldir: Resul-ü Ekrem,
Ebubekir ile sokakta yürümektedir. Ebubekir, Peygamberin mebarek
yüzüne aşkla bakar ve "^ne güzelsin!» der. İki Cihan Serveri, "^Öyleyim,,
diye cevap verir. Bunu duyup kıskanan ve İslama karşı olan biri de yüce
Resule "Ne çirkinsin Muhammet!» diye* homurdanır. Allahın sevgilisi
gene kısaca, "Öyleyim» der. Ebubekir_şaşınr: "Güzelsin dedim* (öyle-
yim) dedin. O adam, (çirkinsin) dedi, ona da (öyleyim) dedin.
Bunun hikmeti nedir?» Resul-ü Ekrem'in cevabına bakın:
"— Ben aynayım. Sen de, o adam da bende kendinizi gördünüz»
(Ayet: "Ben inananın beni bildiği gibiyim»)
Mücella ayna, beyazı beyaz, siyahı siyah gösterir. Ahmed-i Mahmud-u
Muhammed, bütün âdem görüntülerindeki ışıklann toplandığı odak nokta-
sıdır. O odak noktasındaki nur, bütün âdemin tevhid nurudur.
İşte o nur aynasında, kâmil âdemin yüzünde, Allahın sureti görünür. (Aslı
demiyoruz, sureti görünür!)
Yok yok, bu dediğimiz put yaratmak değil, tam tersi:
Allahı niyazlarla sofrasına misafir olmaya çağıran, "Gel de saçlanndan
bitini ayıklıyayım» diye içtenlikle.yakaran saf çobanın hikayesine gülersi-
niz. Ama, çeşit çeşit putlar yapıp tapanlann ya da Allahı herşeyden soyutla-
yanların veya kendini Allah varlığının dışında sananlann o çobandan farkı,
olsa olsa, çobandaki güzel ihlastır.
24
BİR VECİZ SÖZ IŞIĞINDA
"Şeriat vahye dayalı 'Kal-i Resul' ise, tasavvufta Kur'an ilhamına
dayah 'Hal-i Resul'dür.^
Gerçekten, Yüce Peygamberimizi anlamak için O'nun yalnızca söz ve
davranışlannı ömek almak yetmez. Bu, 0*nun çok yüzeysel bir taklidinden
ibaret kalırdı. Oysa, "Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım», mana-
sındaki kudsi hadis şekille iç içe (Hz. Mevlana*nın Tih-i mafih' veciz ifade-
sinde belirtildiği gibi) bir Allah - Muhammed alışverişini ortaya koyuyor.
Evet, açıkça belli ki, Resul-ü Ekrem, Allah'ın sevgilisidir, 'Habibullah'
sıfatının sahibidir. Habibullah sıfaü bir aşkı ifade etmekle kalmıyor, aşktan
çok üstün bir hayatiyet gücünü belirtiyor.
Eksik de olsa şu misalden destek alalım: İnsanla yavrusu arasındaki sev-
giyi aşk diye tanımlamak mümkün değildir. Ama kendi dünyevi seviyesi
içinde mukayese edilirse, bu sevgi dünyevi bir aşktan daha çok cephelidir
Bu çok cepheli sevgiye muhabbet diyoruz. Muhabbette birbirini baygın
gözlerle seyretmekten çok öteye bir canlılık vardır. Sanlmak ve kızmak,
hayran olmak ve gene de yönlendirmek, mücadele ve teslimiyet içindeki
muhabbet, *Yaşama sevinciyle' anlam kazanmış hayattır. Bu hayat iki
Cihan Serverinin 'Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyayı, yann ölecekmiş
gibi ukbayı düşünmek'le özetlenebilen hadisiyle de vurgulandığı gibi,
tek cepheli değildir. Revnak doludur.
Gene başka bir hadisle bir günün önceki güne benzemesi kınanır ve
sürekli gelişme methedilir. Muhabbet, ilim içinde, gittikçe daha üstün bir
hali arayarak sonsuza kadar hamle üzerine hamle ile tekamül eder. Bu dina-
mizm, 'Seni layıkıyla bilemedim' hadisindeki doymazlıkta ifadesini
bulur.
Muhabbet kelimesiyle Muhammed ismi arasındaki ses yakınlığı boşuna
değil. Tasavvufun sevdiği şu deyimi hatırlayalım: "Muhammed 'den
muhabbet oldu hasıl, muhabbetsiz Muhammed 'den ne hasıl?^
Bir sual akla gelebilir: ResulluUah niçin Allah'ın sevgilisidir? Gerekçeyi
hemen ijeri sürebiliriz: Muhamrped Mustafa, Âdem'in en üstün kemal nok-
tasıdır. Adem'in özü esasıdır, Adem*! yaratan Ulu Nakkaşın muhabbetle
işlenen nakşıdır. '
'Peygamberlerin ahedliğini (çoktaki tekliğini) bozmayın^ mana-
sıyla özetlenebilen ayetin de belirttiği gibi, bütün gelen peygamberler
Muhammed kemalinin içinde birleşirler. O'nda nihan olurlar. (Kaybolmuş
gibi özleşirler). Her birine duyulan sevgi de O'nda muhabbetlesin
25
TASAVVUF VE BAĞNAZLIK
TEMEL DAYANAKLARA
SATAŞAN İHLASTAN
YOKSUNDUR
Islâmın doğusundaki yücelik, çok bağnazlığı silmeye yetecek hikmetler
taşır: Din Resul-ü Ekremin Hira dağındaki tefekkürüyle önce sadra doldu,
sonra satıra döküldü. Yani, evvelâ gönlü sardı, sonra kelimelere dönüştü.
Bu, mânânın şekli biçimlendinmesidir. Kur'an mânâdır, özdür. Ve onun için
, de, Arapça bilenin değil, mânâyı tadanın gönlüne dolar. Koca Türk milleti
Arapçai bilmez. Ama kim Türkten daha'müslümandır? Yunus'un her mısra-
sının bir ayeti açıklaması da aynı nedenden doğmaz mı?
Kur'an besmeleyle başlar. O besmele ki, Allahın ismine, rahmaniyetine
ve rahmine sığınmayı, nzayı öğretir. Dinimizin islâm'la, teslimiyetle isim-
lendirilmesi de bundan.
Kendisine teslimiyetin ve İhlasın ilâhî huzuruyla erişilebilen Allah gene de,
şekli isteyene şekli, özü isteyene özü verir. Misal mi, işte:
Dinimiz israfı reddeder. "Müsrifi sevmem'mânâsındaki âyet te, 'israf
haramdır' hadisi de bunu söyler. Gel gör ki, yüzyıllardan beri islâm âlemi-
nin içtima yeri olan Mekke'de, hac zamanı, binlerce ve binlerce koyun sırf
şekle uyularak kurban edilir ve sonra çürümeye terkedilir. Üstelik, israf büs-
bütün belirsin, Allahın uyansındaki hikmet büsbütün ortaya çıksın diye,
çürümeye bırakılan hayvan, etinden boynuzuna, hattâ peynir mayasında
, kullanılan bağırsak suyuna kadar her zerresiyle beşerin yararlanmasına
adanmış olan koyundur! - Dikkat buyurulsun: Şeriat uygulamasının en
doruk noktaya yardığı sanılan yer vezamanda İsrarla tekrarlanan haram! -
Allah kendine âîşık gönüllere, özü gözleyenlere, hikmetleri apaçık sergiler:
Besmelenin işlerliği içinde, rahmaniyetinin ve rahimliğinin sımsıcaklığıyla,
şekli din edinenlerin hâlini delillerle gösterir!
Şimdi şu yukandaki çarpıcı misalin ışığında bir garip iddiaya dönelim:
Nereden geldiği, hangi doğu rüzgânnın gizli emeliyle savrulduğu çok iyi
bilinen bu iddiaya göre, devlet başkanının imam olmadığı ülkede cuma
namazı kılınmazrnış, o devletin yönetimine boyun eğilmezmiş.
29
'^ ^ Osmanlı Efevlefiriirl sonun^^adar FÎalıfe^ cürria'-harTlcörİaldınrdî. Ama o
şekilktırajı^^ ^^^ devletin, çöküp dağılmasına da, devleti kemiren binbir
illetin^âidıkçajkmaşma da^mait olamaai/|%^bl^a^m vFalIahi hay-
rün hafizün ve hüve erhamer rahimîn», âyetinin hikmeti içinde, şüphe-
siz 'tek tasanrü|;Mıit)iipînŞ' |mnyl# cüırîa,:nama^î^^^ imamlık etmese de
mânevi güce güveneri Bir Mustafa- rim, MüsiafaKernarin yönetimi, İslâmın
özüne gönülden bağlı bir toplumun yeniden doğuşunu sağladı. Cuma
^^J^nâmazıkıldırrna görevini yükleıinıfey^^ olıder;.tıpkıLAnadQİujnanrtıhâhevi
- ^fatihnî^hmfet Yâsew nihv dört ^^ ^yaria mâhânkumâhddnlarînnsâlışr?gibi,
ı^^yobâzlıktanrari gerçek din adamlanndainoluşmaşİDir
n/pfelkmın/iilkinmesinde görevlendirdiı^ Gihat bo^e J^azanıldrnOlider inîam
■^'^^ölmâdı&mavturn^îslâm âlemine ba^kiöldü/Tf M-^j i-nısu'^ ü^gstA sb
i^ -iTiTürkiye monalafnri: devlefrdöğildiıbÖze^di^n^ah şekîrH
derviş^ halk güler MgeçerjfiurasîHMevlânâlannî;) Yunusların; -PipSuİtanlann
^ -ccdk-îci ,;liısj^Ü /üiibiî/h:;)? Sv^jınımr; i^nr-r-- •fv/ılübo nsn-ı-h Aihieîn'ju ^^î.-'o^
.su/b ai^>!îp s^jario nüH)d^Od i^m;!;/; i>h:J:'r?i2n6vu nırir.-IA .i^rrûl^^ n-.nijd
sbnîa^veiT; -rlnyDO i^ncd .s>'\nTAr-ı\JCÖ fV:>[--u^B ,nf}'j-jf^n n6!:-is-:!d -V:;rnO-'"'n
- \rr\oiEfi nısn^lısıAs} slify^zl fibnEmfs 9\j :<}\j nsirm^a i'i-b-^/^.v 6vs]>ion >{?7îob
omuD sb9>!fü rpîbi^mlo rn;--^;i n!f-';^fv/^şr ;^ l^ivsD 9^;v .susibb! Ld nD,t:?;d
^^0
rÇMVJ. Illj/. ,-^-0*'i 5-;t:
HERSEY BİR ŞEYDİR
jCİIi£:;pİİlRŞEYİ^İR!
Xl '^:Zârnafı zaman ğdriplBjr -çâlfe Bifyând'ari hâUikat ilmin
;' '^ ,^en riasiBild ğÖzler önüne ş.eriür, diğer yan
' 'dan bunu fırsat edinen bâşkâ tur aşırilar kon^ geneiIeştirereKİ kbskoca biı
milletin örflerine sataşmaya kâlkârlair/'
Her iki aşın cephe sanki bangır bangır kendini şöylece anlatır: Herşe;
bir şeydir ama, cahil, hiçbirşeydlr.
Ve zaten birbirini itham da cahillikten ve kendini bilmemekten gelir. Ten-
cere dibin kara, seninki benden kara... Hoşgörü, ancak ilimle elde ediler
kemâlin eseridir. Hakikate yönelmiş îslâm tefekkürü insanı ve insanın hedeı
alması gereken ilim meşgalesini ne güzel vurgular...
İşte pek çok âyetten biri: Rahman suresinde şöyle buyûrulur: Allah
insanı yarattı ve ona açıklamayı (ilmi anlatmayı) öğretti. Ve işte.
Yüce Peygamberin ilk defa, Hira dağında tasavvufa ve tefekküre daldığında
gönlüne doğan ilâhi emir: "îkra!„ Yani, "oku!„ (Hira dağında tefekküre
girdiği mağara kütüphane değildi ve üstelik iki Cihan Serveri harflerden
okumayı da bilmiyordu. Öyleyse, "îkra„ '^âiemi oku» kısacası, '^kendini
oku,, anlamına geliyordu.)
Yunus, Mkra' coşkusunu şu mısrada çağlar: îiim kendin bilmektir!
İslâm tasavvufunda kesin inanılan şudur: "Âlemi bilen kendini bilir,
kendini bilen Allahı bilir.„ Gerçek ilme de ancak bu yolla yaklaşılır. Yak-
laşılır yalnızca, vanlamaz! Resulü Ekrem 'seni lâyıkıyla bilemedim!' diye
yakmmadımı?
Bu,' yüce isteğin oluşturduğu ilim deryasından doyamama endişesinin
ifadesidir.
Bilgi ile ilim arasındaki fark da burada işte: Bilgi, yüzeyde kalan, sebebe
indiğini zannetse bile sebebin sebebine ulaşamıyan teferruattır. Oysa ilim,
sebeplerden asıl sebebe, müsebbibe, Allaha ulaşmayı amaçlar. Toplayıcı
'tüm' bakışından, tasavvuf deyimiyle *tevhid' keyfinden yoksun olan, hurda
bilgilerden ilmin gerçeğine yol bulamaz.
Tevhid ve Ihlâs ölçüsüne sahip olmayan, fınnın bütün. ekmeklerinin tek
hamurdan yapıldığının farkına varamayan, çok misalini gördüğümüz gibi,
kendi görüşü dışındaki görüşleri silmeye kalkar, cümle âlemi kâfir görür.
Oysa meselâ kâfir dediğinin, tıpkı günün gecesi gibi. beşerin bir yüzü oldu-
ğunu aklından hayalinden geçirmez. O beşer ki. yaradılmışlann en yücesi-
dir.
31 _
Şunu unutmamak gerek: Bütün insanlık tarihi apaçık gösteriyor ki, insan
hürdür. Sonsuz bir hürriyet aşkıyla her şeyi dener, yani *okur'! Telterlekten
füzeye kadar deneye deneye tekâmül eder. Bu onun yaradılışındaki istida-
dından gelir. Ve, her hali kendi nüshalannda yaşar: Kimi âlimdir, kimi cahil,
kimi rind, kimi sofu, kimi yobaz, kimi aydın, kimi ayık, kimi sarhoş, kim cami
müdavimi, kimi meyhane tutkunu, kimi âşık, kimi uyanık... Bunlar, ayn ayn
kişiliklerde var olduğu sanılan, ama tevhid bakışıyla aslında tek olan Âde-
min hudutsuz görünümleridir. Çağlıyan hürriyetidir! Bu hürriyet, herhangi
bir kalıpla sınırlanamaz, sınırlanamamıştır.
32
HURAFE ASLI ÖRTEN HER
TÜRLÜ YOZLAŞMADIR
İstiyoruz ki, çevremizi saran hurafe bataklığının ötesinde ışıl ışıl ve coş-
kulu bir hakikat denizinin bulunduğu gözlerden uzak kalmasın.
Nedir hurafe dediğimiz? Şöyle bir tanım yapmak mümkün: Hurafe, aslı
örten her türlü yozlaşmadır. Ve hurafe, çok defa sanıldığı gibi yalnızca dini
inançlan zorlayan bir tehlike değildir. Dinin aslında hurafe yoktur, hurafe
beşerdedir, insandadır! Herşey insanın çevresinde döndüğü için, herşeye
hurafe bulaşabilir. . ^
Misalleri çok: Medenî ölçülere sahip devlet idaresi ne kadar 'asıf ise 'siya-
set sanat* gibi deyimlerle değerverilmek istenen makyavelist davranışlar o
kadar hurafedir, yozlaşmadır. Fezaya uydular yollamak elbet pozitif bilimin
zaferidir ama yıldızlararası savaşlar, E.T.ler, Robotekler hurafe.
Sosyal dayanışma modem devletin gereği, buna karşılık toplumun bütün
bireylerini eşit boyda dişli çarklara benzetmeye kalkan marksizm, düpedüz
hurafe.
(Ve hattâ, daha ciddi bir tasavvuf gözlemiyle, ''herşey yok olur, Allahm
yüzü baki kalır» mealindeki âyeti dikkate alırsak şöyle dememiz mümkün:
Can asildir, beden hurafe!..)
Beşerin din alanına sürdüğühurâfeler de yığın yığın... Neredeyse insanın
nefesini bile kısıtlayacak derecelere varan uydurma yasaklar, 'zinhârl'lar,
hattâ kitleleri yok etmeye dönüşmüş ve güya din uğruna sürdürülüp duran
savaşlann, terör olaylannın zavallı gerekçeleri,..
Oysa, yüce Kuranın 'Gaşiye' suresinde Allah kelâmıyla yaptğı ikaza
bakın: "Sen onlann üzerine murakıp (yani kontrolcü) değilsin» Ve
başka pek çok âyet...
Hurafe, beşer .ilişkilerinde Allah güzelliğini gizleyen perdeden başka
nedirki? -
Bu perdeyi kaldırmak için geçerli silâh ise, öze kavuşma çabası veya ger«
çeği arama ilmi ya da güzeli bulma yolu diye tanımlayabileceğimiz tasavvuf-
rur.
Ve çok şükür, insanlığın iftihar sebebi olan tasavvuf dehalannı beşere
hediye etmekte tartışmasız en başanlı milleti oluşturan Tüpk toplumu,
yeryüzünde hiç bir zaman eksilmeyen hurafe dalgalanna rağmen, tarihinin
hiç bir döneminde yobaza, softaya arka çıkmamıştır.
Şimdi bir de tasavvufun hudutsuz hikmet bakışlanndan bir diğeri ile olaya
başka açıdan yaklaşalım: ^
Bu suret âlemi var oldukça hurafe de hep var olur. Var olur ki, ondan sil-
kelenip kurtulma hırsı, hakikat özlemi de hep var olsun...
33
islâm adına insanlara zorla din emirlerini uygulatmaya kalkışan-
lar, îslânıı hiç anlamamış» hattâ İslâm esaslarına ters düşmüş olan-
lardırl
İslâm. İran'da ve Lübnan'da din adına girişilen katliamiann ya da şurada
burada görülen zorbalıklann kılıfı değil.
Herşey bir yana, dinimizin kelime anlamı bile böylesine zorla-
malara imkân vermez: Bilindiği gibi. İslâm, elinden dilinden kötü-
lük gelmiyen, çevresine güven veren seiim karakteri ifade ediyor.
Ardında binbir hesap yatan adi suçlara mı izin verecek?
O, son din. Yani tüm dinlenn varabileceği kemal noktası! îslâmın Pey-
gamberi, Hatemi Deyyan! O'nun üzerinde meziyetlere sahip insan olainaz.
- Ve. o yüce Peygamberin getirdiği yüce dinin ana ilkesi, tevhid. Yani birleş-
me, tek olma. Şu tekte kaynaşma'nın yanında, bütün o dostluk, kardeşlik,
hümanistlik sözleri pek zavallı, pek cılız kalmaz mı?
İslâm tevhidi esas aldığı için. İlâhi Kudrete, bütün esmanın tevhidini içe-
ren bir kelimeyle hitap eder: Allah. der.
Muhabberin Peygamberinin yaydığı bu tevhid dininde oruca ya da
namaza zorlamak, ne demek? Tüm ibadetler, ve hele hele oruç. nefsani
tahrikleri önlemeye. Allah ahlâkına yaklaşnrmaya vasıtalardır. Meselâ
Bakara Suresinin 183'üncü ve devamı âyetlerinde orucun farz kılındığı
belirtildikten sonra oruç tutamıyanlann neler yaparak bu farzın sevabını
kazanabilecekleri anlatılır, ve 'bilseniz, oruç tutardınız' denir. Ve hatta
kasden oruç tutmayanın yükümlülüğü bile gösteriKr: Her kasden tutulma-
yan oruç günü için altmış gün oruç! O kadar!.. Bu bile yalnızca kul ile Allah
arasında bir yükümlülük hesabı.
Zor kullanmak, zorla oruç tutturmak, hele hele, oruç tutmadığı için birini
öldürmeye kalkışmak zalimlikten bile öte. Zalimlikten de öte, çünkü zalimin
zaran karşısındakine ve kendine. Oysa şu din adına işlenen zulüm. Hak
Dinin düşmanlannın eline fırsat vermekten başka hangi işe yarar?
Hadisin "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştınn, zorlaştır-
mayın,, uyansı boşuna mı? Külü akıldan söylenen Peygarpber hadisinden
daha iyisini bildiğini sanana imanlı denebilir mi?
Bir başka hadis. "Aşınhktan sakının ve (iyi ahlâkla) Allaha yaklaş-
maya çahşınL buyuruyor ve ilâve ediyor: "Allahın lütfü olmasa, beni
bile ibadetlerim cennete sokmaya yetnîez.„ Yani ibadet ya da ibade-
tin havarisi kesilmek, İsiâmın emrettiği ahlaka sahip olunmadıkça, hiçbir
şeye ulaşnrmaz. . ,
Bir de Peygambere hitap eden şu âyetin uyansjna bakın: "Seni onların
başına zorlayıcı yoUamadık.^ - Peygamberin bile görevi zor kullanmak
değilse. Allahın emrinin ram aksine kendini din polisi saymak, kimin haddi-
^4
^^1
Tasavvuf adamının ilk kuralı *ben' iddiasından kaçmakür. Nefsi şeytanlaş-
tıran benliktir. *Ben'den kaçınan 'bana haddi aştırma!' yakanşındadır.
'"Temizlik imandandır^ hükmü inananın gönül ve vücut temizliğini ilke
alır. Gönül temizliğine sahip olan, seksiz şüphesiz 'ben' demekten kaçınır.
Yani kendini dünyanın merkezi sanmaktan hâyâ duyar. Hemen her biri
tasavvufla dolmuş kulağa sahip Osmanlı padişahlan bu nedenle. Cuma
namazına giderken halkın 'mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah
var!' diye bağırmasını isterlerdi.
'Ben' iddiasından kaçınan,nassl olur da dünyayı benlik içinde
düzeltmeye kalkar? ilahi nizama nasıl baş kaldınr?
Gerçi hakikatten nasibi olmayan ham sofu size şöyle diyebilir: Baş kaldı-
nlmayacak nizam ilahi olan nizamdır^ Laik devlette ilahi nizam mı var?
Geçersizliğini kendi içinde taşıyan bir bahane! Böyle diyene sormak
gerek: Ya ilahi olmayan nizam mı var?
Tekke ve zaviyelerin Türk inkılabının ilk yıUannda kapatılmasının binbir
hikmetinden biri, 'ben'likten kolay vazgeçemeyen pek çok şeyhe kendisin-
den çok yüce bir kudretin varlığını hatırlatmaktı!
Şu meşhur sözü söyleyen, tasavvufun geniş ve kucaklayıcı hik-
met bakışına sahip oiandır: 'Bir Mustafa geldi, aşkına tekkeler
kuruldu. Sonra gene bir Mustafa geldi, yoldan çıkmış tekkeleri
kapattı!'
Kapatmasa mıydı? Hikmetten nasibi olmayan 'icazetliler onu yasak,
bunu günah ilana devam mı etseydiler? 'Yolu sarpa mı sardırsaydılar?
*La abese' hükmü inkara mı kalkışılacak! - - Açanın da, kapatanın da hep
. aynı Mustafa'nın eli olduğunu anlamak için şu tasavvuf yoluna birazcık gir-
mek gerek. Bu yoL öyle cennete rezervasyon hesabında olanlann yolu
değil. Kelle koltukta, 'bana seni gerek seni' diye feryad edebilenlerin, 'beni
'sen' aşkına kurban verenlerin yolu!. Kılıçtan keskin hüner yolu! •
Tasavvuf deryasında hiç bir sözün anlamı sınırlı değil. Bir değil, beş değil,
sayısız anlanrı! 'Ben' iddiasından kaçınmanın bir yüzü de şu: Gerçi her
Adem kopyasının göklerinde parıldayan.. 'Hu'hun nurudur ama. o
nur her kalıpta başka revnak gösterir. Suyun yeşil bardakta yeşil, kır-
mızı bardakta kırmızı gözükmesi gibi. Bu değişik kalıplar değişik idrakleri
ortaya çıkanr İşte, *ben* diyen, suya değil, içine girip şekil aldığı bar-
dağın sınırlı küçük idrakine önem verendir. Ki, o şekilde kalanlar
için *onlara akiilan ölçüsünde söz söyleyiniz' buyuruldu.
'Benlik' iddiasından sıynlmaya çalışmayı kendisine prensip edinen, yıkıcı
kinci değil, sanp sarmalayıcı olur. Dikkati ve tevazuu elden bırakmadığı için
her işi işleyenin kim olduğunu farkeder. Tartan, özü arayan hikmet bakışı-
nın yeteneğiyle. Hakk: bâtıldan (yani yanlış ve geçersiz olanlardan) ayınr!.
Ve zaten, bâtılı da. Hak çizgisine getirebilen, ancak böyle bir bakıştır!.
35
TASAVVUF ALLAH
FEKKÜRÜDÜR
Her milletin, diğer milletlere üstün olduğu, kabiliyet ve meylinin tartışma-
sız kabul edildiği bir konu mutlak vardır. Bizim, milletçe dünyanın merkezi
haline geldiğimiz konu hangisi? - Hangi konuda yabancı uzmanlar ilim
öğrenmek için Türkiye'ye koşuyorsa, hangi konudaki büyük Türk ustası için
Unesco gibi milletlerarası kuruluşlar kutlama yıllan ilân ediyorsa, hangi
konu edebiyatimıza, musikimize, harsımıza sinmişse o, değil mi? - Öyleyse,
tereddütsüz; tasavvuf!
Halkımız tasavvufa niçin meyyal? Bunun cevabı da her halde şu: Milleti-
miz dini, şekilde değil özde tatmaya tutkundur. Tasavvuf, kendi öz varlığı-
nın 'ölümsüz varlıktan' olduğunu idrak yoludur, kısacası Allah tefekkürüdür
ve İslâm, Allah tefekkürüne eh boyük değeri veren dindir. "Bîr anlık
tefekkür bin yıllık ibadetten üstündür,, esasını, Descardes in düşün-
ceyi varlığın delili sayan ünlü sözünden asırlarca önce getiren bir dini şekle
hapsetmek kimin haddine? O din ki- 1â~illâ' ikilemini ve bu ikilem çevresin-
deki tefekkürü tâ altıncı asırda kendine hareket noktesı yapmış. Ondan
ancak asırlarca sonra Avrupa'da bir Shakespeare çıkmış ve 'olmak veya
olmamak' cümlesiyle aynı esası, üstelik mukayese edilemiyecek kadar hafif
kalan bir ifadeyle batı insanının tefekkürüne sunmuş...
Düşünceye, Allahı tefekkürle tadmaya bu denli önem vermiş bir yüce
din, onu hakkıyla anlıyan, özünden kavrayıp yorumlayan bir milletin bağ-
nnda nasıl olur da irtica kalıplanna sıkıştinlabilir? Şeriatı anlamanın dar çer-
çevesi içine şu veya bu millet hapsedilebilir ama, Ahmet Yesevisinden Mev-
lânâsma, Hacı Bektaşından Yunusuna kadar, tasavvuf alışverişinin doru-
ğuna varmış, İslâm tasavvufunun hemen bütün nirengilerini kendi özünden
fışkırtmış bir millet için, hele bu asırda irtica tehlikesinden söz etmek bühtan
olmaz mı?
Anadolu'nun herhangi bir köyünde sohbet açın, bakın: Şeriatin dar
kalıplaria yorumunun çok üstünde 'marifet' ve ondan da öteye 'hakikat'
bakışının bulunduğu nasıl coşkuyla anlatılır!
Şimdi bir de şu vakıayı göz önüne çekelim: Tür4^ tarihi boyunca hiç, ger-
çek bir tasavvuf ehlinin herhangi bir ihtilâle veya bölgesel kavgaya kanştığı
görülmüş, duyulmuş mudur? Mezhepler arası kavgalar elbet çok. Ama bu
mezhep kavgalan içinde hakiki bir tasavvuf adamının yer aldığını düşün-
mek bile ters.
Dünyayı alaya alan bir Bektaşinin ya da bir Rüfainin ihtilâl düzdüğünü hiç
duydunuz mu? Bir Mevlevinin üfürükçülük yaptığına hiç rastladınız mı?
Zevkle katlandığı mihnetlere akıl sır enmiyen herhangi gerçek bir Allah yol-
cusunun seçim veya rejim nutuklan atacağına inanır mısınız?
İrticaın hüküm ve kalesinin fetvalann elinde korunduğu dönemlerde bile
Türk mutasavvıflan şekil sınırlannı rahatça allak bullak etmemişler midir?
36
İRTİCA VE tarikat
Aralık ayında her yıl olduğu gibi, Mevlânâ Vı anma törenleri yapılır. Şüp-
hesiz pek çok yaran var. Evvelâ bir Mevlânâ gerçeğini tüm insanlıkta canlı
tutmaya katkı sağlanmakta. Sonra, tarikat ile gericilik arasında kavram kar-
gaşası içinde bocalayanlara, eksik te olsa, bir uyan sahnelenmekte. Hele,
yalnızca baü tutkunu olinayı aydın sayılmak için yeterli zanneden bir zümre-
ye, kendi kısır ölçüleri içinde bile silkinme imkânı gösterilmekte. Her yıl
sayısı biraz daha artan batılı Mevlânâ hayranlan, batılı mevleviler, tarikatın
bir umacı işi sanılmasına karşı etkili bir dürtme değil midir?
Nedir tarikat: Kısaca, nefisten gönüle giden yol. Daha öncede vur-
gulamaya çalıştık: Tarikat, ilk tahsil gibi şart olan şeriat kurallannın üzerinde
ve ötesinde, olgunlaşma yolundaki idraklere verilen özel bir eğitim. Bu eği-
time hazır olabilmek için. Cenneti elde etme hırsından Allahı
isteme tutkusuna doğru yücelmek gerek.
İyi tahlil edilirse. Cenneti elde etme hırsı aslında nefsin kendini var kılma
inadının ölümden sonraya da uzaülabilmesi çabasıdır. Oysa gerçek anla-
mında tarikat, bir yol göstericinin, yani bir mürşidin gözetiminde, 'nefse
ğarkolma bataklığından gönü] aydınhğma' yükselme metodudur.
Bu yükselmede şekillerin ve kurallann tutuculuğundan yavaş yavaş annma
söz konusudur. Oysa ne garip bir ilâhi cilvedir ki, günümüzde 'tarikat' adını
kendi ters usullerine kalkan yapmak isteyen gericiler, inadına aşın bir şekil-
ciliği ve inadına aşın bir günah korkusunu körükleyip duruyorlar.
İnsanlığın kemal ölçüsü olan yüce Peygamberimizin şu iki hadisini ibretle
hatırlamak gerek: "Hiçbir insanı ibadeti Cennete koyamaz. Allahın
lütuf ve merhameti sarmadıkça beni bile ibadetlerim cennete
götüremez. O halde ibadetlerinizde aşırılıktan sakınınız ve Allaha
yaklaşınız!» Bir de şu hadis: "Eğer hiç günah jşlemeseydiniz, Allah
sizin toplumunuzu mahveder ve yerinize günah işleyip af dileyen
bir toplum getirirdi.»
Bu sözleri nerede duyarsanız, tereddütsüz, sahibini bilirsiniz: "îşte bu Isla-
mın Peygamberinin sözûdür!„ dersiniz. Bu iki hadiste çağlayan insanlık sev-
gisi ve ümit nerede, bazı kimselerin toplumu içine itmek istedikleri şekil katı-
lığı nerede?
İslam, o Peygamber dilinden dökülmüş yumuşaklıkta ve sıcak-
lıkta!.. Şekil katılığının gözler önüne sürdüğü irticada değil!
Tarikatın irtica ile ters bir orantı içinde olduğuna kesin maddi
delil ister misiniz: Humeyni'nin Iranında da, Suudi Arabistanda da
her türlü tarikat yasaktır!
37
Tarikat, özün şekle üstün tutulmasında belirginleşir. İrtica ise, şeklin öze
tercih edilmesidir. Çevremizde şikayet konusu olan - gerçek şikayetlerin
konusu olan! - hep şekil bağnazlıklan değil mi?
Tarikat ile şekilcilik arasındaki kavram kargaşası aslında o kadar çok
yönlü yanlışlıklardan kaynaklanıyor ki, hangisine parmak basmalı, insan
tereddüt ediyor! En zararsız görünümlü bir misal: Mevlevi semâsı, ulu Mev-
lânâ'nın bir tefekkür vecdi sonucunda kendini bir tempoya kaptırmasından
' doğmuş. Mevleviler asırlardın bu vecd dansını o anının coşkusuyL tekrar-
larlar. Ama yalnız o dansı değil. Mevlânâ'nın düşüncelerini, yani tasavvu-
funu da içlerine sindirmeye çalışırlar. Lâkin, günümüzdeki merasimlerde o
vecde götürücü tefekkür nedense hiçsöz konusu olmaz da, bir emirle semâ
merasimine başlanır. Ve seyreden de zanneder ki, mevlevilik semâ gösteri-
sindeki şekilden ibarettir. Tıpkı, cevrücefaya tahammülü simgelemek için
misal ölmüş şiş vurma ve ateş yalama şekillerinin rufailiğin vazgeçilmez
ilkesi sanılması^ya da rakı içip ilâhi söylemenin bektaşilikle aynı anlama gel-
diğinin zannedilmesi gibi.
Bu zanlar haydi neyse ne, ama bir de tarikat adı altında devlet yönetimi
hesaplanna kalkışanlar var.
Unutmamak gerek: Tarikat, şekilden öze kaçışta mihengini
bulur. Kim ki şekli öze tercih eder, tarikate ters bir tariktedir!
Her konuda doğru ölçülere aykın davranan çıkabilir: Tıp ahlâkını hiçe
sayan bir doktorun tabiplik mesleğini, rüşvet alan bir hakimin hakimlik şere-
fini, binası çöken hesapsız mühendisin mühendislik ilmini, yalan haber
yayan gazetecinin gazetecilik ilkelerini karalaması nasıl mümkün değilse,
şekli din edinenlerin tarikatçiliği de, tarikat gerçeğini yok edemez.
Gerçek yolu aydınlatan nur güneşi hep var. Hiç batmaz. Kendi
küçük dünyamızla ona sırt çevirince güneş battı zannederiz.
38
o e
UMDE DESTEK
VE KÖSTEK
"Bilinmek İstedim" hükmü, apaçık: Âlemin sim bilgide. Ne yolla, hangi
imkânla olursa olsun, öğrenmek için vanz!
"Öyle ama'\ deniyor, "eski yazının seçimlik dersle isteyene öğretilme-
sinde öğretme aşkı değil, beyin yıkama amacı gizli."
İnklâplan korumak gerekçesine dayananlann içlerinde söyleye-
medikleri bir korku var: Ya, bu inkilâplar elden giderse?..
Bu endişeninyersizliğiniher fırsatta tekrarlamalı, bir inancı, yeri
geldikçe tazelemeliyiz: İnkilâplar, yerleşmiş, kesin bir hayat
biçimi olmuştur. Örf haline gelmiştir. Kandırmacalarla bunlan
değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Artık yetmez! Yaklaşık altmış
sene geçmiş. Ortalama bir hesapla, üç nesil. İnkilâplann ilk uygu-
landığı yıllarda ilkokul çocuğu olanlar, yani bilinçleri bu înkilâp-
larla oluşanlar, bugün büyükbaba ve büyükannedirler. Çocuklan-
nın da, çocuklannin çocuklannın da aynı ilkelerle yetiştirildiği
kuşkusuz. Buna ilâveten, vatanın ücra köşelerindeki yerleşim birimle-
rinde bile ailelerin yurt dışındaki işçilerle ilişkisi var. Televizyon, bütün eğiti-
ci, örnek verici, dünyayı ayağa getirici imkânlanyla hemen her evin içinde.
Latin alfabesiyle okuma oranı yüzde doksanbeşlere dayanmış. Turizm pat-
laması diyoruz, turistler, dünyanın her köşesini uygulamalı biçimde ayak-
lanmızın ucuna getiriyorlar.
Bu şartlar içinde, -bırakınız yazı gibi devlet uygulamasına bağlı
bir sistemi-, fes serbesttir deseniz, altmış milyonluk kitlenin binde
kaçı kasketi şapkayı bırakır da fes peşinde koşar? Çağdaş giyimin
her vesileyle adetâ odalanmızın içinde nefes aldığı ülkede kim
ciddî bîr inançla türbanda direnir? Yerleşmiş örf, festen türbandan
yana mı?
Belki hevesi kursağırıda kalmış birkaç kişinin, komplekslerinin esiri bir iki
insancığın bir süre fesi türbanı put edindiğini görürsünüz. Ya da. asıl 'giymi-
yeceksin!' inadına karşı, 'giyeceğim işte!* inadı bir süre tatmin olunur. Bu.
inkılâbın tökezlemesi değil, yaşamın, hareketin cazibesidir!
Elbet, binde oranlanyla ifade edilen çok küçük ekalliyetler çıka-
cak. Çıkmalı da. Kandaki bütün mikroplan temizlerseniz vücut
antikor üretebilir mi? Antikor, yani sağlığın bekçisi, mikroba muh-
taç!
39
Liseyi bitirecek kıvama ve olgunluğa varmış gence -istediği ve seçtiği tak-
dirde!- eski yazıyı öğretmenin tehlikesinden söz etmek, 'zinhar\ günahtir!
yobazlığını hatırlatan bir başka görünüm değil de nedir?
Toplumun kendi kuraJlan var. Bunlara karşı çıkamazsınız. Eğer eski yazıyı
öğrenmek, -eski kayıtlan araşürmak için, eski eserleri tetkik için, eski kıy-
metleri kaynağından öğrenmek için, ya da Kuranı okumak için-ihtiyaç
haline gelirse, bu ihtiyaca kimse set çekemez. Kıyıdaki köşedeki özel kul-
lar, hattâ devletin temin edeceği imkânlar gelir, toplumun içindeki yerini
alır. Daha önce de, Arapça ezandan din dersine, pekçok misalinin yaşandığı
gibi...
; İşin tasavvufçasına gelince: Allahın dediği olur. Hem de-, güzel olur!
Önleyenin de meydanı açıp yol verenin de aynı el olduğunun farkına varan,
ne hayıflanır, ne yerinir ya da ısrara kalkışır.
Şu hikmeti de gözden kaçınnamak gerek: Halk ağzında bîr
deyim var: Gazap yüzünden rahmet denir: İstemediğin istediğini,
istediğin de istemediğini getirir. İlâhi düzen icabı!
Meselâ İran öylesine itici bir rejim misali verdi ki, yobazlıktan yaka silkti-
ren, kitleleri ifrata karşı uyandıran en etkili ilâç oldu.
Türkiye'de yirmibir aylık bir iktidar süren sol, yokluğu öylesine 'mevcut'
eyledi ki- yıllarca sonra bile orta sağ'a muhalefet orta şağ'ın görevi oldu!
Tıpkı bunlar gibi, 'inkilâplar elden gidiyor!' kör inadı da, demi geldi mi,
yerini ölçülü, dengeli bakışa devredecektir.
Yağmur bulutlan yoğunlaşmalı ki, yağmur yağsın! Gökyüzü
boşalsm!
40
Semavi dinlerin hepsi 'Firavun 'kavramı üzerinde çok durur. Yüce
Kur anda kesin ifadesini bulan İslâm da Firavunca uzun âyetler ayınr. Şüp-
hesiz maksat eski Mısır hükümdarlannı yerip bir din tarihi dersi vermek
değil. Kur'anın her misali, her âyeti, her devirde günceldir. İlâhi kelâmda
Firavun, bütün zahir imkânlanna sahip, bu imkânlarla şıinanp azmış, 'ben'
şaşkınlığına kapılmış, yalnız kendini keramet sahibi sanan kaba nefsi, zavallı
kaba nefsi anlatır. Çalım içindeki çaresizlik, bilgelik iddiası içinde bönlük,
yücelik görünümünde cücelik!.. Firavun, ilâhi anayasayı oluşturan rah-
maniyetin ve bu rahmaniyetle görünen nurun dışında ne varsa,
onların tümüne sahipmiş gibidir.
Meselâ, nursuz yüzlü bir lider, isterse lider olmak için din bayrağını açmış
görünsün, firavundur.
Resulü Ekrem muhabbetin Muhammedidir. Muhabbet ise, sevgi ve
tahammülle bir araya gelişte, birlikte! Beraberliğin, tevhidin ahenk ve
güzelliğinde. Zorlukta değil, kolaylıkta, kavgada değil, banşta!.. O, "Müj-
deleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştınn, zorlaştırmayın!" diyor.
Nasıl bir ilâhi oyundur ki, sevgiyle kenetlenmiş tevhidi hiçe
sayanlar, Muhammetteki muhabbetin farkında bile olmayanlar,
din adına cihat ilân ettikleri iddiasındadırlar! Ve onlann idrakten
yoksun eklentileri, memleketimizde de sokaklara az da olsa birkaç zavallıyı
sürebilmekte, şeriat istemekten, cihattan dem vurdurmaktadırlar. Bilmez-
likten geliyorlar ki. Peygamberler Peygamberi insanın başka
insanlara karşı cihadını kapatmış, ''Bundan böyle asıl cihat, nefsi-
mizle cihat başlıyor!** buyurmuştur. Nefsimizle, yani benlik iddi-
asındaki azgın Firavunumuzla!
Gel; gör ki. Firavunla mücadele yerine. Firavun önderliğinde
nifak İslâm adına sürdürülmek isteniyor!
İslâmın yayılmasını önleyenler bu molla Firavunlar değil mi?
Hukuku kim yozlaşürabilir: Hukuk uygulayıcısı. Tabipliği ancak tabipler
zıvanasından çıkabilir. Ekmeği kim bozar: Hamurkâr!
Dini de, din adamı geçinenler gerçek rayından sapünr. Dinler
tarih boyunca nasıl yoziaşünlmıştır, hep biliyoruz: Şekil öze üstün
tutularak. Kurallardaki gerçek anlam ve ilâhi maksat yerine, günah
korkusu işlenip istismar edilerek! Muhabbetin Peygamberine
kulak verin: '"Allah, koyduğu yasaklann uygulanmasını sevdiği
gibi, koyduğu kolaylığın uygulanmasını da sever!** Bir başka hadîs
te aşınlıklan kınayıp, '"Eıî iyisi ortasıdır" demiyor mu?
41
Her gün her köşesiı^de çok şükür ezanlann duyulduğu, yeni yeni camile-
rin inşa edildiği, aydın din adamlannın yetiştirildiği, namaz saflannın gün
geçtikçe gerçek inananlarla sıklaştığı bir ülkede şeriat için cihat isteyen,
haddi aşmaz mı?
Aşınlığı kınayan binbir hadis, ya kimler için söylenmiş? Zorlamayı yasak-
layan âyetler başka bir dinde mi?
Devlet laik olfnalı, evet, laikliği överiz!
Cihat ve şeriat çağnlannm siyasi amaç âleti olarak neler yapabil-
diğini gördükçe, nefisle mücadelenin asıl ve tek mücadele oldu-
ğuna yüce Peygamberimizin emrine uyarak büsbütün iman ediyo-
ruz: Kendimizden başka kimseyi zorlıyamıyacak kadar...
Laiklik her türlü yobazlığın devlet bünyesinde çöreklenmesini reddeder.
Günümüzde bu kurala aykınlıklara her iki uçta da "rastladık:
lif an yuvası olan üniversiteye ille de camiye girer gibi başörtü-
süyle girmeyi emreden taassup ta, bu taassubu kırmak için alman
yasak kararlan da. aslında ifrat ve tefrit halinde laikliği müştere-
ken çelmelerler.
42
Bir kudsi hadis: ''Ey insanoğlu! Kalbin sana doğru gelmedikçe
dinin doğru olmaz. Lisansn düzelmedikçe de kalbin düzelmez.
Benden haya etmedikçe lisanın düzelmez. Sen şeytanı razı kılmış-
ken benden nasıl haya edersin?,.
Bu zincirleme uyanyı, ilk sebepten neticeye göre sıralarsak şöyle demek
gerekir: Şeytâniyetin insana hakimiyeti, Allahtan utanmayı yok eder. Utan-
manın yok olması lisanı bozar. Lisanın bozulması kalbi yamultur. Yamuk
kalp te insanın dinini çarpıtır.
Hadiste geçen lisan sözcüğünü de dar anlamında almamak lâzım. Lisan-
la, insanlar arası ilişkiler kasdedilmektedir.
Ve aynı hadis devam ediyor: "Ey insanoğlu! İnsanların ayıplan na
bakıp kendi ayıbını unuttuğun zaman şeytanı razı etmiş. Rahmanı
da gazaplandırmış olursun.,.
Öyleyse, tüm kötülüklerin adetâ anası, kendini (ya da kendisiyle bağlan-
tılı olaiılan) dev aynasında görmek, başkalannı kusurlu bulmaktır. Bir başka
hadis, başkasının ayıbını görmenin çaqDiklığına delil getiriyor: ""Bir kimse
kardeşini bir kusur ile ayıplarsa o kusuru kendi işlemeden ölmez.„
Gerçekten, hikmetlere uyanık bir bakışa sahipsek, mutlak farkına varmı-
şızdır: Tenkit ettiğimiz, inadına başımıza gelir. Bu, 'abes bir şey yoktur' âye-
tinin ve 'herşey merkezindedir' hak-sözünün kesin hatlı bir uygulamasıdır.
Din adına zorlamalara kalkışanlann kulağını bir kere daha bükmek gerek:
îslâmm başkasında ayıp görmeye bile tahammülü yokken, nasıl olur da içi-
mizden birileri kalkar, diğerlerine karşı din ukalâsı kesilir?
Yukanya aldığımız kudsi hadisi uygularsak, şöyle demek gerekiyor: Baş-
kasına karşı kendini din polisi sanan, dini koruma adına zorlamalara kalkı-
şan, kendi ayıbını unuttuğu için şeytaniyeti azdınr, rahmaniyeti kencîine
karşı gazaba getirir. Allahtan hayası kaybolur.
Yukarıda hadiste belirtilen zincirleme uyan, neticede 'müdaha-
leci'nin asıl kendi dininin yamulduğunu apaçık gösteriyor.
Dinin şüphesiz ki, yasaklan, emirleri vardır. Her dinde var. Ama bu yasak-
lann hiç biri 'zor kullanmayı' emretmez. _
43
Yukandaki iki hadisi ve 'biz seni onların üzerine zorlayıcı gön-
dermedik' anlamını içeren âyeti bu açıdan ele alınca, şu gerçek
ortaya çıkıyor: islâm dini, kelimenin tam anlamıyla laik ölçülere
sahip bir dindir. Tavsiye eder, yol gösterir, ama o yoîa sürüklemez.
Bir başka hadis, "Sözün özü budur, başka söz yok: Din nasihattir!,,
buyurur. Keza aynı konuda şu olay anlatılır: Resulü Ekrem, sohbetinde
'Din, halkı doğru bir özle. ibadete irşat etmektir!' cümjesini üç defa aynen
tekrarlamış. Bunun üzerine dinleyenler sormuşlar: "Ey Allahın Elçisi, bu
irşat kimin içindir?„
Peygamber cevabı, işte: "Allah içindir! Elçisi ve kitabı içindir. Müslüman-
lann ileri gelenleri ve bütün inananlar içindir!,,
Bu sözdeki kesin tevhid vurgusunu bir kenara bırakmak mümkün mü?
Hele tevhid zevkinden nasibi olan, tüm oluştaki muhteşem ahengi beğen-
meyip 'dini kurtarmaya' kıyam edebilir mi?
Teraziyi, ölçüyü bozmayın!,, anlamındaki âyet bakkal terazilerine mi
yönelik? (Evet, avama öyle!)
Din yalnızca irşattır, diyor Yüce Peygamber. Hem de, peygam-
berden halka kadar, herkez için!
Sopah irşat olur mu?
44
Türkiye'nin doğu hudutlannın ötesinden esen bir rüzgânn kaldırdığı toz,
gene bir iki Atatürk büstünü parçalamış. Ondokuz Mayıs Bayramının
hemen arefesindeki saldın açıkça kötü niyetli, kışkırtıcı ve elbet ilâveten,
ahmakça... - • .
Ondokuz Mayısın Türk silkiniş hareketîndeki önemi ve bu harekette Ata-
türk'ün rolü, ilkokul çocuklannın dahi bildiği bir gerçek. Trablus'tan Çanak-
kale savaşlanna ve Anadolu hareketinin her noktasına kadar Atatürk'ün
ayak seslerini duymamak mümkün mü?
Misakı Milli uğruna dişediş bir mücadeleyi zaferle kapatip tüm İslâm âle-
mine örnek olmuş komutanın mesleki dehasının, çalışma aşkının, dinamiz-
minin ve milletine inancının eserlerini inkâra kalkmak için ihlâstan çok yok-
sun olmak gerek. Nifak hesaplan gerek!,.
Türkiye'nin dostuna düşmanına bir bakın. Türkiye herhangi bir devlet
değil. Tarihinden gelen özel bir durumu var. Geçmişimiz yakın ve uzak çev-
remizdeki tüm milletlerin gözlerini bizim üzerimize dikmelerine sebep
olmada. Asnn başından beri üzerimize kurulan hesaplar binbir oyunu içer-
mekte. Bulgarlarin kendi ellerindeki Türk soyundan gelenlere reva gördük-
lerini içimiz yanarak duyuyoruz. Ermeni soykınmı iddialannın Avrupa'da
da, Amerika'da da yankı bulması, hattâ Avrupa Topluluğuna katılmamıza
karşı itirazlar bile hep aynı kökenli: Geçmişimizden beri bize duyulan korku-
dan kaynaklanıyor.
Atatürk olayı, Bulganyla, Yunanıyla, hatta Avrupahsıyla dış dün-
yanın diş geçiremeyeceği bir ülkenin temellerini atmak gayreti
diye özetlenebilir. Bu gayrette, Allahın Resulünün emri gizli: "Düş-
manınıza, onun kullandığı silahla karşı koyun.^ — O silah yalnız
ok, kılıç ve kalkan değil. Tüm kalkınma tedbirleri, sosyal yapının
pekiştirilmesi çabalan, ekonomik hamleler, mücadelenin silahla-
rına dahil!
Atatürk'e, hatta Atatürk'e de değil de, taştan heykellerine karşı düzenle-
nen saldınlar, güya din adına ama, aslında Islâmın en sağlam kalesi Türki-
ye'yi çağdaş mücadele araçlanndan yoksun kılma amacına hizmet ediyor.
Din adına heykellere hücumun ahmakça olan yönüne gelince: Her
şehire değil, hattâ her mahalleye, yahut her evin önüne bir Atatürk büstü
dikilse. bunun, ibadetini yapmak isteyene ne zaran ya da ne faydası olur"^
Büst orucu mu bozar, namazı mı ifsat eder? Olsa olsa büst enflasyonuna
götürür.
45
Putlan kırma sloganı ya da cihat emelleri günümüzde ne kadar boş ve
gülünç kalıyor:
Hazreti İbrahim, eşyadan yapılmış putlan kırdı bitirdi. Bugün taştan tahta-
dan put nerede ki, kmlması söz konusu olsun?
Sen ille put kırmak istiyorsan, gönlündeki putlan kır. Çarpık
inançlannı yok et!.. Din uğruna silâhlı cihadın, Hazreti Peygambe-
rin hadisi ile kapanıp, nefisle cihadın başlatılması emri de bu hik-
mete dayanır.
AUahın Resulünün sözü yere düşmez: Silahlı cihat devri de, eşya putlannı
kırma dönemi de çoktan bitmiştir Bugün ne haçlı seferleri gibi din harpleri
düşünülebilir, ne de taşı toprağı parçalamanın aklı selime sığan bir yönü
bulunur. Çağımız, her inançta insanın çok yönlü ilişkilerle içice yaşadığı
çağdır.
Bir de madalyonun ters tarafı var: Zavallı tarafı! Acaba şu heykel kırma
olaylannı fazla mı büyütüyoruz? Öyle ya: Bir heykelin üzerine çaylak pisle-
se, heykelin heykelliği eksilir mi? - Kuş işte, der geçeriz.
Bu açıdan bakınca, bir kuş kafalının heykeli pislemesinin etkili bir yanı ne
ola?
''Bunda aklı olana ibretler vardır„ ayetinin de ort:aya koyduğu gibi
îslâm, kuş kafalıya değiLaklı olana itibar eder.
46
Islâmın ana- ilkesi birlik'tir. Kanıtı pek çok: Tek imamın arkasında tek
vücut olmuş bir kitlenin aunı sure ve aynı hareketlerle namaz kılması... Tek
bir noktaya, kıbleye yönefiş... Tiüm idrakin o kıble noktası çevresinde halka-
lanışı... İsiâmı kabul etmenin ilk şartının kelirne-i şahadet ve onun içindeki
birlik sözü oluşu... Allahı anlatan doksandokuz ismin (esma-i hüsnâ'nın)
Allah kelimesinde toplanıp birleşmesi,.. Dünyanın dört bir yanındaki müs-
lümanlann aynı günde tek noktanın, Kâbenin çevresinde bir yumak halinde
bir araya gelişi... Nefislerin bu ilâhi birlik uğruna feda edilişini simgelemek
üzere koç kurban edilmesi ve bu tevhid neş'esine bu nedenle ''Kurban Bay-
ramı,, isminin verilmesi.
Kur'anın hemen her âyetinde, hükmü verenin, tayin edenin kim olduğu
*Bîz* sözüyle açıklanır. İlâhi hüküm 'Biz'der. tevhitle karar verir, birlikte
uygular. Gerçekten, 'birlik'ten uzak kalmış emir olsa olsa 'benliğin' emridir,
Tiravun'a yakışır.
Bu gerçek birlik, İslâmın yüce hedeflerine götürür.
Bu yüceliklerden biri, insanlar arasında devamlı bir sulhu ve saadeti
amaçlamaktır. Zaten islâm kelimesinin kökünde bu sulh anlamı var. Müslü-
man, hem Allahla, hem de O'nun yarattıklan ile banş içinde olandır. Allah
ile banş içinde olmak. O'nun iradesine boyun eğmekle sağlanır. En başta
din görevlileri, ilâhi iradeye uyma yolunu göstermekle v azifeli değiller mi?
Öyleyse suIhü ve muhabbeti en İyi bilen ve en çok koruyan, bu görevliler
olmalı. Nitekim, din görevlerinin en yücesini yüklenmiş olan Muhammed
Mustafa, yeryüzüne kin ve intikam hislerini saçmak için değil,
çekilmiş kılıçlan kınına sokmak, kalplerde yer etmiş intikam his-
lerini sökmek ve onlann yerine banş ve muhabbeti yerleştinnek
için geldi. Oysa ibretle izlemek gerek ki, künyelerinde dini İslâm
yazılı riice Hderier, -bırakınız Âdemi Âdeme kırdsımayı- müslü-
manı müsîümana hırsla inatla kırdınyodar. Hep, din adına. Kimi,
şü-sünni aymmı, yani nifak peşinde, kimi kendi hemcinsinin, üste-
lik aynı kıbleye yönelmiş hemcinsinin sığındığı kamplan ablukaya
âldıımış, ölü eti yedinneye zorlamakta. Muhabbetin Peygamberini
de, o yüce Peygamberin, dedikoduyu bile ölmüş kardeşinin etini
yemeye benzeten hadisini de umursamadan!.. Ama. çarşafa, peçe-
ye, zinhar'a, günah *a büyük bir hırsla sanlarak!..
47
Islâmı bu derece düşük bir şekilciliğe kurban etmeye kalkışanlar açıkça
bu yüce dinin ilkelerine ters düşmektedirlerk. Onlara uyanlann, peşlerin-
den gidenlerin hudutlanmızın az ötesinde Kahhar isminin tokadı altında
nasıl inlediklerini ibretle seyretmiyor muyuz? Birbirleriyle boğuşuyorlar:
Haddi aşmayı, dinde aşın gitmeyi kınayan âyet ve hadisler boşuna mı?
Muhabbet dolu bir yüce Peygamber... Kolaylık ve af müjdeleyen, hikmet
ve tasavvuf kapılanhı ardına kadar açmış, öz dolu, mâpâ dolu bir yüce din...
Bu muhabbete ve bu hikmetlere vurulup Islama koşan, dünyanın çeşitli mil-
letlerinden aydın şöhretler... Ve sanki bu yönelmeye karşınegatif bir ağırlık
koyup denge yaratmak istercesine, şurada burada İslâm adına çarpık iddi-
alara ve hattâ teröre kalkışan İslama aykm yönlenmeler... Tâ ki, gerçek
İslama gönül vermeye hazır olanlar ters zanlara kapılsınlar da, dinler arası
denge bozulmasın!.. Bü zanna hizmet münafık işi değil de nedir?
48
Nedir bağnazlık? Özü yakalamak için derine inmektense, yüzeyde alışıla-
gelmiş şekillerle yetinmek, değil mi? — 'Din elden gidiyor' yaygarası da
'şeriat isteriz' bağırmalan da, 'laiklik kâfirliktir iddiası da aslında bu bağnaz-
lığın, bu şekilperestliğin eseri. Kimin dini kimin elinden gidiyor! Dinin ve din
gününün sahibi kim?
Şu gerçeği gözden uzak tutmamak gerek: Bağnazlık, şekilperestlik. yalnız
din'e sanfmış bir parazit değil. Meselâ öğrenim alanında, ancak deneysel
""çalışmalarla işe yarar hale gelebilecek bilgilerin, uygulamadan üşenip mis-
kinlik içinde, yalnız teorik olarak v'e ezber şeklinde öğretilmeye çalışılması
da şekilperestliktir, bağnazlıktr, yüzeysel görünümle meseleyi hallettiğini
sanmaktır. Misalleri çoğaltmak, tıpta, mimarlıkta, belediyecilikte, devlet
idaresinde bağnazlığın çirkin örneklerini vermek çok kolay.
Adam veya adamlar kalksalar, kendilerinin tekrar milletvekili
seçilemiyeceklerini anladıkian için seçimleri baltalamak üzere
imzalar toplasaiar feshedilmiş padamentoyu toplantıya çağırsa-
lar, bu şekilsel hakka, özüne bakmaksızın yeşil ışık yakmak ta bağ-
nazlıktır. Öyle ya, hukuk kurallannda da yerini bulan genel bir
ahlâk prensibi vardır: Bir hakkın kötüye kullanılmasını kanun
himaye etmez. Kanunun dayanağı olan vicdan da himaye etmez.
Reddeder.
Ama böyle dediniz mi, bağnazlık hemen karşınıza dikilir, devleti ve
demokrasiyi şeklin koruduğundan, yorum serbestisi tanınırsa müessesele-
rin dejenere edilebileceğinden söz edilir.
Bu. ihlâsı ve aklıselimi gözden kaçırmanın sebep olduğu bir korkudur.
Aklıselim, yani ihlâslı bakış, halkın bakışıdır, çünkü halkın bakışı. Hakkın
' bakışıdır. O. bakıştır ki, işi yüzeysel halinde bırakmaz, tefekkür eder. Yani
öze indirger. - Yoksa, statüyü koruyacağım diye şekli-özün önüne dikmek,
arabayı atlann önüne bağlamaktır.
Görülüyor ki, bir konuyu tefekkürden soyutladınız, yani maksadı ve
sebebi bir kenara iterek yüzeyde kaldınız mı. yanlış yargılara varmak, bağ-
nazlık çamuruna batmak çok kolaydır. Bütün tarihi, hattâ bırakın tarihi,
günümüzün olaylannı bu açıdan seyredin: Problem olmuş pek çok şey hep
özden nasibi olmayanlahn bir bardak suda kopardıklan fırtınalar değil mi?
49
Demek kî, yalnızca kurallara ve şekillere boyun eğmekten öteye,
o kuralların, o şekillerin niçin var olduğunu araştırmak şart.
Modern sosyal ilimlerde de yorum bu esaslarla yapılmıyor mu?
Kupkuru metinlere değil, o metni yorumlayacak aklıselime ihtiyaç var.
İster hukukta, ister dine ilişkin davranışlarda, isterse eğitimde, yönetimde...
Yorumu yapmaktan çekinmemek, yorumu yaparken de ön yargıdan uzak
durmak şart. Ihlâstan nasibi olan, halkın eğiliminden, yani Hakkın işaretin-
den nasib almış olan, doğru yargılar. Çünkü şekillerin ötesinde, içe yönelir.
Öze bakar. Yani bile bilmeye İlâhi idraki yardıma çağınr.
Şunu hemen söyleyebiliriz: Akıllı olmak, ilim sahibi olmak, ken-
dini yetiştirmek, muhakkak ve muhakkak, kendi idrakinde Allah
kavranfıını geliştirmekle doğru orantılıdır, ilk ilâhi emir olan 'oku*
yani 'kendini oku' uyansınan ışığında şu ilkeyi saptıyabiliriz: insan
Allahı kendi varlığında ne kadar hissedebiliyorsa, o kadar âlimdir,
doğru karara vanr. Çünkü, bir konunun özünü esasını kavramış
olana âlim denir. Kitap yutmada üstün olana değil.
Varlığın amacından kör olanlar, ancak ellerine verilmiş değne-
ğin yardımıyla adım atabilirler. Oysa o değneğin ötesinde, gözün
yerini tutacak, hattâ gözü açacak ne çok çareler var... Yeter ki. değ-
neği atma ve özü esası yakalama imânı var olsun.
SAKIS (I)
Daha önce de sözünü ettiğimiz pek çok hadisten özet misaller
olarak, "dîn nasihattir,, ve "ben ahlâkı tamamlamaya geldim,, ania-
mmda olanları hatırlayalım: İslâm, âleme bu belli açıdan bakıştır.
Doğru olan açıdan! Dinde ve özellikle îslâmda ibadet/bu bakış açı-
sını yerleştirmeye hizmet ettiği sürece makbul ibadettir. Yoksa,
özden haber vermeyen ibadet, doluya değil, boşa götürür!
Kudsi hadis: "Ey İnsanoğlu! Çok lâmbalar vardır ki, onların her-
birini rüzgâr söndürmüştür. Nice ibadet vardır kî, bunlan kendî
nefsini beğenme bozmuştur. Nice zengin vardır ki, mal çokluğu
fesada uğratmışa. Nice fakir vardır kî, fakirlik yoldan çıkarmıştır.
Nice sağlam yapılı kimseler vardır, sağhk'onlan bozmuştur. Nice
hastalar vardır, hastalıkla yoldan çıkmışlardır. Nice âlîm vardır ki,
onlan ilim bozmuştur.,.
Apaçık! Doğru zannedilip yer eden davranış, ihlâstan uzaklaşınca, insanı
tam ters istikametlere sevkeder. - Kuru ibadet değil, tefekküre götüren iba-
det, mânâyı bileyen ibadet geçerli. Çünkü amaç "bilinmek istedim„ ulu
sözünde ifşa edilmiş.
, Konuya doğru yönden yaklaşınca, önümüze İslâmın erişilmez hoşgörüsü
açılıyor: O hoşgörüde muhabbet gizli. Muhabbetsiz ise - Muhammet olmaz
. ki, islâm olsun!'
Şu âyetlere bakın (Maide, 47,4S): "Ehli încil, Allahın İncîlde
indirdiği hükümle hükmetsin. Her kim Allahın indirdiği hüküm>
lerle hükmetmezse, işte fasıklar onlardır... Her biriniz için bir seri:
at, bîr açık yol yaptık. Allah dîleseydi sizleri bîr tek ümmet yapardı.
Size verilen muhtelif şeriatlerle sîzi denemek için böyle dilemedi.
Haydi, hayırlı işlere koşuşun, hepinizin dönüşü yalnız Allahadır.
İşte orada, ihtilâf ettiğiniz şeyleri O sîze haber verecektir.^
Başka dinden olanlann o dinde kalmasını hak bilen böyle bir hükmü.
ancak İslâm getirir. Bu âyet, ancak Muhammet kemalinin ağzına yakışır Ne
söyleniyor, nasıl bir dünya görüşü telkin ediliyor] Şöylece özetliyelim: "inci-
lin (ya da levratın) kendisine getirildiği ümnrıet, o hükümlerle amel etmeli-
dir! O hükümlerden cayarsa, fasıktır! Onu caymaya zorlamayın. Allahtan
başka hiçbir şeyin kalmayacağı hakikat gününde aranızdaki farklılıklardaki
hikmeti öğreneceksiniz.^ -^ /
51
Âyetin gerçek^ten haber veren bu bakış açısı, asırlardan beri (zannan
zannan ihlal edilse de) kendini bilen İslâm yönetimlerinde uygulanagelmek-
re. Meselâ Istanbulun fethinden sonra patrikhaneyi bir anda silip süpürmek
işten bile değildi. Oysa İslam tenbihini bilen büyük Fatih", hıristiyan halka ve
onlann din kurumlanna tam vukandaki âvetin istediği gibi biranlavış göster-
di. ' : '
Fatih dönemindeki bu davranışla, daha sonraki devirlerin sünni - şii kav-
galannı mukayese için hatırlarsak, şu hükme vaımamız doğru olacaknr:
Fatih, bir tasa^/vuf babayiğidinin. Akşemsettinin irşadmdaydı. Islâmı gerçek
yönüyle öğrenmek saadetine ermişti. Ama sonralan, meseleler ucuz din
kahramanlığı yollanna dökülünce, npkı hıristiyan milletlerin kendi araiann-
dakı bitmez tükenmez savaşlar gibi, birsünni-şii kavgasıdır sürdü gitti. Hâlâ
' da. ister gizli, ister aşikâr, sürüyor.
Başka dinlere bile yukandaki âyetler hükmünce hoşgörüyle harta say-
gıyla davranmayı emreden İslâm, aynı kelime-i şahadeti söyleyen, aynı
peygambere inanan insanlar arasında inanç kavgasına izin verebilir mi?
Aklı selim sahiplen gerçek dinin gerçek görüşünü tâ gönüllerinde bulu-
yorlar, ama. kitlelere yön vermek iddiasındaki pek çok kuruluşta öğretilmek
istenen, hep şekil. Yozlaşmış şekil... Mânâdan nasibi olmayan mânâyı nice
öğretsin? '
ÂLEME MÜSLÜMANCA
BAKIŞ (II)
Önceki sohbette, bir kudsi hadisin ilk kısmını nakletmeye çalışmıştık, ilâhi
uyan, şeytaniyetin, yani ihlâs yoksunluğunun, ibadeti de. sıhhati de, hasta-
lığı da, zenginliği yahut fakirliği de istismar edebileceğini ilen sürmekte,
hattâ kimi âlimi de ilminin yoldan çıkaracağını anlannaktadır.
'Haddi aşmayın!* âyetinin birtekrân. Demek ki, ibadet veya ilim bile insa-
nın şeytanı olabilir! - Kudsi hadis bu uyanyı yaptıktan sonra, ikinci kısmında,
anlamca şöyle diyor:
''İzzetim ve azametim hakkı için! Eğer ibadet eden ihtiyarlar,
samimiyetle Allaha itaat eden gençler, süt emen bebekler ve otla<
yıp yayılan hayvanlar olmasaydı, üzerinizdeki göğü demir yaratır-
dım. Altınızdaki yeri sert bir kaya ve toprağı da kül ederdim. Gökten size bir
damla su indirmezdim ve yeryüzünde sizin için bitki bitirmezdirh. Ve azabı
üzerinize su döker gibi dökerdim. Ama. bu sayılanlar var dîye, gelmesi
gereken felâketler de imkânsız olmuştur! Kuvvet ve kudret ancak
yüce Allahındır!.,
Riya'nın coşturduğu gazap bu işte. Ve. gazaba rağmen. Rahman ve
Rahim ana kuralının tecellisi: İbadet eden ihtiyarlar, itaat eden gençler, süt
emen bebekler ve bir de, otlayan hayvanlar... Gazabın oniann yüzü suyu
hürmetine kalışı!
Kudsi hadisin yorum anahtan. 'otlayan hayvanlar* deyiminde.
Daha önceki bir sohbette, tefekkürden yoksun insanın Kur'anda. "hay-
van gibi' benzetmesiyle aşağılandığını açıklamıştık. Kudsi hadis, işte bu
benzetmeyi kullanmaktadır.
Gerçekten, idrakten yoksun insan, tıpkı hayvan gibi, ne yediği
rızktaki lütfün farkındadır, ne de şu yeryüzü otlağında serbestçe
yayıldığının... Şükrü, aklına bile getirmez.
Süt emen bebekler, hikmet alışverişinin daha elifba'sında bulurıdugLi
halde ahkâm kesmekten kendini alamıyan insanı remzedîyor.
İtaat eden genç sözü ile kasdedilen, hakikat yolunda henüz :oy olmakla
beraber boyun kesmeyi öğrenmiş zümredir.
Ve ibadet eden ihtiyar!.. Bu ifadeyle gerçek ibadetin tadını almış bilge
kişiler anlatılmakta. . ""
<^
Yanı, kudsı hadis, tüm insaniann. ister bilge kişi, ister gerçeğe itaat eden
toy salık, ister hikmet emdiği için kendini olmuş sanan bebecik ve hatta
isterse rnanayı idrak etmekten yoksun, beşer kisvesi içinde dolaşan hat'van-
sd sıfatlann sahipleri olsun, Allahın sonsuz rahmetini tahrike vesile teşkil
ettıklennı ortaya koyuyor.
Benzetmek caiz değil ya, İlâhi söz, hâşâ, adetâ, oğlunu azarlamayı zaruri
bulduğu için onu azarhyan, ama oğlu farketmesin diye başını çevirip bıuık
altından gülen müşvik ve muhabbet dolu bir babanın halini hatırlatıyor
Bakın, kudsi hadiste Allah kendi gazabı hakkında imkânsızC
buyuruyor. Çünkü bütün o samimiyetsiz dayanışları, alimin
böbürlenmesini, kulun riya dolu ibadetini, zenginin zenginliğini
ısüsmar etmesini, fakirin fakirliğinden yakınıp dilenmesini, sağ-
lıkla övünmeyi ya da hastalığın acındıncıhğına sığınmayı, hepsini,
hepsim, sut emen bebeğin bilgisizliğine ya da otlıyan hayvanın
sorumsuzluğuna, idraksizliğine veriyor.
Adetâ, 'öyle çaresizsiniz ki, size azabımı gönderemem' buyuruyor
(Şüphesiz, bu ilâhi sabır, dünya yaşamının kapsamı içinde. Yani şu şekil
aleminde bir süre avunmamıza karşı hoşgörü! - Yoksa mânâya, idrake
kavuşunca benliği saracak pişmanlık ateşi bambaşka )
işte. Resul ağzından dökülmüş Allah kelâmı. İslâmın geniş, tole-
ranslı, sımsıcak dünya görüşünün kaynağı!..
Dünya hayatı sürecinde Allah bu kadar rahman ve rahim de^ kul
mu hesap soracak? Bu 'haddi aşmak' değil midir?
54
EŞYA VE KUTSALLIK
Kâbeyi tüm inananlann nazannda mübarek kılan nedir: Kur'an âyetlerine
ve Peygamberler Peygamberinin söz ve fiillerine boyun eğiş, değil mi?
Yani, kısacası, imân! Yoksa o dört duvan ve içindeki göktaşını iman bakışın-
dan soyutlarsanız, orada herhangi bir dört duvardan ve herhangi bir gökta-
şından başka bir şey bulamazsınız.
Öyleyse, maddeyi mübareklîğe kavuşturanın îmân vitamini
olduğunu söyliyebiliriz. Önemle vurgulamamız gereken nokta şu:
İmân, maddenin kendisini değil, o maddeye bakışı etkiler/Başka
deyişle, imanlı bakış kendi öz etkisini tadar. Maddeyi, imanla iliş-
kili saydığı ölçüde kutsal farzeder. Zaten, "eşya, mânâ âleminin
arif kişideki aynasıdır." Oradan, gönlünün güzelliklerini seyreder.
Bu açıdan bakınca, pek çoğumuzu rahatsız etmiş bir olayı doğru değer-
lendirebiliriz: Kabe çevresi ve hac zamanı, zaman zaman sokak politikasına
âlet edilmeye kalkıldı. Göğüslerine liderlerinin resmini asmış kimseler, yal-
nız Allahm ve yüce Peygamberinin adının anılması için toplanılmış
mekânda ve zamanda, kendi liderlerinden "yarattıklan putu tüm İslâm âle-
mine inatla ve zorla etkin kılmaya cür'et ettiler.
Nerede?.. Putlardan ayıklanmış olduğu için mübarek kılınmış Kâbenin
önünde! Olayın çarpıcı yönü burada elbet. Çarpıcı olduğu için ibretle ve
sarsarak eğitici...
Münafık denen, o eylemcilerden başka türlü bir şey mi? Kuran şeklen
ibadette görünüp aslında entrika hesaplan yapana rnünafık demiyor mu? O
olaylan yaratanlar, ihramlannın altında saldın aletleriyle donanmış değiller
miydi?
Yukanda 'iman bakışı* ile izah etmeye çalıştığımız gibi, göstericiler o yeri
ve zamanı kutsal saymıyacak kadar iman zaah içindeydiler.
Kâbenin kendisinde bir ilâhi kudret vehmeden, olaya istediği kadar şaş-
sın, îlâhi kudret açıkça görülüyor ki. bakışta...
Tarih boyunca bu çeşit olaylann Kabe etrafında zaman zaman çıkanldığı
anlaşılıyor. Daha bir kaç yıl önce kılıçlarla Kâbenin zaptına kalkışılmadı mı?
Son olay sebebiyle gazetelerde yayınlanan tarihi vesikalar, her devirde ve
özellikle hac mevsiminde Kabe çevresinde birtakım müdahale hesaplannın
sürdürüldüğünü gözler önüne serdi.
55
Bu, siyasetin dinî kendisine âlet edişinin açık ve rahatsız edici
bîr deJîlîdîr. Olayı bu yönüyle değerlendirince, laikliğin imanı
zedeleyici değil, tam tersine imanı koruyucu yüzü yanlış yargılar-
dan kurtanimış olur.
Kâbcyi kana bulayan, siyasetin dine sahip çıkmak isteyişi ve din-
sel inançlan kendi emrine almak ihtirasıdır.
Bir ibret yönü de bu.
Olay. maddede keramet arayan saf inançlan elbet sarsmıştır Hattâ yalnız
maddede keramet .arayanlan değil, Kâbenin asırlafdan bu yana titizlikle
korunmaya çalışılan bir sembol olduğunu bilenleri de...
Tefekkür, olayın bir başka yüzünü de ortaya çıkanr:
Madde, (maddenin hangisi olursa olsun), kerametin kaynağı
addedilirse, puttur. Kâbeyi bir sembolden, bîr odak noktasından
öteye bir kudret kaynağı gibi görenlere açık seçik bir uyan!..
Mânâya gelince: Mânânın kıblesi, gönüldür. Kâbesi gönülde.
Oraya kimse el uzatamaz, kimse gönül kâbesinin kutsal ihtişamını
zedeliyemez. Her ne kadar isyan içinde olsa da!..
HMALİN GETİRDİĞİ
Yahova Şahitliği, bilindiği gibi bir din sistemi olmak iddiasında: İnsan
düşüncesinerdizgin vurulmaz ki, yeni yeni din yorumlan türemesin. Din. tek
din elbet, ama yorumu Âdem nüshalan kadar çok! - İşte Yahova'cılık. çağı-
mız insanının o 'herşeyi ben bilirim', 'ben modemim', 'eskiye değil, gele-
ceğe dönüğüm' iddialannı tatmin etmek isteyen bir moda din. Özel ibadet
yerleri yok. din adamı sınıfı - şüphesiz yalnız şeklen - yok, ibadette gönlün
döneceği bir hedef, yani maddi ya da manevi bir kıble yok. Hatta, orijinal
bir kitaplan bile yok! Özleri zaten bozulmuş olan Tevrat ve İncilin bazı pasaj-
lanndan derlemelerle ortaya çıkmış bir 'Mukaddes Kitap. İddiası, mantığa
dayalı olmak! '
Ve işte. bâtıl oluşun ilk kanıtı burada: Kitaplannda ne Kur'andan bir âyet
var. ne de Peygamberler Peygamberinin adı! Hıristiyan değiller ama. Pey-
gamberliğin Hazreti İsa'da bittiğini kabul etmekteler
Hikmet bakışı hemen yakalar! Kurbandan hiçbir âyet kitapianna
ahnmamış, çünkü bâtıh doğrulamak için hakikatin kulianıiması
mümkün değil!
Yahova Şahitleri adı şuradan gelme: Yahova, Allah isminin yerine kullan-
dıklan sözcük. Ve işte. bâtıl'a ikinci kanıt: Allah kelimesi, her harfi ile Allahı
söyleyen benzersiz bir kelimedir: Ne Tann. ne God, ne Dio. ne de Yahova.
bu lâfız hikmetine dahi erişemez.
Yahova Şahitleri. Allaha yalnız kendilerinin şahit olduğunu. O'nu yalnız
kendilerinin tanıdığını ve ancak bu şahitlerin yeni bir dünya nizamında*
varolmaya devam edebileceklerini iman edinmişlerdir. Oysa, Yüce
Kur'anda şu anlamda buyurulur: Yeryüzünde, Gökyüzünde ve ikisi ara-
sında ne varsa bana kulluk eder. Yani benim varlığımın şahididir.
Yahovacılığın tek güvendiği mantıksa, işte mantık: Herşey
ancak tek 'gerçeğin* kanıtı ise, herşey o tek şeyin öğesidir. Onun
ahediyetinden zerredir, O'nu teşbih eder!
îslâmın tâ Hazreti İbrahimden gelen tevhid sözü: Lâ İlahe İllallah - Her-
şey, her tutku, ilah .edindiğimiz bütün zahiri değerler, yalnız Allaha vanr.
O'nda erir. O'nda tevhide kavuşur. O'nun tekliğinde birleşir. Bireysel akıl
ve mantık, ne kadar hünerii olursa olsun, kendisinin katbekat üze-
rindeki özvarlığın yanında nedir ki? Denize kafa tutan damlacıktan baş-
ka? - Mevlânâ. bireysel aklın topal eşekten farklı olmadığını ne güzel söy-
ler!..
Bu topal eşeğin hâlini Âli İmran Suresi misallerle ortaya koyar. Bireysel
manüğı ilk kullanarak ilâhi akla kafa tutan Şeytandır ya: Âdeme secde
etmedi ve buna sebep olarak Ademin topraktan» kendisinin ise ateşten
yaradıldığını ileri sürdü. Bu olayın Yüce Kitapta yer alış hikmeti ne: Binbir
sebepten biri, bireysel mantiğın (cüz'i mantığın) şeytansal yaradılışını
ortaya koymak değil mi? Böyle bir mantığın eseri olan din yorumu da çarpık
damgasını yemekten kurtulabifir mi?
Ama ortada bîr gerçek te var: Tarlanı ihmal eder, ekinini ekmez-
sen, kıtlığa düşersin. Aç kalır, süpürge otuna muhtaç olursun.
Bunun gibi, özün esasın habercisi olan gerçek dinini özden esas-
tan ayırıp şekiller arasına yobazca hapsetmeye kalkarsan, ^ekilsel-
likten bıkmışların çarpık heveslere koşmalarının günahı, vebali de
sana düşer! /
Adamın biri ya da birileri çıkar, maddeye esir düşmüş çağımızda,
tasavvufun gerçek yorumundan mahrum kalmış yorgun kimselerin^
inanma ihtiyacına, on derste İngilizce öğretir gibi, takır takır, kup-
kuru bir Yahova Şahitleri dini sunar. El kitabıyla!
58
Çok basit bîr gözlem, varoluşun şaşmaz bîr denge içinde bulun-
duğunu ve bu dengenin adeta otomatik bir sistemle kendi kendini
koruduğunu anlamaya yeter. Milyarlarca ve milyarlarca misalin bir iki-
sine değinelim: Harplerde kaybedilen erkek nüfusu telâfi etmek için. harp-
leri takip eden yıllardaki doğumlarda hep, ama hep, erkek nüfusta artış
görülür. - Nüfustan söz açılmışken, bir misal daha: Aşın nüfus kalabalığı, ya
salgın hastalık veya doğal âfetler yahut açlıktan ölümler ya da nükleer harp-
lerle dünyanın taşıyacağı miktara muhakkak indirilir. Kıtlık bollukla, yokuş
inişle yer değiştirir ki, denge sürsün.
1940'lı yıllann ortaya çıkardığı modem 'dengeli yönetim ilmi', sibemenk,
ayar çemberi ya da kozmik çember adı verilen bir sistemle doğanın kendi
dengesini, koruduğunu ortaya koyar. Tıpkı, yelkeni ve dümeni birbirine ters
bağlanmak suretiyle teknelerin otomatik bir ayar sistemi içinde kendiliğin-
den rotalannda kalmalan gibi. . .
Bu dengenin önemine» Yüce Kur'an, her fırsatta değinmekten
kendimizi alamadığımız bir âyetle işaret eder: 'Mizanı bozmayın!,.
İlâhi sistemin, dengeyi temin eden sayısız araçlanndan biri.
Kur'an âyetlerinde de vurgulanır: Korku! Pek çok âyet ve kudsi
hadis korkunun zaptürapt'ta tutma gücünü insana hatırlatır.
Korkunun, insanın Allah idrakindeki derecelerince dereceleri var.
Meselâ idraki gelişmemiş cahilin reaksiyonu yalın korku ile ifade edilebilir.
Buna mukabil Allah idrakindeki gelişmeler, insana derece derece yükselen
daha olgun hisler bahşeder: Meselâ, ilahi konulara değinmekten ürktüğü
için kaçınma veya saygılı bir çekinme (havf!), ya da sevgiliye duyulan hay-
Tefeİckür ibadetlerin en yücesi. Çünkü Allah idrakinde kemale
yöneliş, 'Maksaduliahı' kavrayış, tefekkürle gerçekleşir. Diğer iba-
detler, ancak tefekkür eksikliğinden hasıl olan boşluklan kapaya-
bilir. O da, kısmen... Allah korkusunu uyanık tutar!...
Ya insan ne tefekkür gücüne, ne de Allah korkusuna s^hip değilse, ne
olur: Canavarlaşır! Çünkü idrakin de, frenleyici korkunun da çekim alanı
dışında kalmıştır. Kısacası, ilâhi denge, mizan, bozulm,uştur.
Çağımızın Amerikasana, Avrupasına, Asyasına bu açıdan bakm:
Terör, azmış kanser hücresi gibi, korkunun baskı ve bağlayıcılığın-
dan kurtulmuş ve fakat Allah idrakinden de nasip almamış cahil
insanın hastalığının adıdır!
59
Tıpkı dış terör gibi. Güneydoğudaki olaylann v/ahşet kelimesiyle ifade
edilebilen neticeleri de ancak Allah korkusundan sıynlmış olmanın, kendini
sahipsiz farzetmenin bıraktığı lekelerdir. Yoksa, kim, kundaktaki bebeyi.
. seksenindeki nineyi yakarak öldürür? ,
İlâhi dengenin dayanaklannı çekip yok etmeye kalkarsanız, Allah korku-
sunu cahilin kafasından silerseniz, mizanı bozmuş olursunuz!
Daha etkili polis yok: Ya tefekkür, ya da o eksiği kapatmaya
yönelik ahiret korkusu... Diğer bir deyişle ya ilim ve ilmin geliştir-
diği idrak, yahut ta hiç değilse şekilsel ibadetler... İkisi de yoksa,
kişiyi varoluşun hedeflerine yönelik tutacak etki de yok demektir.
Güneydoğu ya, cehaleti silecek imkânlar. GAP gibi yedi küpeli bir gelinle
yeni yeni götürmek üzereyiz, Allah korkusuna gelince: Onu da yanJış
yorumlar yüzünden kendi ellerimizle,yıllarca önce silmeye kalkmışız. Sanki,
bomboş toprağa, kim hangi aynk otu tohumunu atarsa, yeşenneye uygun
zemin bulsun diye... ~ ' .
Çoğu şeyde olduğu gibi, ölçülü olanın, doğrunun, yeni yeni farkına var-
maktayız...
60
KAYBEDİLENDEN
KAZANILAN '
Vücuda hayati tehlike teşkil eden bir ur. ameliyatla alınır, zararlı dokular
ayıklanır. Ameliyat ameliyattır elbet, yan etkileri de olur. ama o müdahale
şart idiyse, elbet yan etkiler sineye çekilir.
İslama tam ters bir uyuşukluk, çağın gereklerine sırt çeviriş, hurafeye
dayalı yasaklar, hamlelere din- adına vurulan köstekler haddi aştı mı. çare
aynıdır: Ameliyatla silkiniş!..
Bir sepet elmanın çürüklerini ayıklamak isterseniz, bu işlemi sepeti
boşaltmadan yapamazsınız. Boşaltacaksınız ki. sağlam elmalan tekrar
sepete koyabilesiniz.
Yirmili yıllarda Türkiye'de yapılan, elmalann sağlamlannı
çürüklerinden ayırabilmek için sepeti boca etmekti, işte bugün
kemal yaşı civarında bulunan nesil, sepetin boş olduğu dönemde
eğitim görmüş olan nesildir. Bir bakıma, talihsiz bir kuşak!
Talihsizlik şurada ki, neslin bir kesimi, özellikle aydın geçinenler, ya
doğru dürüst bir inanca sahip olamadılar, ya da inançsızlık huy halini aldık-
tan sonra gözleri açıldı. Islâmm asırlardan beri vermeyi amaçladığı dünya
görüşüne ters düştüler. - ve bambaşka bir açıdan, inkılâbın amaçladığının
zıddına sebep oldular: Meydanı cahil din istismarcılanna bıraktılar.
Küfe boca edilirken sanıldı ki. din bilgisindeki eksikliği, pozitif
ilim kafasıyla doğrudan doğruya kaynaktan yapılacak tercümelerle
halletmek mümkündür. Oysa, kimseyi tatmin etmeyen ucubeler
çıktı ortaya.
Uzun uzun tahlillere gerek yok. 'Lâ ilahe illallah' kelâmının çok
yönlü ihtişamı, yok ile varın alternatif akım gibi içiçeliğîni duyuru-
su. İlâhın kendini Allahta yok edişi nerede. Tanrıdan başka yoktur
tapacak' devrik cümlesinin tefekkürden yoksun hali nerede?
Bütün o tercüme çabalan, hikmet dolu kuramları ihmal edip din
anlayışını bir ilmihal basitliğine indirgemedi mi?
Bu 'ilke'lerle yetişen nesil, ne tefekküre eğilebildi. ne de hattâ yanık bir
Kur'an okuyabildi. Tercümeden *hatimi' düşünebilir misiniz? Gerçek
anlamlanndan sıynlmış kelimecikleri peşpeşe sıralamak kimi usandırmaz?
Ne oldu? - Din ilmi, çenber sakalın haşmetine göre ölçülür oldu! Ve. tabii
bir reaksiyonla, kültürlüce zümre tarafından itildi.
61
Mecellede bîr söz var: Daralan şey genişler! İşte, o nesli takip
eden kuşaklann büyük şansa da burada: Bağnazlıklardan sıynlmış
bir hür tefekkür imkânı, bir yeniden filizlenme!.. İçgüdülerinde
mevcut inanma ihtiyacına kulak verenler, hemen hemen nere-
deyse kendi gayretleriyle gerçeği aramaya koyuldular. Düşünmeye
yöneldiler. /
Yakın tarihimizi şöyle bir okuyalım: Önce o uydunma ifadeli Türkçe ezan-
lar kalktı. Tercümeyle herşeyin halledileceğini sanan kısır^bakış, kenara itil-
di. Ve, tasavvufa meyil, inanılmaz bir güç kazandı.
Bugün önde gelen gazetelere bakıyorsunuz: Ellili yıllarda yalnız Diyanet
İşleri Başkanlığrnın kandil demeçlerine ikişer satırla yer verirlerken, gide-
rek. Ramazana mahsus ta olsa, önce tasavvufa dayalı menkıbelere sayfala-
nnı açtılar. Derken, tasavvuf yazılan, hattâ küçük hacimleriyle bile çok
değerli tasavvuf kitapçıklan yayınlanmaya başlandı. Ramazanın dışında bile
konuyu - imkân verdiği ölçüde - sıcak tutmaya önem verdiler. Çünkü kitle
öyle istiyor.
Bu yer etmeye, bu örf haline gelişe dikkat etmek gerek.
İşte inkılâbın gözle görülür bir faydası: Boşaltılan elma sepeti yavaş yavaş
sağlam elmalarla dolmaya başladı.
62 \
GENEL TASAVVUF
MESELELERİ
(Sabır-Tekrar-Ncfis-
Niyet- Yorum)
TEKRAR VE SABIR
Önceki bir sohbette demiştik ki, zaman, idrak noktasının belli bir yörün-
gede hareketidir. Bu yörüngenin tümü, "Levh-i mahfuz„da ifadesini bulur.
Tasavvuftaki yerini ve anlamını koruyarak günümüzün Türkçesiyle söyle-
mek istersek, levh-i mahfuza belki, "Alaca kıpırdarıışlı, değişmeyen tablo,,
diyebiliriz. Daha kısa ve öz bir anlatış için, "Âlemin kaderi„ sözcüğü de kul-
lanılabilir.
Neden yörünge? Çünkü evrende her olay merkez etrafında dönüşlerden
kaynaklanır. Yani, hareket, daireseldir. Merkeze bağlıdır. Yörüngesiz hare-
ket olmaz. Bu kural, "tek merkez^ esasının doğal sonucudur.
Yörüngede dönüşün pek çok başka hikmetleri de var. Bu hikmetlerden
önemli biri, şu: Daire, başlangıç noktası bulunmayan kapalı bir geometrik
sistemi ifade eder. Bu kapalı sistemde hareket, noktanın tekrarlanmasından
ibarettir. (Nokta da zaten merkezdir) AUahın "El latif„ ve "El sabır„ isimleri,
âdemi sabırlı bir tekrarla ve farkettirmeden, setr içinde terbiye eder, kemale
götürür. (Şüphesiz bazen, latif sıfatı zıttı ile belirsin diye, bu terbiye açıktan
açığa ve kafaya vura vura da yapılır. Ama istisnalar kuralı bozamaz.)
Kur^an'ın ayeti, sabn metheder: "Ben sabredenle beraberim.^ Bu, "Ben
sabırda görünürüm, beni sabırda tadın„ anlamına da gelebilir.
Neden? Çünkü Allah âyetle, görünür hale gelişine araç olan zamana
yemin etti. Hareketi var eden ve böylece tek noktayı çok haline, çizgiye,
şekle dönüştüren, kesret âlemini ortaya koyan zamandır. Zamanın hikmeti
sabırsız tadılamaz. Bu âlemin dayanağı olan zamanı ayakta tutan niteliklerin
başında, sabır gelir. Sabırla olgunlaşmadan, üzerinden zaman geçmeden,
kopanlan hikmet meyvesi, hamdır. Sabn, merkez çevresindeki zaman
yörüngesini ayakta tutan "Merkezkaç„ kuvvete benzetebiliriz. Ancak bu
kuvvettir ki, hareketin, cezbe içinde, merkezin yakıcı ateşine düşüp yok
olmasını önler. Hareketi, yani kesret âlemini, tadını alabileceğimiz bir den-
gede ve yörüngede tutar. Biliyoruz ki, maddenin hayat enerjisi,merkez çev-
resindeki dönüşlerden elde edilir. Öyleyse sabır, yörüngede kalmayı koru-
yan niteliği ile hayat enerjisini sağlayıcı bir etmendir.
Bir başka bakışla, sabır yaradılışın sebebi olan aşkı ortaya koyar. Çünkü
biliriz ki, sevgiyi aşk yüceliğine erdiren, özlemdir. Hemen kavuşma, dünya
aşklannda da tecrübe etmişizdir ki. sevginin alev almasını önler. İşte sabır
seven ile sevilen arasındaki gerilimi, voltajı yükseltir, manyetik alanın
gücünü artınr. Aşıkın hayran bakışı, sevgiliyi, doyamadan tekrar tekrar sey-
reder. Her tekrarda, yeni bir güzellik keşfederek... !ki Cihan Serveri'nin
"Seni yeterince bilemedim^ diye hayıflanışında, bu doyumsuz aşkın mesta-
neliği vardır. Kamil kişi, bu âlemde Allah cemalini, milyonlarca kere tekrar-
lanan nefeslerle, yeniden ve yeniden yaşar.
65
Islamın yüce Banisinin çok tekrarlanan, anna çok ta yüzeysel olarak
yorunnlanan bir hadisi, hiç ölnneyeceknnişçesine dünya işlerini kovuşturma-
yı, hennen öleceknniş gibi de gerçeğe yönelmeyi öğütler.
Bu söz, onu söyleyenin doruktaki kemalinin teyididir. Gerçekten, meselâ
Musa Peygamber hemen hemen yalnızca dünya ağırlıklı kurallar koymuş.
Isa Peygamber, hem kendi yaşam tarzıyla, hem emirleriyle dünya ötesi
varoluşu hedef almış. Diğerleri de öyle: Her Peygamber bir veya birkaç ^es~
ma nın (yani Allahm tanıtıcı vasıflannı belirleyen isimlerinin) belirgin simge-
si. Gelip geçmiş bütün nebilerin her biri, ^tamam^n birer parçası. Muham-
met Mustafa ise tamamın kendisi. Eksiklerin bir araya gelmesiyle tezahür
eden ^mükemmeli (Peygamberlerin ahediyetine tefrikle bakmayın) ayetinin
özü, anlamı... Ancak o hem dünyayı ve hem de dünya ötesi gerçeği bera-
berce över. Bu, iki âlemin tevhidi demektir. Gönülle vücudun kucaklaşma-
sıdır. Ve işte, dünyayı da, ancak dünya şartlanndan bakarak sezinlenen
dünya ötesini de, kendi yapısında birleştirebilen 'Âdem', bu nedenle en
yüce varlıktir.
Şu girişle bir tasavvuf bakışını sunmak istiyoruz: Nefsimiz ve nefsimizi
meydana getiren istek ve arzular. tiJtkular, mutlak olarak başı ezilmek gere-
ken bir yılan gibi görülmemelidir. (Tüm yılanlan yok etsek, muhakkak yeni
yılanlar üretirdik! Çünkü yaradılışta abes yoktur: Yaradandan ötürü!)
Yılanla remzedilen arzular değil mi bu dünya âleminin kapılannı Âdeme
açan? Açıp ta, dünya bakışıyla Allah cemalini hasretle aramamıza sebep
olan? - Öyleyse, nefis ve nefsi oluştijran arzular hedefe göre değerlendiril-
meli! - Şöyle bir benzetme yapabiliriz: Nefis ve onu meydana getiren arzu-
1ar, yaşam okunu geren yay gibidirler. Yayın gerilmesi, yani arzulann tahriki
gerek. Şu var ki, yayın nişan aldığı istikamet önemli. Yay eğer oku rahmani-
yet yönüne fırlatacaksa- o arzular ve o nefis itmesi mübarektir. Hedefin
değişmesi, oku boşa yollamaya, hayatın harcanmasına sebep olur.
Nefis yok edilmek için değil, gayeye yönelebilmek içindir. Hint fakirleri-
nin nefislerini gem altina aldıklannı, hatta kan dolaşımını yavaşlatarak hava-
sız bir yerde uzun süre kalabildiklerini işitiriz, biliriz. Bu, avama marifet gibi
gözükse de, aslında nefsaniyeti minimuma indirirken hayati da minimuma
indirmekten başka nedir? Hayat, alışveriştir, yaşanmak içindir, ölüme ben-
zer ftılığa sokulmak için değil... Nefsin tadına varmak gerek! Nefis gönlün
kuludur. Allah kuluna nasıl rahmanlıkla. rahimlikle bakarsa, insan da nef-
sine öyle bakacaktir. Yeter ki, gönlün sultan, nefsin ise kul olduğu unutul-
masın!
66
Elektrik motorlannm nasıl çalıştığı, bilinen birşeydir: îki bobinin birinin
düz, birinin de ters dönmesinden elektrik, yani-hareket imkânı doğar. Hayat
ta, nefsin, doğru yöndeki gönlün tersine çalışmasından meydana gelir.
Öyleyse... Öyleyse deminki sözü daha bir gerçekçi ve daha doğru söyleye-
lim: Nefis yayı hangi istikamete çevrilmiş olursa olsun, tasavvuf bakışına
göre doğru istikamettedir! Şüphesiz bu söz, teker teker kişiler için değil,
varoluşun genel sistemi için geçerlidir. Çünkü hiç birşey, Allahın nzası
dışında oluşamaz! - Ama teker teker kişiler için cennet, yani vuslat ta var,
cehennem, yani eriyip kaybolmak ta!.. Çünkü cennet ve cehennem de
genel sistemin şartlan. Malzemeleri ise, insan. Ademin vuslata koşan nüsha-
lan da olacak, tevhid zevkinden habersiz kaybolan nüshaİan da !..
Özne de bulunacak, nesne de, ki, cümle kurulabilsin ve okunsun! îkra
emri, ehlinde yerini bulsun...
Nerede cennetle cehennem? - Âdemc/e! Şu hikmet dolu halk deyimine
bakın: Kızılan birine ^cehennem oV denir. Yani, kendini cehennem eyle,
kendindeki cehennemi ortaya koy! - Koy da, ne yaptınsa kendine yaptığını
gör!...
67
niyet
Şüphesiz, İslamın beş şarti vardır. Ama bu beş şarti tek ana başlık altında
toplamak gerekse, bu başlığın adı ^'Nîyet^ olurdu.
Niyetin önemini belirten şu küçük hikaye tasavvufta beğeniyle tekrarla-
nır:
Allah peygarnberlerindenbiri (Hz. Musa ama, başka birisim verseniz ne
farkeder?) tenha bir göl kenannda bir garip adama rastlar. Adam kan ter
içinde bir tepeye tırmanmakta, sonra köfidini aşağı bırakıp yamaçta yuvar>
lanmakta, sonra gene tepeye çıkıp tekrar aşağı yuvarlanmakta. Merakla
yanına yaklaşır ve ne yapmaya çalıştığını sorar. Adam, "Namaz kılıyo-
rum„ der. Peygamber, namazın öyle kılınmayacağım anlatir, doğru usulü
adama sabırla ve Uzun uğraş ile belletir. Adam teşekkür eder, aynlırlar. Pey-
gamber yola devamla gölün karşı sahiline geçer ki, ardından kendini çağı-
ran bir ses duyar. Dönüp baktiğındâ, âz önce rastalığı adamın, golün üzerin-
den koşarak gelmekte olduğunu görün Adam seslenmektedir: "Dur, AJJah
için dur, öğrettiğini unuttum, tekrarlayıver.. Peygamber, adamın ola-
ğanüstü halini görmüştür, "Sen bildiğin gibi kılmaya devam et„ diyerek
uzaklaşır
Suyun üzerinde yürümek elbet kelimenin dar anlamında alınmamalı.
Fizik kurallan Allah nizamının bir parçasıdır ve hükümden düşürülemez,
suyun üzerinde yürünmez. Ancak hikayede vurgulanmaya çalışılan, niyetin
yüceliği ve insanı ulaştirdığı haldir. Bir ibadete bütün kalp temizliğiyle
(Islami terimiyle söylersek, ihlâsla) niyet eden - doğruyu elinden geldiğince
araştirdıktan sonra - şekilde yanılsa da, şüphesiz, Allah katinda kabul gönir.
Çünkü bütün ibadetlerde amaç, Allah'a yaklaşma çabasıdır. Niyet, bu
çabayı ifade edecek saflıktaysa, şekil öze feda olsun. (Bununla beraber.^
şekle bağlı ibadetin en güzelini ve niyete uygun olanını Hazreti Muhammed '
Mustafa namazla belirlemiştir).
Niyetin etkin gücünü madde dünyasına bağlı misallerden görebiliriz. Bir
karateci, bütün isteme gücünü bir noktaya yönelttikten sonra, mesela bir
taşı eli ile kırabilir. Konsantre olmak dedikleri, niyetin, büyüteçten geçen
güneş ışığı gibi, bir tek noktayı amaç edinmesidir. Gene biliriz ki. Hint fakir-
len reflekslerini bile niyetlerinin emrine sokabilirler ve bu yüzden, mesela
uzun süre nefes almadan yaşayabilirier.
Bu mucize değildir. Niyetin, reflekslere hükmedecek güce ulaşmasından
öteye bir sim yoktijr. Oruç tiitanlar bilirler: Karşısında biri yalana yalana
limon yese. gerçek oruçlunun ağzı bile sulanmaz. - Niyet, bütün melekelen
kendi emrinde topjamaktadır, hepsi bu.. Biliriz ki. melekeler ya da dini ifa-
desiyle melekler. Âdeme secde ederler! Niyet, meleklere Âdemin verdiği
emirdir de diyebiliriz.
Tenriiz kalple niyet, ihlâsla istemek, ibadetin özüdür.
68
NİYET VE YORUM
ÜZERİNE (I)
Tıpkı hukukta olduğu gibi, din uygulamasında da niyetin rolü çok büyük.
Temiz niyetle işlenen bir fiile, suç kasdı bulunmadığı için nasıl ceza verile-
mezse, din kurallannı bilmeksizin ibadet zannıyla yapılan ve Allahın rahme-
tine sığınmayı amaçlıyan hareketler de, şüphesiz, ibadettir. Bunun aksine,
özdeki niyet ibadetten başka bir şeyse, görünüşteki fiil ibadet şeklinde
işlense bile, ibadetten sayılamaz. Meselâ hac farizesini yerine getirmek, kişi-
sel itibann artması için amaçlanmışsa, bir iş seyyahatinden ileri gidemez.
Bu açıdan bakınca, Islâmın şartını, 'niyet'e indirgemek müm-
kündür. Filhakika, bütün şartlar, niyetten renk ve kaynak alır: İman
niyetiyle olmaksızın dudaktan dökülen kelime-i şahadet, kupkuru
bir cümleden ibaret kalır. Yardım niyetini içermiyen zekât, ya
zorunlu bir vergidir, ya da maddi hesaplı bir yatırım. Allaha sığınma
ve yönelme niyeti taşımayan namaz, jimnastikten öteye geçemez.
Niyetsiz oruç, zayıflama rejimidir.
Bu âlem, 'bilinmek istedim* ilâhi hükmünde açıklandığı gibi, Allahın
görünmesi, hiç değilse öğrenilmesi niyetinin eseridir. İlâhi niyet bu olunca,
kulun niyeti de bu ana niyetin bir suretidir. Aksetmesidir. Amacımız, varolu-
şun esrannı yakalamak. Bunun dışında amaç gibi görünen şeyler, ilâhi ama-
cın teferruatadır, İlâhi amacın ahenkle takibi için hazırlanmış mizansenlerdir.
Bilinçli olarak ana niyete yönelmiş, yani varoluş hikmetlerini
araştırmaya eğilmiş bireysel gayretlerimiz, ilâhi bilincin 'bilinmek'
amacı etrafındaki faaliyetinin parçacıklarını oluştururlar. İnsanın
insan oluşunun özelliğine, 'idrak' yeteneğine uygundurlar. Varolu-
şun bilinç mekanizmasında yer alırlar.
Buna mukabil, büyük kitlede görüldüğü gibi, başka niyetlere iliş*
kin didinmeler, varoluşun, nefes alma gibi, hücresel korunma ve
üreme gibi içgüdüsel davranışlarıdır.
Misallerle somutlayalım: Kâmil kişi, bilinmek amacını hedef aldığı için.
varoluşun, mânâyı idrak edişin keyfini sürer. Buna mukabil, kişisel refahı
veya hattâ aile huzurunu, çoluk çocuğunun yetişmesi amaçlannı yaşamının
ana niyeti haline getirmiş, bunlarla yetinmiş bir kimse, varoluşun genel sis-
temi içinde içgüdüsel bir hizmet görür: Tıpkı, herhangi bir canlının, nefsini
koruma, üreme fiilleriyle doğanın genel sisteminin devamına hizmet etmesi
gibi. Başka ifade ile Ademden pek azı bilinmek amacına yöneldiği halde,
büyük çoğunluk, bu 'az'm yalnızca uğraş alanını oluşturmakla yetinir.
Görevi budur.
69
Tabiatta bu değişik görevleri simgeleyen tipik ortak yaşayımlar var An
beyiyle işçi anlann beraberliği... İnsan ruhuyla, insan vücudundaki organla-
nn kademelenmesi gibi...
İster Kur'an âyetleri, kudsi hadisler ve hadisler gibi kaydedilmiş açıklama-
lara uygulansın, isterse çevremizde sürüp giden olaylardan hikmet okumak
için kullanılsın, yorumun da niyete göre olması tabiidir.
Günümüzün modem yorum ilimlerinde de, aynı sistem uygula-
nır: Amaca görıe yorum! ; /.
Bu amaç, an beyinde başka, İŞÇİ anlarda başka...
"Biz âyetleri çifter çifter indiririz!,, hükmünün bir anlamı da
budur.
70
üzerine (II)
önceki sohbetimizde, gerek Kur' an âyetleri, kudsi hadis ve hadis gibi
yazıya bağlanmış hükümlerden, gerekse olayların hikmetinden gerçekleri
okumak konusunda, yorumun niyete göre yapılması gerektiğini belirtmiş
ve bu niyetin de, ^bilinmek istedim' ana hedefiyle özetlenebileceğini açıkla-
maya çalışmıştık. Bilinme isteği, kendimizi bilmekle gerçekleşir demiştik.
Önce, yorumun nasıl yapılması gerektiği konusundaki prensibi doğrula-
yan bir hadisle söze başlıyalım:
Yüce Peygamber şöyle buyuruyor: "Allah, dinleyenlerin anlayı-
şınca vaaz edenin diline hikmet telkin eder.„
Hadis, sözün, dinleyenin kavrayışı ölçüsünde anİam kazanacağının açık
ifadesidir. Aynı uyan yönünde bir diğer hadis de şöyle: "Ortlara anladık-
lan kadar söyleyin.» Kur'anı Kerimde de simgelerin kullanılışı aynı
sebebe dayalı.
Yorumun değişik iki istikameti için şu hadisi misal alalım ve yorumlamaya
. çalışalım:
"insanlar, padişahlannm dinindedir.»
Yüzeysel yorum çok kolay: Gerçekten, halk genellikle devletin başındaki
hüküindana inançlannın dışında bir dine giremez. Aynı konuda, başka
hadisler de, devleti yönetene itaati emrederek bu kuralı doğrular.
Ama, hadisteki ^padişah* sözünü, tasavvufta çok kullanılan ve ilâhi kud-
reti ifade eden bir deyim olarak alınca, anlam çok değişik boyutlar kazana-
caktir.
Hadis, hattâ, insanın Allah usturlubunda olduğunu, Allahan dav-
ranış tarzını yansıttığını söylüyor demektir. 'Kendini bilen Allahı
bilir' hak-söz'ü de. Yüce Peygambere Hira dağında gelen ilk emir
de (İkral Oku!) kendi nefsimizi okumakla İlâhi Kudretin sırrana
erebileceğimizî ortaya koyar.
İhsanlar padişahlarının dinindedsr hadisi, bu açıdan alınca, 'ha-
yır ve şer Allahtandır' âyetinin de bir tekrarı olur.
Farklı yorum imkânına bir diğer misal olarak, şu hadisi zikrede-
lim: '"Ben insanların yaradılış açısından ilki, peygamberlerin ise
sonuncusuyum.» .
71
ilk ve yüzeysel bir yorum, son peygamberin elest bezminde ilk yaratılan
numune insan olduğu sonucuna vanr. Ama 'bilinmek istedim' amaç değe-
rine uygun, yani niyete göre bir yorum, bizi bambaşka bakış açılanna götü-
rebilir:
Bîr kudsi hadis, 'Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım' demi-
yor mu? Öyleyse, ilk yaraülan île, yaratış amacı tamamlanmıştır.
İlk, aynı zamanda sondur!
Bir hak-söz, "gelen nebiler sensin, senin sımn içinde!„ beytiyle aynı çar-
pıcı görüşü ortaya koyar. Gelen nebiler, bir rivayete göre yijzyinmisekiz bin,
bir diğer rivayete göre, sayısı bilinmeyecek kadar çok. (Âdem nüshaları
kadar çok, ta diyebiliriz!..)
Yüce Peygamberimiz, Âdemdeki sıfatların muhabbet potasın-
daki kemalidir. Bir başka hadisinde 'Ben sizin mislinizce beşerim'
buyurmuyor mu?
Tasavvuf ilkelerinden bakışta, yorum, şu misallerle anlatmaya çahştiğımız
gibi, önce iç sıcaklığını amaçlar. Çünkü varoluşun amacı, bilinme isteği,
ancak vecd ile mümkündür. Vecde ise, bu sıcak bakış ve bu bakışın yardı-
mıyla kıvam tutan zikrullah, yani Allahı anma ve O'nunla olma götürür.
72
SLAM TEFEKKÜRÜ
İslam dini ve Kuran'ı Kerim insanlık var oldukça hüküm ifade etmek
üzere indirilmiş. Son peygamber ve onun sunduğu son kitap. İleride ortaya
çıkacak olaylara, yeni yeni keşiflere, insanlığın alacağı bütün hallere ışık
tutacak. Bir yandan bu bitmeyecek işlev, diğer yandan ilahi kelamdaki
yücelik, üslubu oluşturmuş: ifadede hemen daima sembolleri tercih etme
tarzı İslam eserleriyle doruğuna varmış. Sözlerimizi kanıtlamak için, yüce
kitabımızın bazı sûre başlanndaki harflerden oluşmuş simgelere (Elif, lam
mim, ya, sin..) Mevlana'nın Mesnevide kullandığı karakter sembollerine,
Nasreddin Hoca fıkralanndaki birden çok tasavvuf mânâsına işaret etmemiz
yetecek.
Bu sembollerle izah yolu, Islamın çok önem verdiği bir başka genel kura-
iın da gereğidir: Edep! Gerçekten özellikle tasavvufun zarif hikmetlerine
varma çabasında olanlar, Allah'ın Kuran'ında kullandığı yoldan aynlmazlar
ve avamın (yani basit inanış sahiplerinin) anlayış gücünü yıkmadan, her
idrak derecesinin kapasitesine ayn ayn cevap verebilen sembolleri seçerien
(Ben inananın beni bildiği gibiyim) ayeti bu uçsuz bucaksız anlayış genişli-
ğine verilen önemin en yeterli delili değil midir?
Masallanmızda, meddahlann asırlardan beri nesilden nesile emanet ettiği
kıssalarda bile aynı yol ustaca kullanılır.
Kırk Haramiler hikayesinden iki değişik mana misali vermeye çalışalım:
Bir bakışa göre Kırk Haramiler, dünya hırsını remzederler. Topladıklan
dünya servetlerinden oluşan gizli hazineleri, en ulaşılmaz gibi görünen sarp
kayalıkların içinde saklıdır ama, hiç umulmadık bir kimse vasıtasıyla bile.
Allah bu haramı o hırs sahiplerinin elinden biranda alabilir. Yani dünya hır-
sının hasadı kolay yok olur.
Bir başka açıdan baktığımızda ise, Kırk Haramiler, söz sahibi Evliyaullahı,
yani Kırklan remzeder. Kırklar, hakikatsımnırişifresiyle gizledikleri mücev-
herleri, yani mânâ değerlerini, ilahi gerçeklere ehil olmayanlardan saklaya-
rak mevcut dünya nizamını sürdürmeye yârdım ederler.
Bu kilitli kapı ardındaki hazinenin sımnı kim öğrenebilir^, ö serveti kim ele
geçirebilir: "Yalnız Kalb-i selim, yalnız tertemiz gönül„ mânasındaki ayetin
de işaret ettiği gibi, ihlas sahibi! Gönül adamı. Kendi küçük benliğini ilahi
aşk uğruna feda etmekten çekinmeyen gerçek er kişi.
Hazine sarp bir dağın kayalan içine gizlenmiştir. Yani hakikat nuru, nefis
kayalannın altında gömülüdür. Gönül gözüyle bakamayan, yalnız kayalan.
yani yenilmez güçlükleri görür. Ama hakikati yakalayabilen mana gözü.
kayalann içindeki kapıyı farkeder. Gerçek serveti gün ışığından ve değer
bilriıezlerden gizleyen, küçücük bireysel varlık iddiasıdır. Hodbinliktir, kısa-
cası nefistir.
Ama herşeye rağmen, o ulaşılmaz gibi görünen mağara kapısı, bir "yo-
Iun„ sonundadır. Yani ona ulaştıran bir yol gene de mevcuttur.
Peki, "Kırklar^ neden harami kelimesiyle remzedilir: Basit inanış sahiple-
rine haram olanı ele geçirmişlerdir de ondan!...
73
GERÇEK hadisin
Pek çok tarih kaynağı, Yüce Peygamberimize pek çok söz atfeder. Bu
sözlerden hangisinin gerçek hadis olduğunu, hangisinin ise yanlış rivayet-
lere dayandığını isbat etmek zor. Hele vesvese sahibi için, büsbütün zor.
Nasıl isbat edilebilsin ki, deliller hep kişisel nakillerden, yorumlardan iba-
ret. Niçin kişisel nakil ve yorumlar? Neden kesin tesbitJer yok? Yok, çünkü
hikmeti orada!
Bu konuda îkî Cihan Serveri şöyle buyuruyor: "Benden rivayet
edilen bir söz veya bir fiil kalbinizi aydınlatıyorsa, kendinize yakın,
akla uygun, ve diğer rivayetlerle uyum içinde ise, bendendir!»
insanlığın özü, zübdel, mihengi dikkatle seçmiş, sübjektif ve
kişisel yoruma bütün kapılan açmış. Bu kişisel anlayış imkânı,
Islâmm büyük serbestisinin açık bir delilidir ve Kur'amn kesin
âyetlerinde de ifadesini bulur: "Ben, inananların beni bildiği gibi-
yim!„
Allahı bilebilecek kemale varabilirsek, O'nu ancak gönlümüzle bilir ve
tanınz. Sevgili elçisini de öyle!... Yukanya aldığımız hadis, özellikle bu nok~
tayı ön plana çıkanyor. Peygamberimizin hayatını, davranışlannı anlatan
binbir eser var ama, kim O'nu meselâ bir Mevlânâ'dan, bir Yunus'tan, kısa-
cası bir gönül erinden daha yakından tanır?
Hadisin işaret buyurduğu gibi, O. sözüyle ve fiiliyle gönülleri
aydınlatan nurdur. Aynı sübjektif bakışı, aynı görecelik ilkesini bir diğer
hadis 'ayna' misaliyle açıklar. Evet, bütün bakışların serveri Yüce Pey-
gamberimiz aynadır. O'na bakan, kendini görür. Ne niyetle bakar-
sa, kendini öylece ortaya koyar. O'nu kendi dar idrakîyl e anlamaya
çalışan, bu nedenle'hudutlandınr ki, kendi dar anlayışına sığdıra-
bilsin.
O düzgün aynadır. Siyahı siyah, beyazı beyaz gösterir. Çok tek-
rarlanan bir hikmet mısraı: "Mir'aü Muhammetten (yani Muham-
met aynasından) Allah görünür daim!„
Bazı peygamberler, Hazreti İbrahim'de kesin misali görüldüğü gibi, şen-
atsizdirler, ama hakikatten haber verirler. Bazısı da, Hazreti Musa'da olduğu
gibi, şeriat düzenini ön planda tutar, ama Cebrail'e ayak uyduramaz!
Resullerin Ekremi,tüm âdemin en yücesi, madde yapısının da, mânânın
da yol göstericisi,, şeriatla tahdit edilemez. O, şeriatin olduğu kadar, şeriat
çok aşan hakikatin de habercisidir. Cebrail'i geride bırakıp mir'aç eder!
O'nu gönül ehlinin gözüyle görmeli: Binbir esmanın muhabbet potasın-
dan yansımasını yakalamalı. Hadisini de, fiilini de o yorumla kalbe akıtmalı.
Tıpkı, san ata çok yakın bir kimsenin, altında imzası olmayan bir şiirden
şairini, bir isimsiz tablodan ressamını keşfetmesi gibi. Muhabbet ehli,
Muhammet ehli de, bir hadisin Peygamberimize ait olup olmadığını kesin-
likle bilir. Mehaz, kaynak aramaya gerek duymadan... .
74
KULLUN niyeti
Bilindiği gibi, İslâmın, hattâ bütün dinlerin şekiJseJ şartJannın ötesinde,
tüm davranışlara değer hükmü veren ana ilke, niyettir. Allah ta bu âlemi ve
tüm âlemleri bir niyetle yaratb.
Bunun içindir ki, ibadetin her türlüsü, açık olsun, gizli olsun, kelimeye
dökülen veya dökülmeyen niyetle ibadet niteliğini kazanır.
Niyetin maddesel kudretini oruca niyette açıkça görmek mümkün. Niyet
edilmeksizin tutulan oruç, zor katlanılan bir açlık idmanıdır, bir perhizdir.
Oysa, ciddi, içten, tâ kalpten ve inanılarak edilen niyet, oruca bambaşka bir
kolaylık getirir. Bunun pek çok yaşanmış misalinden birini hatırlayalım:
Gerçekten, meselâ limon yiyen birini seyreden kişinin ağzı normal şartlar
altında sulanır da, oruca niyet etmişse, tükürük bezleri sanki kurumuştur.
Neden?
İnsan Allahın şu âlemdeki halifesi. Vekili. Vekil, temsil ettiği asille uyum
içinde. Asilin üslubunda! Tıpkı 'yerde ve gökte ve ikisi arasında var olan her-
şeyin Allaha kulluk ettiği* gibi, insan vücudunda iradeye yahut reflekslere
bağlı tüm organlar, en küçük hücreye kadar,'insana kulluk eder. Bilsek te,
bilmesek te, farkına varsak ta, varmasak ta, her zerremiz 'biz'im emrimizde-
dir. *Biz' vücut 'küllü- nün! Vücut bütününün! Mânânın ve maddenin müşte-
rek oluşumunun emrinde! Onun kumandasını dinler!
İsterse ters bir ifade gibi gelsin, tefekkürün doğruladığı bir kuralı tekrarla-
maktan kaçınamıyoruz: Biz, ölmek istemedikçe, ölmeyiz. Ne var ki, yalnız
nefsimiz ölmeyi istemeyebilse bile, nefis ve gönülden oluşan müşterek var-
lığımız, zamanı geldiğinde ölümü ister. O zaman nefis te gönüle boyun
eğmiştir. Zaten, ölüm dediğimiz, nefsin mânâya dönüşmesidir. Yani aslına
dönmek'tir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder