Âkif‘in babası Mehmed Tahir Efendi, küçük yaşta Arnavutluk‘tan İstanbul‘a gelerek eğitim görmüş, Fatih Medresesi müderrisliğine kadar yükselmiş bir âlimdir. Annesi Emine Şerife Hanım, aslen Buharalı olup Tokat‘a yerleşmiş bir ailenin kızıdır.
Eğitimi
Mehmed Âkif, Fatih‘teki Emir Buharî sıbyan mektebinde iki yıl eğitim gördükten sonra üç yıl Fatih Muvakkithanesi‘nin yanındaki ibtidâî (bir tür ilkokul) mektebinde okudu. 1879 yılında babasından Arapça öğrenmeye başladı; yazları babasının İbnülemin Mahmud Kemal ve Ahmed Tevfik‘e verdiği derslere katıldı. 1885‘te Fatih Merkez Rüşdiyesi‘nden mezun olup Mülkiye Mekte-bi‘nin idâdî (lise) kısmına yazıldı. Bu okulu bitirdiğinde aynı okulun yüksek kısmına başladı. Ancak 1888‘de babasının vefatı üzerine daha kısa sürede iş hayatına atılabilmek için Mülkiye Baytar (veteriner) Mektebi‘ne girip iki yıl gündüzlü olarak Ahırkapı‘da, iki yıl da yatılı olarak Halkalı‘da eğitim gördü ve 1893 yılında Halkalı‘daki Baytar Mektebi‘ni birincilikle bitirdi. Okul yıllarında sporla, özellikle güreşle meşgul olan Âkif, mezun olup çalışmaya başladıktan sonra, küçük yaşta iken başlayıp zaman zaman ara verdiği Kur‘an-ı Kerim‘in hıfzını da tamamladı; başka bir deyişle Kur‘ân‘ı baştan sona ezberledi.
nas Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü).
Meslek Hayatı
Baytar Mektebi‘nden mezun olunca Ziraat Nezâreti (Tarım Bakanlı-ğı)‘nde umum müfettiş muavini olarak çalışmaya başladı. Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı; Şam ve civarını dolaştı.Bu memuriyeti sırasında Halkalı Ziraat Mektebi (1906) ile Çiftlik Makinist Mektebi‘nde (1907) kitâbet-i resmiyye (resmî yazışma usulleri) dersi verdi. 27 Ağustos 1908‘de Ebül‘ulâ Zeynelâbidîn (Ebül‘ulâ Mardin) ve Eşref Edip (Fergan) ile birlikte başyazarlığını yaptığı Sırât-ı Müstakîm adlı dergiyi yayımlamaya başladı. 1908‘de İstanbul Dârü’l-Fünûnu (Üniversitesi) Edebiyat Şubesine Osmanlı Edebiyatı öğretmeni olarak atandı;aynı sırada İttihat ve Terakkî Fırkası (Partisi)’nin Şehzadebaşı Kulübü’nde Arap edebiyatı ve tercüme usulü dersleri verdi. Dârü‘l-Edeb adlı özel bir okulda gönüllü öğretmenlik yaptı. Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesinde Türkçe-edebiyat öğretmenliği yaptı (1914). 1913’te müdürü haksız yere görevden alınınca memuriyetten istifa etti. Müdâfaa-i Milliyye Cemiyetine bağlı Hey’et-i Tenvîriyye’de edebiyat aracılığıyla halkı uyandırıp aydınlatmak için umumi kâtip olarak çalıştı. Balkan savaşlarının ardından Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde memleketin içine düştüğü vahim durum karşısında umutsuzluğa kapılmamak, birlikten ayrılmamak gibi konularda vaazlar verdi. Bu vaazların metinlerini, adı Sebîlü‘r-Reşâd olarak değişen dergisinde yayımladı. Ayrıca Hakkın Sesleri’ndeki şiirlerini kaleme aldı.
1913 yılının sonlarında İttihat ve Terakkî Fırkası merkezine bağlı aydınların kavmiyetçi düşüncelerine ve din karşıtı yayımlarına karşı çıkması hükûmet tarafından uygun görülmeyince İstanbul Dârü’l-Fünûnu’ndaki görevinden ayrıldı. Yayımlamakta olduğu Sebîlü ’r-Reşâd da aynı sebeplerle birkaç kez kapatıldı.
1914 yılı başlarında Abbas Halim Paşa’nın desteğiyle Mısır ve Medine’ye gitti. 1914 yılı sonlarında Harbiye Nezâreti bünyesinde kurulan Teşkîlât-ı Mahsûsa tarafından Berlin’e gönderildi. Üç ay kadar süren bu görev sırasında esir düşmüş Müslüman askerlerin kamplarını ziyaret ederek onlara savaştan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için çalışmalarını telkin etti. 1915’te aynı teşkilat tarafından Eşref Sencer’in idaresindeki bir heyetleŞerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak içinNecid bölgesine (Riyad) gitti. Bu seyahat sırasında Medine ve Ravza-i Mutahhara’yı tekrar ziyaret etti.
Temmuz 1918’de Mekke Emîri Şerîf Ali Haydar Paşa’nın daveti üzerine İzmirli İsmail Hakkı ile Lübnan’a gitti. Bir ay sonra Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ye başkâtip olarak atandı. Ocak 1920’de bu kuruluşun aslî üyesi oldu ve aynı kuruluşun yayın organı olan Cerîde-i İlmiyye’nin idaresini üstlendi. İstanbul Dârü’l-Fünûnu’nun Maarif Nezâreti (Eğitim Bakanlığı) bünyesinde kurulan Kâmûs-ı Arabî (Arapça sözlük) Heyetiüyeleri arasında yer aldı. Dolgun maaşlı bir görevde bulunmasına rağmenMillî Mücadele hareketine fiilen katılmak için Şubat 1920’de Balıkesir’e giderek Anadolu’da faaliyet gösteren Kuvâ-yı Milliyecilerle görüştü. Halkı birliğe davetve direnmeye teşvik için vaaz vekonuşmalar yaptı. Sevip sayılan bir aydın sıfatıyla Millî Mücadele’ye katılması Kurtuluş Savaşı çalışmalarına güç kattığı için —Milli Mücadele’nin manevî lideri” sıfatına layık görüldü. İstanbul’a dönüp de işgal altında çalışmak iyice zorlaşınca, Nisan 1920’de Hey’et-i Temsîliyyenin daveti üzerine gizlice şehirden ayrılıp Büyük Millet Meclisinin açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı. Hacı Bayram Camii’ndeki ilk vaazının ardından İstanbul’daki görevinden azledildi.
Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi üzerine Burdur milletvekili seçildi. Her ne kadar haberi olmaksızın en yüksek oyu alarak Biga’dan da milletvekili seçil-diyse de mecliste Burdur milletvekili olarak yer aldı. Halka ve cephede askerlere hitaben Millî Mücadele’yi teşvik eden konuşmalar yaptı. Bunların en önemlisi, meclis kararıyla gittiği Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki ünlü vaazıdır. Onun bu vaaz ve diğer konuşmaları, Sebîlü ’r-Reşâd’ın dört sayısında yayımlan-dı.Bu sayılar ve risale haline getirilen vaazları, birkaç defa basılarak Anadolu’ya ve cephelere dağıtıldı.
1920 yılının sonlarında Maarif Vekâleti tarafından millî marş güftesi (sözleri) için bir yarışma açıldı. Millî marş güftesinin ısmarlama olmaması ve marşın yazılmasından dolayı para alınmaması gerektiğine inanan Âkif, yarışmaya katılmadı. Ama nitelikli bir manzume bulunamayınca Maarif Vekili’nin ısrarı ve dostlarının aracılığıyla yazmayı kabul etti ve yazdığı şiir, Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda, İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi.
Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından alınan seçim kararı üzerine, ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup olduğu için aday gösterilmedi. Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Ekim 1923’te Mısır’a gitti. Burada hak ettiği emekli maaşı bağlanmadığı için geçim sıkıntısı içine düştü. Mısır’daki yılları, polis takibine alınması, Sebîlü‘r-ieşâd’ın kapatılması, geçim sıkıntısı, vatan hasreti, eşinin hastalığı, çocuklarını arzu ettiği gibi yetiştirememesiyle ilgili duyduğu kederle geçti. Bu dönemde Diyanet İşleri Reisliği tarafından-Mehmed Âkif’ten Kur’ân-ı Kerîm’içevirmesi istendi. Vefatına kadar bu çeviri üzerinde çalışmakla birlikte hazırladığı çeviriyi teslim etmedi; anlaşmayı bozup aldığı avansı geri verdi. 1929-36 yılları arasında Kahire’de el-Câmiatü’l-Mısriyye’de Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi.
Kişiliği
Mehmed Âkif, Vefakâr, hüsnühatta (güzel yazı) ve musikiye meraklı, ney üfleyen, yüzme, güreş gibi sporlarla meşgul olan, hoşsohbet, zeki, nüktedan, hangi şart altında olursa olsun sözünde duran bir insandı. İnandığı hakikatleri söyleyip yazmaktan çekinmeyecek kadar cesurdu. En zor şartlarda bile sözünü ve sanatını kendi davasını ifade etmede bir araçolarak kullanmaktan çekinmedi. İnandığı değerlerden söz etmekle kalmayıp bu değerleri yüceltmeye vecemiyet hayatına sokmaya çalıştı:
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
“Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insân, fakat bitsen...
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhândır, cihânlar sende matvîdir:
Zemînlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî.
Musaggar cirmin ammâ gâye-i sun ’-i İlâhîsin;
Bu haysiyyetlepâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin!... ” (—İnsan” şiirinden)
Yazdıkları ve söyledikleriyle hayatı arasında tam bir uyum vardı. Taassuba karşıydı, cehaletten nefret etti, durmaksızın çalışmayı tavsiye etti:
Bekâyı hak tanıyan sa‘yi bir vazife bilir;
Çalış, çalış ki bekâ sa‘y olursa hak edilir.
Yenilginin ölüm olmadığını, asıl ölümün ümidikaybetmek olduğunu dile getirdi; ümitsizliği büyük bir tehlike olarak gördü. İnsanın bir defa hissedeceği korku ve ümitsizliğin, ebedî bir hüsranın da kapısını aralayacağını ifade etti:
Zerk etmediler kalbime bir damla ümid,
Hoca, dünyada yaşanmaz, yaşamaktan nevmîd.
Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdıhayat,
Oysa hiç korku bilmeyecektik, heyhat!
Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmeyeni,
“Yürü oğlum!” diye teşci edecek yerde beni,
Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,
Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!
Bana dünyaya çıkarken “batacaksınT’dediler. (...)
Bir ışık gösteren olsaydıeğer, tek bir ışık,
Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.
İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb,
Çünkü bîçârenin âtîsine îmânı harâb.
—Kavmiyet” ve —milliyet” kavramlarını birbirinden ayırdı, —ırkçılık” olarak yorumladığı —kavmiyet” fikrine, Müslümanlar arasında ayrışmayı doğuracağı, parçalanmaya sebep olacağı düşüncesiyle karşı çıktı. Osmanlı Devleti‘nin bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı o yıllarda Âkif‘in ırk esasına dayanan milliyetçi görüşü benimsememesi yadırganmamalıdır. O. Okay‘ın belirttiği gibi, Âkif‘in kültür ve inanç temeline dayalı bir milliyet görüşüne sahip olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz:
Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm ’ı,
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez..
Son siyâsetse bu, hiç böyle siyâset yürümez.
Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.
Siz bu da’vâda iken yoksa, iyâzen-billâh,
Ecnebîler olacak sâhibi mülkün nâgâh.
Diye dursun atalar: “Kal ’a içinden alınır. ”
Yok ki hiçbir işiten... Millet-i merhume sağır!
Bir değil mahvedilen Devlet-i İslâmiyye...
Girdiler aynı siyâsetle makbereye.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
Bırakın eski hükümetleri, meydandakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.
İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti!
İşte İran’ı da taksim ediyorlar şimdi.
Vatan toprağına, bayrağa, milletin faziletlerine, diline, sanatına çok bağlı olan Âkif, Türk Dünyasına da kayıtsız kalmadı:
O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyîk.
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarîk?
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
Medenî Avrupa bilmem, neye görmezdi bunu?
Süngü, kurşun gibi kestirme ölümlerle, ölen;
Yâhud işkenceler altında ecelsiz gömülen:
Ne soluk var, ne ışık var, ne otur var, ne durak,
İki üç yüz kulaç altında zemînin çıplak,
Aç, susuz işletilen kanları donmuş canlar,
Size milyonla desem, fazlası yok, eksiği var!
Dini, etnik temelli gruplaşmaların önünde caydırıcı bir güç olarak gören Âkif, sosyal meselelere İslamî metotlarla çözüm aradı. İslamî geleneğe uygun danışma ve hürriyete dayalı meşrutî bir rejim taraftarıydı. Ölünceye kadar da ne bağımsız kişiliğinden, ne de davasından taviz verdi. Onun derdi, hakikati dile getirmekti:
- Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim;
İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihânda benim en çok beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!
Vefatı
Âkif, 1935‘te rahatsızlanınca hava değişimi için Lübnan’a ve Antakya’ya gitti. Sıtmaya yakalanmıştı. Hastalığının ağırlaşması üzerine Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Siroz teşhisiyle Nişantaşı Sağlık Yurdu’nda tedavi gördüyse de iyileşemedi ve 27 Aralık 1936’da vefat etti. Beyazıt Camii’nden kaldırılan cenazesine üniversite gençliği ve geniş bir halk kitlesi katıldı. Edirnekapı Me-zarlığı’nda toprağa verildi. 1960’ta yol inşaatı sebebiyle mezarı, Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Vefatının ellinci yılı, MehmedÂkif yılı olarak ilân edildi ve Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin üzerine yeni bir lahit yaptırıldı.
Edebî Kişiliği
Sanatkâr ruhlu, şair yaradılışlı bir insan olan Âkif’in kendine mahsus bir şiir anlayışı vardır. O, eserleriyle şahsiyeti arasında bütünlük olan ender şahsiyetlerden biridir. Şiirinde konu ön planda olup gerekli gördüğü her alanda şiir yazdı. Toplumdan yana, ahlâkçı ve idealist bir yol seçti. Sanat aracılığıyla toplumun dertlerini dile getirmeyi, insanları bilinçlendirmeyi kendine görev bildi. Ona göre, edebiyat topluma ayna tutmalı ve toplum bu aynada kusurlarını görüp kendine çeki düzen vermeliydi.
Âkif, şiirlerinde özgün teknikler geliştirdi; aynı şiir içerisinde farklı nazım biçimleri ve aruz vezni kullandı. Hatta Safahat I. Kitab‘ı yayımlandığında dil, üslup, biçim ve tekniğindeki farklılık dolayısıyla epeyce edebî münakaşaya konu oldu. Türk edebiyatı tarihlerinde Âkif’in şiirleri biçim, teknik ve tematik yapı bakımından ayrıntılı olarak incelendi.
Şiirin topluma hizmet etmesi gerektiğine inanmakla birlikte, şiirlerinin estetik yapısını da ihmal etmedi. Edebiyât-ı Cedîde (yeni edebiyat) şairlerinin şekille muhteva arasında estetik bir uyum sağlamak için denedikleri formları büyük bir başarıyla uyguladı. Ayrıca şiiri düz yazıya yaklaştıran üslubu ustalıkla uyguladı. Aruz veznini olağanüstü bir rahatlıkla kullandı. Aruzun imâlesiz, ârızasız kullanılması Âkif’in şiirleriyle zirveye ulaştı.
Önceleri metafizik duygular ve sosyal problemler üzerinde dururken, daha sonra siyasî ve fikrî meseleleri işledi. Bazen doğrudan Kur’an ve hadis gibi dinin temel kaynaklarından hareket ederek onları serbest tarzda yorumladı. —Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısraları ona aitti, ama çağdaş medeniyetin İslam’a aykırı olmayan yönlerine karşı değildi.
Doğu ve Batı edebiyatlarından zengin bir birikime sahip olan Âkif, eserlerinde yer verdiği tipleri, kalabalıklar arasından, tenha sokaklardan, İstanbul’un kenar mahallelerinden, meyhane, kahvehane, bayram yeri, cami, vapur, köprü, okul gibi belli bir sosyal çevreden bulup çıkarırdı. Yoksulluğun, çaresizliğin, sahipsizliğin dile getirilmesine uygun olan mekânları, tiplerin trajik durumu ile birleştirdi: viran evler, sıvasız duvarlar, çatısı çökük damlar, çamurlu sokaklar vb. Âkif’in sosyal hayattan çekip çıkardığı çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar, hayatın acımasız şartları sonucu bir yanı eksik kalmış kişilerdi. Zaten merhamet, onun sanatının hâkim temlerinden biridir. Âkif‘in değerler sisteminin bir yansıması olan olumlu tipler, daha çok onun idealize ettiği; doğruyu, geleceği temsil eden tiplerdir.
Eserleri
Âkif, gençlik yıllarında çok sayıda şiir yazdı, ama bu şiirlerine kitaplarında yer vermedi. Bilinen ilk şiiri, 1892‘de öğrenciliği sırasında kaleme aldığı —Destur” adlı bir terkîb-ibend parçasıdır. 1895‘te “Kur’an’a Hitap” başlığıyla Mekteb mecmuasında yayımlanan şiiri, yayımlanmış en eski şiirlerindendir. 1908‘den önce ve sonraki yıllarda yazdığı kendi ifadesiyle —Safahat hacminde” şiirleri vardır. Bunların çoğunu yok etti, ama bu şiirlerden dergilerde ve dostlarına yazdığı mektuplarda kalmış veya bazı kişilerin hatıralarıyla ortaya çıkmış olanları bile birkaç bin mısraı bulmaktadır. Musikiye yakın ilgisi olan Âkif‘in şiirlerinin bir kısmı sanatkâr dostları tarafından bestelendi.
A) Manzum Eserleri
Safahat: Âkif‘in en meşhur manzum eseridir. O, bütün şiirlerini belli kuralları bulunan aruz vezniyle yazdı. Eser sağlığında yedi ayrı kitap olarak, vefatından sonra ise tek cilt hâlinde yayımlandı; 11.240 mısralık 108 manzumeyi ihtivâ eder. Âkif‘in çok yönlülüğü bu eserinde açıkça görülmektedir. Başka bir ifadeyle, Âkif‘i tam anlamıyla tanımak için öncelikle Safahat‘ın okunup incelenmesi gerekir. Âkif, Safahat‘taki manzûmelerinde toplumu her yönüyle irdeler; sosyal, dînî, millî alanlarda aksaklık olarak gördüğü noktalarla ilgili çeşitli tartışmalar açar; bu hususta kendi düşüncelerini ve çözüm tekliflerini açık bir şekilde ortaya kor. Safahat, Türkiye‘de en çok basılan şiir kitaplarından biridir.
İstiklâl Marşı: Ayrı bir eser olmamasına rağmen, eser hacminde değer ifâde eden, gerek nazım tekniği gerekse muhteva bakımından Türk edebiyatının en muhteşem lirik şiirlerinden olan İstiklâl Marşı, dörder mısralık on kıtadan oluşur; son kıtası beş mısradır. Aruz vezniyle yazılmış olan şiirin sağlam bir nazım yapısı vardır ve bütün mısraları tam kafiyelidir. Millî değerlerle dinî motifleri ölçülü bir şekilde kullanan, mecazlar ve sembollerle şiirini bütünleştiren Âkif, ilk iki kıtada bayrağa hitap eder; üçüncü ve dördüncü kıtalarda Türk milleti adına konuşur; beşinci ve altıncı kıtalarda Türk askerine hitap eder; yedinci ve sekizinci kıtalarda vatanın kaybedilmemesi ve ezan seslerinin kesilmemesi için yakarır; dokuzuncu kıtada bu duası kabul edildiği takdirde kendi ruhunun da coşkunluk içinde göğe yükseleceğini ifade eder; onuncu kıtada yine bayrağa döner. Millî Mücadele‘yi gerçekleştiren halkın ruhunda mevcut iki önemli kavram olan bağımsızlık aşkı ve güçlü dinî inanç, İstiklâl Marşı’nın iki temel temasını oluşturmuştur:
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar
Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar
Âkif e göre İstiklâl Marşı, kendisinin değil milletin ruhundan çıkmış bir şiirdir. Bu yüzden onu Safahat’ına almamış, —o benim değil, milletimindir” demiştir.
B) Mensur Eserleri
Bir kısmı te‘lif, bir kısmı tercüme çok sayıda çalışması bulunan Âkif, mensur eserlerinde kullandığı dil ve üslupla, sâdece güçlü bir şâir olmadığını, aynı zamanda zamanın Türkçesini en iyi kullanan yazarlardan biri olduğunu da ortaya koyar. O, benimsemiş bulunduğu misyon gereği, dînî, millî ve sosyal konularda, çoğunlukla didaktik nitelikli eserler kaleme almıştır. Onun mensur çalışmalarının mühim bir kısmını tefsirler ve vaazlar oluşturur; bunlar aynı zamanda bizzat kendisinin çıkardığı Sebîlü‘r-Reşâd ve Sırât-ı Müstakîm gibi dergilerde yayımlanmış; daha sonra kitap hâline getirilmiş çalışmalardır. Yine kendi dergilerinde yayımlanan ve sonraları kitaplaştırılan edebiyat ağırlıklı muhtelif makaleleri vardır. Her biri birer muhteşem nesir örneği olan mektuplarının bir kısmı yine kitap hâline getirilmiştir. Bir eğitimci olarak verdiği derslerin notları (Edebiyat Dersleri) da başlı başına müstakil çalışma niteliği taşır.
Âkif, ağırlıklı olarak dînî konuları işleyen Arapça ve Fransızca kaleme alınmış altı adet eserin de çeviricisidir. Bütün eserleri, İsmail Hakkı Şengüler tarafından on cilt hâlinde yayımlanan Mehmed Âkif hakkında ilmî, akademik ve popüler seviyede birçok kitap, makale, yüksek lisans-doktora tezi bulunmaktadır. En çok benimsenen, en çok okunan ve hemen bütün şiirleriyle günümüzde de en çok tanınan bir şair olan Âkif, romanlara, belgesellere, şiirlere, film ve dizilere konu oldu. Mithat Cemal Kuntay‘ın kaleme aldığı, 80‘lerde dizi film hâline getirilen Üç İstanbul (İstanbul, 1938) adlı romandaki Şair Mehmed Râif karakteri, Mehmed Âkiftir. Tarık Buğra’nın Firavun İmanı (İstanbul, 1976) adlı romanının kahramanlarından biri de yine odur.
KAYNAKÇA
ABDULKADİROĞLU, Abdulkerim - Nuran ABDULKADİROĞLU, Mehmet Âkif Ersoy‘un Makaleleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1987.
AKYÜZ, Yahya, —Mehmet Âkif’in Eğitim Görüşleri ve Türk Eğitim Tarihi’ndeki Yeri”, Mehmet Âkif İlmî Toplantısı, Millî Kütüphane, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989, s. 33-40.
ANDI, M. Fatih, —Safahat-Birinci Kitab”ın Devrinde Uyandırdığı Akisler”, Edebiyat Araştırmaları I, İstanbul, 2000, 233-259.
[FERGAN], Eşref Edip, Mehmed Âkif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, İstanbul, 1938-39, I-II.
KUNTAY, Mithat Cemal, Mehmet Âkif: Hayatı, Seciyesi, Sanatı, Eserleri, İstanbul 1939.
OKAY, M. Orhan - M. Ertuğrul DÜZDAĞ, —Mehmed Âkif Ersoy”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 28, 2003, 432-439.
OKAY, M. Orhan, —Safahat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 35, 2008, 442-444.
, —Millî Marş ve Edebî Metin Olarak istiklâl Marşı”,
http://www.mfa.gov.tr/site_media/html/istiklalmarsi_aciklama.pdf
___________, Mehmed Âkif: Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Ankara 1989.
TANSEL, Fevziye Abdullah, Mehmed Âkif Ersoy: Hayatı ve Eserleri, istanbul 1973.
TARLAN, Ali Nihad, Mehmed Âkif ve Safahat, istanbul, 1971.
YETÎŞ, Kâzım, Mehmet Âkif‘in Sanat, Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurum Yayınları, Ankara 1992.
1
Prof. Dr. Gülden SAĞOL YÜKSAKKAYA tarafından yazıldı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder