1 Mayıs 2021 Cumartesi

DERSİM ve SEYİT RIZA GERÇEĞİ


DERSİM ve SEYİT RIZA GERÇEĞİ 

Seyit Rıza ve Dersim isyanı konusunda tamamen populist davranılıyor. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı da popülistliktir, bugüne kadar bazı sosyalistlerin grupların yaptığı da. Gerçekleri ortaya koyamıyorlar, çünkü ucunda Alevileri kaybetme kaygısı var. Halbuki bu konunun Alevilikle bir ilgisi yok.
Bu konu Sivas, Çorum, Maraş katliamlarına benzemiyor.
Bu konu Madımak katliamından farklı.

Eğer Kurtuluş Savaşı sırasında çıkartılan isyanlar, cumhuriyet dönemindeki feodal kalkışmalar Alevilere maledildiği takdirde Alevilere en büyük iftira yapılmış olur.
Bir hırsızın, bir katilin, bir sapığın mezhebine bakıp “bu sünniymiş” diyerek ne tüm sünniler karalanabilir, ne de “bu aleviymiş” diyerek tüm Aleviler.
Seyit Rıza’nın mezhebi Alevi olabilir.
Ama yaptıklarının ve isyanının Alevilikle ilgisi yoktur. Yandaşları ona Alevi diye katılmamışlardır, eşkiyalıklarından, kanun-kural tanımamazlıklarından, uşaklıklarından, akrabalıklarından, aşiret dayanışmasından ve feodal zihniyetlerden dolayı katılmışlardır.
Seyit Rıza gibi feodal gericilerin isyanları nasıl ilerici isyanlarmış gibi lanse ediliyor?
Nasıl solcuları, sosyalist sempatizanları aldatıyorlar utanmadan?
Stalin kolhozculuğu yerleştirebilmek için az isyan bastırmadı, az feodal öldürülmedi.
Burjuva devrimleri karşısında direnenler daima gerici görüldü ve bu burjuvanın bu hareketi sosyalistlerce daima alkışlandı. Açın Komünist Manifesto’yu okuyun. Marks-Engels ne demiş görün.
Bu ikiyüzlü yaranma politikaları gerçek sosyalistlerin işi değil. Deniz’ler Mahir’ler bunu yapmadılar.
Bunlar “devlet ve devrim” politikalarını, devlet düşmanlığıyla, Atatürk düşmanlığıyla karıştırıyorlar.

Atatürk Osmanlı içinde bölücülük yapıp farklı bir ülke, farklı bir devlet kurmak istemedi.
Yıkılmış bir devleti yeniden kurdu, ezilmiş bir ulusu yeniden ayağa kaldırdı.
Sevr Antlaşması resmi tarihin uydurması değil.
Kalkıp da osmanlı toprakları içinde bir bölgeyi Osmanlı’dan ayırmadı, bölmedi.
Bağımsızlık, kurtuluş mücadelesi verdi.
Ama daha bu mücadele verilirken İngilizlerin kışkırtmasıyla Cemil çeto isyanı, Koçgiri isyanı, Milli Aşiret isyanı vb. hain ayaklanmalar vukubuldu.

Şeyh Sait isyanı, Ağrı isyanı ve Dersim isyanları da Kurtuluş Savaşı sırasındaki isyanların uzantısıdır, devamıdır. Bu isyanları bire bin katarak iftira haline dönüştürdüler.

Tunceli Kanunu

Tunceli Kanununun mecliste kabul tarihi 25 Aralık 1935.
Resmi gazetede yayınlanma tarihi 2 Ocak 1936.

Kanunun amacı, Cumhuriyet idaresi ve kanunlarını tanımayan, başına buyruk aşiretler birliğinin hükümranlığına son vermek. Devrim ve reformları tüm vatandaşlar gibi Tunceli halkına da kabul ettirmek.
Örneğin soyadı kanunu. Her vatandaş soyadı almak zorunda. “Biz kabul etmeyiz” denebilir mi?
Vali, kaymakam, nahiye müdürü, muhtar vb. mahalli idareleri ile her vatandaş kabullenmek ve uymak zorunda.
Ama o bölgede “devlet içinde devlet” zihniyeti mevcut. Yol yapılmasına, köprü yapılmasına, okul yapılmasına karşı çıkarlar. Askerliği reddederler. Diğer vatandaşlara göre kendilerine imtiyaz isterler. Vergi ya vermezler, ya kafalarına göre vermek isterler. Suçluyu teslim etmezler. Mahkemeleri, cezaları kendileri halletmeye kalkışırlar. Çevre il ve ilçelerde eşkiyalık yapar, Tunceli’ye saklanırlar. Hepsi silahlı. Adam öldürmek, adam yaralamak gırla gidiyor, hesap sorabilen yok.
O zamana kadar tüm barışcıl müdahalelere karşı koymuşlar, silaha sarılmışlar.
Dolayısıyla bu kanun olağanüstü hal kanununu andırıyor bir anlamda ama geçici bir kanun.
Memleketin diğer illeri statüsüne geçinceye kadar işletilmek üzere çıkarılmış.
Yaşanan olaylardan sonra bu kanunun katliam yapmak amacıyla çıkarıldığını iddia ediyorlar, ki hiç ilgisi yok.

İdari kanunların ilk 7 maddesini vereyim. 

Devamını internetten bulabilirsiniz:

Madde 1. Tunceli vilayetine ordu ile irtibatı baki kalmak ve rütbesinin selahiyetini haiz bulunmak üzere korkomutanı rütbesinde bir zat vali ve kumandan seçilir.
Vali ve kumandan usulü veçhile milli müdafaa vekaletinin muvafakati alınmak şartile dahiliye vekilinin inhası ve icra vekilleri heyeti kararile tayin olunur.
Bu vali ve kumandan teşkil edilen dördüncü umumi müfettişliğin de umumi müfettişidir.

Madde 2. Vali ve kumandan vilayet umur ye muamelatında ve vilayet memurları hakkında vekillerin kanunen haiz oıdukları bütün selahiyetleri haizdir .
Vali ve kumandan lüzum gördüğü takdirde vilayeti teşkil eden kaza ve nahiyelerin hudud ve merkezlerini değiştirir ve keyfiyeti dahiliye vekaletine bildirir.

Madde 3. Bu vilayetlerin kaza kaymakamları ve nahiye müdürleri usulü dairesinde milli müdafaa vekaletinin muvafakati alındıktan sonra vali ve kumandanın inhası ve dahiliye vekilinin tasvibi üzerine kararname ile ve orduya irtibatları baki kalmak şartile muvazzaf subaylardan dahi tayin olunabilir.
Bunların ve vilayet kadrosunda iş gören subayların hak ve kıdemleri mahfuzdur. buradaki hizmetleri askeri hizmetten sayılır ve maaşları rütbelerine göre milli müdafaa vekilliği bütçesinden verilir.

Madde 4. Tayini vali ve kumandana ait memurların ve mustahdemlerin harcirahları geldikleri yerden memur oldukları mahalle kadar verilir.

Madde 5. Vali ve kumandan vilayette kullanılan askeri memurlar hakkında inzibati bakımdan askeri kanunların kendisine verdiği disiplin selahiyetini kullanır.
Diğer memurlar hakkında da ihtar ve tevbih cezalarından başka kanunlarm inzibat komisyonlarına verdiği maaş katı, kıdem tenzili selahiyetlerini de resen kullanır ve bu cezalar sicile geçer. sınıf tenzili ve memuriyetten ihrac cezaları inzibat komisyonu kararı ile tatbik edilir.
Hâkimler kanunu hükümleri mahfuzdur. ancak vali ve kumandan adliye memur ve katibleri hakkında hakimler kanunu hükümlerine göre bunların amirleri tarafından verilecek cezaları dahi tatbika selahiyetlidir.

Madde 6. Bu vilayette umumi meclis vazifesini valinin veya tevkil edeceği zatın riyaseti altında vilayet idare heyeti azaları ile kaza kaymakamlarından mürekkeb bir heyet görür. Daimi encümen işini valinin veya tevkil edeceği zatın riyaseti altında defterdar, maarif müdürü, nafıa başmühendisi veya bunların vazifelerini görenlerden mürekkeb bir heyet görür. İdarei hususiyei vilayet kanununun diğer hükümleri meridir.

Madde 7. Vali ve kumandan lüzum gördüğü belediyelerde reislik vazifesini kaymakamlara ve nahiye müdürlerine verebilir.

Aşiret yapısı birçok ilde vardı ama Dersim kadar “devlet içinde devlet” şeklinde bir başına buyruk feodal yapı yoktu.
Feodalitenin tasfiyesinden önce, her bölgeye-her aşirete-her vatandaşa devleti tanımayı kabul ettirmek gerekirdi. Feodalitenin tasfiye edilmeyişinden, toprak devriminin yapılmayışından dolayı eleştiririz Atatürk dönemini, bir eksiklik olarak görürüz. Ama bırakın tasfiyeyi, tanınmayı dahi zorla kabul ettirebilmiştir.
Başbakan tanımayan, valiyi, milletvekilini takmayan feodaller mevcuttu.
İslamda bile biat alma vardır. Herkes halifeye biat eder. Biat etmeyen yokedilir, yoksa tehlike arzeder.
Fatih, bırakın biat almayı, kardeşlerin öldürülmesini kanunlaştırmıştır.
Bir örgüt içinde “Ben önderi tanımam, kimseden emir almam” denilebilir mi mesela?
PKK’nın Güneydoğu’da diğer örgütleri nasıl sindirdiğini gayet iyi biliyoruz. Bölgede egemenlik kurabilmek için az insan katletmediler.
Cumhuriyet de, her bölgede, her ilde kendini ve kanunlarını kabul ettirmek zorundadır.
Ama Tunceli’deki gerici feodal aşiretler kabul etmeyip direniyor.
Örneğin adam köy basıyor, yakıp yıkıyor. Mağdurlar şikayet ediyor. Ne kolluk kuvvetleri, ne devlet suçluları alamıyor. Adalet işlemiyor.

Oğlunu öldüren kişinin aşiretini, köyünü basıyor Seyit Rıza. Taş üstünde taş bırakmıyor. Tüm evleri yakıp yıkıyor. Tüm köylüleri katlediyor. Öyle bir kin ki, mezar taşlarını bile kırıp döküyorlar. Ve cezalandırılamıyor.

Ama kendisi idama giderken “Zulümdür, yazıktır, günahtır” diyor. O köyün masum insanlarına yazık değil miydi?

Şimdi devleti tanımayanın, devletle savaşmayı göze alması gerekir.
Bu durumda da “Öldürdüler, bombaladılar, göç ettirdiler” diye şikayet etmemesi gerekir.
Ne yapacaktı devlet?
Hiçbir anlaşmaya gelmiyorsun. Kanun tanımıyorsun. Tabi ki müdahale edilecek. Ama insanlık dışı yöntemlerle değil, katliam boyutunda değil,  silahsız insanları bile öldürecek kadar gözü dönmüş olarak değil. Ne yazık ki Dersim’de bu yapılmıştır ve devlet haklı iken haksız duruma düşmüştür. Katliamla kalmamış, zorunlu göçlerle yaraya tuz biber ekilmiştir.

Zorunlu göçler de keyfi değil, çaresiz bu karara varılıyor. İsyanın iki yıl boyunca bastırılamaması nedeniyle mecbur kalınarak katı yöntemlere başvuruluyor. İsyanda yer aldığı tespit edilen köyler göçe zorlanıyor. Bu doğru değil belki ama başka çaresi de yok.
Tunceli kanunları arasında bu madde mevcut zaten. “Gerek duyulduğu takdirde, lüzumu görülenler başka bölgelere yerleştirme yapılabilir” deniyor. Neler olacağı farkedilmiş ki bu kanunu koymuşlar. Çünkü Osmanlı’da kaç sefer bölgeye müdahale edilmiş, netice alınamamış.

Bunlar hoş değil. Hele çağımızda artık hiç olmaması gerekir.
Ne devlet tarafından, Dersim İsyanının bastırılma yöntemleri örnek alınmalı.
Ne de Kürtler tarafından Dersim İsyancıları örnek görülmeli.

Bu arada bir Dersim türküsü dinleyelim:

Ayşe Hür’ün kaleminden bir iddia: (Taraf)

Bu olayı Celal Bayar’ın ağzından dinleyelim: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş… Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı… O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk…” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.)

Bu mülakatta, Celal Bayar, asıl sorumlunun Atatürk olduğunu ima ediyor, ama kendisinin ‘etkisiz’ eleman olduğunu kabul etmek zor.

“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” misali, Celal Bayar’ı “etkisiz eleman değil” diyerek Atatürk’ü etkili eleman olarak gösterme ve sanki isyanlara, karakol basmalara rağmen Dersim’e müdahaleyi bir suçmuş gibi lanse etme çabası.
Elbette müdahale edilecekti. Müdahale edilmemesini savunmak mümkün mü?
İsyancılar devleti tanımayacak, devletin yaptığı köprüleri yıkacak, karakolları basacak, askerleri öldürecekler, bunun karşısında devletin başındakilerin “Başka çare yok, vuracağız” kararı eleştirilecek. Nerede görülmüş bu? Bunu bir katliam emri olarak algılamak ve sunmak yanlıştır. Atatürk gereğini yapmıştır. Büyük olasılıkla sonucun katliama dönüşeceğini tahmin edemezdi. Ama hükümeti uyarması, istenmeyen üzücü olaylardan kaçınılması talimatını vermesi yerinde olurdu. Bunu yapmaması da Atatürk’ün sorumluluğu olarak görülebilir.

Üç soruyu yanıtlayalım:

Ayaklanmanın Nedeni?

– Ayaklanmanın nedeni belli tabi.
Tümü silahlı olan aşiretlerin hükümranlığında bir bölge. Osmanlı başedememiş, defalarca müdahale edilmiş ama sonuç alınamamış. Bölgede cinayetler, soygunlar oluyor, adalet işletilemiyor. Devlet içinde devlet gibi, feodal bir yönetim var. Devleti tanımıyor. Vali, kaymakam dinlemiyor. Suçluları teslim etmiyor, sahipleniyor. Askere kimseyi göndermiyor, vergi vermiyor. Hizmet kabul etmiyor. Yol, köprü, okul vb. yeniliklere karşı koyuyor. Islah edilmesi için 1935 Tunceli kanunu çıkarılıyor ve bölgeye vali atanıyor. Köprüler, yollar yapılmaya başlıyor ki köprüyü yakıyor, karakol basıp askerleri öldürüyorlar. Ve isyan başlıyor.

Ölenlerin sayısı?

– Dersim’de ölen insan sayısı hakkında çok çelişkili iddialar var.
Bunlar 3-5 binden başlıyor, 55 bine, 80 bine kadar abartılıyor.
İki yıla yakın süren, bir durup yeniden alevlenen, aylarca çatışılan isyanda
resmi rakamların 13.000 küsur kişinin öldüğü şeklinde iddia ediliyor ama sadece söylentiden ibaret. Buna karşın en gerçekçi rakam gibi duruyor. Rakamlarla ilgili verilmiş tek resmi bilgi şudur: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır.”         Arşivler açıldığında resmi rakamlar da belli olur, 90-100 binden söz edenler bakalım o zaman ne kulp takacaklar?!

Sürgünler doğru mu?

– Sürgünler doğru. 9 yıllık zorunlu sürgün uygulanıyor. Çoğunluğu Trakya bölgesine olmak üzere yaklaşık 11.000 kişi göç ettirildiği tahmin ediliyor. 9 yılı doldurduktan sonra 1947’de eve dönüşlerine izin veriliyor. Büyük olasılıkla isyanda yer alan aşiretlere mensup aileler seçiliyor.

Çağlayangil’in Kılıçdaroğlu’ya açıklaması

Zamanın Malatya emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in şimdiki CHP milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’yla 1988 yılında yaptığı iddia edilen bir röportajda mağaralara sığınmış çoluk çocuk, kadın yaşlı birçok insanın zehirli gazlarla fare gibi öldürüldükleri, 7’den 70’e Kürtlerin katledildiği söylenmiş:

Taraf gazetesi yazarı Ayşe Hür’e gönderilen bir ses CD’si.
Ayşe Hür yazısında “Çağlayangil’i tanıyan birkaç kişiye dinlettim. Onun sesi olduğunu doğruladılar” diyor.
Bence en başta Kemal Kılıçdaroğlu’na sormalıydı. Ne diye Çağlayangil’in sesi olup olmadığını soruşturmuş ki. Kılıçdaroğlu tasdikliyorsa doğru demektir.
Fakat cumhurbaşkanlığı vekilliğine kadar yükselmiş ve Dersim’de mahkemelerde sorumluluk almış bir devlet adamı şu cümleleri asla sarfetmez:”Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.”

Araştırmalara göre o dönemde ordunun kimyasal bir silaha sahip olmadığı öne sürülüyor. Bunun doğruluğunu kesin olarak bilemiyoruz ama Çağlayangil bu ifadelerde bulunmuş bile olsa doğru konuştuğu söylenemez. Yahu bu Çağlayangil, hem mağaraların yanında, hem 7 den 70’e kesilenlerin yanında, hem de mahkemelerde. Buna imkan var mı? Belli ki o da abartılı duyumlara göre konuşuyor. Yaşı da bir hayli ileri olduğundan aklında o duyumlar kalmış herhalde.
Üstelik de 15 kasım 37’de Atatürk bölgeyi geziyor. 18 Kasım’da Tunceli’yi teftiş ediyor. Okul çocuklarıyla konuşuyor. Halk her yerde kendisini coşkuyla karşılıyor.
Bugün cumhurbaşkanı ve başbakan, örneğin Diyarbakır’da böyle bir harekat yaptırsa, katliamlar olsa, önde gelen bir aşiret reisi asılsa, 7’den 70’e herkes öldürülmüş olsa ertesi günü cumhurbaşkanı bölge gezisine gider mi? Halkın karşısına çıkabilir mi? Bir deprem olduğunda gidemiyorlar, böyle bir durumda mümkün mü?
Akıl var, mantık var. Bir de bu tarafından düşünün bakalım.

Yanlış anlaşılmasın, katliam olmamıştır demiyorum. Ama yansıtıldığı gibi soykırım olmamıştır. Ya da soykırım derecesinde hunharca ve iddia edilen sayılarda bir katliam olmamıştır. Bu iddialar aşırı abartılıdır. Ve 1937 ile 1938’i birbirinden ayırmak gerekir. 1937 harekatında yani Atatürk’ün yakından ilgilendiği harekatta öldürülenlerin tümü 262 kişidir ve hepsi isyancıdır. Asıl katliam 1938 Ağustos’undan sonradır. O harekatta isyanı bitirecek şekilde en sert, en insafsız şekilde müdahale edilmiş ve binlerce silahlı-silahsız insan öldürülmüştür ve öldürülenlerin içinde kadınların hatta çocukların olduğu söylenmektedir. Bu sıra Atatürk ağır hastadır ve devlet işlerinden el çekmiş durumdadır. Ve kendisine müdahale hakkında bilgi aktarıldığına dair hiçbir kayıt yoktur.

Bunu bilmelerine rağmen Atatürk’ü 1. derecede sorumlu gibi göstermeye çalışmak art niyet içermektedir. Sayıyı yüksek tutmak ve soykırımla nitelemek de bu art niyet nedeniyledir. Bu iftiralar ve aşırı abartılı rakamlarla Türk düşmanlığı yarattıklarının farkındalar mı acaba? Bunların sonucunda intikam hırsıyla tutuşan ırkçıların peydahlandığını görmüyorlar mı? Bir örnek:

“Türklerle aynı gökyüzü altında yaşamak istemiyoruz” diyecek kadar gözü kararmış bir ırkçı zihniyetin değerlendirmesini okuyuculara bırakıyorum. Asıl ırkçılık, asıl soykırımcılık bu değil midir?

http://www.dersim.bi…aporu_1995.html

Bire bin katan, herşeyi abartan, iftira eden ve sonunda da ırkçılıklarını ortaya koyan bir zihniyet.

Zorba feodal derebeyi Seyit Rıza idama giderken “Evladı Kerbelayız, zulümdür, günahtır” demiş ya;

Zulümden şikayet eden bu eşkiyadan daha zalimi çıkmamıştır Dersim’den. Anlatalım:
Seyit Rıza’nın oğlu Bava bir görüşmeden dönerken pusuya düşürülerek öldürülür.
Katilinin Sadoğlu aşiretinden olduğu söylenir.
Seyit Rıza silahlı adamlarıyla aşiretin köyünü basar.
Herkesi çoluk-çocuk-kadın-yaşlı demeden katleder.
Evleri yakar. Taş üstünde taş bırakmaz.
Öyle bir kindir, öyle bir zalimliktir ki bu hırsını alamaz, köy mezarlığına bile saldırırlar.
Mezar taşlarını yerlerinden söker, mezarları parçalar, dağıtırlar.
Yani sağ olanların canını almakla yetinmemiş, geçmişteki ölülerine bile saldırmıştır.
Üstelik katlettiği insanlar da Alevidir.

Bu bilgiyi Alevilerden saklarlar. Açığa vurulsa bir anda gözden düşecektir ama siyaseten gizlerler.

O dönemin ünlü bir Alevi ozanı vardır Dersim’de, adı Sey Kaji.
Seyit Rıza, bu ozandan oğlu bava için bir ağıt yazmasını ister.
Ancak Sey Kaji kabul etmez: “Sen ki Sin’i yaktın, ben senin acına rağmen oğluna ağıt yakamam” der. (Bianet)

Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerin kışkırtmasıyla çıkarılan Koçgiri İsyanının elebaşılarından Alişer ile Baytar Nuri’yi devlete teslim etmeyip, onlarla yeni bir isyana hazırlanan çapulcu Seyit Rıza’nın İngilizlere yazdığı mektubu görelim şimdi:

Tarih: 30 Temmuz 1937

“Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,

Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.

Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor.Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.”

Seyit Rıza Dersim Generali

Bu mektubun aslı Londra’da, ‘Public Record Office’ arşivleri arasındadır. O yüzden inkar edemiyorlar ama Seyit Rıza’yı kurtarmaya çalışan zihniyet, mektubu onun yazmadığını, Nuri Dersimi’nin yazdığını iddia ederler. Diğer yalanları gibi bu da yalandır. Mektubun altında Seyit Rıza’nın olduğu kesin olan imza vardır.  Nuri Dersimi’ye yazdırtan ve imzalayan Seyit Rıza’dır.

Seyit Rıza’ya seyitlik babasından kalmıştır. Bu şeyh-seyit denen soytarılar babadan oğula, oğuldan toruna sömürür milleti.
Şeyh Sait ya da Seyit Rıza farketmiyor. Çünkü Şeyh’in karşılığı, Seyit’tir.
İkisinin de isyanı Cumhuriyetedir, devrimleredir. Gerici niteliğe sahip isyanlardır.

Türkiye Cumhuriyeti şeyhler (seyitler), dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” denilmiş o yıllarda.

Aradan geçen 70 yıla rağmen bugün bile ortalık şeyh, seyit, mürit, meczup, ulema kaynıyor.
Aşiretler dimdik ayakta. Ağalar, derebeyleri hala hüküm sürüyor. Bu feodaller partilerde milletvekili olarak yer alıyor. Liberali, sosyalisti bile feodalleri ağzına almıyor, feodalite aleyhine konuşmuyor. Hatta kaypaklığı ve işbirlikçiliği nedeniyle ÖDP’den düşürülen Ufuk Uras, feodaliteyi problem olarak gören genelkurmay başkanının yargılanmasını isteyecek kadar feodalite savunması yapıyor. Daha da ileri gidiyor, meclisteki konuşmasının son cümlesini Seyit Rıza denen çapulcu feodal derebeyinin sözleriyle tamamlıyor.

Kurtuluş Savaşının başlangıcından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen 18 yıl içinde tam 26 isyan çıkarılmış.
Dökümü aşağıda. Hepsi gerici feodal isyanlar. Bir tanesi bile haklı bulunabilir mi?

1919-1922 – Simko İsmail Ağa İsyanı
11 Mayıs 1919 – Ali Batı İsyanı
21 Mayıs 1919 – Mahmut Berzenci İsyanı
6 Mart 1921 – Koçgiri İsyanı
4 Eylül 1924 – Beytüşşebab İsyanı
13 Şubat 1925 – Şeyh Sait İsyanı
10 Haziran 1925 – Nehri İsyanı
7 Ağustos 1925 – Reşkotan-Raman İsyanı
Kasım 1925 – I. Sason İsyanı
16 Mayıs 1926 – I. Ağrı İsyanı
21 Ocak 1926 – Hazro İsyanı
7 Ekim 1926 – Koçuşağı İsyanı
26 Mayıs 1927 – Mutki İsyanı
13 Eylül 1927 – II.Ağrı İsyanı
7 Ekim 1927 – Bıcar İsyanı
6 Temmuz 1929 – İt Resül İsyanı
20 Eylül 1929 – Tendürek İsyanı
26 Mayıs 1930 – Savur İsyanı
20 Haziran 1930 – Zilan İsyanı
21 Temmuz 1930 – Oramar İsyanı
7 Eylül 1930 – III. Ağrı İsyanı
24 Ekim 1930 – Pülümür İsyanı
Eylül 1930 – II. Mahmut Berzenci İsyanı
Kasım 1931 – Şeyh Ahmet Barzani İsyanı
Ocak 1937 — II. Sason İsyanı
21 Mart 1937 – Dersim İsyanı

Ortada eleştirilecek kadar büyük bir katliam varsa o dönemin solcuları neden eleştirmemiştir?
Hani var mı TKP’nin o döneme ait bir eleştirisi?   Var mı 
Nazım Hikmet’in bu konuda bir şiiri ya da yazısı?
Çünkü gerici feodal isyanların yanında olmak istememiştir.
Örneğin; Şeyh Bedreddin isyanı çok daha büyük boyutludur ve destanlaştırmıştır bu isyanı. Akşam gezintisi şiirinde Ermeni katliamını yazmıştır. Ama Dersim hakkında tek bir satırı bile yoktur. İsteseydi Moskova yıllarında rahatça yazabilirdi, bir engeli yoktu.

TKP 1920’lerde de, 30’larda da faaldi. Yasaklandığı yıllarda faaliyetlerini durdurmuş değil.
Dergilerle mücadelesini sürdürüyordu. İllegal bile olsa, hiç mi duymadılar?
Gazeteler harekatı yazıyor o günlerde, mümkün mü bilmemeleri? Tersine Komüntern’in feodal isyanı eleştiren ve müdahaleyi destekleyen açıklaması vardır.

Sovyetler de, İngilizler de, Fransa ve Amerika da harekattan, olaylardan haberdardı. Hiçbirinden tek bir eleştiri gelmedi.
Hatta İngiltere ve ABD’nin olumlu raporları var. Yani, onlar bile eleştirecek bir yan bulamamış.
Bugünden 70 sene öncesine bakınca eleştirmek mümkün.
Ama o günün koşullarında devlete isyan edenler hangi ülkede hoşgörülebilir?
Denilebilirmi ki şu ülkede olsaydı, bu tür bir müdahale yapılmazdı, çok daha demokratik yaklaşılırdı.
Öyle bir ülke göremiyorum. Liboşların hayran olduğu, sürekli savunduğu ABD’yi gözönüne alalım. Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan atom bombaları tamamen sivil halka yönelikti. Kundaktaki bebekten yaşlı insanlara, kadınlara kadar ayırımsız masum insanlar katledildi. Sadece bombaların patlamasının ardından 150.000′e yakın insan öldü. Sonrasındaki radyasyondan ise yüzbinlerce insan öldü ve sakat kaldı. Hala etkileri devam ediyor. Bu ABD o zaman öyleydi de şimdi düzeldi mi? Daha birkaç yıl önce Irak’taki saldırılarının sonucunda 1 milyona yakın Irak’lı kadın dul kaldı. Vietnam’daki hunharca katliamları da unutulmuş değil.

Sadece ABD mi? Son yüzyılı ortaya koyduğumuzda bugün özgürlükçü demokrat olarak görülen hemen bütün büyük ülkeler Türkiye’den temiz değildir. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, Belçika ve diğerleri. Hatta SSCB. Her birinin Dersim’den kat kat büyük katliamlara atılmış imzaları vardır.

Bu üzücü olayların tekrarlanmaması için eleştirelim elbette. Ama eleştirirken objektif olalım.
İntikamcı, kinci bir toplum yaratmayalım. Kimse kalkıp da “Türklerle aynı gökyüzünü paylaşmak istemiyoruz” demesin, diyemesin. Yoksa bu çağda çok daha acı olayların yaşanmasının önüne geçilemez.

Sosyalistlerin Dersim olaylarına bakış açısı şöyle olmalıydı bana göre:

“Cumhuriyet hükümeti Dersim’de devleti tanımayan başına buyruk feodal idareye son vermek istemiş ve bölgeye müdahale etmiştir. Ancak bölgedeki bazı aşiretlerin mukavemetiyle karşılaşmıştır. Mukavemet daha sonra isyana dönüşmüş ve Ankara’nın emriyle isyan çok sert yöntemlerle bastırılabilmiştir. Çok sayıda ölü ve yaralının ardından binlerce insan batı bölgelerine sürgün edilmiştir. Katliama dönüşen askeri müdahalenin detayları hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Ölenlerin ve sürgün edilenlerin sayısı ile olayın ayrıntıları ancak devlet arşivlerinin açılması ile anlaşılabilecektir. Arşivler bir an önce açılmalı, katliamın sorumluları ortaya çıkarılmalı, devlet adına Dersimlilerden özür dilenmeli ve yaralar sarılmalıdır.”

Var mı böyle bir yaklaşım?
Hangisine bakarsanız katliam ya da soykırım. 60’la başlayan 90 binlere kadar çıkan uydurma ölü sayıları.
Dedikodu duyumlarıyla anlatılan abartma hikayeler. Birçoğu Kürtçü isyancıların uydurması.

TKP’ye gelince “yanlış yapmışlar, Kemalizmin kuyruğuna takılmışlar” diyorlar.
Kendileri Kürtçü şovenlerin kuyruğunda olunca tabi böyle söyleyecekler.
Dikkat ediniz, suçladıkları ırkçılar, faşistler değildir, komünist partililerdir, sosyalistlerdir.
O dönemde bugünkü gibi onlarca fraksiyon yok. Bütün sosyalist, komünistler TKP’de.
Ama bugünkü TKP’yi eleştirir gibi geçmiştekini de eleştiriyorlar.
Yetmiyor, Nazım Hikmet’i de milliyetçi diye karalıyorlar.
Sovyetleri Kürtlere sırt çevirmekle suçluyorlar.
Yani bunlara göre gerici Kürtçü isyanlardan yanaysanız iyisiniz, karşıysanız ya faşistsiniz ya Kemalizmin kuyruğuna takılmışsınız. Şoven kafalardan da bu beklenir ancak.

O dönemin sosyoekonomik girişimlerine bakalım şimdi:

1929 yılında zirai kredi kooperatifleri kanunu çıkarılmış.
Tarımda kalkınmaya kredi olarak o dönem için büyük bir para olan 26 milyon ayrılmış.
7 milyon dönüm tarım arazisi topraksız ya da az topraklı köylülere dağıtılmış.
Tarımda makinalaşma seferberliği başlatılmış, 3000 civarında traktör dağıtılmış.
1937’de köy kalkınma hamlesi başlatılmış. Şevket Süreyya Aydemir, bunun büyük bir kalkındırma seferberliği olduğunu ama bu büyük rüzgarın 1945’lere kadar sürebildiğini ve kesildiğini söyler.
Köy Enstitüleri, tarım ve makinist meslek okulları bu yönde atılmış büyük adımlardı.

“1923-1929 döneminde tarımda nispi bir gelişme görülmekle birlikte, değişmeyen mülkiyet ilişkisi, hızlı bir üretim artışı ve modernleşmeye engel teşkil etmektedir.(…) Çalışmak için büyük şehirlere giden köylü dahi, Bey’e cizyesini muntazaman ödemektedir. Kürt isyanları üzerine bir takım beylerin sürülmesi bite, durumu değiştirmemiş, köylü, beylerin yerinde kalan nazır ve akrabalarına vergisini vermiştir. Bir çok köy, bu beylerin ‘batapu’ malıdır. Dersim’de Seyit Rıza, 230 köye hükmetmektedir. Muş ovasının önemli bir kısmını mülkiyeti altında bulundurmuş olan Hacı Musa, topraklarından geçenden baç almaktadır.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, cilt:1, s.481)

Aynı yıllarda CHP’nin Meclis’teki sözcüsü olan Mazhar Müfit, neden toprak reformu yapamadıklarını şu şekilde açıklamaktadır:

“Mustafa Kemal, bir çok reformlar yapmak istiyor, toprak reformu için burada ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt mebusanlarından Fevzi Beyler ve diğerleriyle konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi çok çetin bir mesele. Ağalara toprak reformunu anlatmak imkansız. Bu reformu ele almak bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapadık.” (Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.70)

Tüm girişimlere rağmen feodalizmin tasfiyesi konusunda başarısız kalınmıştır. Çünkü öncelikle devlete bağlılık, itaat sağlanamamıştır. Bugün bile buna cesaret edilememektedir.

Seyit Rıza’nın eşinden de bahsedelim biraz:

Seyit Rıza’nın karısı aşırı fanatik bir Kürt milliyetçisi. Silah kullanmasını iyi bilen gözü kara bir kadın.

“Dedeman Aşireti köyüne mola vermek maksadıyla uğrayan, Besi adlı kadının yanına gelen ihtiyar, Cafer Dede ‘ye ;

– Ey söyle bakalım Cafer Dede. Umumi siyaset durumu nasıl diye sorar. Cafer Dede, Seyit Rıza’nın karısına sağ eliyle sakalını sıvazladıktan sonra heyecanlı olarak anlatmaya koyulur.

“Alamanlar, Capanlarla bir olup Fransızları titretmeye başlamışlar. Ruslar da diş biliyorlarmış. İspanya Yahudileri de, birbirine girmiş. İngiliz Kralı Atatürk’e misafir olmuş. Seferberlikte biz İngilizlerle olsaydık, biz üste çıkardık. Çünkü İngilizler kurnaz adamlar, dünyayı parmaklarında oynatıyorlar. Akıl istersen Frengistan. Güzel istersen Gürcistan, Eroğlu istersen Türkistan” diyerek sözlerine devam etmek isterken Besi hemen söze katılarak ;

“Uşaklıktan ruhunuzu benliğinizi kaybetmişsiniz koca bunak! Eroğlu er istersen! Kürdistan’da bulunur” diye azarlar. Cafer Dede Besi’nin bakışları arasında korkarak kendini savunmak ister.

“Irkımız Hazer Türklerinden gelir. Kitaplar böyle yazar. Büyüklerimiz de böyle söyler. ” der Cafer Dede. Bunu söylemişti ki, mermiyi alnının orta yerine yedi. (s-20 )”

Besi köylülere dönerek;

“Hazreti Ali Hürmeti için,on iki imam adına bu adam öldürüldü diye belirtmiştir.
( Barbaros Baykara, Dersim 1937 s-21)”

Yarbay Kemal’in Dersimlilere seslenişi:

“Sizin olacak bu topraklar. Tohumluğunuzu, aletlerinizi hükümet verecek. Şeyhe ağaya ihtiyacınız yoktur. İnsafsızca asırlardır sömürüyorlar sizi. Bugüne kadar haraç ve ağalık hakkı ile sizleri soyup soğana çevirdiler. Ardından da size cesaret verip soyguna çapula, kan davasına sürdüler. Bunların günahı, vebalini de sizlere yıktılar. Sen ağa hatırına hapislerde çürürken, dünyanın tüm nimetleri ile sefa sürdü bu alçak adamlar. Biz sizleri, Dersimli şeyhlerin, ağaların zulmünden kurtarmağa yemin etmiş insanlarız. Açtığımız yollar, kurduğumuz köprülerle yaptığımız okullarla, yeni bir nizam kurulacak burada. Kendi kendinizin efendisi olacaksınız. ( Dersim 1937, s-147 ) ”

Ama çapulcu derebeylerin kölesi haline gelmiş bazı aşiret mensuplarına dinletemez bu sözlerini. “Yarın cenderme gider, siz yine elimize kalırsınız.” tehditlerine karşı koyamazlar. Ama devletin şakası yoktur ve isyancılara hadleri bildirilir. Seyit Rıza çapulcusunu teslim alan, bu konuşmayı yapan Yarbay Kemal’dir.Yarbay Kemal, devlete karşı gelen Seyit Rıza ile diğer aşiret reislerini, barındıkları Kutu Deresi bölgesinde yakalamak için çevre illerden gelen birliklerle geniş çaplı operasyon başlatmıştır. Uçak ve ağır silahların kullanıldığı bu geniş çaplı operasyonda zayiat verilmesine rağmen, isyancıların büyük bir bölümü imha edilmiştir. Teslim olanları ise Elazığ Cezaevine gönderilmiştir. Seyit Rıza’nın karısı Besi’de bu operasyonda Yarbay Kemal tarafından canlı yakalanmaya çalışılmasına rağmen, yakalanacağı sırada teslim olmayıp, uçurumdan atlayarak intihar etmiştir. Kocası Seyit Rıza ise ilk etapta ele geçirilememiştir. Kışın gelmesiyle dağlarda yaşayamayacağını anlayan Seyit Rıza Erzincan girişindeki karakola gelerek Yarbay Kemal’e teslim olmuştur.

Seyit Rıza ve isyanın 5 elebaşısı yargılanarak idam edilir. Ama bir müddet sonra Kureyşan aşireti diğer Kürt aşiretlerini de kışkırtarak yeniden ayaklanır. 2 Ocak 1938’de Jandarma müfrezesine saldırılır, karakol basılır. Çok sayıda asker ölür.
İşte asıl acı olaylar bundan sonra başlar. Mart ayında bölgede yeniden harekat başlar ama isyan tamamen sonlandırılamaz. Yer yer devam eder, yaz boyunca sürer.
Atatürk’ün ağır hasta olduğu döneme girilmiştir ve bölge ile ilgili gelişmelerden habersizdir. Hükümetin başı ise liberal Celal Bayar’dır. Tüm yetki ve sorumluluk ondadır.
İsyanın bir türlü bastırılamaması ve asker kayıpları karşısında katı yöntemlere başvurulur ve Eylül-Ekim 1938’de dağa kaçan isyancılara ağır darbe vurulur. Sürgünlerin çoğu da bu dönemde gerçekleşir.
Uzun süren isyanın bu gergin psikolojisiyle istenmeyen olaylar meydana gelmiş olabilir.
Fakat öyle akılalmaz ve mantıksız hikayeler anlatılmaktadır ki, bunlara inanmak mümkün değildir. Bu hikayelerin sahiplerine bakıldığında kimisinin Kürtçü, kimisinin de Nurcu olması şaşırtıcı değildir. Örneğin Albay Hulusi’nin anıları diye anlatılanlara baktığınızda kendi alayı bir tek kişiyi bile öldürmemiştir ama iddiasına göre “herkesi imha” emri verilmiştir ve bu imha gerçekleşmiştir. Albay Hulusi’yi araştırdığımızda karşımıza bir Nurcu çıkıyor ve arkasında Said Nursi var. Yine yüzbaşı Şevki’nin anlattığına göre “çoluk-çocuk, kadın, ihtiyar demeden herkes gaz dökülerek yakılmış. Hatta dışarı atılan bir bebeği, bir yüzbaşı süngü ile tekrar ateşe atmış.” Bu adi iftirayı anlatan kişinin de Said Nursi’nin talebesi olması ilginçtir.

Dersim İsyanını soykırım olarak lanse eden, sorumlusunun Atatürk olduğunu iddia eden, rakamları ve olayları abartan bölge halkı değildir. İsyan eden aşiretlerin mensupları ve Kürtçü düşünceler içinde olanlardır. Bunlar azınlık bir gruptur. Tunceli halkı bunlara kapılmaz.
Aşağıdaki satırlar Melih aşık’ın:
Kürtlere ve Alevilere yağ yakmak isteyenler, demokrat görünmek çabasındakiler, Cumhuriyeti ve Atatürk’ü gözden düşürmek isteyenler omuz omuza savaşıyor.
Acaba Tunceli halkı da böyle mi algılamıştır olayları? İsyancı Seyit Rıza’yı kahraman, CHP’yi katliamcı mı görmüştür? Bakınız… O olayların sıcaklığı sürerken…
1950 yılında Türkiye’de ilk genel seçim yapılıyor…
Tunceli’de DP oyların yüzde 60’ını alıyor, CHP yüzde 40’ını…

1954 seçimlerinde CHP oyların yüzde 53’ünü alıyor, DP yüzde 46’sını…
1957 yılında CHP oyların yine yüzde 53’ünü alıyor, DP bu defa yüzde 34’ünü…
1965 seçiminde CHP yüzde 34, AP yüzde 27.
1973’te CHP yüzde 70, AP yüzde 14… Günümüzde ise CHP’nin en yüksek oranda oy aldığı ildir Tunceli. DP’nin oyları silip süpürdüğü dönemlerde bile oyunu CHP’ye vermiş.
Yöre halkı CHP’ye katliamcı diye baksa oyunu böyle mi kullanırdı?

Kesik Baş Yalanı

aliser-ve-esinin-kesik-baslari-alpdoganin-masasinda-listelist

Bu fotoğrafı güya  askerler Dersim halkının kafasını kesiyormuş, sonra da resim çektiriyormuş şeklinde verirler ki yalandır. Hozat bölgesinde Şahan Ağa isyancı bir grupla Türkiye’ye kafa tutmaktadır. Hakkında yakalama kararı ve ödül vardır. Birlikte hareket ettiği Yusufhan aşireti yaptıkları işi yanlış bulup yön değiştirmiş, devletin yanında yer almaya karar vermiştir. Bu süreçte, Şahan Ağa süt kardeşinin ihanetine uğrar. Şahan ağa bir ağacın altında uyuyup dinlenirken o sırada süt kardeşi Lılo Hıdır silahını Şahan ağanın şakağına dayayıp ateş eder. Ardından başını keserek Hozata götürüp Türk askerlerine teslim eder. Askerlerin kesik başla fotoğrafının aslı budur.

Sonuç:

Dersim’de bir isyan yaşanmıştır ve isyan katliamla ve kısmi tehcirle bastırılmıştır. İsyanın sorumlusu isyancılardan ziyade dönemin hükümetidir. Osmanlı’dan beri özerk denebilecek bir şekilde başına buyruk yaşayan bir bölgeye karakol yapmak yerine okul, hastane yapılmalı, spor alanları ve sosyal tesisler kurulmalıydı. Orada görev yapacak olanlar önce eğitimden geçmeli ve halka kesinlikle ters düşecek davranışlara girişmeyecek şekilde disipline edilmeliydiler. Kötü muameleler, taciz ve tecavüzlere asla mahal verilmeyecek önlemler en başından alınmalıydı. Asimilasyona yönelik söylemlerden kaçınılmalı, dini ya da milli kültürel farklılıklara hoşgörü ile yaklaşılmalıydı. Ancak bunlar yapılmamış ya da eksik yapılmış, dolayısıyla isyana yol açacak zemine sebep olunmuştu.

İsyanın bastırılmasında çok katı davranılmış ve orantısız güç kullanılmıştı. Teslim alınanların ya da etkisiz hale getirilmiş olanların toplu halde öldürülmeleri katliamdır. Korkudan mağaralara saklanmış insanları bombardımana tutmak da katliamdır. Hükümet bu aşırı sert müdahaleyle yanlış yapmıştır. Muhakkak ki silahsız insanların öldürülmesi emredilmemiştir ama askerlere silahsız insanların kılına bile dokunulmaması yönünde kati emirler verilmiş olsaydı, operasyonlar katliam boyutunda olmazdı.

İsyanın başı Seyit Rıza ve diğer isyancılar asılmamalıydı. Belki isyanı kökten halletmek amacıyla bu idamları yaptılar ama yanlıştı. Sonuçta Cumhuriyet tarihine silinmeyecek bir leke bırakmış oldu.

Tehcir de yanlış karardı. Binlerce insan yurtlarından edildi. Tanımadıkları diyarlara sürüldü. Büyük bir buhrana sürüklendi. Bu yanlış ve başarısız girişim, feodaliteyi tasfiyeyi ve toprak devrimini de engellemiş oldu. Dersim harekatı, bu yanlışlar nedeniyle feodaliteyi tasfiye olarak değil, bir asimile harekat olarak algılandı. Dersim devlete boyun eğdirildi ama feodalite aynı şekilde devam etti.

Dersim 38’e soykırım denemez ama ne yazık ki katliam gerçeği de inkar edilemez. Gerçeklerin tam olarak bilinebilmesi için devlet ve Genelkurmay arşivleri açılmalı ve biran önce Dersimlilerden devlet adına özür dilenmelidir. O dönem devlet demek CHP demek olduğundan bu özüre CHP de katılmalıdır.

Kaynakça:

Başlangıcından Günümüze Dersim tarihi, Ali Kaya   

Dersim İsyanları ve Seyit Rıza gerçeği, Rıza Zelyut

Nuri Dersimi, “Kürdistan Tarihi’nde Dersim” 

Bianet – Yazı içinde linki verildi    Dersim, Barbaros Baykara

Serdar Kaangil

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion