18 Nisan 2021 Pazar

NÂMIK KEMAL (1840-1888) BÜYÜK VATAN ŞAİRİ



NÂMIK KEMAL (1840-1888) BÜYÜK VATAN ŞAİRİ
 

XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türk edebiyatı ve siyasî hayatında büyük tesirler meydana getiren vatan ve hürriyet şairi, dava ve mücadele adamı, edip, yazar, gazeteci ve idareci.

Mehmed Nâmık Kemal 26 Şevval 1256’da (21 Aralık 1840) Tekirdağ’da doğdu. Meclis-i Mâliye âzası, esham müdürü, II. Abdülhamid’in müneccimbaşısı Mustafa Âsım Bey’in oğludur. Annesi Tekirdağ mutasarrıfı Koniçeli Abdüllatif Paşa’nın kızı Fatma Zehra Hanım’dır. Nâmık Kemal’in çocukluk hayatı babasından ziyade dedesi Abdüllatif Paşa ailesi yanında geçmiştir.

Başlangıçta damadı Mustafa Âsım’ı memuriyetle Tekirdağ’a tayin ettirip yanına iç güveyisi alan Abdüllatif Paşa, terfi ve aziller dolayısıyla bir yerden başka bir yere giderken Nâmık Kemal’i memuriyetle sonra yeniden döndüğü İstanbul’da kalan babasının yanına bırakmayarak beraberinde götürüyordu. Tekirdağ ve Tırhala’nın ardından 1846’da Afyon’a gelişlerinin ikinci yılında annesinin genç yaşta ölümüyle (31 Ağustos 1848) öksüz kalan Nâmık Kemal’in hayatının ilk on yedi senesi dedesinin tayin edildiği vazife ve memuriyetler sebebiyle memleketin çeşitli köşelerini dolaşmakla geçti. Bundan dolayı bir mektubunda, “Ben anamdan doğdum doğalı gezmeye alıştım” demektedir (Kuntay, II/2, s. 675). Abdüllatif Paşa’nın Afyon’dan sonra Kıbrıs, Lazistan sancağı ve Kütahya’ya tayininde oralara gidip gitmediğine dair bilgi bulunmamaktadır. Mahallî rivayetlere göre Afyon’da müftü Buharalı Hacı Vâhid Efendi’den Farsça öğrenmeye başlamış, Abdüllatif Paşa’nın isteği üzerine evlerinin bitişiğindeki mevlevîhânenin neyzenbaşısı Coşkun Dede’den semâ çıkarmıştır (Edip Ali Bakı, Nâmık Kemal Afyon’da, Ankara 1949, s. 8-10). Kızının ölümünden az önce Kütahya kaymakamlığına tayini çıkan Abdüllatif Paşa’nın çok geçmeden azledilmesi üzerine (17 Ekim 1848) ailece her defasında olduğu gibi yine İstanbul’a dönüldü. Artık mektebe başlama çağı gelmiş bulunan Nâmık Kemal, ilkin Beyazıt Rüşdiyesi’ne, daha sonra Vâlide Mektebi’ne (Dârülmaârif) verildi. Başında Hoca Şâkir Efendi’nin bulunduğu bu mektepte ileride Şıpka kahramanı diye meşhur olacak, ömür boyu arkadaşlık münasebetini devam ettirdiği Müşir Süleyman Paşa, Dahiliye nâzırlığına yükselecek şair, Abdülhamid’e Fâik Memduh Paşa gibi simalar onun sınıf arkadaşlarıydı

Mart 1853’te Kars kaymakamlığına tayin edilen Abdüllatif Paşa 1854 Temmuz sonlarında azledildi. Rivayet kabilinden bilgilere bakılırsa Nâmık Kemal’in ilk fikrî uyanışı bu devrede başlamıştır. Kars’ta iken müderris Vâizzâde Mehmed Efendi’den tasavvuf ve edebiyat öğrenmiş, Nâbî, Sünbülzâde Vehbî gibi şairlerin divanlarını okumuş  ve hocasının uyandırdığı hevesle küçük şiir denemelerine girişmiş; ders ve okuma yanında Kara Velî Ağa adlı bir binicinin yardımı ile binicilik, cirit ve av gibi sporlarla meşgul olmuş, buraya gelişlerinden üç ay kadar sonra patlak veren Kırım muharebesi sırasında cephelere giden askerlerle dolup taşan bu serhad şehrinin galeyanlı havası içinde yaşamıştır. Kars’ın onun muhayyilesi üzerinde bıraktığı tesirler yıllar sonra bazı eserlerinde ortaya çıkacaktır. Meselâ Cezmi romanındaki cirit sahnesini oradaki hayatından almıştır. Kırım muharebesi esnasında cenaze merasimine şahit olduğu, asker kıyafetine girerek sevgilisinin peşinden orduya katılan kızın kulaktan kulağa yayılan macerası Vatan yâhud Silistre’deki kahraman kızın bir prototipi olarak zihninde yerleşmiştir. İstanbul’a dönüldükten on ay sonra Abdüllatif Paşa Mayıs 1855’te Sofya kaymakamlığına tayin edildi; Onun asıl fikrî gelişmesi Sofya’da başlamış, bir buçuk yıla yakın kaldığı bu şehirde bazı şairlerle tanışmış, onların yardımıyla eski şairleri okumaya yönelmiştir.

Onun Sofya’da tuttuğu şiir defteri (İbnülemin Mahmud Kemal’in kütüphanesindeki yazma), yeni ve eski şairlerin eserleriyle temasının söylenenlerden çok daha geniş ölçüde olduğunu göstermektedir. Hususi hocalardan Farsça, Arapça, meânî, âdâb, mantık öğrenmeye çalışan Nâmık Kemal, kendini yetiştirmek için giriştiği bu çalışmaların yanında şiire ciddi şekilde Sofya’da başladı. Onun burada artık küçük denemeler yerine birbiri ardınca yazdığı gazeller, nazîreler, Kerbelâ mersiyeleriyle bir şair hüviyetini kazandığı görülür. Şair Binbaşı Eşref Bey (Paşa), misafir olarak Sofya’da Abdüllatif Paşa’nın yanına geldiğinde onun birikmiş bir hayli şiiri olduğunu görmüş, bir mahlasnâme tanzim ederek ona “Nâmık” mahlasını vermiş, bu mahlas zamanla göbek adı Mehmed’in yerini tutmuştur. Bu sırada Namık Kemal’in Âl-i abâ muhibbi olarak gözüktüğü ve Kerbelâ mersiyeleri yazdığı görülür. Aynı zamanda Mevlevî ilhamı ile birçok şiir yazması da başka bir cephesini gösterir. 

Oğlu Ali Ekrem, babasının Sofya’dan döndükten sonra zamanın büyük ulemâsından tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, Arap ve Acem edebiyatı dersleri aldığını söyler. Bu arada Leskofçalı Galib ve Hersekli Ârif Hikmet ile de yakın temas kuran Nâmık Kemal, 1861’de eski ve yeni nesilden şairlerin bir araya gelerek oluşturduğu Encümen-i Şuarâ’ya dahil oldu

Nâmık Kemal İstanbul’a gelişinin beşinci yılında Şinâsi ile tanıştı. Bu sırada Şinâsi Tasvîr-i Efkâr’ı çıkarmaya başlamıştı (27 Haziran 1862). Bir gün eline verilen, küçük bir risâle halinde basılmış “Münâcât” onu o zamana kadar yalnızca nesrini tanıdığı ve beğenmediği Şinâsi’ye sevketti ve bu manzumenin verdiği heyecanla hemen onun gazetesinde vazife aldı. Nâmık Kemal’in burada başlangıçta fıkra türü yazılar yazdığı ve havadis tercümeleri yaptığı söylenebilir. Şinâsi ile tanışması Nâmık Kemal’in hayatına yepyeni bir istikamet vermiş, gazete, o zamana kadar yalnız nazım sahası ile Tercüme Odası’nın resmî kitâbet tarzına yatkın bir yolda çalışmış olan kalemini Şinâsi’nin tesiriyle yeni bir nesir tarzına yöneltmiştir. Şinâsi ile tanışmasından üç ay önce eski nesrin bütün sanat oyunları ile Bârika-i Zafer’i yazmıştı. Kendisinin de belirttiği gibi Şinâsi onun düşüncesini siyasî ve içtimaî meselelere yöneltmiş, şiirinin muhteva ve mevzuunu değiştirmiş (Namık Kemal’in Talim-i Edebiyat Üzerine Risâlesi, s. 37 vd.), artık eski şiirin ve tasavvufî remizlerin mücerret dünyasında yaşayan bir insan olmaktan çıkarak cemiyet davalarının adamı olmuştur. Tasvîr-i Efkâr’a girişinden beş ay sonra Montesquieu’den tercüme yapması ve bunun başına koyduğu mütalaa onun bu ilk beş ay zarfında almış olduğu mesafeyi gösterir (“Romalılar’ın Esbâb-ı İkbal ve Zevâli Hakkında Mülâhazat”, Mir’ât, nr. 2, 3 Şevval 1279 / 22 Mart 1863).  Şinâsi’nin ayrılmasından sonra kendi başına kaldığı gazetede Cerîde-i Havâdis ile münakaşa ettiği ve zaman zaman üzerine döndüğü kolera meselesinden başlayarak kalemi yeni yeni mevzu ve meselelere açılmış; şehir işleri, maarif, bazı sosyal müesseselerin durumu, maliyenin ıslahı gibi hususlar yazılarının temel konuları olmuştur. Nâmık Kemal Tasvîr-i Efkâr’daki yazılarında devamlı olarak maarif meseleleri üzerinde durmuş, kadınların okutulması meselesini ilk defa o ortaya atmıştır. İstanbul’un yangınlardan kurtarılması konusunda yazdığı makale (nr. 374) takdir uyandırarak Sadrazam Âlî Paşa tarafından rütbesi mütemâyize yükseltilmek suretiyle taltif edilmiştir. Edebiyat ve dilimizin haline, Tıp Fakültesi’nde tedrisatın Fransızca olmasına, Tepebaşı kahvehanelerinde Rumca şarkılar söylenmesine dair yazdığı tenkidî yazılar onun daha o zamandan itibaren millî konular üzerindeki hassasiyetini göstermektedir. 1866 yılı yazında neşrettiği, Türk dili ve edebiyatının meselelerini toplu bir şekilde ilk defa ele alan makalesinde devrini aşan görüşler ortaya koymuştur. “Avrupa” başlığı altında yazdığı dış politika icmalleriyle kalemi gittikçe gelişen genç muharririn asıl siyasî tavrı Memleketeyn meselesi üzerinde kaleme aldığı makalelerde kendini göstermiş (nr. 375, 376), bu yazılardan sonra gazete gittikçe siyasî bir hüviyet kazanmıştır. Nâmık Kemal bu yazıları yazdığı sıralarda ülkede meşrutiyet idaresini kurmak amacıyla 1865 Haziranında doğarak daha sonra Yeni Osmanlılar ismini alan İttifâk-ı Hamiyyet adlı gizli cemiyete katılmış bulunuyordu. Yabancı matbuatta “Jeunes turcs” şeklinde yer alan bu tabirin arkasında bir cemiyetin varlığı kendini hissettiriyordu. Tasvîr-i Efkâr ve Ali Suâvi ile Ziyâ Paşa’nın yazdıkları Muhbir gazetesi siyasî hadiseler karşısında ortak bir tutum göstermekteydi.  Bu arada Sadrazam Âlî Paşa, Nâmık Kemal’den Tasvîr-i Efkâr’dan ayrılmasını istedi. Nâmık Kemal, İstanbul’dan uzaklaştırılmak istendiğinden iki hafta sonra rütbesi rütbe-i sâniye sınıf-ı evvel mütemâyize yükseltilerek Erzurum’a vali muavini tayin edildi ve muharrirlikten de men edildi. Ziyâ Paşa da aynı sebeplerle Kıbrıs mutasarrıflığına gönderildi (8 Mayıs 1867). Ancak Nâmık Kemal türlü bahanelerle Erzurum’a hareketini geciktirdi. Tayininden on dokuz gün sonra Ziyâ Paşa ile birlikte Courrier d’Orient gazetesine çağrıldı; Yeni Osmanlılar adına neşriyatta bulunmak üzere aynı şekilde Kastamonu’dan kaçması sağlanıp kendilerine Mesina’da katılan Ali Suâvi ile birlikte 30 Mayıs 1867’de Paris’e ulaştılar. Nâmık Kemal ve Ziyâ Paşa Londra’ya gitmeyi tercih ettiler.

Yeni Osmanlılar 10 Ağustos’ta Paris’te toplantıya çağrıldı. Toplantıda cemiyetin bundan böyle tutacağı yol ve faaliyetlerin hangi esaslara göre yürütüleceğiyle ilgili olarak cemiyetin önde gelen temsilcileriyle müzakerelerde bulunuldu ve cemiyetin tüzüğü tesbit edildi. Yapılan iş bölümünde Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemal’e mühim vazifeler ve yürütme kurulu üyeliği verildi. Nâmık Kemal’in, mektuplarında Londra ve Paris’te günlerinin hep iş peşinde koşuşturmakla geçtiğinden söz etmesi bu görevlerle ilgilidir..

nm2

Paris kararları gereğince Ali Suâvi Londra’ya giderek Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına Muhbir gazetesini çıkarmaya başlamıştı (31 Ağustos 1867). Ancak Muhbir’in daha ilk sayısından itibaren cemiyetin prensiplerine aykırı düşen tutumu hoşnutsuzluğa yol açtı .Bunun üzerine  çıkarılmasına karar verilen Hürriyet adı gazetenin idaresi üçüncü sayıdan itibaren Nâmık Kemal’e verildi. Avrupa’ya gelişinden beri yazı ve yayın faaliyetinde bulunmasına izin verilmeyen Nâmık Kemal’in iş başına geçmesiyle Hürriyet büyük bir atılım yaparak Bâbıâli’yi rahatsız eden kuvvetli bir muhalefet cephesi oluşturdu. Hürriyet’te şiddetli bir siyasî mücadeleye girişen Nâmık Kemal’in en çok üzerinde durduğu meseleler ülkede meşrutiyet idaresinin kurulması, idarî ve içtimaî müesseselerdeki bozukluklarla bunların ıslahı çareleriydi. Bütün bu meselelerde onun çıkış ve varış noktası ferdin ve halkın siyasî hürriyetini elde etmesi, iktidara karşı vatandaşlık haklarının korunması, idarî keyfiliklerin önlenmesi, idarenin parlamento tarafından denetlenmesi hususlarıydı. Bu yolda kaleme aldığı yazılar içinde “Ve şâvirhüm fi’l-emr” ile “Usûl-i Meşveret Hakkında Mektuplar” adlı yazı dizisinde kendisinin ve Yeni Osmanlılar’ın uğrunda mücadele verdikleri davanın esaslarını, temel noktalarını görmek mümkündür. Gazetenin esas yazıları Nâmık Kemal ve Ziyâ Paşa’nın kaleminden çıkıyordu. Yazıların büyük bir kısmı ayrıca Nâmık Kemal’in tashihinden geçiyordu. Her ikisi de yazılarının çoğu imzasız olduklarından bunlardan hangisinin Kemal yahut Ziyâ Paşa’ya ait olduğu günümüze kadar ihtilâflı bir mesele teşkil etmiştir.

Avrupa’da hayatlarını sürdürmekte olan Yeni Osmanlılar’ın çoğu, uğrunda gurbete düştükleri gayenin mevcut şartlarda gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını anlayarak ülkeye dönüş çarelerini aramaya başlamışlardı. Etrafındakiler gittikçe azalırken Nâmık Kemal’in de yurda dönmesine zemin hazırlayıcı bazı teşebbüslere girişilmiş bulunuluyordu.  Zaptiye Nâzırı Hüsnü Paşa, Fransız-Alman muharebesinin başlamasını vesile edinerek  18 Temmuz 1870 ve 9 Ağustos 1870 tarihli iki mektupla Nâmık Kemal’i İstanbul’a davet etti (Süleyman Nazif, İki Dost, s. 17). 1870 Ekiminde Viyana’ya gelen Nâmık Kemal 24 Kasım 1870’te İstanbul’a ulaştı.

Nâmık Kemal’in Avrupa’dan yazdığı mektuplardan onun gazetecilik ve siyasî faaliyetleri dışında fırsat yaratıp sık sık tiyatroya gittiği, Fransız klasikleri ve sahne eserleriyle, Shakespeare okuduğu öğrenilmektedir. Daha önce kalem oynatmadığı tiyatro ve roman alanında eser vermesi ancak Avrupa’daki devreden sonradır. Dönüşte “medeniyet” ve “terakkî”, üzerinde en fazla durduğu kelime ve kavramlar haline gelmişti. Avrupa’ya gitmeden önce oldukça kitâbî mahiyette temas ettiği medeniyet meselesini dönüşte şahsî müşahedeleriyle zenginleşmiş olarak daha etraflı bir şekilde ele aldığı görülmektedir.

Nâmık Kemal, Batı kültürünü Londra ve Paris’ten başka Brüksel ve Viyana gibi diğer büyük merkezlerinde yaşayarak tanımıştır. Bu kültürle temaslarının asıl sonuçları yurda dönüşünde kendini hissettirmiş, siyasî ve edebî hüviyeti bu devrede büyük bir gelişme göstermiştir. Dönüş izni verilirken yazı yazmaması şart koşulduğundan Âlî Paşa hayatta olduğu müddetçe yazı faaliyetinde bulunmamış, Âlî Paşa’nın kendisinden Fransız-Alman harbine dair bir lâyiha istemesi üzerine paşanın takdirini kazanan bir lâyiha hazırlamıştır. İlk yıl ara sıra Diyojen’de imzasız fıkralar yayımlayan Nâmık Kemal’in yeniden neşir faaliyetine başlaması Âlî Paşa’nın ölümünden (7 Eylül 1871) sonra mümkün olmuştur.

 Yayın susamışlığı çeken Nâmık Kemal, Âlî Paşa’nın ölümünden sonra onun yerini alan Mahmud Nedim Paşa’nın sadâretinde ilân edilen umumi aftan sonra bir mizah ve haber gazetesi olan İbret  13 Haziran 1872’de neşriyata başladı. Nâmık Kemal’in başmuharrirliğini üstlendiği İbret onun en geniş kalem faaliyeti gösterdiği gazete olmuş, en olgun ve en parlak makalelerini burada neşretmiştir. Tasvîr-i Efkâr’ın uzun müddet haftada bir, Hürriyet’in iki defa yayımlanmasına karşılık  onlardan çok geniş ve büyük olan İbret haftada beş gün çıkıyor, Nâmık Kemal’in yazdığı başmakaleler bazen gazetenin üç tam sayfasını kaplıyordu. İbret gazetesi onun elinde, bir haber gazetesinden ziyade içtimaî ve millî davaları ele alan bir fikir gazetesi mahiyetini almıştır. Fikrî cephesiyle olduğu kadar şekilce de Türk basınında yeni bir devir açan İbret Sadrazam Mahmud Nedim Paşa şahsını ve icraatını şiddetle tenkit ediyordu. Paşa, gazetenin ileri gelen yazarlarından Nûri, Ebüzziyâ Tevfik ve Reşad beylerle teknik işlerini yürüten Âgâh Efendi’yi taşrada birer memuriyete tayin ettirip (22 Temmuz 1872) İstanbul’dan uzaklaştırmak istedi. Bu tayinlerle İbret yazar kadrosunu kaybetmiş oluyordu. Nâmık Kemal’e doğrudan doğruya dokunulmasa da Mahmud Nedim Paşa azledilip (31 Temmuz 1872) sadârete Midhat Paşa’nın gelmesiyle  Midhat Paşa’nın ilk icraatlarından biri Nâmık Kemal’i Gelibolu mutasarrıflığına tayin etmek oldu (9 Ağustos 1872). Tayin haberi basında yer almakta gecikmedi. Arkadaşları gibi tayin yerine gitmeyi savsaklayan Nâmık Kemal, Midhat Paşa’nın baskıları sonunda nihayet 26 Eylül 1872’de İstanbul’dan Gelibolu’ya hareket etti.

Gelibolu’da sevinç gösterileriyle karşılanan Nâmık Kemal’in ilk işi okulların durumunu öğrenmek, yörenin maarif meseleleri hakkında bilgi almak oldu. O zamana kadar idarecilik tecrübesi olmadığı halde daha işin başında ortaya koyduğu müşahede ve tahkik kabiliyetiyle başarılı icraata girişti. Memur ve eşraftan bazılarının devleti zarara sokan yolsuzluklarının üstüne gitmekten çekinmedi. Ancak menfaatleri bozulan eşraf ve kişilerin Bâbıâli’de, aleyhinde döndürdükleri oyun ve iftiralarla tertipledikleri şikâyetler sebebiyle Mütercim Rüşdü Paşa’nın sadâreti zamanında 11 Aralık 1872’de görevinden azledildi. Oranın başı boş köpeklerini karşı yakada Çardak’a topluca sürdürmesi de sebepler arasında gösterilir. Nâmık Kemal, Gelibolu’da kaldığı üç aylık kısa süre içinde idarî başarıları yanında verimli bir yazı hayatı ortaya koydu. Muhtemelen Midhat Paşa’nın tesiriyle ceza müddetinin dolmasına daha kırk gün varken ve Gelibolu’ya varışından ise üç gün sonra İbret’in çıkmasına izin verildi (30 Eylül 1872). Yazılarını oradan bu defa B. M. (başmuharrir) rumuzu ile sürdüren Nâmık Kemal, Evrâk-ı Perîşân’ın baştan üç kitabının yayın alanına girişini de bu dönemde gerçekleştirdi. Ebüzziyâ’nın yeni çıkarmaya başladığı Sirâc gazetesine de (15 Mart 1873) imza yerine N. K. kısaltması ile hükümet ve idareye karşı eski tutumunu devam ettiren yazılar yetiştirmekten geri kalmadı.

25 Aralık 1872’de İstanbul’a dönen Nâmık Kemal tekrar İbret’in başına geçti. Sadâretten ayrılmış olmakla Midhat Paşa’nın kendisi üzerinde kurduğu baskının artık kalktığı bu devrede hükümetlerin icraatına karşı öncekinden daha şiddetli bir mücadeleye girişti. Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa iktidarının matbuatı gittikçe ağır kayıtlar altına koyan, kitaba sansür getiren, Evrâk-ı Perîşân’ın yeni baskılarının yapılmasını hükümet kontrolü ve iznine bağlayan yasakçı tutumunu protesto eden uzun makaleler yazdı. Sonuçta gazete 110. sayısında bu defa bir ay müddetle kapatıldı (6 Şubat 1873).

Nâmık Kemal memlekette tiyatro kültürü ve sevgisini yaymak, bu yolda seviyeli temsiller sahneye koymak maksadıyla İstanbul’da teşekkül etmiş tiyatro komitesinin üyeleri arasında bulunuyordu. Kendisinin ilk tiyatro eseri olan Vatan yâhud Silistre’yi buraya vermek üzere kaleme almayı üstlenmişti. İbret’in kapalı kaldığı zaman içinde eserini tamamladı.

 Vatan yâhud Silistre’nin 1 Nisan Salı gecesi Gedik Paşa Tiyatrosu’nda gerçekleştirilen ilk temsili tarihî bir hadise oldu. Tiyatroyu doldurmuş olan seyirci kitlesi tarafından yükselen, “Yaşasın vatan! Yaşasın Kemal! Yaşa vatanın Kemali!” nidaları gittikçe artarak sokağa taştı. Bununla da kalmayarak tiyatroda bulamadıkları Nâmık Kemal’i görmek ve tebrik edebilmek için oradan harekete geçen bir kafile gece yarısı elde fener yollara düşüp Unkapanı Köprüsü’nü aşarak Galatasaray’da gazetenin idarehanesine dayandı. Orada da bulamadıkları Nâmık Kemal’e kendilerine müstesna duygular yaşattığı için şükran ve tebriklerini sundukları bir mesaj bıraktılar. Bir gün sonraki İbret temsilde yaşananları anlatan yazılarla çıktı. Temsilin tekrarlanması yolunda umumi arzu üzerine 3 Nisan 1873’te Vatan yâhud Silistre’nin ikinci temsili gerçekleştirildi. Bu gece de aynı tezahürat devam etti. Türk tiyatro tarihinin henüz başlangıçta şahit olduğu bu müstesna vak‘ayı haberleri ve çeşitli yazılarıyla parlak bir şekilde kamuoyuna aksettiren İbret’i hükümet 132. sayısında bu defa çıkmamak üzere toptan lağvetti (5 Nisan 1873). İbret’in yanı sıra Sirâc da kapatılmıştı. Ertesi gün Nâmık Kemal ve gazetenin yazar kadrosunun ileri gelenlerinden Ebüzziyâ Tevfik, Nûri, Bereketzâde İsmâil Hakkı ile Ahmed Midhat tiyatroda bulundukları sırada bir bir tevkif edilip hapishaneye gönderildi (6 Nisan 1873) ve mahkemeye dahi çıkarılmaksızın, Sultan Abdülaziz’in hepsini muzır neşriyat ve harekette bulunmakla suçlayan 9 Nisan 1873 tarihli fermanıyla aynı gün gemiyle kalebent olarak gönderildikleri sürgün yerlerine gitmek üzere yola çıkarıldı.

Kemal, kendisini bir gecede şöhretin zirvesine çıkaran Vatan yâhud Silistre zaferini takip eden bu sürgün hayatı ile bir kahraman çehresi kazandı. Magosa’ya varışının ilk gecesi Topçular Kışlası’nın zindan odasına konulan Nâmık Kemal’in içinde bulunduğu şartlar mutasarrıf Veys Paşa ve haleflerinin gösterdiği anlayış sayesinde gittikçe düzeldi. On dört ay sonra sağlık durumunu ileri sürerek başka bir yere nakli için kendine yakın bildiği bazı devlet adamları nezdinde teşebbüslerde bulundu. Otuz sekiz ay süren Magosa sürgünü ile Nâmık Kemal’in hayatında faal gazetecilik devri kapanırken edebî hayatının en verimli devresi başladı. İlk piyesiyle Midilli’de biten sonuncu piyesi istisna edilirse diğer bütün tiyatro eserlerini, İntibah adlı ilk romanını, meşhur edebî tenkitlerini burada meydana getirdi. Magosa’ya gelir gelmez Âkif Bey’i yazmaya koyuldu. İstanbul’da iken ilk müsveddelerini hazırladığı Gülnihal’i bitirdi. Zavallı Çocuk ve Kara Belâ’yı kaleme aldı. Celâleddin Hârizmşah’ı yazmaya başladı. KanijeSilistre MuhasarasıNevruz Bey’in Tercüme-i HâliRüyâİntibahTahrîb-i HarâbâtTâkîb-i Harâbâtİrfan Paşa’ya MektupMes Prisons MuâhezesiBahâr-ı Dâniş tercüme ve mukaddimesiyle İntibah mukaddimesini burada yazdığı gibi Târîh-i Askerî’yi de yine Magosa’da hazırladı. 

Nâmık Kemal’in sürgünden kurtulması Abdülaziz’in hal‘i ile mümkün oldu. V. Murad’ın tahta geçmesinden (30 Mayıs 1876) üç gün sonra kendisi ve sürgündeki arkadaşları hakkında çıkan afla hep birlikte hürriyetlerine kavuştular. Akkâ’dan gelen Nûri ve İsmâil Hakkı beylerle buluşan Nâmık Kemal arkadaşlarıyla beraber 14 Haziran 1876 Cuma günü Kıbrıs’tan ayrıldı. İzmir’de bir hafta kadar misafir edildikten sonra İstanbul’a doğru yola çıktı. Vapur Gelibolu’ya uğradığında halk mutasarrıflığı sırasında iyi hâtıralar bırakmış olan Nâmık Kemal’i sevinçle karşıladı. Nâmık Kemal ve arkadaşlarını getiren gemi İstanbul limanına demir attığı sırada (19 Haziran 1876) etrafı yüzlerce kayık, sandal ve tekne ile kuşatıldı. Kemal ve arkadaşları güverteye çıkmaktan kendini alamayan kalabalık tarafından tebrik edildi.

İstanbul’a ayak bastığında yıllardan beri Meşrutiyet için büyük ümitlerle bağlandığı Sultan Murad’ı aklını oynatmış bulması Nâmık Kemal’i büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. V. Murad’ın yerine meşrutiyeti tesis edeceği vaadiyle II. Abdülhamid tahta çıkarıldı (31 Ağustos 1876). V. Murad’ın tahtta bulunduğu istikrarsız günlerde kendine faal bir mevki verilmemiş olan Nâmık Kemal, Abdülhamid’in cülûsundan on yedi gün sonra Şûrâ-yı Devlet üyeliğine getirildi. Bunun arkasından 7 Ekim 1876’da Kānûn-ı Esâsî’yi hazırlamak için kurulmuş olan heyete 2 Kasım 1876 tarihinde üye tayin edildi. Nâmık Kemal burada Kānûn-ı Esâsî lâyihasının metnini yazmakla görevlendirilen komisyona da alındı. Nâmık Kemal’i zaman zaman huzuruna kabul ederek kendisiyle Kānûn-ı Esâsî üzerinde görüşen Abdülhamid, heyette uzun tartışmalar sonunda hazırlanıp Midhat Paşa tarafından kendisine takdim edilen Kānûn-ı Esâsî lâyihasını, içinde memleketin bünyesine uygun olmayan taraflar bulunduğunu ileri sürerek üzerinde gerekli tâdillerin yapılması için Vükelâ Meclisi’ne havale ettirdi. Nâmık Kemal, yazılışında büyük payı bulunan lâyihanın bu mecliste mühim değişikliklere uğraması üzerine Abdülhamid’e arîzalar sunarak bu değişikliklerin mahzurlarını belirtmeye çalıştı. Hükümdarın hak ve yetkilerinin Kānun-ı Esâsî’de gösterilmesinin bunların kısılması demek olmadığını, bunları belirleyen maddelerin kaldırılması halinde asıl o zaman hükümdarın bazı önemli yetkilerinin başka ellere geçeceğini bildirdi (krş. AA, I, 246). Neticede Abdülhamid, hükümdara şüpheli gördüğü bir şahsı ülkeden çıkarma hakkını tanıyan 113 maddenin ilâvesiyle Kānûn-ı Esâsî’yi ilân etti (23 Aralık 1876). Fakat bunun arkasından Kānûn-ı Esâsî’nin gerçekleşmesinde başlıca rolü olan önemli şahsiyetlerin Abdülhamid tarafından birer birer İstanbul’dan uzaklaştırıldığı bir safha geldi. Ziyâ Paşa ile Nâmık Kemal’in bir memuriyetle derhal İstanbul’dan uzaklaştırılmalarını Midhat Paşa’dan istedi. 4 Şubat 1877 tarihinde saraya, Nâmık Kemal’in asâkir-i milliyye teşkilâtının lağvedildiği gün mülemma‘ bir beyit okuyarak Abdülhamid’in de tahttan indirileceğini telmih eden Arapça bir mesel söylediğini, çeşitli yerlerde onu hal‘edip yerine Murad’ı veya Mekke şerifini geçirmekten bahsettiğini ihbar eden dört jurnal verildi (Kuntay, II/2, s. 165-169). Ertesi gün Midhat Paşa sadâretten azledilerek Avrupa’ya sürgüne gönderildi. Bir sonraki gün de Nâmık Kemal tevkif edildi. Nâmık Kemal, beş aylık bir hapisten sonra 10 Temmuz’da padişahın iradesiyle Akdeniz adalarından birinde oturması şartı ile tahliye edildi  ve tercihi üzerine Girit yerine Midilli adasında ikamete memur edildi, 19 Temmuz 1877’de İstanbul’dan Midilli’ye hareket etti

Türk-Rus savaşının talihsiz seyri ve meş’um neticeleri Nâmık Kemal için Midilli’de hayatının büyük ıstıraplarından biri oldu. Doksanüç Harbi’nin felâketleri ona “Vâveylâ”, “Murabba”, “Bir Muhacir Kızının İstimdadı”nın yanı sıra “Lâzımsa” redifli gazeli gibi en meşhur vatanî şiirlerini yazdırdı: 
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini”
 Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın başladığı 1919 yılında Heyet-i Tem siliye’nin Sivas’tan Ankara’ya taşınması esnasında,
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini”
Mısralarını Namık Kemal’in mısralarına cevap olarak söylemiştir.

Teselli için kendini verdiği bir içki gecesinde şair arkadaşı Hikmet’le oturup sabaha kadar beraberce meydana getirdiği “Vatan Mersiyesi”nin bunlar arasında ayrı bir yeri bulunmaktadır. Bu arada Rus ordusunun Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar gelmesinin doğurduğu infialle Sultan Abdülhamid için ağır bir hicviye yazmaktan da kendini alamadı.

Affedileceğine dair bazı şâyiaların çıktığı bir sırada gelişinden iki buçuk yıl sonra (18 Aralık 1879) Midilli’ye mutasarrıf tayin edildi. Bu tayinle Nâmık Kemal’in önüne devlet için mühim ve başarılı hizmetler yerine getirmenin yolu açıldı. Yabancı müdahalelere karşı uyandıracağı siyasî tepkilerden çekinmeyerek adada Türk menfaatlerini korumak uğrunda verdiği mücadele yüzünden şikâyet ve iftiralara, çeşitli adlî takibatlara uğradı. Ancak bunlara yılmadan göğüs gerdi. Giriştiği icraatın ve bunların beraberinde getirdiği siyasî tepkilere karşı arkasında saltanatının ilk zamanlarında kendisine, “Sen devletini, milletini seversin, ben de seni onun için severim” diyen Abdülhamid’in gizli yahut açık desteğini buldu. Nâmık Kemal padişaha devlet ve adalar Türklüğü bakımından gördüğü tehlikeleri, bu hususta yapılması gerekenleri arîzalar sunarak nakletmeye çalıştı. Gittiği adaların çeşitli köşelerinde mektepler açmak, büyük bir kısmı camiden mahrum kalmış köylere camiler yaptırmak gibi giriştiği faaliyetlerle oraları âdeta birer şantiyeye çevirmişti.

Nâmık Kemal adalardaki Türkler’in seviyesini yükseltmeye ehemmiyet vermiş, Midilli’de yirmiye yakın ilk mektep, Rodos’ta bir idâdî açtırmış, adalarda Türk nüfusunun artmasını ve millî kültürün korunmasını temin yolunda çok şuurlu bir siyaset gütmüştür. Kaleme aldığı resmî yazılar adaların meseleleri üzerinde çok dikkatli birer ıslahat programı mahiyetindedir. Rodos’ta üç caminin inşasına ön ayak olduğu için Abdülhamid kendisine 1886 yılı Kasımında imtiyaz madalyası verdi. 1877 yılı Aralık ayı başında Sakız mutasarrıflığına tayin edilen Nâmık Kemal’in Rodos’ta iyice düzelmiş olan sağlığı Sakız’da yeniden bozuldu. Bununla beraber çok ehemmiyet verdiği Osmanlı Târihi’ni bir an önce bitirmek arzusuyla çalışmaktan geri kalmadı. Eserin ilk cüzünün çıktığı hafta bir jurnal yüzünden neşrinin sarayca engellenmesi ve basılan nüshalarının toplattırılması Nâmık Kemal için yıkıcı bir darbe oldu ve bir daha kendini toparlayamadı. Padişaha müracaatlarının cevapsız kalmasından doğan yeis içinde iken tutulduğu zatürreden 28 Rebîülevvel 1306 (2 Aralık 1888) tarihinde vefat etti. Ölümü 4 Aralık günü İstanbul gazetelerinde kısa bir telgraf haberi olarak yer aldı. Haber dalga dalga yayılarak umumi bir teessür havası yarattı. Sakız’da bir caminin hazîresinde defnedilen naaşı Ebüzziyâ’nın, ölünce Rumeli fâtihi Süleyman Paşa’nın türbesi yanına defnedilmesine dair arzusunu Abdülhamid’e bildirmesi ve padişah tarafından kabul edilmesi üzerine üç gün sonra Gelibolu’ya nakledildi ve Süleyman Paşa’nın türbesi hazîresine defnedildi. 

Edebî ve Fikrî Şahsiyeti

Şiirleri

Nâmık Kemal’e ilk şöhret yolunu şiir faaliyeti açmıştır. Sofya’dan İstanbul’a geldiğinde kendini tanıtmakta gecikmemiş, Encümen-i Şuarâ ile şöhretini daha da geniş bir çevreye ulaştırmıştır. Divan şiiri dairesinden ayrılıp vatan ve hürriyet kavramını mihver edindiğinde yurt çapında bir şöhret kazanmış, bundan böyle “vatan ve hürriyet şairi” diye anılmıştır. Bazen eski tarz şiirleri de görülmekle birlikte bunlarda herhangi bir iddialı tutum yoktur. Şiirinin âdeta mührü olan “Nâmık” mahlasının bu tür kalem oyunlarında yerini Hitâm-ı Acemî, Eddâî Kemal gibi takma adlara bıraktığı görülmektedir.

Nâmık Kemal’in Şinâsi ile tanışmasının ardından şiirinin muhtevası değişmiş, tasavvufî muhtevanın yerini içtimaî fikirler almıştır. Kendisi şiirindeki bu değişmeyi Ta‘lîm-i Edebiyyat Üzerine Risâle’de özellikle belirtir. Burada işaret ettiği mısralarla “Yangın” makalesinin başındaki beyit vatanî şiirlerinin ilk nüvelerini vermektedir. Sonraları giriştiği hürriyet mücadelesinin hayatına getirdiği gurbet, hapis, sürgün gibi hadiseler, Bosna-Hersek muharebeleri, Doksanüç Harbi gibi olaylar onun bu tarz şiirini beslemiş ve geliştirmiştir. Nâmık Kemal bu yeni muhtevayı gazel, kaside, murabba, muhammes gibi eski şekiller içinde işlemiş, Garp tarzı nazım şekillerini ancak Abdülhak Hâmid’in Sahrâ’sından (1879) sonra kullanmaya yönelmiştir. Mücadeleci bir ruhla yazdığı vatan şiirleri, Doksanüç Harbi’ni takip eden yıllarda bu harbin felâketlerinin doğurduğu teessürle yazılmış “Vâveylâ”, “Vatan Mersiyesi”, “Bir Muhacir Kızının İstimdadı”, “Hilâl-i Osmânî” gibi manzumelerde bir mersiye mahiyetine bürünür. Avrupa’da iken yaptığı “Marseillaise” tercümesi onun vatanî şiirinde hareket noktalarından biridir. Vatanî şiirinin ilk kaynakları ise Kırım savaşı esnasında Kars’ta iken dinlediği hamâsî türkülerle koçaklamalar ve askerî marşlara kadar gider 

Nesri. Nâmık Kemal’de nesir, gazeteciliğe başladıktan sonra öne geçmiştir. Nesirde örnekleri, daha önceleri Hâfız Müşfik münşeatı, Reşid Paşa’nın layihaları ile dedesinin buyrultuları ve nihayet tercüme odasındaki resmî tahrirat kabilinden yazılar idi. Kemal, Tasvîr-i Efkâr’da Şinâsi’nin tesiri altında yeni bir nesir tarzına yöneldi. Bununla beraber, yeni devrede de, Leskofçalı Galib Divanı MukaddimesiGencîne-i Hüner’e takriz (İstanbul 1282), Sergüzeşt gibi eski nesirde maharetini göstermek isteyen yazılar ortaya koymaktan geri kalmadı. Kemal’in nesri gazetede teşekkül ederek tercüme, fıkra ve havadisten başlayıp makale, tarih denemeleri, hal tercümeleri, tiyatro, roman ve mektup gibi nesrin çeşitli sahalarını içine alan geniş bir yayılım ve gelişim gösterir. Kemal makale ve mektupları ile kuvvetli bir deneme (essaie) yazarıdır. 

Tiyatro Eserleri

Nâmık Kemal’in en fazla eser verdiği edebî nevi tiyatrodur. Tiyatronun toplum ve millet hayatındaki fonksiyonunu belirtmek için çeşitli makaleler yazmış, Mukaddime-i Celâl ile bizde ilk defa tiyatronun nazariyatını yapmıştır.  O tiyatroyu bütün edebî nevilere üstün tutar. “Tiyatro cihanın aynıdır” derken onu insan hayatını iyi ve kötü tarafları ile aksettiren bir ayna gibi alır. Tiyatro ile ilgili görüşlerinde en çok ısrar ettiği husus onun cemiyet üzerindeki değiştirici etkisidir. Nâmık Kemal piyeslerinde topluma yeni fikirler ve meseleler getirmek istemiş, onlara makalelerinde işlediği vatan severlik, hürriyet, hamiyet, insan hakları, İslâm birliği, aile ahlâkı gibi konuları sokmuştur. Kahramanlarında daima ferdî saadetle içtimaî vazife ve mesuliyet duygusu çatışır ve kahramanlar her zaman kendi ferdî saadetlerini içtimaî ve vatanî gaye uğrunda feda ederler. Aşk ve ihtirasın temel motif olarak yer aldığı bu eserlerde şahıslar ya tamamıyla iyi, ya tamamıyla kötü gösterilmiş, kahramanların ruh halleri tabii olarak değil daima en aşırı derecesiyle ifade edilmiştir. Romantik duygular, konuşmalara hâkim olan hitabet, vak‘anın akışını durduran uzun tiradlar Nâmık Kemal’in piyeslerinin ortak bir özelliğidir.

1. Vatan yâhud Silistre. Nâmık Kemal bu ilk piyesinde vatanperverlik ve kahramanlık duygularından hareketle işe başlamıştır. Halkta bu duyguları harekete geçirmek isteyen eser, 1853 Türk-Rus savaşında gönüllü olarak cepheye giden sevgilisinin ardından savaş alanında onunla beraber bulunmak ve onunla aynı kaderi paylaşmak için asker kıyafetine girip Silistre müdafaasına iştirak eden genç bir kızla sevdiği genç adamın aşkı etrafında gelişir; muhasara altındaki tabyada Türk askerinin canlarını hiçe sayarak vatan uğrunda gösterdikleri kahramanlık ve fedakârlık sahnelerini canlandırır. 

2. Gülnihal. Nâmık Kemal bu piyeste müstebite karşı mücadele ve intikam fikrini işler. 

3. Âkif Bey. Nâmık Kemal, Magosa yolunda yazmaya karar verdiği bu piyesin  konusunu Kırım savaşında çok sevdiği karısını bırakarak vatanî göreve koşmakta tereddüt etmeyen bir bahriye zâbitinin vatanperverliğiyle karısının sadakâtsizliği teşkil eder. 

4. Zavallı Çocuk. Hareket noktasını daha önce İbret’teki “Aile” makalesinde ifade ettiği görüşlerden alan bu piyeste genç bir kızın, annesinin tamah ettiği maddî menfaatler uğruna sevdiği genç erkek yerine istemediği zengin biriyle evlendirilmesinden doğan felâketler anlatılmıştır. 

5. Kara Belâ. Bir Hint hükümdarının kızının şehvetten gözü dönmüş bir harem ağası tarafından tecavüze uğraması, kızın, sevdiği şehzade ile nikâhlandığı gece harem ağasını öldürdükten sonra sevgilisiyle birlikte intihar etmesi eserin konusunu teşkil eder. Batı edebiyatı trajedilerinden gelme bir ilham eserde kendini ağırlıkla hissettirir.

6. Celâleddin Hârizmşah. Magosa’da başlayıp araya giren uzun bir fâsıladan sonra 1881 yılında Midilli’de bitirebildiği bu piyes Nâmık Kemal’in üzerinde en fazla çalıştığı ve en sevdiği tiyatro eseridir. Eserin esası, İslâm âlemini tehdit eden Moğol istilâsına karşı durmaya çalışan Celâleddin Hârizmşah’ın ideali uğruna giriştiği büyük mücadele peşinde yaşadığı maceradır. 

Romanları

Roman nevinde İntibah ile Cezmi olmak üzere iki eser veren Nâmık Kemal edebiyatımızın yeni tanımakta olduğu romanı tarif etme, romanı roman yapan teknik şartları ve ölçüleri Türk okuyucusuna tanıtma ihtiyacını duymuş ve bu konu üzerinde önemle durmuştur. İntibah’ın, romanda şahısların psikolojik tahliline önem veren ilk eser olarak Türk romanının gelişmesinde gözden kaçırılmayacak bir yeri vardır. İntibah’ın diğer önemli bir tarafı basit de olsa yer yer dış âleme çevrilen bir dikkati getirmesidir. Nâmık Kemal, yalnız ilk cildini tamamlayabildiği Cezmi ile Türk edebiyatına tarihî roman alanında kendininkinden önceki ilk adıma nisbetle daha dolgun ikinci bir eser kazandırmıştır. Romanın ağırlık merkezini, III. Murad devrindeki Türk-İran savaşlarından birinde İranlılar’a esir düşen Kırım şehzadesi Âdil Giray’ın İran sarayında şahın karısı ile kız kardeşinin kendisine duydukları ikili aşkı arasında kalması ve sonuncusu ile geçirdiği aşk macerası teşkil eder. 

Edebî Tenkitleri ve Edebiyatımız Hakkında Görüşleri

Nâmık Kemal 1866 yılında Tasvîr-i Efkâr’da çıkan makalesinden başlayarak Bahâr-ı DânişNevruz Bey ve İntibah mukaddimeleriyle Tahrîb-i HarâbâtTâkîbİrfan Paşa’ya MektupMes prisons Muâhezesi gibi tenkit eserlerinde, Bedî adlı uzun makalesinde, Numûne-i Edebiyyât-ı Osmâniyye’nin planını çizen yazılarında, mektuplarında, Mukaddime-i Celâl’de edebiyat üzerinde muhtelif görüşlerini belirtmiş, bilhassa eski edebiyat hakkında çeşitli tenkitler ortaya koymuştur. Mukaddime-i Celâl, bütün bu yazıları içinde edebiyata dair görüşlerini en geniş ölçüde açıklayan eseridir ve önce isimsiz olarak neşredilmiştir: “Midilli Mutasarrıfı Kemal Bey Hazretlerinin Bir Makaleleridir” Tasvîr-i Efkâr’da yayımlanan, Türk dili ve edebiyatının meselelerine kendinden önce rastlanmayan bir şekilde toptan bir bakış getiren “Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı makalesi yeninin eski edebiyata karşı ilk edebî beyannâmesi olma değerini taşımaktadır. Nâmık Kemal, edebiyatın en mühim hizmetlerinden birinin millî birliği sağlamak olduğunu, Türkçe’nin Osmanlı sınırları içindeki alfabesi bulunmayan kavimlere bile lisanlarını unutturamadığını, diğer Türk ülkelerindeki Türkler ile lisanen anlaşmanın mümkün olmadığını söylerken tamamıyla millî bir anlayışla hareket etmektedir. Tasvîr-i Efkâr’daki makaleyi çıkış noktası alarak halkın anlayamadığı ve Türkçe’den ayrı bir dil hükmünde olan yazı dili yüzünden kültürün yayılmadığını, Arapça ve Farsça’nın hâkimiyeti altında teşekkül eden bu dille fikirleri doğru bir şekilde ifade etmenin mümkün olmadığını söyleyen Nâmık Kemal netice itibariyle dilin ve edebiyatın da ıslah edilmesi gerektiğini savunmuştur. 

Tenkitlerini bilhassa divan şiirine yönelterek onun gerçeğe, tabiata ve akla aykırı bir edebiyat olduğunu ileri süren Nâmık Kemal’in eski şiire karşı oluşu aklın kabul edemeyeceği, gerçekle bağdaşması imkânsız klişe mazmunları dolayısıyladır. 

Harâbât ve Tâkîb ile Ta‘lîm-i Edebiyyât Üzerine Risâle’de, bütün divan edebiyatında na‘t ve münâcâtlar dışında şiir denmeye lâyık pek az manzume bulunmaktadır. Beyitler, hatta mısralar arasında mâna ve mantıkça bir irtibat bulunmayışı da eski şiirin, saydığı başlıca kusurları arasındadır. Türk şiirinin İran tesirinden sıyrılıp Türkçeleşmesi meselesini gündeme getirmiştir. Tahrîb-i Harâbât’ta Vâsıf’ın şiirimizde açmak istediği bu yolda aruz yüzünden başarı sağlayamadığını, bunu hece vezniyle yapmış olsaydı büyük bir şair olarak tanınacağını belirterek eserlerinde ilk defa hece vezni meselesini ortaya atmıştır. Nihayet Mukaddime-i Celâl’de, aruzdaki imkânsızlıklar karşısında Türk şiirinin hece vezniyle yazılmasını kabul etmekle beraber hece vezninin aruza göre âhenksiz olduğunu, amiyane şeyler söylemeye mahsus bir tarz gibi görüldüğünden ciddi eserlerde hecenin başarılı olamayacağını söylemiştir. Nâmık Kemal’in Şark edebiyatlarını toptan reddettiği sanılmamalıdır. Fars şiirinin tenkit ettiği taraflar dışında kalan eserlerini sevdiği gibi bunlardan faydalanılması gerektiğini de söylemiş (meselâ bk. Bahâr-ı Dâniş mukaddimesi), Arap şiirine ise bütün dünya edebiyatları içinde müstesna bir yer tanımıştır.

Nâmık Kemal’in münferit eserler üzerindeki başlıca tenkitleri Tahrîb-i Harâbât (1291/1874), İrfan Paşa’ya Mektup (1291/1874), Tâkîb (1292/1875) adlı kitaplarıyla Mes prisons Muâhezesi ve Micromégas tercümelerine dair yazılarında yer almaktadır. Tenkitleri sadece ele aldığı eserle sınırlı kalmayıp çok defa umumi meseleleri de içine alır. Tahrîb-i Harâbât ve Tâkîb’de tenkit ettiği yalnız Ziyâ Paşa’nın Harâbât’ı değil türlü kusurlarıyla divan şiiridir.

 Nâmık Kemal, yeni nesle Mes prisons ve Micromégas muahezeleri gibi yazıları ve özellikle mektuplarındaki tenkitleriyle yol göstermeye çalışmıştır. Abdülhak Hâmid’in Sahrâ’sı ile Recâizâde Ekrem’in birinci Zemzeme’si hakkındaki mektupları onun yeni edebiyat sahasındaki tenkitleri arasında bilhassa zikredilmelidir. Ayrıca eski edebiyat taraftarlarına karşı yeni edebiyatçıları korumaya çalışmıştır (Mahmud Celâleddin, Beyne’l-üdebâ Müsâdeme-i Efkâr, İstanbul 1883). Noksan bir müsvedde halinde kalan Ta‘lîm-i Edebiyyât Üzerine Risâle muhâvere şeklinde yazılmıştır. 

nk3

Tarihle İlgili Eserleri ve Tarihî Şahsiyetler Üzerinde Duran Hal Tercümeleri

Nâmık Kemal’in tarih sahasındaki eserleri küçük denemelerle başlayıp zamanla külliyat haline varan bir genişleme gösterir. Çocukluğunda babasından kuvvetli bir tarih kültürü alan Nâmık Kemal’in daha Tasvîr-i Efkâr’dan başlayarak makalelerinde fikirlerini tarihe dayandırması onun tarihçi tarafını çok güzel aksettirir. Tarihle ilgili ilk eseri İstanbul’un fethine dair yazdığı Bârika-i Zafer’dir. Bunu 1282 Ramazanında (Ocak-Şubat 1866) meydana getirdiği Devr-i İstîlâ takip eder. Ertesi yıl Tasvîr-i Efkâr’da tefrika şeklinde neşredilen bu eserde Osmanlı Devleti’nin Kanûnî Sultan Süleyman’a kadar genişleyerek imparatorluk haline gelme macerasını kısa çizgilerle anlatmaya çalışır. Daha sonra Evrâk-ı Perîşân’daki hal tercümeleri gelir. Bunlardan ilkin Selâhaddin Eyyûbî neşredilmişse de Fâtih ve Yavuz Sultan Selim’in yazılışı ondan öncedir. Onun Devr-i İstîlâ ile birlikte tarih sahasındaki ilk üç eserinde Osmanlılar’ın ilerleme devrini seçmiş olması kendi zamanı bakımından mânalıdır. Magosa’da yazdığı Emîr Nevrûz ile Evrâk-ı Perîşân’a dördüncü hal tercümesini katar (1292/1875). Nâmık Kemal bu eserlerinde kendi kahraman ve vazife fikrine uygun bulduğu şahsiyetleri konu edinir.  Celâleddin Hârizmşah piyesiyle de misyon sahibi kahraman fikrini daha geniş planda devam ettirir

Ernest Renan’ın “l’Islamisme et la science” adlı konferansında İslâmiyet’in ilme ve terakkiye mâni olduğuna dair ileri sürdüğü iddiaya karşı kaleme aldığı Renan Müdâfaanâmesi, onun İslâm ve Osmanlı tarihine bir medeniyet meselesi açısından bakmayı bildiğini göstermektedir. 

Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen


KAYNAK

ÖMER FARUK AKÜNTDV İslâm Ansiklopedisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion