Mutlaka Bilmeniz Gereken 15 Türk Kadın Şair
Zeynep Hatun, Mihri Hatun, İhsan Raif, Gülten Akın, Nilgün Marmara başta olmak üzere Türk Edebiyatı’na damgasını vurmuş kadın şairlerimizi sizler için derledik.
1. Zeynep Hatun
Divan şiirinin adı bilinen ilk kadın şairi Zeynep Hatun’u kimi kaynaklar Amasyalı;, kimi ise Kastamonulu olarak yazar. Hakkında yapılmış kapsamlı araştırmalar yoktur, elimizdeki sınırlı bilgiler ise Zeynep Hatun’un çağdaşları olan Şair Latîfî ve Şair Şık Çelebi’nin kitaplarından öğrenilmiştir.
Osmanlı’da minyatür sanatının en önemli isimlerinden nakkaş Levnî’nin bir minyatürü. Asıl adı Abdülcelil Çelebi’dir. Renkli, çeşitli anlamına gelen Levnî mahlasını kullanır.
Asıl adı Zeynünnisa olan Zeynep Hatun bir kadı kızıdır ve kültürlü bir çevrede yetişir. Arapça ve şiir söyleyecek düzeyde Farsça bilir. Amasya’da II. Beyazıd’ın oğlu Şehzade Ahmed’in sarayındaki edebi muhite (çağdaşı Mihrî Hatunla beraber) dahil olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Zeynep Hanım, evlenmeden önce Fatih Sultan Mehmet adına Türkçe ve Farsça şiirlerden oluşan bir divan hazırlayıp, sultana sunar. Kadı İshak Fehmi Çelebi ile evlendikten sonra, eşi tarafından şiir yazmasına ve şiir sohbetlerine katılmasına izin verilmez, şiiri bırakmak zorunda kalır. Şiirin yanı sıra beste çalışmaları da olan Zeynep Hatun, 1474 yılında Amasya’da ölür.
Zeynep Hanım, şiirlerindeki hayali sevgiliyi tıpkı erkekler gibi tasvir eder. Kadınları dedikoducu, tembel olarak betimlemesi, devrin erkekleri tarafından çok beğenilir. Bu tavrıyla edebiyat çevrelerinde “merdane” olarak adlandırılır. Bu tavrı muhtemeldir ki, erkekler dünyasına başka türlü kabul edilemeyeceğini bilmesindendir. Zira Klasik Türk şiirinde erkek şairlerin eliyle edebi metinlere yansıyan kadın betimlemelerinin çoğunluğunda son derece olumsuz bir yaklaşım gözlenir. Kadınları, yaradılıştan cahil, bön, aklı kısa, güvenilmez, fettan, kurnaz, vefasız, sadakatsiz gösteren bir kabul içinde bu olumsuz bakışı sürekli yinelerler.
XVI. yüzyılda yaşamış olan Kınalızâde Ali Çelebi, Zeynep Hatun için, “Erkekler kadar mükemmel şiirleri vardır, tek ayıbı kadın olmasıdır.” şeklinde bir ifade kullanır. Mehmed Zihnî ise şunları yazar: “Kendisi kadın idi, ama söz ve şiirinde her bir çehrenin güzelliklerini belirtirdi. Bu davranışıyla erkekler kendisine hayrandı.”
Zeynep Hatun’un divanı maalesef günümüze ulaşmamıştır. Şiirlerine, tezkirelerde (bir nevi biyografi), nazirelerde (başka bir şairin bir eserinin benzerini yazarak ona karşılık verme) rastlıyoruz.
2. Mihri Hatun
Kültür seviyesi yüksek bir aileye mensup olan Mihrî Hatun, bazı kaynaklara göre 1460’lı yıllarda dünyaya gelir. Amasya’da yetişen şair, buradaki edebiyat meclislerine katılarak kendini geliştirir. Arapça ve Farsça’yı öğrendiği, kendi şiiri ve kaynaklar ile sabittir.
Mihrî Hatun bilgisi kültürü ve en önemlisi şairlik yönüyle, o yıllarda Amasya’da bulunan II. Bayezid’in çevresinde oluşan edebi çevreye girer. Bu durum, II. Bayezid’in Amasya’daki şehzadeliğinin son yıllarına rastlar. Ardından Bayezid’in oğlu Şehzade Ahmed’in Amasya valiliği sırasında (1481 – 1512), bu çevre içerisinde olmaya devam eder. Güzelliği ile bilinen Mihrî Hatun birçok talibi olmasına rağmen evlenmez.
Mihrî Hatun’un Necâtî, Makâmî, Güvâhî, Afitâbî, Münîrî gibi kendi devrinin önemli şairleriyle ile dostluğu bilinmektedir. Kaynaklar Mihrî ile Zeynep Hatun’un birbirlerini tanıdıklarını, mektuplaştıklarını ve ikisinin de Amasya’da Şehzade Ahmed’in sarayındaki edebi muhite dahil olduklarını yazar.
Mihrî Hatun’un şair tezkirelerine kadar giren gönül meseleleri içinde Fatih Sultan Mehmed’in veziri Sinan Paşa’nın oğlu İskender Çelebi’nin ve Hatemî mahlaslı Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi’nin adı geçer. Mihrî Hatun, bu kişilerle aynı edebi muhiti içinde tanışmıştır. Şiirlerinde onlara karşı ilgisini, aşkını kimi zaman açıkça, kimi zaman da dolaylı olarak ifade etmekten çekinmeyen Mihrî Hatun, döneminde bir şair kadın için gerçek duygularını dışa vurmada ve aşkındaki samimiyette oldukça cesur sayılabilir.
Mihrî Hatun için edebi ortamda kabul görmek, erkek şairlerle boy ölçüşmek, onların şiirdeki başarısını yakalayabilmek en zoru olmuştur şüphesiz. Beyitleri arasında olgun kişilerin, işini bilen akıllı bir kadını, işinin ehli olmayan bin erkekten daha üstün tutması gerektiğini ileri sürdüğü düşünceleri, o dönemin toplumunda hakim olan değer yargılarına ciddi bir eleştiri olarak ele alınabilir. Mihrî hayranı olduğu ve yaşadığı çağın en büyük şiir otoritesi diyebileceğimiz Necâtî’ye, onun kendisini hor görüp kınamasına rağmen nazire yazmayı sürdürür. Mihrî’nin burada dönemin en büyük şairlerinden birine, şiirini onaylatma kaygısını taşıdığını söylemek mümkündür.
Osmanlı döneminin Divan’ı elimizde bulunan ilk kadın şairi de olan Mihrî Hatun, Divan Edebiyatı geleneğine uygun erkekçe söyleyişlerin yanında, kadınsı duygularını dışa vurduğu şiirlerin de sahibidir. Bazı şiirlerinde, hemcinsine aşkını dile getirerek, döneminin tabularını zorlayan ve düşündüklerini cesurca söylemeyi başaran Mihrî Hatun, bu nedenle Antik Yunan kadın filozofu ve şairi Sappho ile kıyaslanmıştır; Avusturyalı tarihçi Joseph von Hammer, onu Türk Sappho’su olarak isimlendirmiştir.
Ancak sevgili ve aşık tasvirleri divan şiirinde şaire göre değişmez, ortak benzetmelerle yapılır. Bu nedenle şiir içindeki sevgili, hükümdar, efendi veya ilâhî aşk düzleminde Tanrı olarak yorumlanabilir. Çünkü hepsi aşığın nezdinde ulaşılmaz olandır; aşık ise köledir, kuldur. Klasik Türk şiirindeki bu hiyerarşik yapı, gül (sevgili) ile bülbül (aşık), şem (sevgili) ile pervâne (aşık) gibi farklı örüntülerde de karşımıza çıkar. Aşkın bu derin ve çok yönlü içeriği Divan şiirinde sevgilinin sadece kadın olarak algılanışını ortadan kaldırır. Doğal olarak kadın şairlerin de aşık olarak aynı pozisyonda olabileceği kabulünü getirir.
Levnî Minyatürü
Venüs yüzeyinde keşfedilen kraterlere dünya tarihindeki önemli kadınların isimleri verilmiştir. NASA 90’lı yıllarda keşfettiği kraterlerden birine Khatun, yani Hatun ismini verir. NASA’nın resmi kaynaklarına göre, Mihrî Hatun anısına bu isim verilmiştir. Hollanda, Almanya ve Belçika’nın milli eğitim müfredatında bazı beyitleri yer alır. Mihrî Hatun’un divanını ortaya çıkaran bir Rus Türkolog’tur, 1967 yılında ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Mihri Hatun’un ünlü divanını basar. 2005 yılında 9. İstanbul Bienali’nde İngiliz sanatçı Cerith Wyn Evans bir projektör aracılığı ile ışıktan harflerle gökyüzüne Mihri Hatun’un “Uykuda açtım gözümü” diye başlayan gazelini gönderir.
3. Leyla Saz (1850 – 1936)
Babası, II. Mahmut ve Abdülmecid dönemlerinde saray doktorluğu yaptığı için Leyla Saz, Abdülmecid, Abdülaziz, IV. Murad, II. Abdülhamid, V. Mehmed Reşad ve Vahdeddin dönemlerine yakından şahit olur. İmparatorluğun zor günlerine, Cumhuriyet’in kuruluş mücadelesine de tanık olur.
Abdülmecid’in kızı Münire Sultan’ın nedimesidir, dolayısıyla onunla birlikte eğitim görür. Leyla Hanım, sarayda ilk piyano derslerini alanlar arasındadır. Fransızca, Rumca, Arapça ve Farsça öğrenir. Devrin çok ünlü bestekar ve hocalarından önce Batı musikisi, daha sonra da Türk musikisi dersleri alan Leyla Hanım, hatıratında haremdeki müzik hayatından şöyle bahseder:
“Batı musikisi fanfarı ve orkestrası haftada iki, Osmanlı musikisi takımı haftada bir defa ders görürdü, bale dersleri için ayrı bir salon bulunmaktaydı. Harem-i Hümayun kadınlar orkestrasının bir konserinde pantolon ceket giyen kızların saçları kısaydı ve hepsi başlarına fes giymişlerdi. Türk musikisi meşkleri sazendelerin arzularına bırakılan herhangi bir makamda başlar; önce o makamdan peşrev, beste çalınır, daha sonra kemençe taksime başlarken, sekiz on tane genç rakkase içeri girip söz takımının önüne dizilir, kemençenin Karcığar makamına geçmesini bekler ve taksimin bitmesi ile köçeklerin ilk parçası başlar, adımlar atılır, raks başlardı.“
Leyla Saz, 1921 yılında yetmişli yaşlarında iken haremdeki anılarını, Vakit ve İleri Gazetesi’nde yayımlar. Ancak anılarının, bestelerinin ve şiirlerinin çoğu Bostancı’daki köşkü yandığı zaman kaybolur. Yayımladığı anıları, yangından sonra tekrar yazdıklarıdır. Hatıratı, saray çevresi ve harem hayatı konularında gözleme dayanan çok önemli bir kaynaktır. Şiirleri, Solmuş Çiçekler adıyla yayımlanır. Leyla Hanım’ın dili sadedir. Divan edebiyatı kültürü ile yazdığı şiirlerinin yanı sıra, yaşadığı yakın çevre ve halk kültürünün izlerini taşıyan yapıtları da vardır.
İlk şiirini 14 yaşında iken yazacaktır; ancak besteci yanı şair yanından daha öndedir. Leyla Hanım’ın, “Yaslı gittim şen geldim” mısrasıyla başlayan marşı bilhassa Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok beğenilmiş, uzun süre dillerden düşmemiştir. “Nerdesin, nerde acep gamla bıraktın da beni” şarkısının bestesi, “Seni sevda çiçeğim, tac-ı serim” şarkısının ise sözleri Leyla Saz’a aittir.
1869 yılında Giritli Sırrı Paşa ile evlenir, 4 çocuğu olur. 1934 yılında Soyadı Kanunu’nun çıkmasından sonra Saz soyadını alır; nedenini ise “Kendimi bildim bileli günüm müziksiz geçmedi” ifadesiyle açıklar.
4. Şair Nigar Hanım (1856 – 1918)
Nigâr Hanım, 7 yaşında iken Madam Garos’un yatılı okuluna devam eder. Burada Fransızca, Rumca, Ermenice, İtalyanca, piyano, resim, dikiş, dersleri görür. Daha sonra evde piyano ile dil dersleri (Arapça, Farsça) alır. Macar kökenli babası Osman Paşa, başta itirazı etse de, ailenin baskısı sonucu kızını 13 yaşındayken İhsan Bey’le evlendirir. Bu evlilikten, Nigâr Hanım’ın 3 oğlu dünyaya gelir.
İhsan Bey’in kadınlarla ilişkisi, kumar oynama alışkanlığının yarattığı üzüntü, çeşitli sağlık problemleri, Nigâr Hanım’ı hassas, kırılgan bir yapıya dönüştürür. Doktorların Büyükada’da kalmasını tavsiye etmeleri üzerine, çocukları ve eşinden ayrı yaşamak zorunda kalır. 1889 yılında epeyce uzayan bir dava sonucunda ayrılırlar. Ancak çocukları için 1895 yılında tekrar bir araya gelseler de, 1902 tarihinde bir daha bir araya gelmemek üzere ayrılırlar.
“Çocuklarımdan ayrılmamak için her türlü güçlüğe, eziyete göğüs germek istedim; beni hiç sevmeyen bir adamın gözüne hoş görünmeye çalıştım; sevmek ve sevilmek için yaratılmışken bu mahrumiyete bile katlandım. Eyvah ki nasibim gene onlardan ayrılmakmış!“
Nigâr Hanım’ın şiirlerinde Abdülhak Hamit, Recaizade Ekrem, Cenap Şahabeddin, Tevfik Fikret’in etkisi hissedilir. Nigâr Hanım, evinde o dönemin pek çok şair ve yazarını bir araya getirdiği için adeta bir edebiyat meclisi sayılabilecek, Salı Toplantıları’nı düzenler. Recaizade Ekrem ile hepsinden daha yakındır; hatta aralarında duygusal bir yakınlığın olduğu bile söylenir. Şiirin yanında resim ve müzikle de ilgilenen Nigâr Hanım, yanından ayırmadığı ve edebiyatımızda Batı tarzında yazılan ilk günlükler olma özelliği de gösteren güncesine “Alnımın Yazısı” adını verir. Hayatının son yıllarında maddi anlamda zorluklar yaşayan Nigâr Hanım, günlüğüne “Ne olur bir gece hissetmeden sönüversem“ diye yazdığı ölüme, 1918 yılının o soğuk kışında harp yıllarının hastalığı tifüse yenik düşerek kavuşur.
Nigâr Hanım’ın şiirlerinde bir sevgili tipi çizmediği gözlemlenir; çünkü şair sevgiliden öte özgürce birini sevebilmeyi arzulamaktadır. Şiirlerinde bir kadın şair olarak yalnızlığını, dışlanmışlığını sıklıkla ifade etmesi ise, arada kalmışlığının yansıması olarak yorumlanabilir. Çünkü modernleşme döneminde kadınlara toplumsal hayatta, annelik, şairlik, yazarlık kimlikleriyle görünür olma olanağı tanınsa da, bu olanak kadınların ancak yine erkek entelektüellerinin belirlediği sınırlar dahilinde kalmalarıyla mümkündü. Şiirlerinde kadınca hislerini ifade etmesi, Fransızca bilgisinden dolayı Batı’ya yaklaşan bir hava bulunması ve evinde ailesi dışındaki erkeklerle babasının izni dahilinde toplantı yapması sebebiyle eleştirilere maruz kalır.
İki evlilik arasında evlilik teklifleri alır; Salih Münir Paşa’yla bir gönül macerasının ardından, ulaşamayacağı bir adama aşık olur; günlüklerinde nazenin diye bahsettiği İtalyan Marki Carlotti’ye. O dönemde hem toplumsal koşullar hem de çocuklarının istememesi nedeniyle yeniden evlenmeye cesaret edemez. Bu nedenle, çoğunlukla yalnızlık temalı şiir yazar.
Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu günlüklerinden alıntılar ile Şair Nigar Hanım adlı bir kitap yazmıştır. Nigar Hanım’ı şöyle anlatır: “İlk bakışta verdiği onca parıltılı ve kalabalık siluete rağmen, kadın kimliği ile alabildiğine tenha ve kırık bir hikayeydi; bestesi şarklı, güftesi garplı. Unutuluşun kucağına zirveden düştü.” Nigâr Hanım’ın şiirleri yaşamından pek çok iz taşır; öyle ki Nazan Bekiroğlu bu özelliği yaşanmışın şiirselleştirilmesi olarak tanımlar.
İlk şiirlerinde Uryan Kalp daha sonrakiler de ise Nigâr Binti Osman imzasını kullanan Nigâr Hanım’ın, Efsûs adlı şiir kitabındaki dizeleri Sultan Abdulhamid tarafından çok beğenilir ve Şevkat Nişanı ile ödüllendirilir. Nirân, Aks-ı Sedâ, Elhân-ı Vatan adlı şiir kitaplarının yanı sıra, otuzdan fazla güftesi bulunan Nigâr Hanım’ın en tanınmış güftesi, “Mani oluyor halimi takrire hicabım” adlı şarkıdır.
Giyimine ve takılarına önem veren Nigâr Hanım, modası geçmesine rağmen hotoz (süs için saça takılan küçük şapka) ve yaşmaktan vazgeçmediği gibi, kendisinin yaptığı hotozları birkaç Amerikalı kadın gazeteciye de hediye eder.
(Feryad adlı gazelinde, daha önce sevgilinin muhabbetinin tesiriyle ona aşık olduğunu, ama daha sonra kendisini unuttuğunu dile getirerek gönlünün o tesirle harap olduğundan ve onu tekrar mamur hale getirecek kimsenin bulunmadığından şikayet eder; bütün bunların sorumlusu olarak bahtını gösterir.)
5. Makbule Leman (1865 – 1898)
Makbule Leman’ın tahsili hakkında kesin bir bilgi yoktur. İbtidaî (ilkokul) Mektebi’nde okuduğunu, İnas Kız Rüştiyesi’nde (ortaokul) eğitim gördüğünü, Rüştiye hocasından ders aldığını yazan farklı görüşler bulunur. Eserlerinden ve hakkında yazılanlardan anladığımız kadarıyla, Batı kültürünü içeren bir formasyon almadığını, ancak Farsça bilip, Divan Edebiyatı’na vakıf olduğunu anlıyoruz.
1881 yılında aynı zamanda şair de olan Dahiliye Müsteşarı Mehmed Fuad’la evlenir. Beşiktaş’daki konaklarının selamlık kısmını kız öğrenciler için düzenler; kendisi de Osmanlıca dilbilgisi ve Farsça dersleri verir. Asıl adı Fatma Makbule olan yazarın mahlası ise Leman’dır; 1891 yılından sonra Makbule Leman adını kullanır.
Bu dönemde en uzun süreli yayımlanan ve yazarlarının çoğunluğu kadın olan Hanımlara Mahsus Gazetesi’nde çalışmaya başlayan Makbule Hanım, Hazine-yi Fünûn Dergisi’nde ve Hanımlara Mahsus Gazetesi’nde çıkan manzum-mensur eserleri ile yayımlanmamış yazılarını derlediği Ma’kes-i Hayâl adlı tek eserini 1897 yılında yayımlar. Tevfik Fikret, Makbule Leman’ın Ma’kes-i Hayal kitabı için övgü dolu bir yazı yazar.
Makbule Leman, baş yazarlığını yaptığı Hanımlara Mahsus Gazete’nin kadrosu ile (ortada sehpanın önünde oturan)
Ma’kes-i Hayâl’de sekiz şiir, üç öykü ve bir de okuyucuya yazılan mektup vardır. Şiirlerinde lirik söylemi tercih eden ve özellikle de fiziksel rahatsızlığının duygusal atmosferinden kurtulamayan Makbule Leman, öykülerinde ise feminal söylemi metnine dahil ederek, toplumun kabulleri doğrultusunda yenilikler sunan, modernleşmeye açık bir kadın yazar kimliği ile karşımıza çıkar. Düz yazılarını, kadına, kadın-yazar perspektifinden bakarak, erkekleri de sadece eleştirmek amacıyla değil, hem kadın hem de erkeği bilinçlendirmeyi hedefleyen feminal bir söylem çerçevesinde oluşturur.
Makbule Leman’ın şiirlerinin dili, hikayelerinin dilinden daha ağırdır. Aruz vezni ile yazması, dini şiirlerinde geleneği devam ettirmeye çalışması, bazen dile fazla önem vermemesi, onun şiirini biraz ağırlaştırır.
Makbule Hanım’ın çocukluğunda başlayan hastalığı, sonraları daha da ilerler; on yedi sene süren evliliğinin ilk üç yılında sağlığı yerindedir. Son on dört yılında ise hastalıkla boğuşmuştur. Hastalığının ne olduğuna dair elimizde tam bilgi bulunmaz. Çocukluğundan itibaren gözlerinde görme bozukluğu olduğunu, diz kapaklarında problem olduğunu ve 4 kez ameliyat olduğunu biliyoruz. Makbule Leman, 1898 yılında henüz 33 yaşında yaşama veda eder.
Kadınlık
(Fazilet kadının ruhunun manasıdır. Kadın, aile içinde temel değerleri korumaya sebat ederken, metanetini nezaketle birleştirir. Kadın realisttir, iffetlidir, temizdir, ahlaklıdır. Bütün bu kıymetler, o zayıf mahluka emanet edilmiştir.)
6. İhsan Raif (1877 – 1926)
İhsan Raif Hanım, yaşadığı döneme göre ekonomik ve sosyal açıdan şanslı sayılabilecek bir ailenin çocuğu olarak Beyrut’ta dünyaya gelir. Babası, Ayan meclisi üyelerinden Köse Raif (Mehmed) Paşa’dır. İhsan Hanım, evde özel dersler ile dönemine göre oldukça donanımlı ve ileri düzeyde eğitim alır. Fransızca’yı, Batı ve Türk musikisini ve çok iyi derecede piyano çalmayı öğrenir. Rıza Tevfik’ten edebiyat dersi alır.
Nişantaşı’nda Rumeli Caddesi’nde bugün hala duran Taş Konak’ta yaşayan İhsan Raif, odasındayken kapı açılır ve içeriye sonradan Reji memuru (Osmanlı’da yabancıların yönetiminde olan Tekel İdaresi) Mehmet Ali Bey olduğunu öğrendiği bir adam girer. Kapıyı açmak dışında, bir suçu olmasa da, babası Raif Paşa adeta onu sorumlu tutar. Daha sonra Mehmet Ali Bey’in evlenmeye mecbur bırakmak için, arap bacıları kandırıp konağa girdiği ve İhsan Hanım’ın deyimiyle ona karalar çaldığını anlayacaktı.
“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et…”
İhsan Raif Hanım, 13 yaşında evlendirildiği, hiç anlaşamadığı ve çapkınlıklarından bıktığı kocası Mehmet Ali Bey’den boşanır. 27 yaşında 3 çocuk annesi bir kadının eşini boşaması, o devrin aile ve toplum yapısına uymayan bir durumdur.
İhsan Hanım’ın ikinci evliliği kısa sürer. Eşinin zorla kendisine elini öptürmek istemesi üzerine ondan ayrılır. İhsan Raif Hanım üçüncü evliliğini ise yazar Şahabettin Süleyman ile yapar. Kendisinin şiire ve edebiyata olan merakı ile eşi sayesinde içinde bulunduğu edebiyat çevresine kendisini kabul ettirir ve bu zümreye dahil olmayı başarır. 1916 yılında doktorlarının sağlıklarına iyi geleceğini söylemesi üzerine Davos’a giderler, ancak eşi orada İspanyol gribinden hayatını kaybeder.
Üzüntü içindeki İhsan Hanım, Davos’tan dönerken arkadaşları Bell, onunla birlikte İstanbul’a gelir. Bir süre sonra evlenirler; Bell Müslüman olarak Hüsrev adını alır. Bu evlilikten 7 sene sonra İhsan Hanım rahatsızlanır ve 1926 yılında 49 yaşında hayatını kaybeder.
Hece vezniyle yazan ilk kadın şair olan İhsan Raif’in lirik şiirlerinde, hocası Rıza Tevfik’in etkisini açıkça görmek mümkündür. İhsan Hanım’ın bir diğer eleştirildiği konu da Millî edebiyat akımını benimsemesine rağmen, Arapça ve Farsça terkipleri şiirlerinde kullanmasıdır. Şiirlerinde millî konuları, askerlik, şehitlik, vatan, ülkenin karşı karşıya kaldığı saldırılar ve verilecek tepkiler, ince ve melankolik aşk duyguları gibi konu ve kavramları işlemiştir.
İhsan Hanım, özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında, vatan ve milleti ilgilendiren konulara yönelir. Bu duruma, 1911-1915 yılları arasında oluşan Milli Edebiyat topluluğu etkili olmuştur. Onun şiirlerine genel itibari ile baktığımızda kadınsı, aşk dolu ve yoğun duygu içerikli şiirler olduğunu görürüz. Yayınlanmış tek şiir kitabı Gözyaşları’dır.
İhsan Raif Hanım’ın birçok şiiri bestelenmiştir. “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime”, “Seni görmek seni sevmek emeliyle yaşarım” en bilinen güfteleridir. Erol Büyükburç’un Ağlarım adlı şarkısı İhsan Raif’in şiirinden bestelemiştir.
Söyletme
7. Yaşar Nezihe (1881 – 1971)
“Silivrikapı’nın fakir bir sokağında, fırtınanın çatıları titrettiği bir kış gecesinde doğmuşum. Doğduğum gece evimizde damla gaz yokmuş! Annemi altı yaşımda kaybettim. Dört kızı ölmüş bir ailenin tek kızı idim. Yoksulluk içerisinde büyüdüm. Ailemiz, belediyede kantar memuru olan babam sarhoş Kadri Efendi, kötürüm ve yaşlı bir amca ile zalim bir teyzeden oluşuyordu.”
Küçük yaşta ölen kardeşlerinin akıbetine uğramasın diye kendisine Yaşar Zeliha adı verilmiştir. Daha sonra ilk eşi Yaşar Zeliha ismini beğenmez, Yaşar Nezihe’ye çevirir. Babası okumasına izin vermese de, bir yıl okula gider ve okumayı öğrenebilir.
Kendisinden 27 yaş büyük olan Atıf Zahir Efendi ile evlendirilir; eşi çocuğu olmuyor diye boşar. İkinci eşi mühendis Fevzi Bey’le beş buçuk sene süren evliliğinden Sedat, Suat ve Vedat isimli üç oğlu olur. Fevzi Bey, bir süre sonra aşık olduğu birinin peşine takılarak eşini ve çocuklarını yüzüstü bırakıp gider. Sedat ve Suat besin yetersizliğinden ölürler; şiirlerinde sık sık bu acısını dile getirecektir. Oğlu Vedat tek dayanağı olur. Yazma bilmeyenlerin mektuplarını yazarak ve dikiş işleriyle geçimini sağlar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında nasıl geçindiğini şöyle dile getirir:
“On yedi sene Esirgeme Derneği’ne daha sonraki yıllarda, Kızılay’a iş işledim. Şark Eşya Pazarı’nda dikişçilik yaptım. Darphane’de İstiklâl madalyalarının kurdelelerini diktim.” Yaşamının kolay olmadığını iki kez intihar girişiminde bulunarak gösterir.
Yazmasında teyzesinin rolünün büyük olduğunu söyler. Teyzesi, gençlik çağında yaşadığı aşkı, sevgilisini unutamaz; geceleri Yaşar Nezihe’ye anlatır. İşte bu aşk hikâyeleri Yaşar Nezihe’yi çok etkiler. Fakat yazmasının en önemli nedeni, elbette kendi yaşamıdır. Toplumcu bir şair olarak anılmasının sebebi yaşadığı yoksulluktur. İlk kadın işçi şair, ilk sosyalist kadın şair şeklinde isimlendirmeler, Yaşar Nezihe’nin bugüne kadar ulaşan ve onu popüler kılan bir yönü olmuştur.
Yusuf Niyazi ile yaptığı üçüncü evliliği sadece elli gün sürer. Zira eşi daha önce ayrıldığı eşlerini eve getirerek, birlikte yaşamayı teklif eder. Ancak ayrıldıktan sonra kırk yılı aşkın bir süre mektuplaşırlar. Yusuf Niyazi, 1917 yılından 1928 tarihine kadar çıkardığı Nazikter Gazetesi’nin baş şairi olarak Yaşar Nezihe’yi tercih eder.
1923 yılında Mürettipler Cemiyeti ile gazete sahipleri arasında, çalışma saatlerindeki anlaşmazlık nedeniye greve gidilir. Bu greve destek vermek üzere Yaşar Nezihe, haksızlığa uğrayan işçileri savunduğu Gazete Sahiplerine isimli bir şiir yazar. Daha sonra, 1 Mayıs ve Kızıl Güller adlı şiirlerinde de aynı üslubu devam ettirir. 1925 tarihinde komünistlik suçlaması ile gözaltına alınır. Gözaltına alınmasına dair değişik sebepler öne sürülür. Şiirlerinin yanlış yorumlanmasının bu tutuklanmanın nedeni olduğu, açlıktan şikâyet için 1920’lerde Ankara’ya çektiği telgraf dolayısıyla tevkif edildiği de söylenir. Kısa bir süre sonra serbest bırakılır.
Bir Deste Menekşe, Feryatlarım adlı 2 şiir kitabı vardır. Soyadı kanunu çıkınca Bükülmez soyadını aldı. Yaşar Nezihe, 5 Kasım 1971’de yaşamını yitirmiştir. Ölmeden önce son isteği olan, çocukluğunun geçtiği sokağa kendi adının verilmesi hala yerine getirilmemiş bir vasiyetten öteye gitmemiştir.
8. Şükufe Nihal (1896 – 1973)
Liseyi bitirdikten sonra, 1914 yılında sadece kız öğrencilere eğitim veren İnas Darülfünunu kazanır. Ancak istemediği halde 16 yaşında Mithat Sadullah evlendirilmiştir; bu nedenle okula alınmaz. Ancak okumayı çok ister, intihar girişiminde bulunur (evlenmek istemediği için daha önce de böyle bir girişimi olur), ardından bir oğlunun dünyaya geldiği eşinden ayrılır.
1918 yılına kadar aynı okula devam eden sanatçı daha sonra Darülfünun’a (erkeklerin devam ettiği üniversite) nakledilir. ı919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirir; böylece ilk kadın üniversite mezunu olur.
Şükûfe Nihal, 1930’lu yıllardan başlayarak uzun bir süre devrinin önemli şahsiyetlerini bir araya getirerek edebi nitelikte bir kulüp oluşturur. Mekan olarak önceleri Fatih’teki evini, daha sonra ise Serkl Doryan (Beyoğlu’nda bulunan kulüp) ve Hilton’un Lalezar salonunu tercih eder. İşte bu toplantılarda bir hayli fazla hayran kitlesi oluşur. Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi Tecer, Faruk Nafiz Çamlıbel, ama en acısı Cenap Şahabettin’in kardeşi şair Osman Fahri’dir. Fahri, Şükûfe Nihal’in ilk eşi Mithat Sadullah Sander’in de yakın dostudur. Arkadaşının eski eşine aşık olmayı yakıştıramadığından, aşkına karşılık bulamadığından İstanbul’u terk eder, Elazığ’a öğretmen olarak gider; orada 1920 yılında intihar eder. Şükûfe Nihal, daha öncesinde ona karşı bir şey hissetmemiş olsa da; sonrasında aşkı yüzünden canına kıyan Osman Fahri’yi unutamaz.
İkinci evliliğini Ahmet Hamdi Başar ile yapar, ancak daha sonra ayrılır. 1962 yılında karşıdan karşıya geçerken bir arabanın çarpması sonucu birçok ameliyat geçirir ve yatağa mahkum hale gelir. Ardından kızı Günay’ın bebeğini doğururken ölmesi, içine kapanmasına neden olur. Yakın arkadaşları zaten karakter olarak zor ve geçimsiz olduğunu söylerler. Arkadaşları tarafından huzurevine yerleştirilir. Oğlu da annesinin haline üzülüp, onu böyle görmek istemediğinden ziyaret etmez. Huzurevinde 1973 yılında hayata gözlerini kapar.
Şükûfe Nihal, birçok kadın derneğinde aktif görev almış, gazete ve dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmış, hikâye ve romanlarında kadın kahramanları öne çıkarmış ve şiirlerinde kadın sesini duyurmaya çalışmıştır. Şükûfe Nihal’in ilk kitabından son kitabına kadar bütün şiirlerinde ağırlıklı olarak Tevfik Fikret’in, yer yer de Beş Hececilerin etkisi hissedilse de, her şiir kitabında daha da gürleşecek olan kadın sesini duyurmayı başarır.
Şükufe Nihal’in, Yıldızlar ve Gölgeler, Gayya ve Hazan Rüzgarları, Yakut Kayalar, Su, Sıla Yolları, Sabah Yolları, Yerden Göğe isimli şiir kitapları bulunur.
9. Halide Nusret Zorlutuna (1901 – 1984)
Halide Nusret Zorlutuna, babasının sürgüne gönderilip, tutuklanması nedeniyle zor bir çocukluk geçirir. Uzun bir süre evde özel hocaların refakatinde, ardından Erenköy Kız Lisesi’nde eğitimini sürdürür. Babasının ölümüyle eğitimini yarıda bırakarak ailesinin geçimini sağlamak için çalışma hayatına atılır. 1919 yılında Darülmuallimat’ta girdiği öğretmenlik sınavını kazanarak Özel Âşiyan İdadisi’ne Türkçe öğretmeni olarak atanır. Öğretmenliğin ardından Posta-Telgraf Kalem-i Mahsusu’ndaki kısa süreli çalışma hayatı da olur. 1921 yılında öğrenimine kaldığı yerden devam ederek İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitirir.
Hece ölçüsünde yazılmış şiirleri yanında romanları da bulunur. Şiirlerinde ince, hassas, ruhun derinliklerinden gelen bir lirizm ve söyleyiş vardır. Şiirlerinde sade bir dili tercih eden sanatçının ilk şiir kitabı 1930’da yayımladığı Geceden Taşan Dertler’dir. Ardından sırasıyla Yayla Türküsü, Yurdumun Dört Bucağı ve Ellerim Bomboş adlı şiir kitaplarını yayımlar. Halide Nusret’in ilk şiir kitabında, romantik tarzıyla aşk ve ayrılık konuları etrafında şekillenen şiirler yer alır. Diğer şiir kitaplarında ise bu tarzın etkisini büyük oranda kaybettiği görülür. Halide Nusret’in diğer eserlerinde olduğu gibi şiirlerine de yansıyan milliyetçi tavrın ardında küçük yaştan beri şahit olduğu olaylar yer alır.
Milli Mücadele’nin ardından Anadolu, edebiyatçı ve entelektüellerin ilgi odağı haline gelir. Halide Nusret, bu dönemde gelişmeleri yakından takip eder. Bu sırada Millî Mücadele taraftarı olan Türk Ocağı gibi bazı kurumlarda da aktif rol oynasa da, ailesinin geçimi ile yükümlü oluşu Anadolu’da aktif rol almasını engeller. İlk eserinden son eserine kadar yazdıkları gerek dil ve üslup gerek şekil ve teknik, gerek muhteva bakımından Milli Edebiyat akımının ideallerine bağlıdır.
Kadının modernleşmesi ile ilgili önemli adımların atıldığı bir dönemde kadın haklarını savunan Halide Nusret, feminist hareketin içinde yer almamakla birlikte kadınların erkeklerle eşit haklar elde etmesi gerektiğini savunmuştur.
Halide Nusret öğrencileriyle
1957 yılında 33 yıllık eğitimci kimliğine noktayı koyarak emekliye ayrılır. Türk Kadınlar Birliği tarafından 1966’da Yılın Annesi unvanına layık görülür. Gerek oğlu ve kızı, gerekse öğrencilerine yaklaşımındaki şefkat ve ilgi, bu ödülü fazlasıyla hakettiğini gösteriyor. İpek kalpli bir şair olarak tanınan Halide Nusret’in kardeşi yazar İsmet Kür anılarında, ablasının herkesi, her şeyi sevmek, düşünmek, başkaları için çabalamak ve yorulmak gibi birtakım huylara sahip olduğunu yazar.
Genç yaşlarından itibaren sosyal kuruluşlarda ve hayır cemiyetlerinde çalıştı. Türk Kadınlar Birliği, Türk Ocakları, Halkevleri, Muallimler Birliği, Yardım Sevenler Derneği, Söroptomistler, Çocuk Haklarını Müdafaa Cemiyeti ve Çocuk Esirgeme Kurumu (Himaye-i Etfal Cemiyeti) yönetim kurullarında uzun yıllar hizmet verir. 1959’da Türk Anneler Derneği’ni kuruluşuna öncülük eder. Türk Dil Kurumu’nun da kurucu üyelerindendi.
Yazar Emine Işınsu’nun annesi, yazar Pınar Kür’ün de teyzesidir. Zorlutuna aldığı dini terbiyeyi ömür boyu devam ettirmiş; özellikle yaşı ilerledikçe dini-tasavvufi bir hayat sürdürmüştür.
10. Gülten Akın (1933 – 2015)
Yozgat doğumlu olan Gülten Akın, hayalinde Tıp Fakültesine girmek istese de, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu sınavını kazanır, ancak Ankara Hukuk Fakültesi’ne yazılır. Öğrenimi sırasında bir yandan da İçişleri Bakanlığı’nda çalışır. Üniversiteyi bitirdiği 1956’da Yaşar Cankoçak ile evlenir; aynı zamanda ilk şiir kitabını da çıkarır: Rüzgâr Saati. Eşinin kaymakam olarak bulunduğu Gevaş, Alucra, Gerze, Saray ilçelerinde ve Kahramanmaraş’ta öğretmenlik, avukatlık yapar. Beş çocukları dünyaya gelir.
“Şiir, dizelere sıkıştırılmış bir nükleer enerji. Şiir, parçalanacak, patlayacak olan şey. İşte düzeni, egemenleri korkutan şey. Şiir hem haz, hem derinlik, hem sonsuz bir bağımsızlık, bağsızlık, hem çok ince bir denge, bir iç düzen. Sabır ve coşku.”
“İnce Şeylere Yolculuk başlıklı söyleşisinde erkek işi olarak nitelendirilen, kadınların yapamayacağı düşünülen şiir yazma işini yaşamımın ana çizgisine yerleştirip bunu kırk üç yıldır sürdüren bir kadınım.” der.
Toplumsal şiirin enerjisini, İkinci Yeni’nin imgesel zenginliğini ve kadın olmanın duyarlılığını şiirinde buluşturan Gülten Akın’ın ilk şiirleri daha çok ben merkezlidir. Yaşamla doğa, yaşamla çevre arasındaki sonsuz akışa bir ayna tutar. İnsanlara, doğa ve topluma yaklaşabilmek ve onlarla bütünleşebilmek için ilkin kendini tanımaktan yola çıkar. Bu yaklaşım başlangıçta ürkek ve çekingendir. Yavaş yavaş kendinden çevresine, ülkesine, halkına ve dünyaya açılır. Kadın sorunlarına değinir. Ardından kitle ve insanlık sorunlarına eğilir. İlk başlarda Cahit Külebi ve Behçet Necatigil’den etkilenen Gülten Akın, zamanla ürettiği yeni çok boyutlu şiirlerinde engin bir soluk ve ufuk kazanır.
“Pırıl pırıl beş çocuk yetiştirdim. Yetiştirdiğim çocuklara halkınızı, insanları sevin, kimseyi incitmeyin dedim. Onları sosyalist olarak yetiştirmeye çalıştım. Bunun sonunda en büyük acıyı da orada gördüm.” der.
1970-1980 arasındaki on yıl Türkiye’nin en sancılı dönemidir. Davaların, sürgünlerin yerini cezaevleri, işkenceler, zulümler almıştır. Gülten Akın ve ailesi de sekiz yıllık bir pay alır bu dönemden. Gülten Akın’ın oğlu sekiz yıl cezaevinde kalır. Oğlu cezaevinde yazdığı şiirlerinin yayınlanmasını istemez, yaşadıklarını protesto eder. Oğlunun bu davranışı nedeniyle o da şiirden uzaklaşsa da, daha sonra tekrar şiire geri döner
Akın, ilk şiir kitabını yayımladığı 1956 yılından son şiir kitabını yayımladığı 2007 tarihine kadar toplamda on beş şiir kitabı yayımlar.
11. Türkan İldeniz (1938 – )
Türkan İldeniz, 1956 yılında lise son sınıf öğrencisiyken Varlık Dergisi’ne gider:
“Varlık’a ilk defa şiir götürüşüm. Yaşar Nabi’nin yayınlanamaz gerekçesiyle geri verişi. Şunları, şunları okuyun öğütleri… Benim itirazlarıma gözlükleri ardına gizlenerek incecik, yarım ve iğneli gülüşü. O öfkeyle karlar altında dört kilometre yaya yürüyüşüm. Ve sonuç olarak dört defter dolusu şiirleri yakışım. Yeni bir yöntemle altı ay geceli ve gündüzlü şiir çalıştım, şiir yaşadım. Şiir benim için kaçınılmaz bir tutku olmuştu artık. Ve altı aylık çalışmamın ürünü olan şiiri okurken Yaşar Nabi’nin beğendiğini gösteren tebessümü. Ondan beri özellikle Varlık’ta süregelen şiir çalışmalarım. Başkaldırışlarım.”
Türkan İldeniz, 1957 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlar. Burada, Demir Özlü, Onat Kutlar, Erdal Öz, Yılmaz Güney Attila İlhan, Anıl Meriçelli, Yaşar Faruk İnal, Ayhan Kırdar, Behzat Ay, Mahmut Makal gibi edebiyatçılarla tanışır. 1959 yılında gazeteci Bilgin Peremeci ile evlenir, hamileliği nedeniyle okulunu bırakır. 1963 yılında ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın bölümünde memurluk görevine başlar.
Taşra Kızının Deliceleri, Havva Çıkmazı adlı 2 şiir kitabı bulunan Türkan İldeniz, her zaman sade ve anlaşılır bir dil kullanmayı tercih eder. Şiirlerinin çıkış noktasını gözlemlediği gerçekçi insan manzaraları oluştururken, özellikle kadının tarihsel gelişimi içinde tüm yaşadıkları üzerinde durur. Sanatında kadın konusunu derinleştirerek özgün bir şekilde işlemesi şairin takdir edilmesinde ve bir dönemin en iyi kadın şairi olarak anılmasına neden olur. İldeniz, yıllarca şiirin nesnesi durumunda olan kadını özne haline getirerek kadın ağzından şiirler kaleme alır. Şiirinde evrensel olarak tüm kadınların sesini duyurması, kadının ağzından cesurca bir söyleyişle şiirler yazması, şairi Türk Edebiyatı’nda önemli bir yere konumlandırır.
Taşra Kızının Deliceleri adlı ilk kitabında, daha çok genç bir kızın duygulanımlarını anlattığı samimi, lirik bir söyleyişe sahipken, ikinci kitabı Havva Çıkmazı’nda çoğunlukla toplumsal konulara ağırlık verirmiş, kadın konusunu da olgunlaştırarak işlemeye devam etmiştir. İlk kitabındaki 14 şiiri ile şiir sergisi açar ve bu sergi o dönem sanat dünyasında çok beğenilir.
İldeniz’in sanat hayatı boyunca etkilendiği tek isim Attila İlhan olmuştur denilebilir. Zaten İlhan, 1940’larda girdiği edebiyat dünyasında sadece Türkan İldeniz’i değil, pek çok sanatçıyı etkilemiştir.
1969 yılında on yıllık evliliğini bitirdikten sonra kızları Ece ve Ege’yi büyüten ve bir dönem annesi kaza geçirdiği için ona da bakan şair, edebiyat dünyasında bir süre aktif olamaz. 1971 yılında Varlık’ta yayınladığı Kumarbaz adlı şiiriyle edebiyat dünyasında tekrar yankı uyandırarak dikkatleri üzerine çekse de devamı gelmez.
12. Lale Müldür (1956 – )
Lale Müldür, liseyi Robert Kolej’de bitirdikten sonra şiir bursu alarak Floransa’ya gider. Türkiye’ye döndükten sonra birer yıl Orta Doğu Teknik Üniversitesi Elektronik ve Ekonomi bölümlerine devam eder. 1977 yılında İngiltere’ye giderek Manchester Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden lisans eğitimini tamamlar.
1983-1987 yılları arasında Brüksel’de yaşar. Belçikalı ressam Patrick Clays ile 12 yıl evli kalır. Ayşe Arman’la 2002 yılında yaptığı röportajda manik depresif olduğunu söyler:
“Yazdıklarım manik depresivitenin sonucu diyemem! Zaten depresif dönemde pek bir şey yapılamıyor. Manik dönemde ise, kafama birlerce düşünce üşüşüyor, inanılmaz enerjik ve yüksekte oluyorum, ne var ki hiçbir düşüncede derinleşemiyorum. Bütün evreni çözmüşüm gibi geliyor, ama manik dönem geçtiğinde ‘‘Ben neyi bulmuştum?’’ oluyorum, hiçbir şey gelmiyor aklıma…”
Lale Müldür’ün şiirlerinden çok yaşam tarzı ön plana çıkarılır. İçinde bulunduğu sosyal çevre, sınıfsal konumu ve yaptığı spekülatif açıklamalar, edebiyat tartışmalarında eserlerinden çok, kendisinin anılmasına neden olmuştur. Şiirleri İngilizce ve Fransızca’ya çevrilmiş şair, Amerika’da yayımlanan bir Türk şiiri antolojisinde 80’lerde başlayan krizi aşan bir şair olarak anılmıştır. Ultra-zone’da Ultrason (2006) isimli şiir kitabı ile 2007 Altın Portakal Şiir Ödülü’nü almıştır.
Lale Müldür eserleri, imgeler üzerine kurulan, soyut, zaman zaman eleştirel, yabancı sözcüklerin, betimlemelerin, renklerin ve varoluş problemini sorgulayan ifadelerin, dini unsur ve kişilerin yer aldığı “ben ve öteki” tarzında yazılarak kendine has üslubu olan şiirlerdir. Lale Müldür, geleneğe ait kavramlara kimi şiirlerinde çokça yer vermiş olsa da, daha çok geleneği modern çerçeve, modern bir bakış açısıyla şiirinde kullanmıştır.
Lale Müldür, şiirlerinin her ne kadar hakkıyla anlaşılmadığı sitemini etse de, şiirlerinin anlaşılması için belli bir kültür ve bilgi birikiminin olmasını gerektirir. Zira şiir de herhangi bir kelimeden ibaret görünen bir kavramın, kişisel ya da topluma ait birden çok uzantısı olabilmektedir. Bu durum da hem şiirin anlaşılmasını hem de yorumlanmasını güçleştirmektedir.
Müldür, Yeni Türkü’nün bestelediği Destina adlı şarkının sözlerini nasıl yazdığını şöyle anlatır:
“Destina, benim küçükken çok sevgili kız arkadaşımın adıydı. Ve o kız sonradan öğrendiğime göre de havale geçiren bir tipmiş. Havale geçirdiği zaman yani bu hastalık oluyor kızda. O yüzden ben de eşim için yazmak istedim, bir gece kendimi çok kötümser hissediyordum onun yanında, onunla birlikte olmaktan. Ve eşimin de en çılgın dönemiydi yani. Ben bu şarkıyı tuvalette yazdım.”
13. Nilgün Marmara (1958 – 1987)
Eğitimine Avusturya Lisesi’nde başlasa da, daha sonra maddi nedenlerle kaydını Kadıköy Maarif Koleji’ne alır. Ardından İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde başlar. Ancak o dönemde İstanbul Üniversitedeki öğrenci profilinin hakim olduğu sağ görüş, özellikle babasının etkisiyle Marmara’nın sempati duyduğu sol görüş ile örtüşmez. Bununla birlikte hiçbir zaman döneminde aktif bir siyasi hareketin savunucusu da olmamıştır. Tekrar sınava girerek Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başlar. Burada eğitimi yanında yaşamı boyunca etkisi altında kaldığı Sylvia Plath üzerine inceleme yapmaya da başlar.
Mezun olduktan sonra, Marmaris’te bir tatil köyünde çalışır. Farklı şirketlerde yönetici sekreterliği, metin yazarlığı gibi işler yapar. Bebek’te Mısır Konsolosluğu’nda çalışır. Ancak tüm bu iş deneyimleri kısa sürer ve yaşamının geri kalanında sadece şiir yazar.
Şair Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazar:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi…”
Kızıltoprak’taki evine Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Küçük İskender gibi edebiyatçılar gelirdi. Pazar günleri fırında tavuk budu yapmalarından dolayı bu buluşmalarına but partisi adını verirler. Nilgün Marmara bu günlerde şarkı da söyler, caz gırtlağı sesiyle. Cemal Süreya, Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın ele avuca sığmayan karısı Zelda’ya benzetir onu. Adı “Çılgın Zelda” olarak kalır.
Ev partilerinin birinde tanıştığı Kaan Önal ile birlikte yaşamaya başlar. Evliliğe karşı olan Nilgün Marmara hem kendi, hem de Kaan Önal’ın ailesinin ısrar nedeniyle 1982 yılında evlenir.
Nilgün Marmara’nın Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyat Bölümü’ndeki tezi şuydu: “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”. Sylvia Plath’ın yalnızlığa ve hayata bakışı Nilgün Marmara’yı çok etkiler. Yazgıları da birbirlerine benzer. Plath 1963 yılında 30 yaşındayken Londra’da, Marmara ise 1987 yılında 29 yaşında İstanbul’da beşinci kattaki evinin yatak odası penceresinden atlayarak intihar eder.
Yalnızca yakın arkadaş çevresi ile paylaştığı şiirleri, Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988) Metinler (1990) ve Kırmızı Kahverengi Defter (1993) adlı günlüğünden yapılan derleme ölümünden sonra kitaplaştırılır. Nilgün Marmara’nın şiirleri özellikle konu anlamında varoluşçuluk akımından etkilenmiştir. Varoluşçu edebiyat metinlerinde sıkça rastlanan, kendilik, içe dalış, iç neden, hiçlemek gibi özellikler Marmara’nın şiirlerinde açıkça izlenebilir. Ayrıca şiirlerinde varoluşçu edebi metinlerinde karşılaştığımız sıkıntı, yalnızlık, bunalım, umutsuzluk, yabancılaşma, iletişimsizlik, intihar gibi konular yer alır. Marmara’nın seçtiği konuların temelinde onun manik depresif hastalığının ve toplumsal yaşamda kadın olarak karşılaştığı zorlukların etkisi yadsınamaz.
Onun şiirleri dış dünyaya açılan pencere değil, aksine kapanan kapılardır. Belki de bu nedenle ayna ve kendine dönük göz imgeleri şiirlerinde en çok tekrarlanan imgelerdendir.
14. Didem Madak (1970 – 2011)
1970 İzmir doğumlu şair Didem Madak, 90’lı yıllarda öne çıkan şiirleri ile çeşitli edebiyat dergilerinde adını duyurmaya başlamışsa da, Madak’ın özellikle son yıllarda giderek genişleyen bir okur kitlesine sahip olduğu söylenebilir.
İzdiham Dergisi’ne verdiği röportaja kulak verelim:
“Uslu, içine kapanık bir çocuktum ben. Ancak nedense birdenbire olmadık şeyler yapardım. İlkokul 1. sınıftayken evden kaçtım mesela. Lisenin bahçesine gidip ayaklarımı kırmızı balıklı havuzun içine soktum. İğde ağaçları vardı bahçede bir de. Beni akşama buldular. O gün annemden yediğim dayak beni epey idare etti.”
“13 yaşımdayken annem öldü. Hani bazı insanlara isimleri çok yakışır ya, işte annem o insanlardandı. İsmi Füsun’du. Annemden bana kalan tek miras bir sihirdir. Onu ne zaman özlesem hep bir şiir yazdım. Sonra 18 yaşımdayken bir daha evden kaçmaya karar verdim. Babama hitaben artık büyüdüğümü ve diğer bazı ehemmiyetli hususları belirten bir mektup yazdım. Sanırım kırmızı balıklı havuzu özlemiştim. Ancak bu kaçışımda bir daha eve dönmedim. Hatta evlenip kaçarak evlenen ilk şehirli kız unvanını aldım.”
“Boşandım. Pek çok işte çalıştım. Sekreterlik, anketörlük, pazarlamacılık, tezgahtarlık. Hepsinden de istifa ettim. Epeyce göçebe yaşadım, sadece iki valizim oldu. Bir yığın insan tanıdım. Ama hep yalnızdım. Bütün bu karışıklığın üstesinden gelmek için şiir yazıyorum.”
“Benim gibi sağı solu belli olmayan biri için ve bir göçebe için şiir iyi bir yol arkadaşıdır. Yerin yedi kat dibine de gitsen, göğün yedi kat üstüne de çıksan seninle gelir. Şiir imkansız bir şeydir, mümkün değildir, çaresizdir. Bunu hissediyorum ben hep onda kendi umutsuzluğumu buluyorum. Derdimi anlatmaya çalışıyorum ben. Patates baskısı yaparak derdimi anlatmam mümkün olsaydı, kuşkusuz öyle yapardım. Hem eğlenceli olurdu böylesi. Hem daha az zarar verirdim kendime.”
Diğer bir söyleşisinde erken öleceğini bilmiş gibi “Obur bir şiirim var, hayatımı yiyor durmadan”, “Az sonra ölecek birinin gözleriyle dünyaya baktığımızda hayatın her yerinden şiir fışkırdığını görürüz” der.
Anne motifi şiirlerinin temel öğesidir, küçük yaşta kaybettiği annesini özlemle, hüzünle, acıyla anar. Ama ne acı ki Didem Madak’ta, kızı Füsun henüz 3 yaşındayken, 2011 yılında henüz 41 yaşında kolon kanserinden hayata gözlerini yumar.
15. Birhan Keskin (1963 – )
Birhan Keskin otobiyografisine şöyle başlıyor:
“22 Aralık 1963. Kırklareli, Demircihalil. Trakya’nın ayaz gecelerinden biri. Bir yatsı ezanı vakti. İki erkek çocuğundan sonraki kız çocuğu. İyi ki doğmuşum, yoksa Gürhan (benden iki buçuk yaş büyük, abi) epey bir süre daha kız elbiseleri içinde büyüyecekti…”
“İlkokulun ilk yılı, sol elimi iple bağlıyor öğretmenim. Sağ elimle yazmalıymışım. Okulu sevemedim, bu kır saçlı öğretmeni de. Kaçıyorum, annem geri getiriyor tekrar. Uzun sürdü. Okumayacak bu çocuk diyorlar. Üçüncü sınıfta elimi bağlayan öğretmenden kurtuldum. Sonrası daha kolay olmaya başladı. Bizimkileri yalancı çıkarttım, okudum, yetmedi yazdım da.”
İlk şiirini 1984 yılında yayımlayan ve 1995-1998 yılları arasında arkadaşlarıyla birlikte Göçebe Dergisi’ni çıkaran Birhan Keskin, şiirlerinde aşk, yalnızlık ve tabiata odaklanarak dilin kaynağını sorgular. Birhan Keskin, şiirlerindeki dili, söyleyişindeki samimiyeti ve ustalığıyla amacının, okurda duyuşu (his, algı) harekete geçirmek olduğunu söyler. Keskin, şiirlerinin katmanlı yapısıyla çağdaşlarından ayrılır.
Birhan Keskin’in Gülten Akın çizgisini sürdürdüğünü, şiiri algılama ve yorumlama biçimi olarak onu özümsediğini söyleyebiliriz. Birhan Keskin, şiir ne yapmalı sorusunu şöyle yanıtlar:
“Sabahları okula giden çocukların ellerinden tutmalı, kızların saçlarını karıştırmalı, otlar, kuşlar, hayvanlar yetiştirmeli, küçük sokaklar, evler, alanlar kurmalı, ıssız dağları şenlendirmeli, kervanlara yol göstermeli, deniz kıyılarına inmeli, sokaklarda dolaşmalı, böcek koleksiyonları yapmalı, kitaplara girmemiş otların elinden tutmalı, gazete okumalı… Akşamları işçilerin evlerine inmeli, onlarla sofraya oturmalı, kadınlara beyaz güller armağan etmeli, yeni çayırları sulamalı, Allah’a Ölüm’le yarenlik etmeli, çırılçıplak dolaşmalı, çırılçıplak olmalı.”
Ölüm ve zaman gibi varoluşsal problemlere değinen Keskin, en temel insanlık dertlerinin ayrılık, yoksulluk, ölüm olduğunu, bu zamana kadar ilk ikisi hakkında yazdığını, son bir yılının da en çok ölümlerle geçtiğini düşündüğünde bundan sonra ölüm hakkında yazabileceğini tahmin ettiğini söyler. Ölümle ilgili olarak daha önce hiç yazmamış olmasının sebebini, en büyük korkusunun ölüm olmasına bağlar. Çocukluğunda hep babasının ölecek olmasından korkar; dizelerine ölümle ilgili bir şeyler yazsa bile o dizeleri hep sonradan çıkarırmış.
“Babamın öleceğinden çok korktum ve sonunda öldü, e ben de öleceğim.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder