2 Mayıs 2020 Cumartesi

BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE Hz. MUHAMMED’İN ÖLÜMÜ (ARİF TEKİN) 4 ncü bölüm




BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE Hz. MUHAMMED’İN ÖLÜMÜ
(ARİF TEKİN)
4 ncü bölüm

Ebubekir'den sonra sorun olacak diye düşünüyordu. O yüzden sürekli uğraşıyordu. Bir gün, henüz küçük olan Hasan ile Hüseyin'in hazır olduğu bir sırada Ömer, minberde olan Ebubekir'e, "Bu adam sağ kaldığı sürece seni oraya rahat çıkartmazlar; izin ver de öldürelim." diyecek kadar ileri gitti. Bunu duyan küçük yaştaki Hasan ile Hüseyin ağlamaya başladı, Ali onlara, "Korkmayın bir şey yapamazlar." dedi ve onları yatıştırmaya çalıştı. Bu tartışma, hakaretler yayılınca, Muhammed'in bakıcısı olan Ümmü Eymen gelip Ebubekir-Ömer'e kızdı. Bu arada Ömer, "Hele bize ve kadınlara bakın, çıkarın bunları camiden." dedi. Bu sefer Büreyde Ömer'le tartıştı, “Muhammed, ‘Ali halife olsun.’ deyince, sen ve Ebubekir, 'bu açıklaman vahiyle mi, yoksa senin görüşün mü' demediniz mi?” diye sordu. “O da ‘Vahiyle bunu söylüyorum.’ dedi.”. Ebubekir bu açıklamayı doğruluyor, ancak yine yukarıda sözünü ettiğim hadisi öne sürüyor, Muhammed ailemizde hem peygamberlik, hem de halifelik olmaz demiş diye. O yüzden Ali'yi kabul etmiyoruz diyor. Ömer orada Büreyde'ye de çatıyor, hakaret edip onu susturuyor. Sonuçta Ali mecbur kalıp Ebubekir'in halifeliğini kabul ediyor; ancak kendi elini yumruk şeklinde tutmak suretiyle (yani kerhen) Ebubekir'in eline dokunduruyor. Yine bu tartışmalarda ip Ali'nin boğazında duruyordu, Ebubekir'i kabul ederken ip hâlâ çözülmemişti diye ekliyor Selim Hilali. Kabul sırasında Hz. Ali Kur'an'dan, "Ey anam oğlu (Muhammed'i kastederek) beni zayıf düşürdüler, nerdeyse öldürecekler." diye okuyordu. Bundan sonra sıra Ali'yi destekleyenlere geliyor. Cennetle müjdelenen Zübeyir b. Avam, Ebu Zer-i Gıffari, Mikdat ve Selmani Farisi gibi. Tabii ki onların sonu daha kötü bir şekilde getirilmiştir. Aslında bu yazar çok şeyler, önemli skandallar anlatıyor; ben sadece konuyla ilgili bir özet çıkardım. (280) Bu gibi açıklamalar İslami kaynaklarda da var. Ama bu kitapta anlatıldığı gibi toplu halde olmadığı için dikkat çekmemiş. Mesela Ömer Rıza Kehhale, 'A'lam-i Nisa' adlı yapıtında İbni Küteybe ve İbni Ebi'l Hadid'den alıntı yaparak Ali'nin boğazına ip geçirilerek, insanlık dışı bir şekilde Ebubekir'in yanına götürüldüğünü, Hz. Fatma'nın da ağlayarak, bağırıp çağırarak arkasından gittiğini, aynı zamanda küçük olan Hasan ile Hüseyin'in, babalarının bu acılı haline ağlayarak arkasından koştuklarını yazıyor. Alıntı yaptığı İbni Hadid'in, bunun doğru olmadığını, buna inanmadığını da ekliyor. Ama burada önemli olan konunun işlenmesidir. Rastgele doğrudur veya yanlıştır diye karar vermek isabetli değildir. (281) Birçok kaynakta şu cümle ortak olarak işlenmektedir: Ebubekir, Ömer ve beraberindekileri bu ev baskınına gönderirken Ömer'e, "Şayet direnirlerse onlarla savaşacaksınız." talimatını da veriyor. Buna, daha önce de değindim. (282) Burada şunu belirteyim: Belki bu boğazına ip geçirme olayı ağır gelebilir. Ancak şu da bir realite ki, herhalde direnen bir Ali'yi kalkıp da rahat bir şekilde, merasimle götürmemişlerdir. Bir kere eğer Ali direnmişse -ki direnmiştir- o zaman işin doğasında bu disiplin vardır. Sünni kaynaklara göre şu kesin ki Hz. Ali, en azından eşi Hz. Fatma hayatta olduğu sürece Ebubekir'in halifeliğini kabul etmemiştir. Daha önce de en başta Buhari'den sunduğum hadislerde Hz. Ayşe, "Fatma'nın Ebubekir'e kızdığını, ilişkisini kestiğini, ölene kadar küs kaldığını, ölünce de ne Ebubekir, ne de Ömer'in cenazesine gelmemelerini vasiyet ettiğini ve yine Ebubekir ve Ömer mezarı başına gitmesinler diye onun vasiyeti üzerine Hz. Ali tarafından gece gizlice gömüldüğünü belirtmiştim. Hatta Ebubekir ve Ömer mezarını bilmesinler diye gömüldükten sonra kabrinin yerle bir edilip tesviye edildiği veya Ali'nin kendi evinde gömdüğü, İslami kaynaklarda anlatılıyor. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Hz. Fatma ile ilgili bundan sonraki bölümü de birleştirmekte fayda var. b) Yoksa Hz. Fatma Öldürülmüş mü? Bir kere insan genç iken de ölebilir; bu bir realite. Ancak 20 yaşlarındaki Fatma'nın babasının ölümünden hemen sonra ölmesi, tek başına soru işaretidir. Kaldı ki Hz. Fatma'nın Ömer tarafından katledildiğine ilişkin İslami kaynaklarda çok önemli kanıtlar var; bunları bu bölümde detaylıca anlatacağım. Hz. Fatma babası öldüğü sırada hamileydi; bu arada halife Ömer tarafından dövülürken çocuk da düşürmüştür. Bu yetmiyormuş gibi, 60 yaşlarındaki halife Ömer, halifelik makamını kullanarak Fatma'nın ölümünden sonra onun küçücük/yaklaşık 10 yaşlarındaki kızını (Ümmü Gülsüm'ü) nikâhına alıyor ve bu ikiliden iki çocuk da dünyaya geliyor. Ebubekir, halifeliğini kabul etmedi diye ceza olarak Hz. Fatma ile Hz. Ali'nin evinin yakılmasına karar veriyor ve nitekim de gereken yapılıyor. Buna, Hz. Ali halifeliği nasıl kabul etti bölümünde değindim. Burada, Fatma'nın bu baskın sırasında başına nelerin geldiği, nasıl baskılarla karşılaştığı ve Ömer'in onu öldürüp öldürmediği cevap verilmesi gereken sorulardır. Bu sorulara açıklık getirmeğe çalışacağım. Şu sorulabilir: 14 asır öncesine ait bir olay. Fatma ölmüş ya da öldürülmüş bize ne? Böyle değil aslında. Bu bilinmeyenler(!) deşifre olursa, kutsal diye anlatılan ve kökeni mitolojilere dayanan İslamiyet'in gerçeği anlatılırsa, sonucun nereye varacağı herhalde tahmin edilir: İnsanoğlu, kaderini tayin noktasında tek yetkilinin ancak kendisi olduğunu anlar ve ona göre gerekeni yapar. Daha önce de bir vesileyle belirttiğim gibi, halifelik yüzünden Ömer Ebubekir'i kışkırtıyor. (283) Sonuçta Ömer ekiple birlikte Ali-Fatma'nın evine gidince kapıda Fatma'yla karşılaşıyor ve orada onunla konuşuyor: Ya evdeki insanlar dışarı çıkıp diğer insanların Ebubekir'i kabul ettikleri gibi onlar da kabul edecekler, ya da ben evi üzerinize yakar-yıkarım diyor. Okuyucuların aklına, "O dönemde bu kadar ağır suçlar işlenmiş iken, 14 asırdır hiç mi duyarlı bir İslam düşünürü bir şey yazıp çizmemiş bunlar hakkında?" sorusu gelebilir. Evet; buna değinen İslam otoriterleri olmuştur. Ama nasıl değinmişlerdir? Bunu, kitabın sonlarına doğru bazı İslam düşünürlerin savunmaları kısmında çarpıcı örneklerle anlatacağım. Önce olay nedir kısaca belirteyim, ondan sonra detayına geçeyim. İslami kaynaklarda anlatılanlara göre, Ömer eve girmesin diye Hz. Fatma kapının arkasında durup engel olmak istiyor, arkadan kapıya yaslanıyor. Daha önce de belirttim ki, o sırada Fatma hamiledir. Ömer kapıyı zorlayınca Fatma hem kapı ile duvar arasında sıkışıp kalıyor, hem de kapı arkasındaki çivi o sırada onun göğsüne batıyor, tabii ki sonunda kapıyı açıyorlar ve bu arada Ömer ayrıca kılıcın kabzasıyla Fatma'yı dövmeye başlıyor, kadın kan revan içinde kalıyor, bağırıp çağırıyor. O sırada ayrıca kaburga kemikleri de kırılıyor. Bu baskında Fatma çocuk da düşürüyor ve burada hem çivinin göğsüne batmasıyla, hem de kırılan kaburga kemikleri ve darbeler sonucu gitgide durumu kötüleşiyor ve hele psikolojisi/morali kalmıyor. Dolayısıyla babasının ölümünden birkaç ay sonra kendisi de bu baskında aldığı yara ve darbelerden dolayı vefat ediyor. Hz. Ali'yi ne şartlarda Ebubekir'in yanına götürdüklerini daha önce yazdım. Kısacası, verilen bilgiler Ömer'i hem Fatma, hem de çocuğun katil zanlısı olarak gösteriyor. Hassas bir konu olduğu için, var olan bilgileri birkaç kaynaktan ayrı ayrı özet şeklinde sunmak istiyorum; ayrıca geniş bir kaynak listesini de dipnot olarak ekleyeceğim. Zehebi ve İbni Hacer Askalani olayı şöyle anlatmışlardır: Ömer eve baskın düzenlediği sırada Fatma onun içeri girmesine engel olmak istiyor. O sırada Ömer kendisini tekmeliyor ve hamile olan Hz. Fatma çocuk düşürüyor, adını da Muhsin koyuyorlar. Hatta bazı kaynaklarda (az sonra Safedi kısmında değineceğim gibi) Fatma'nın çocuk düşürme nedeni, Ömer'in onun karnına vurması olarak belirtiliyor. Yani yalnız kapıyı itip de Fatma düşmüş ve sanki kasıt yokmuş gibi bir durum söz konusu değil. Farz edelim ki sadece baskın yapılmış; ama kimse yara almamış. İşte bu tek başına izahı olmayan bir durumdur. Ancak bunun ötesi var, işin içinde kasıt var, beteri var. Hem konuyu özetleyeceğim, hem ilgili kaynakları da vereceğim. Şu notu da eklemek isterim. Ömer, biran önce Fatma'nın gitmesini istiyordu. Çünkü Ali'yi Ebubekir'e götürdüklerinde o hep, "Fatma dururken ben Ali'ye bir şey yapamam." diyordu. Onun için Ömer fırsat buldukça Fatma'yı öldürmek isterdi; ki, bir daha Ali'yi Ebubekir huzuruna götürdüğünde artık sorun çıkmasın. Fatma'nın bu dramını anlatanlar arasında İbni Ebi Darem denilen Ebubekir Ahmet b. Muhammed adındaki kişi de var (h.352'de vefat etmiş). Zehebi (hicri 748'de ölmüş) ve İbni Hacer (h.852.ö) bu adamdan söz ederlerken, "Önder, hafızası çok güçlü, büyük adam, çok zeki." diye başlamışlar. Ama halife Ömer'in böyle bir cinayeti işlediğini bir türlü hazmedemeyen bu yazarlar, adamla ilgili açıklamalarının sonlarına doğru, kendileriyle çelişen ve hiç de mantıklı olmayan, gerçeği yansıtmayan bir kusur bulmuşlar ve konuyu şöyle bağlamışlar: Bu adam, Kur'an'ın Hakka suresi 9. ayeti hakkında şöyle yorum yapıyormuş. Önce ayetin gerçek anlamını vereyim: "Firavun, ondan önceki ve altüst olan belde halkı (Lut kavmi) hep o günahı (şirki) işlediler." İşte sözü edilen İbni Ebi Darem ise, burada şu yorumu yapıyormuş: "Ayette geçen Firavun'dan kasıt halife Ömer demektir, ondan öncekinden maksat ise halife Ebubekir ve altı üstüne getirilen Lut kavmi de, Muhammed'in eşlerinden Ebubekir kızı Ayşe ve Ömer kızı Hafsa'dır." şeklinde bir yorum yapmış, daha doğrusu bunları eleştirmiş. İşte bu eleştiriden dolayı bu iki yazar onun açıklamalarını sağlıklı bulmamışlar. Çünkü adam bu yorumuyla resmi İslam'ın dışına çıkmış oluyor. Aslında Muhammed ve kızı Fatma'ya karşı yapılanlara bakınca adam az önceki yorumu yapmış olabilir. Demek ki onun Ebubekir, Ömer ve kızlarıyla ilgili negatif o kadar çok şey var ki, artık dayanamayıp az önceki benzetmede bulunmuştur. Zaten kim bu adamı kitabında işlemişse hep zeki, akıllı, hafızası güçlü biri diye tanımlamıştır. Yani onlar da bu adamın boş biri olmadığını kabul ediyor. Şunu da belirteyim ki, bir kere bu adamın Kur'an'la ilgi tefsiri de yok! Dolayısıyla onun ayet hakkında böyle bir yorumu nerede yaptığı da ilginç. Daha doğrusu, ona kusur bulmak için iftira da olabilir. Bir de bu yorumdan dolayı adamın tüm sözleri de yalandır sonucunu çıkarmak da doğru değil. Kaldı ki Ömer tarafından Hz. Fatma'nın başına getirilenleri sadece bu adam aktarmıyor ki. İşte şartlanma böyledir: Bu adam, Zehebi ve Askalani gibi yorumculardan asırlar önce yaşamış, zaman olarak Muhammed'e ve o günkü olaylara daha yakın: Aralarında yaklaşık dört asırlık bir zaman dilimi var. Ama onun verdiği bilgiler resmi İslam tarihinin dışında olduğu için ille de ona bir kusur bulmak zorundalar; nitekim eften püften kusur bulmak için hazırlar. Halbuki İslam'da en meşhur tefsirlerde bile sayısız saçmalar var; ama o saçmalar Kur'an'ı sarsmadığı için, onlar da Kur'an mantalitesine uygun olduğu için sorun oluşturmuyor. Adamın bu farklı açıklamalarından ötürü az önce sözünü ettiğim yazarlar gibi başkaları da onun hakkında olumsuz açıklamalarda bulunmuştur... Benim hakkımda da kötü düşünebilirler; ama rastgele çamur atmakla olmaz ki. Ortada bilgi var, belge var, ilim var, mantık var ve 14 asır önceki bir toplumun örf-adetleri, inançları var, pratik olarak da şu an (21. asırda) buna göre şekillenen devletler var (İslam ülkeleri), bir de demokrasiyle yönetilen ülkeler var: Görünen köy kılavuz istemez. Hem Suyuti hem de Zehebi, çocukların bile kullanmaktan imtina ettikleri, "Allah belasını versin" şeklinde çok yakışıksız-sığ bir ifade kullanmışlar, sözü edilen adam hakkında. İşin ilginç yanı, Zehebi hem bu adamı eleştiriyor, hem de ona önem verip çoğu kaynaklarında kendisine, Sünni şahsiyetlerden daha fazla yer veriyor. Bu şunu gösteriyor: Demek ki aktarımları bunların kafalarını karıştırmış; ama nedense o şartlanma çemberini kıramamışlar. (284) Belazuri (Ö.276) bu konuda özetle şunları yazıyor: Ebubekir Ömer'i Hz. Ali'nin evine gönderirken (gelip onu halife olarak tanısın diye), "Onu yakalayıp getirirken en disiplinli/haysiyet kırıcı bir şekilde getireceksiniz" emrini de verir. Bunlar gidince Ömer bir de eline, gerektiğinde evi yakmak için ateş fitili alır. Şunu da belirteyim ki, bazı kaynaklarda ateş, bazılarında ateş fitili gibi farklı kelimeler kullanılmış; ama sonuç aynı. Hz. Fatma Ömer'e, "Sen evimi mi yakmak istiyorsun ya Ömer?" diye sorunca, Ömer, "Evet, böyle yapmakla senin babana geleni (dini) güçlendiriyorum -alay edercesine-" şeklinde karşılık veriyor. Belazuri burada farklı rivayetler de aktarır; ancak Ali'nin altı ay (Fatma'nın ölümünden) sonra gidip Ebubekir'i kabul ettiği bu meşhur hadisi o da buraya alır. Yine onunla Ömer arasında meydana gelen tartışmalardan söz eder. Bir rivayete göre de Hz. Ali Ebubekir'e, "Peki bu halifelik hakkımız değil miydi?" diye sorunca Ebubekir, "Biliyorum, kabul ediyorum ki senin hakkındır, ancak bu işte fitne vardı. Dolayısıyla ben çok riskli bir görev üstlendim." yanıtını verir. Ebubekir'in diğer rakibi (Sad b. Ubade), Ömer'in derdinden Şam'a kaçmak zorunda kalır. Ama daha sonra Ömer halife olunca adamlarını gönderip onu orada katleder ve tuvalete giderken cinler çarpmış şeklinde bir de komik hikâye uydururlar. Kısacası, Belazuri bu konuda epey bilgi toplamıştır ve eski tarihçilerdendir, hicri 279'da vefat etmiştir ve Zehebi, İbni Teymiyye gibi bu konuyu anlatırken kişilere kusur bulmaya çalışmamıştır. Zaten Belazuri bu konuyu işlerken, az önce Zehebi'nin eleştirdiği İbni Ebi Darem daha dünyada yoktu. Belazuri 276'da vefat etmiş, İbni Ebi Darem ise 352'de ölmüştür. Yani Belazuri farklı kişilerden bilgi almıştır. Örneğin, ben bu bilgiyi Medaini'den aldım, o da Mesleme'den, kendisi de Süleyman'dan, o da İbni Avn'dan almış şeklinde farklı bir liste ile olaya ulaşıyor ve dediğim gibi hiç kimseye de çatmıyor. (285) Mesudi (ö.346.h)'nin aktardığı bilgiler daha farklı ve net. Baskında evin kapısını yakarak Ali'yi zorla alıp götürdüler diye yazıyor. Hz. Fatma ile ilgili de, baskıncılar kapıyı sıkıştırınca, hamile olan Fatma kapı ile duvar arasında kalıp sıkışıyor ve bir erkek çocuk düşürüyor bilgisini verdikten sonra şu enteresan açıklamayı da yapıyor. Ebubekir-Ömer ile Ali ve taraftarları arasındaki hoşnutsuzluk devam ederken, bir ara Ebubekir tarafı (tabii başrolde hep Ömer var), çareyi Ali'yi ortadan kaldırmakta bulur ve bu konuda görevi Halit bin Velit'e verirler: Sen gidip şu şu şekilde onu katledeceksin diye. Bu arada Ebubekir'in hanımı Esma binti Umeys, Hz. Ali'ye gizliden bilgi iletir, böyle bir planları var, tedbirini al der. Böylece bu suikast planı da başarısız olur. İlginçtir ki, Ebubekir vefat edince Hz. Ali onun bu hanımı ile evlenir (İslam tarihinde bu evlilik tartışmasız ve itirazsızdır: Olmuştur) ve bunlardan iki çocuk (Yahya ve Avn adında) dünyaya gelir. Daha enteresanı, bu Esma, Ebubekir'den önce Hz. Ali'nin ağabeyi Cafer'le evlenmişti. Ancak kendisi Mute harbinde öldürülünce bu kez de Ebubekir'le hayatını birleştirmişti. Bunlarda hayat böyleydi işte. (286) Tabii ki Mes'udi bunları anlatırken Zehebi gibileri olayı aktaran kişilere çatmaz; sadece bildiklerini aktarır geçer. Yakubi (ö.294.h), Ömer ve ekibi, Hz. Ali ve arkadaşlarını evden almak için baskına gidince, Ali ve Zübeyir'in kılıçlarını alıp evin içine giriyorlar (Çünkü evde muhalif olanlar vardı, onları alıp götürmek istiyorlardı), Fatma bağırıyor ve "Eğer evimi terk etmezseniz ben türbanımı çıkarıp sizi Allah'a şikâyet ederim." gibi ifadeler kullanıyor. Bu yüzden onlar orayı terk ediyorlar. Anlaşılan, o zaman hür bir kadının kavgalarda türbanını çıkarması önem arz ediyormuş. Bu inanç benim yaşadığım çevrede de vardı, iki kişi kavga ettiği zaman, bir kadın araya girip tülbendini çıkarsaydı, her iki taraf kavgayı bırakırdı. Buna uymayanın toplumda yeri yoktu, ayıplanırdı. O dönem de buna benzer bir geleneğin varlığı söz konusu. Burada önemli olan, Yakubi'nin de anlatımlarından Fatma'nın en azından psikolojik olarak rahatsız olduğu ortaya çıkıyor. (287) Safecü (ö.764.H) ve Şehristani (ö.548.h), kendi zamanında itikadi bir mezhebin başını çekmiş olan İbrahim b. Seyyar/Nazzam (160-231) hakkında bilgi verirken bir yerinde şunu aktarıyorlar. Bu adam birçok önemli sahabeyi eleştiriyor, halifeliğin Muhammed tarafından Ali'ye verildiğini, çoğu insanların bunu bildiğini, ancak Ömer'in Ebubekir için çalıştığını ve buna engel olduğunu belirtiyorlar. Aynı zamanda bu kişinin Hz. Ali'yi de eleştirdiğini yazıyorlar. Daha sonra bu halifelik davası yüzünden Ali'nin evine yapılan baskında, Ömer'in Hz. Fatma'nın karnına vurması sonucu Fatma'nın çocuk düşürdüğünü de aktarıyorlar. Her iki yazar bunu kaynaklarında işledikleri halde, gerçek olduğuna katılmıyorlar. Bir taraftan sözünü ettikleri, ondan alıntı yaptıkları adamı göklere çıkarıyorlar. Mesela adamın lakabı Nazzam'dır. Bunun anlamı, hem oluşturduğu cümleler anlam bakımından harika, hem de edebi yapısı itibariyle çok güzel demek, bir baloma her şeyi nizam ve intizam içinde olan kişi demek. Onun bu güzel tarafını belirttikten sonra, "Aslında korku olmasaydı bu adam İslam'a inanmazdı. O yalnız Allah'a inanan bir insandı; peygamberlere inanmıyordu (Yani deist bir insandı)" anlamında ona bir de bir tanımlamada bulunmuşlardır. Halbuki sözünü ettikleri kişi daha eski bir tarihçi, hicri 231'de vefat etmiş. Safedi'nin bu adama itirazları yetmiyormuş gibi, kitabını redakte edenler de, "Bu yalandır, iftiradır" şeklinde tek bu iki kelimelik dipnot düşürmüşler. Ama niye yalan-iftira? Bunun açıklaması yok; sadece evet-hayır şeklînde geçiştirme var o kadar. Peki madem bu gibileri (daha önce benzer bir örnek Zehebi ve Askalani'den vermiştim) dinsiz ve olayları çarpıtıyor, o zaman İslami kaynaklarda bu gibi tartışmalara neden olan insanlara neden yer verilmiş? (288) İbni Abd-i Rabbîh (h.328.ö) ve Ebül Feda (h.732.ö). Yine diğerleri gibi bilgi verilmektedir. Ebubekir, Ömer'i Hz. Ali'ye gönderirken "Şayet direnirlerse savaşırsınız." talimatını veriyor, Ömer giderken beraberinde ateş meşalesini de götürüyor. Bunu da, evden çıkmazlarsa, Hz. Ali ve Fatma'nın evini yakmak için götürüyor (yazar özellikle bunu belirtiyor). Giden baskın grubunu ilkin Hz. Fatma karşılıyor. Ömer'in elindeki ateş korunu görünce, "Bu ne ateştir, evimi mi yakarsın ne yaparsın?" diye soruyor. Ömer, "Evet, ya çıkıp Ebubekir'in halifeliğini kabul ederler, ya da evi yakarım." karşılığını veriyor. Sonuçta Ali çıkıp Ebubekir'in yanına gidiyor ve onu kabul ediyor. Bu arada şunu da söylüyor: Aslında sana karşı değilim. Kur'an'ı kitap haline getirinceye kadar toplumun içine girmemeye yemin içtim. Olay sadece bundan ibarettir diyor, tabii ki aynı yazar aşağıya doğru farklı şeyleri de aktarıyor. Örneğin Fatma hayatta olduğu sürece Ali'nin Ebubekir'i kabul etmediği rivayetleri de anlatıyor. Bir de Ebubekir'e karşı halife adayı olan ve Ömer'in baskısı sonucu Şam tarafına gitmek zorunda kalan Sad bin Ubade'nin de olayını anlatıyor: Sonunda Ömer adamını gönderip onu Şam'da katlediyor gibi bilgiler veriyor, tabii ki bu yazar olup bitenleri normal karşılıyor, herhangi bir itirazda bulunmuyor, bazıları gibi savunma da yapmıyor. Kendisi sadece tarihi bilgiyi verip geçiyor. (289) İbni Teymiyye (h.732.ö) bu konuda çok kısa bir bilgi veriyor. Kendisi, "Bazı ahmak-beyinsiz kişiler derler ki, halifelik yüzünden Hz. Fatma'nın evini yakıp yıkmışlar, onun karnına vurup çocuğunu düşürmüşler." diyor ve bu gibi yazarlara küfür ediyor. Zaten savunmalar kısmında bunun da yorumlarına yer vereceğim. (290) Ömer Rıda Kehhale farklı bilgiler veriyor, ondan da bir kesit sunayım. Ebubekir'in halife seçilmesi aşamasında Hz. Ali'yi desteklemek isteyen bir kısım insanlar Hz. Fatma'nın evinde toplanıyor. Ebubekir, Ömer'i onların üzerine gönderiyor. Ömer gelince, "Dışarı çıkın." diye sesleniyor; ancak onlar dinlemiyorlar. En son yanındakilere, "Bana ateş verin." diyor ve "Allah'a yemin ederim ki, ya çıkacaksınız veya evi sizin üzerinize yakarım." diyor. O sırada birileri onu, "Ne yapmak istiyorsun; içerde Hz. Fatma var." diye uyarınca o, "İçerde Fatma olsun fark etmez. Ya bu iş olacak, ya da yakarım." diyor. Bundan sonra çıkıp Ebubekir'e biat etmeye gidiyorlar; ancak Ali gitmiyor, "Yeminliyim ki, Kur'an'ı kitap haline getirmeyene kadar bir yere çıkmam." diyor. O sırada Fatma, "Çok çirkin, münasip olmayan bir şekilde evime baskın düzenleyen, babamın cenazesini yerde bırakıp makamını sağlamlaştırmaya çalışan, bizi hiç takmayan, bize halifelik konusunda hak tanımayan kişilere halifelik sözümüz yoktur." diyor. Bunun uzun bir bölümünü Ali'nin nasıl halifeliği kabul ettiği kısımda zaten anlattım. Burada amaç, Fatma bu baskından nasıl etkilendi konusuna açıklık getirmek. (291) İbn'i Ebi'l Haditi (ö.656)'in konuya ilişkin verdiği bilgiler farklı. Muhammed'in kızlarından Zeynep Mekke'den Medine'ye göç etliği zaman onun önünü kesiyorlar; hamile olan kadın yere yığılıyor ve çocuk düşürüyor. Bunu yapan kişinin adı da Hübar/Hebar b. Esved. Hz. Muhammed bunun haberini alınca, bunu yapan kişinin katli vaciptir diye fetva veriyor. İşle bu yazar, Fatma'nın durumu aynı maddeye tabidir. Dolayısıyla Hz. Muhammed hayatta olsaydı, Fatma'ya bunu yapan kim olursa onu da katlederdi/bunların katli vaciptir diyecekti diyor. (292) Tabii ki yapanlar da belli. Zımnen de olsa en azından Ömer'i kastediyor. Bunun verdiği farklı bilgi böyle. Yani İbni Hadid'e göre halife Ömer'in katli vacipmiş. İbni Ebi Şeybe (159-235) ve Hindi (ö.975.h) bu konuda şu bilgiyi aktarıyor. Ebubekir halife seçilirken, o arada Hz. Ali ve Zübeyir b. Avam, Hz. Fatma'nın yanında bu halifelik konusunda fikir alış verişi yapıyorlar. Ömer bunu duyunca çıkıp oraya gidiyor (burada Ebubekir'den söz edilmiyor) ve Fatma ile karşılaşınca şunu diyor: Biliyorsun ki en çok babanı seviyorum ve ondan sonra da seni. Ancak bu şu demek değildir ki bu insanlar senin evinde toplansınlar, muhalefet yapsınlar ben de onları çıkarmayayım. Çıkmazlarsa kesinlikle ben evi içindekilerle birlikte yakarım diyor. Bunun üzerine Fatma içeri girip onlara bilgi verince kendileri çıkıp Ebubekir'in yanına, halifeliğini kabul etmeye gidiyorlar. (293) A. Kahir İsferaini (h.429.ö) de bu halifelik tartışmalarına değiniyor; ancak bunlara inanmıyor. Mesela bir itikadı mezhep kurucusu olan Nazzam hakkında "Bu adam, Ömer'in Fatma'yı dövdüğünü, yine Ömer'in imanının zayıf olduğunu, Muhammed'e karşı komplo kurup suikast yapmak istediğini" iddia ediyor. Dolayısıyla sözlerine güven yoktur diyor. Yani burada olayı irdelemek yerine; adamı yalancı ilan ediyor ve bu şekilde üstünü kapatmaya çalışıyor. Ama ne hikmetse kitabında yer verdiği diğer inanç ekollerinden ziyade buna çok yer ayırmıştır. (294) Konuya ilişkin İslami kaynaklardaki bilgiyi özetlersek; Kimi rivayetlerde geçiyor ki, Hz. Muhammed henüz hayatta iken, "Bizim çocuk (Fatma'nın baskın anında düşürdüğü çocuk) doğduğunda eğer erkek ise adı Muhsin olsun. Nasıl Harun peygamberin çocuklarının adları Şeber, Şübeyir ve Müşbir ise, bizim de aynı kalıba/ölçüye gelen Hasan Hüseyin ve Muhsin olsun" demiş. (295) Bu ancak ek bilgi/detay; yoksa kesin olan bir şey var ki. Fatma'nın evine yapılan baskında kendisi çocuk düşürüyor; eldeki yazılı veriler bunu gösteriyor. Konuya ilişkin var olan rivayetlerde biraz fark var. Bazılarında Ömer kapıyı itince Fatma düşüyor ve o sırada çocuk düşürüyor. Bazılarında Kuntuz adında biri baskın sırasında Fatma'yı tekmeleyince çocuk düşürüyor deniliyor. Kimi kaynaklarda da Ömer kapıyı itince Fatma hem yere düşüp çocuk düşürüyor, hem de Ömer kılıç kabzasıyla onun kaburga kısmına vuruyor ve o bölgede kırılmalar meydana geliyor. Kapı zorlanınca arkasındaki çivi de Fatma'nın göğüslerine batıyor ve bu hengâmeden sonra gitgide durumu ağırlaşıyor, babasının vefatından birkaç ay sonra o da vefat ediyor. Yani ecelle değil, bu ev baskınında aldığı darbeler ve yaralar sonucu vefat ediyor. Bazı İslami kaynaklarda Ali ve Fatma'nın evini yakıyorlar. Mısır'ın Sünni ve meşhur şairi Hafız İbrahim bunu çok açık olarak şiirlerinde işlemiştir. (296) Yine en başta Buhari'de geçen ve Ebubekir'in kızı Ayşe'nin anlattığı bilgiler var; onları daha önce anlattım. Hani veraset davasından dolayı Fatma kızar, ölene kadar konuşmaz gibi bilgiler vardı. Fatma'nın ölümünden sonra Ali babama haber gönderdi, evime gel halifeliğini kabul edeyim diye. Ömer babama, "Gitme." dedi/engel olmak istedi; ancak babam gitti şeklinde uzun bir hadis aktarıyor. (297) Burada Selim Hilali'nin anlattığı farklı bir şey daha var onu da eklemek istiyorum. Hz. Ali Fatma'yı gizlice defnedince, Ebubekir ve Ömer'in zoruna gidiyor ve hatta gidip kabirden çıkaralım, yeni bir cenaze merasimi yapalım (insanlar demesinler ki Fatma bunlardan kırgın bir şekilde ayrıldı gitti); ama ters tepebilir düşüncesiyle yeniden planlarından vazgeçiyorlar, tabii ki Ali'yi bir daha zorlayacaklardı, mezarı nerede göster gibi zorluklar olurdu. Bir de anlatıldığına göre Ali Fatma'yı kendi evinde gömmüş. (298) Burada konunun özetine ara verip farklı bir şey eklemek istiyorum. Aslında Ayşe'nin az önceki bilgiyi vermesi de olağanüstü bir olaydır. Yani Ayşe'nin bu kadar bilgiyi sızdırması, doğrusu beklenmemesi gereken bir durumdur. Neden? Açıklayayım. Osman halife olmuş, her taraftan Müslümanlar onu ablukaya almışlar ve mevsim de hac sezonu. Ayşe, Osman hakkında, "Bu Nasel'i öldürün, kâfirdir" talimatını verir ve hacca gider. Dönüşte henüz Medine'ye varmadan yolda bazılarıyla karşılaşır, "Benden sonra Medine'de neler oldu?" diye sorar. Onlar da, senden sonra Müslümanlar halife Osman'ı katlettiler derler. Ayşe bir daha sorar, "Peki daha neler oldu?' Onlar, "Millet Hz. Ali'yi halife seçti." yanıtını verince Ayşe, "Artık benim için Medine'ye yerleşmek uygun olmaz, Ali halife olunca orayı terk etmem lazım." diyor ve tekrardan yarı yoldan dönüp Mekke yolunu tutuyor. Ayşe orada "Keşke Osman öldürülmeseydi." deyince adamlar artık dayanamıyorlar, doğrudan söylüyorlar ona: “Sen milleti teşvik ettin, Osman kâfirdir, katli vaciptir dedin, şimdi de farklı konuşuyorsun.” deyince Ayşe, "Doğrudur, ben de söyledim, diğer insanlar da söyledi. Ama isterim ki konuya ilişkin son cümlem ilk cümleden daha güzel olsun." diyor. Oradakilerden biri Ayşe'nin bu çelişkili durumuyla ilgili altı mısralık bir de şiir söylüyor. Adı Ubeyd b. Ümmü Küllab ve açıkça Ayşe'ye "Senin durumun çelişkilidir." diyor. Şunu özellikle vurgulamak isterim ki, bu açıklama en başta Kur'an yorumcusu, tarihçi Taberi'nin (h.310.ö) kaynaklarında, yine meşhur Fahrettin er-Razi (h.606) kaynağında, İbni Menzur (h.722), İbni Kuteybe (h.276), İbni'l Esir (h.630), İbni Asakir (h.571), Zebid-i (1205.h) gibi önemli şahsiyetler işlemiş ve bazıları gibi kurtarma operasyonlarında da bulunmamışlar: Aktaran şahıslar güvensizdir gibi yakıştırmalarda bulunmamışlardır. (299) Eve baskın yapanlar, Hz. Ali'yi destekleyenlerden Zübeyir b. Avam'ın kılıcını zorla alıp onu etkisiz hale getirirler. Bu, sayısız İslami kaynakta geçmektedir. Şuna da hep vurgu yapıyorum ki bu Zübeyir, cennet müjdesini alan on kişiden biridir. Yine aynı şekilde Hz. Ali'nin de kılıcının zorla alındığı anlatılıyor. Zaten Hz. Ali kısmında bu konuda gerekli bilgileri verdim. İslami kaynaklarda, Ömer ekibiyle birlikte evi basınca, içeri girmesinler diye Fatma'nın başındaki örtüyü ya çıkardığı ya da burayı terk etmezseniz çıkaracağım dediği şeklinde bilgi de var. Bu baskınlardan sonra Hz. Ali, Muhammed'in kabri başına gidip ağladığı gibi Fatma'nın da gidip babasına seslendiği ve manevi şikâyette bulunduğu, "Senden sonra Ebubekir ve Ömer'in başımıza getirdiklerini görüyor musun?" dediği ve bu arada ağladığı rivayetler arasında geçiyor. Bunları anlatan kaynakları kısmen verdim, birçoğunu başlığın sonuna doğru dipnot olarak ekleyeceğim. Hatta Hz. Ali'yi Ebubekir'in yanına götürürken kendisi, "Peki Ebubekir'i kabul etmezsem ne olur?" dediği zaman Ömer'in, "O zaman kellen gider" dediği ve Fatma'nın Ebubekir'e, "Peki beni dul, çocuklarımı da yetim mi bırakmak istiyorsun?" dediği şeklinde bilgileri de var. Bu arada Fatma, mahalle sakinleri, Hasan-Hüseyin'lerin ağladığı da anlatılıyor kaynaklarda. Bir ara helalleşmek, gönlünü almak için Ebubekir'le Ömer, Fatma'ya gidip selam verince, kendisi yüzünü çevirir ve onların selamını bile almaz. Baskın sırasında Ömer'in elinde ateş var, evi yakmak ister, Fatma ona yalvarır gibi açıklamaların geçtiği kaynakların haddi hesabı yok. Ve hele Ömer'in şu alaylı sözleri birçok yerde geçiyor: Baskın sırasında ev yakmayı Fatma ile tartışırken, "Yaptıklarımla baban Muhammed'in icraatını daha da güçlendiririm." diyor. Ömer'den sorarlar, Hz. Fatma, Muhammed'in kızıdır sen nasıl evini yakarsın diye? Ömer, Muhammed'in kızı olsun, ben yakarım yanıtını verir. Yine Ebubekir'in Ömer'e verdiği şu talimat birçok İslamolog tarafından işlenmiştir: "Gidin onu getirin. Şayet size karşı koyarlarsa, gelmezlik yaparlarsa onlarla savaşın ve yakalayıp en onur kırıcı bir şekilde getirin." diyor... Yine bazı kaynaklarda açık bir şekilde Ömer bu baskında Fatma'nın evini yaktı anlamında bilgi var. (300) Birçok İslami kaynakta Ebubekir'in (ölüm döşeğinde iken) bu ev baskınıyla ilgili itirafları var: Bana karşı savaş da yapmış olsalardı, keşke Fatma'nın evine baskın düzenlemeseydim diyor. Bu olup bitenler karşısında 20 yaş civarındaki Fatma kendi normal kaderiyle mi ölmüş veya öldürülmüş mü bunun yanıtını artık okuyucuya bırakıyorum. Kimseyi cani ilan etmek gibi bir yaklaşımım yok. Elde o dönemle ilgili (o da tek taraflı, resmi İslam tarihine dayalı) bazı yazılı bilgiler var; ben de bunları bir araya getirerek takdim etmeye çalıştım. Bunun dışında o dönemle ilgili zaten başka kanıt mümkün değil. Bu bilgileri İslami ve dolayısıyla o dönemi savunan kalemşörlerin kaynaklarından topladım. Bir dini veya örgütü savunanların kaleminden o din, o örgüt kadroları hakkında bu kadar olumsuz bilgiler yazılmışsa, açıkçası insan daha beterini mülahaza edebilir. Kabul ederler veya etmezler bu ayrı bir şey; ancak Zehebi, İbni Hacer Askalani, İbni Ebi-l Hadid, Şehristani, A. Kahir Bağdadi, Safedi, Muhibbüddin, Taberi gibi İslam tarihçileri, net bir şekilde Ömer'in bu ev baskınında Fatma'yı dövdüğünü yazmışlardır! Şimdiye kadar konuya ilişkin verdiğim bilgileri, meşhur, yaygın İslami kaynaklardan sağladım. Şimdi ise en eski tarihçi, Hz. Muhammed döneminde yaşamış, Hz. Ali ile birlikte çalışmış bir yazarın kaleme aldığı kitabından bazı çarpıcı bilgiler özetlemek isterim. Sözünü ettiğim yazar, Hz. Muhammed henüz Mekke'de iken dünyaya gelen "Selim b. Kays Hilali'dir. Bu adam hicretten iki yıl önce dünyaya gelmiş ve yine hicri 76. yılında vefat etmiştir. Kendisi o dönemde yaşadığı halde, Hz. Muhammed'i görmemiş. Çünkü O zaman Medine'de değildi. Zaman içinde halife Ömer döneminde kendisi Medine'ye yerleşir. Yazdığı kitaba kendi adını takarak Kitab-ü Selim' demiş. Şunu da belirteyim ki, bu konularda Şia kaynaklarında bambaşka bilgiler var; ben oralara girmiyorum. Ama sözünü ettiğim yazar, resmi İslam'ın dışında bazı bilgiler verdiği için, ona karşı da cephe alınmış ve yazdıklarından hep kaçınmak istenmiştir. Halbuki İslam'da ilk tarihçidir o. Burada bir bilgi vereyim. Bugün İslam âleminde Kur'an'dan sonra gelen Buhari adındaki hadis kitabıdır. Bunu yazan, İsmail oğlu Muhammed bugünkü Özbekistan'ın Buhara kentinde dünyaya gelmiş, daha sonra Mekke-Medine'ye gidip Hz. Muhammed'e ait bu hadisleri toplamış, hicri 256'da vefat etmiştir. Yine en az Buhari kadar önemli olan Sahih-i Müslim'in yazan Nişaburludur, vefat ettiği tarih 261'dir. Yine Ebudavud'un yazan 275'te, Tirmizi'nin 279'da ve Sünen-i Nesai yazarı da 303'te vefat etmişlerdir. Yani Muhammed'den yaklaşık 3 asır sonra, o da çok değişik coğrafyalardan gelip Muhammed hakkında bilgi toplayıp yazanlar doğru kabul edilirken, Muhammed döneminde yaşamış, olayların içinde olan Selim Hilali gibileri yanlış kabul edilmektedir! Kaldı ki, biraz önce de belirttim, bu adam hep Hz. Ali ile yaşamış, mücadele vermiş bir Müslüman'dır. Ama tabii ki yazdıkları resmi İslam tarihiyle ters düşüyorsa elbette ki iyi karşılanmamıştır. Bu kısa notu düştükten sonra kitabından bir özet vereyim. “Selim Hilal-i” kitabındaki bilgileri özetlerken, tekrar olmasın diye şimdiye kadar anlattıklarımı bir daha yazmayacağım. Kitap bu gibi konulara özel hazırlandığı için her şeyi çok detaylı almış. Yani şimdiye kadar anlattıklarımın hemen hepsini zaten içeriyor; ancak ilave bilgiler de var, ben onlardan bir kesit sunacağım. Aslında onun yazdıkları, meşhur-yaygın olan Sünni kesimin anlattıklarımdan pek de farklı değil; ancak tüm kitabını bu gibi konulara ayırdığı ve bazı konuları da net konuştuğu için onunki göze çarpıyor ve bu nedenle de Sünni kesimin çizgisi dışında biri olarak değerlendiriliyor. Halbuki aynı bilgiler İslami kaynaklarda da var; ancak dağınık olduğu için onlarınki hep gözden kaçmış. Yazar Hz. Ali hakkında da farklı bilgiler veriyor. Ben kısmen Ali bölümünde bunları ekledim; ancak burada yalnız Fatma'yı ilgilendiren noktaları yazacağım. Bu baskın sırasında Ömer, Fatma'nın kapısına varınca Fatma, "Senin yüzünden ne yapalım ya Ömer bizden ne istiyorsun?" şeklinde tepki gösteriyor. Ömer kapı arkasında Fatma'ya kılıçla (kınından çıkarmadan) vuruyor; Fatma bağırınca onun yanlarına ve kollarına da vuruyor. Fatma hep "Baba senden sonra bunlar başımıza neler getirdiler!" şeklinde feryat ediyor. Fatma burada aldığı darbeler ve yaralar sonucu vefat ediyor. Yazar bunları Selman-i Farisi'den aktarıyor ve şunu da söylüyor: Fatma o kadar bağırıp çağırıyordu ki, ağlamayan yoktu, hatta Ebubekir bile ağlıyordu. Ancak Ömer eylemlerine devam ediyordu ve "Hele bizimle bu kadınların haline bakın." şeklinde Fatma'nın durumuna hiç acımıyordu diyor. Bu arada Fatma'nın bu halini gören Ümmü Eymen ve Muhammed'in eşlerinden Ümmü Seleme, Ömer'e kızıyor, ne istiyorsun bu kadından diye. Ömer onlara da çatıyor, bize ve kadınların haline bakın diyor ve onları oradan kovuyor. Ömer ekibine talimat veriyor, evin etrafında odun çemberini oluşturun evi yakarım diye. Ve ilkin kapıdan başlıyor yakmaya. Hz. Ali dışarı fırlayınca onu yakalayıp boğazına ip geçiriyorlar. Selim'in anlatımına göre adeta savaş alanı, kılıçlar hep havada uçuşuyor; tabii ki tek taraflı. Hz. Ali o haliyle bile Ebubekir'den soruyor, ne çabuk Hz. Muhammed'i unuttunuz, hangi hakla, hangi yüzle sen bu insanların başına geçip de halife oldun, neden bu makamı gasp ettin diyor. Bu arada Ebubekir, evet haklısın; ancak Hz. Muhammed bir sözünde, "Bizim ailede hem peygamberlik, hem de halifelik olmaz." diyordu. Onun için ben araya girdim diyor. Hatırlanacağı gibi başka bir yerde yazdım ki, Ebubekir Ali'ye, "Evet halifelik senin hakkın; ancak kimse kabul etmiyor, fitne çıkacak. Bu nedenle ben bu görevi üstlendim; ama çok da riskli." demişti. Bu arada Ebubekir'in ekibi şahitliğe başlıyor: Ömer, ben de şahidim ki, Muhammed halifelikle peygamberlik aynı ailede olmaz diyordu. Selim kitabında hep o dönemle ilgili trajedileri anlatıyor. Bu yazarın çoğu anlattıklarını başka birkaç kaynakta da gözden geçirdim. (302) Dediğim gibi bunların hemen hepsi İslami kaynaklarda var; ancak konular çok dağınık, parçalı yazıldığı için sanki hiç yokmuş gibi bir durum söz konusu. Zaten çoğu kaynakları konunun başında takdim ettim. İşin ilginç yanı, bu yazar kitabında Hz. Muhammed'e karşı tertiplenen başka bir komplodan söz ediyor. Güya Ebubekir-Ömer Hz. Muhammed'in görevi Ali'ye devredeceğini anlayınca, ona karşı yeni bir komplo hazırlıyorlar ve yaklaşık 10-15 kişilik bir baskın grubu Veda haccı dönüşünde 'Cuhfe' denilen yerde Muhammed'i öldürmeye hazırlanırken, kendisi bunun bilgisini alıyor ve plan sonuçsuz kalıyor. Bu kaynaktaki açıklamalar çok teferruatlı; ben sadece kısa değinmelerle geçiyorum. Şia âlimlerinden başta Meclisi'nin (111 hicri yılında ölmüş) yazdığı 110 ciltlik 'Biharü'l Envar' adlı yapıtında daha ağır suçlamalar var; bunu da hatırlatayım. - Hz. Ali'nin boğazına urgan geçirerek toplum, ailesi ve hele çocuklarına karşı haysiyet kırıcı bir şekilde ve arkalarından çekerek Ebubekir'in yanına götürmeleri ve orda da "Şayet Ebubekir'i kabul etmezsem ne olur?" diye sorduğunda, Ömer'in ona, "O zaman kellen gider." demesi, Fatma ve çocuklarının ağlamaları, Fatma'nın bu halini gören mahalle sakinlerinin de ağlaması ve Ali'nin Muhammed'in mezarı başına gidip onları manen şikâyet etmesi, "Görüyorsun; sen gittikten sonra nerdeyse beni ortadan kaldıracaklar." demesi hep İslami kaynaklarda anlatılmaktadır. Yine Ömer'in baskını sırasında çevredeki insanlar onun elinde ateş görürken, "Ne yapmak istersin, Fatma'nın evidir!" diye uyardıklarında o, Fatma olsun ben gerekeni yaparım diyor. Bu söz de birkaç yerde geçiyor. Hele babasından kalan mal ve özellikle de Fedek'i vermemeleri ve daha sonra gelen İslam idareciler bunu kendi yakınlarına ve yandaşlarına dağıtmaları tartışmasız bir konu. Bütün bunlar hem Selim kitabında, hem de daha önce belirttiğim İslami kaynaklarda anlatılmaktadır... - Ali'nin evinde onunla beraber hareket eden Zübeyir b. Avam'ın, Ömer ve ekibi eve gidince bu zulme dayanamayıp da kılıcını alıp dışarı çıkması ve sonunda etkisiz hale getirilmesi, birçok kaynakta anlatılmaktadır. Ömer bu ev baskınını gerçekleştirdiği an Fatma'nın ondan "Evimi mi yakıyorsun?" diye sorması ve onun da alay edercesine Fatma'ya, "Evet, böyle yapmakla senin babanın getirdiği dini daha da güçlendirmeyi amaçlıyorum." demesi birçok kaynakta yer almaktadır. Hele Ebubekir'in Ömer'e, "Gidin onları en disiplinli ve onur kırıcı bir şekilde evden çıkartıp getirin, gelmezlik yaparlarsa onlarla savaşın." cümlesi, birçok güvenilir İslami kaynağında da anlatılmaktadır. Yine Ebubekir'in Ali'ye, biliyorum halifelik senin hakkındı; ancak fitne var, ben çok riskli bir görev üstlendim' demesi, halifeliğin ne şekil ele geçirildiğinin bir kanıtıdır. (303) Bu olup bitenlere karşı ve Muhammed'in, "Fatma benden bir parçadır. Onu kızdıran beni de kızdırmış olur, onu üzen beni de üzmüş olur" (304) gibi sözleri de göz önüne alındığında, Ebubekir ve Ömer'in durumunu izah etmek gerçekten zor. Kısacası durum iç açıcı değildir. Daha fazla bilgi için ben uzun bir kaynak listesini aşağıya alıyorum, tabii ki bu kaynaklarda Ebubekir nasıl halife oldu, Ömer'in rolü, Hz Ali ve Fatma'nın durumu detaylıca işlenmiş. Merak eden ve Arapçadan anlayan varsa, kafa yorabilir. (305) c) 60 Yaşlarındaki Halife Ömer Hz. Fatma'nın Kızıyla Evleniyor Ömer, miladi 581 veya 586'da doğmuş, nerdeyse Muhammed'in yaşıtı. Hz. Fatma ise miladi 605 veya 609 tarihinde dünyaya gelmiş. Bu durumda, Ömer ile Fatma arasında yaklaşık 25 yıllık bir yaş farkı var. Kaldı ki, Fatma henüz Hz. Ali ile evlenmemiş iken, hem Ebubekir, hem de Ömer ona talip oluyorlar; ancak Muhammed, "Kızım küçüktür, aranızda yaş farkı vardır." diyor ve onlara değil de; Hz. Ali'ye veriyor (306)... Denilebilir ki, madem onun için yaş farkı o kadar önemliydi, peki niye diğer kızlarını (Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm) o küçücük yaşta evlendirdi ve hem de Osman onların dedesi durumundaydı. Bunu bu kaynağımda özel bir başlık altında anlatacağım. Şimdilik şunu söyleyeyim: Müslüman kamuoyunda yanlış bir bilgi var: Bir kere Fatma dışındaki kızlar Hz. Muhammed'in değil. Ne gariptir ki, Hz. Fatma'yı alamayan Ömer, günün birinde Fatma'nın kızıyla/yani Hz. Muhammed'in torunuyla evlenir ve bu iki çiftten Zeyd ile Rükiye adlarında iki çocuk dünyaya gelir. Hz. Ali-Fatma evliliği h. 2. yılında gerçekleştiği zaman, Hz. Ömer en az 40 yaşlarındaydı. Hele Fatma ve Ali'den doğan çocuklar da sırayla Hasan, Hüseyin, Zeynep ve Ümmü Gülsüm olunca, durum daha da farklılaşır. Yani, Ömer'in evlendiği Ümmü Gülsüm, Fatma'nın dördüncü sırada doğurduğu çocuğudur... Halife Ömer bununla hicri 17. yılında evlenir... Bir kere şunu akılda tutmak lazım ki, Hz. Fatma'nın evlenmesinden 15 yıl sonra kızı gelin olur. Peki, bu 15 yıl içinde önce Hasan, daha sonra Hüseyin ve Zeynep dünyaya geldiğine ve daha sonra Ümmü Gülsüm doğduğuna göre, acaba kızcağız evlenirken kaç yaşlarındaydı, kocası Ömer kaç yaşında? Kabul edelim ki Ümmü Gülsüm, Fatma'nın ilk çocuğu olsun; Hz. Ali-Fatma evliliğinin de hicri ikinci yılında olduğu kesin ve bir yıl da Ümmü Gülsüm'ün anne karnında kalma süresi olsun; o zaman kızcağız 13-14 yaşlarında, Ömer de 55 yaşlarında olmuş olur ki, bu da çok anormal bir farktır... Ama daha bitmedi. Kız kesinlikle Hz. Ali ve Fatma'nın ilk çocuğu değildir. Bir kere bu, konuyu işleyen tarihçiler nezdinde tartışmasızdır. Ondan önce doğan Hasan, Hüseyin ve Zeynep'e 1'er yıl süre versek, yine en az bu kızın hicri 6. yılında dünyaya geldiği ortaya çıkar. Bu, işin matematiksel yanı. Bir de zaten İslam tarihçileri, bu çocuğun doğduğu yılı yazmışlardır, az sonra bu kaynaklardaki bilgileri sunacağım. İslami eserlerde, Ömer'le evlenirken kız henüz ergenlik çağma gelmemiş, çocuklarla oynuyordu. Bu arada Ömer'den sorarlar, sen bu çocuğu ne yapacaksın diye. Ömer, amacım aşk değil; Hz. Muhammed'e akraba olmak isterim diyor ve bu evlilik gerçekleşiyor, ayrıca bunlardan iki çocuk da dünyaya geliyor, şeklinde çok net bilgiler var. (307) Yeri gelmişken, halife Ömer'le ilgili şu hadiseyi de özetlemek isterim. Ömer bir gün, Hz. Muhammed'den dul kalan Ayşe'ye, "Git kız kardeşin olan Ümmü Gülsüm'ü bana iste" diyor. Bu ayrı bir Ümmü Gülsüm/Halife Ebubekir'in kızıdır. Ayşe ona, "Gittim söyledim kabul etmedi." diyor. Aslında Ayşe kabul etmiyor; ancak Ömer'e bu şekilde yanıt veriyor. Çünkü bir kere kız daha çocuk, iradesi yok ki. Ayşe o arada durumu Amr b. As'a bildiriyor, bize bu konuda yardımcı ol diyor. Amr Ömer'in yanına varıyor, bu çocuğu ne yapacaksın, her gün senin yanında baba baba diyecek, seni rahatsız edecek diyor. Ömer orada Amr'a, "Bu aklı sana Ayşe verdi değil mi?" diyor; konuyu kapatıyor ve böylece kızcağız Ömer'den kurtuluyor. O arada kız, "Eğer beni Ömer'e verirseniz ben Hz. Muhammed'in kabrine koşar orda bağırırım, elalem bizi seyreder." diyor. Belli ki bunlar Ayşe'nin direktifleridir; yoksa kız daha çocuk, bunları bilmiyor. (308) Hâlbuki Ebubekir 634'te vefat ettiği zaman bu kız henüz annesinin karnındaydı ve Ebubekir öldüğünde Ömer yaklaşık 50-53 yaşlarındaydı... Demek ki Ömer başarabilseydi bunu da eş olarak alırdı. Yine Ömer halifeliğin son yıllarında, dul kalan Ümmü Eban b. Utbe'yi kendine eş olarak istiyor; kadın, ben bu sert adamı ne yapacağım diyor ve onu kabul etmiyor. (309) Burada çok ilginç bir örnek daha vermek istiyorum; nasıl olsa Ümmü Gülsüm'ü işleyeceğim, o zaten ana konu. En başta Buhari'nin anlattığı şöyle bir olay var. Anlatan Muhammed'in eşlerinden Ayşe, şöyle devam ediyor: Eşim Muhammed'le birlikte yemek yiyorduk. O sırada Ömer oradan geçti. Eşin ona, "Buyrun sen de gel" dedi ve geldi. Biz birlikte yemek yerken, onun parmakları parmaklarıma değdi. O sıraca biz Muhammed kadınlarıyla ilgili Ahzab süresindeki örtünme, erkekler yanında kalmama ayetleri geldi diyor. Sanırım yoruma gerek yok. Çünkü mesaj gayet net. (310) Bunlar anlatmaktan maksat, Ömer'i bu konuda iyi tanımak, gerçekten Muhammed'i sevdiği için mi o kızla evlendi; yoksa o bir bahane mi; buna bir-iki somut örnek vereyim dedin. Zaten Ömer'le ilgili özel bir bölümde daha önce işledin. Ömer, Muhammed'in torunuyla bu evliliği yapınca da, ancak Muhammed'e yakın olmak, onu çok sevmek niyetiyle yapmak istediğini, net bir şekilde aşk düşünmediğini söylüyordu. Peki, madem böyleyse; o zaman bu ufacık kızın kucağındaki iki çocuk ne, peki ya eğer başarsaydı Ebubekir'in o ufaklığını ne yapacaktı, onun da kucağına çocuk vermeyecek miydi? Bir taraftan Muhammed ve Ebubekir'in cinayetlerinden sorumlu/bunu yapıyor; diğer taraftan onları çok sevdiği için bu küçücük kızları eş olarak alıyor. Fatma'nın başına getirmediği kalmıyor; kadını ve çocuğunu öldürüyor; hatta Ayşe'den aktarılan ve en başta Buhari ve Müslim'de geçen "Fatma hayatta olduğu sürece Ebubekir ve Ömer'e küstü, kırgındı; ayrıca ölünce de vasiyeti üzerine Ali onu gece gömdü ki ne Ebubekir, ne de Ömer cenaze merasimine katılmasınlar" açıklaması da var; şimdi de kendisi 60 yaşlarında, kalkmış Fatma'nın 9-10 yaşındaki kızını almakla Muhammed'e çok yakın olmak istiyorum diyor... Acaba Hz. Fatma duysa ki Ömer onun ölümünden sonra bu ufak kızıyla evlenmiş, çocuk sahibi de olmuş, peki sinir krizleri geçirmez mi? Daha bitmedi; anlatacağım: Kızla tam tanışmak için kız onun yanına gelirken Ömer onun eteğini kaldırıp avret yerine bakıyor! (311) Şimdi de İslami kaynaklardan olayın ilginç yanını sunmaya başlayayım. İnsan anlatmaya utanıyor; ancak insanların bunu bilmesi lazım: Gerçek Ömer'le hayali Ömer birbirinden ayırt edilmeli. d) Halife Ömer Ümmü Gülsüm'ün Avret Yerine Bakıyor! Aslında bunu bir kaynağımda detaylıca anlatmıştım; (312) burada şu maksatla bir daha gündeme getiriyorum: Kitapta halife Ömer'le Hz. Ali ve Fatma aralarında olup bitenlere karşı Ömer'in bir de onların bu ufacık kızlarını almasını bir ibret olarak anlatıyorum... Yaşlarıyla ilgili az önce bilgi verdim. Bunlar evlenirken Ömer yaklaşık 55-58 yaşlarında, kız da 10 yaş civarında. Şu da bilinmeli ki, bu evliliğin gerçekleştiği dönemde Ömer halife ve iş başındadır. Bir gün Hz. Ali'ye, "Kızın Ümmü Gülsüm’ü bana ver." diyor, tabii ki Ali buna karşı hayret ediyor; ne yapacaksın bu çocuğu diye soruyor? Ömer, “Bu evlilikten kastım zevk değil; aksine Hz. Muhammed'e akrabalık bağıyla daha yakın olmaktır.” diyor... Hz. Ali, “Hayır; kızım çocuktur/ergenlik çağına gelmemiş, bir de ağabeyimin çocuğuna/yeğenime vermek istiyorum.” diyor. Bu arada bazıları Ömer'e, "Aslında Ali bahane uyduruyor, sana vermek istemediği için bu gerekçeleri öne sürüyor." diyorlar. Ömer teklifinde ısrar ediyor ve sonuçta Hz. Ali kızını veriyor. Ben şahsen bunun resmi tarih bilgisi olduğu ve gerçekleri yansıtmadığı taraftarıyım. Edindiğim izlenim, Ömer bu konuda halifelik etkisini kullanarak bu çocuğu zorla ele geçirmiştir. İddianı haklı çıkaracak olan da Ömer'in Hz. Fatma ve Ali'nin başına getirdikleridir. Ömer bir yandan daha önce anlattıklarımı onların başına getirecek, diğer yandan Ali kalkıp bu küçücük kızını kendi rızasıyla ona verecek; bu aklın işi olamaz. Bu olup bitenlere karşı aslında kızla Ömer aynı yaşta da olsalar, yine Ali vermemeliydi. Normalde bu mümkün görülmüyor. Kaldı ki satır aralarından da anlaşılıyor ki, Ömer kızı zorla almıştır. Çünkü çoğu kaynaklarda Ömer isterken Ali'nin bundan rahatsız olduğu yazılı. Ayrıca kızım küçüktür dediği ifadesi de var. Hatta bu konuda iki çocuğu Hasan, Hüseyin'le ve amcası Abbas, ağabeyi Akıl ile de istişare ettiği anlatılıyor. Akıl, Hz. Ali'ye çok sert tepki gösteriyor: "Farkında mısın gün geçtikçe gözlerin kör oluyor/sağlıklı karar veremiyorsun" diyor. Daha sonra Ömer bunu duyunca Akıl'a, "Budala, ahmak, beyinsiz" diyor. (313) Sıra kızı görmeye geliyor: Ömer kızın ergenlik çağına girdiğinden yüz de yüz emin olmak istiyor. Trajik bir konu olduğu için, bu bilgileri içeren kaynaklardan bir sürü dipnot olarak vereceğim. Bu konuda var olan yüzlerce kaynaktan müşterek bir özet vermek isterim. Vereceğim bilgi İslami kaynaklardan, yani resmi tarih; ama yine de ilginç Resmi tarih diyorum. Çünkü Ömer, Hz. Ali'den kızı isteyince, Ali, ağabeyi Akıl, amcası Abbas ve oğulları Hasan ve Hüseyin'le konuyu konuşuyor. Akıl çok kızıyor ve Hz. Ali'ye "Bakıyorum günler, aylar, zaman geçtikçe sen aklını yitiriyorsun. Eğer bu iş olursa şöyle şöyle yaparım.” Ve başlıyor elbiselerini çekmeye, sinir olmaya, şeklinde reaksiyon gösteriyor. Şöyle şöyle yaparım ifadesinin hemen yanında, "Birçok şey saydı" şeklinde sansürlü bir cümlecik var. Hz. Ali ağabeyinin bu çıkışına karşı şu ilginç ifadeyi kullanıyor. "Aslında senin yaptığın kardeş nasihati değil. Sen Ömer'in kamçısına/kırbacına kafa takmışsın (Ömer hep kamçıyla gezerdi, cariyeleri, hizmetçileri, cenaze için yüksek sesle ağlayan kadınları... kırbaçlardı), o yüzden hayır diyorsun" diyor. Aslında bu kırbaç olayı bazı işaretler veriyor: Demek ki ortada sopa varmış. Bazı kaynaklarda Hasan'ın da Ali'ye karşı sert çıkış yaptığı yazılı. Ama nasıl olsa o henüz çocuk. (314) Buna rağmen Ali'nin bu teklife bozulduğu-hoşuna gitmediği ve üstelik de Ömer'e, "Sen bu kızı ne yapacaksın?" şeklinde hayretini dile getirdiği yazılı. Nihayet Ali, Ömer'le baş edemiyor ve üstelik de pek adet olmayan bir uygulama yapıyor. Herkes gider kızı baba evinde ister; ama Ali kendi kızını Ömer'in ayaklarına kadar gönderiyor. Güya kız çakmasın diye, Ali ona bir aba veriyor ki Ömer'e versin. Ömer kızı görür görmez hemen kucağına alıp öpüyor. Ayrıca eteğini kaldırıp avret yerine bakıyor (Ergenlik çağına gelmiş mi, artık aşk nedir bilir mi diye). Onun bu hareketi kızın zoruna gidiyor. Bu arada kız ona, "Sen halife olmasaydın ağzını burnunu kırardım" diyor. Kızın kullandığı bu tabir değişik kaynaklarda aynı anlamda ancık eşanlamlı kelimelerle anlatılmıştır. Örneğin; Çek (elini) anlamında Arapçası 'Ersil' kullanılmış, bırak anlamına gelen (meh), halife olmasaydın, yüzüne/gözüne çarpardım anlamında (Sekk), gözlerini oyardım (tems) ve burnunu kırardım (Kesr) terimleri geçiyor İslami kaynaklarda. Kız oradan ayrılırken Ömer, ona, "Babana söyle kabul ettim, kabul ettim, kabul ettim" şeklinde üç sefer tekrarlıyor. Kız ger gelince Ali ne olduğunu soruyor. Olup bitenleri olduğu gibi anlatıyor kız, bir de şunu ekliyor: "Baba sen beni çok kötü bir yaşlıya gönderdin. Şöyle şöyle yaptı" diyor. Hz. Ali de, "Kızım seni onunla nikâhladım, artık eşisin" diyor ve ondan sonra düğün oluyor, bu çift evleniyor ve bunlardan Zeyd ile Rukiyye adlarında iki çocukları da oluyor. Kimi rivayetlere göre Ömer kırk bin, kimilerine göre de yüz bin dirhem mehir ücreti vermiş. (315) Şu dikkatimi çekti: O kadar ağır bir konu olmasına karşı bir İslam düşünürü kalkıp da buna itiraz etmemiş. Mesela İbni Kesir o kadar kaynak yazmış (Kur'an tefsiri, Siyer, tarih gibi) bu konu hakkında şunu diyor: Ümmü Gülsüm, Hz. Muhammed ve Fatma ile Ali'nin kızı olduğu için halife Ömer muazzam bir düğün yaptı, kıza 40 bin dirhem mehir ücretini verdi diyor. Yine İslam otoriterlerinden San'ani bu konuda farklı ve bir o kadar da ilginç bir belirlemede bulunuyor, tabii ki o halifelik hakkında konuşuyor; şöyle diyor: Eğer derlerse ki, halifeliği Ali'den almakla Ebubekir ve Ömer kâfir olmuşlar; ben de derim ki, Hz. Ali de kızı Ümmü Gülsüm'ü bir kâfire (Ömer'e) verdiği için o da bir o kadar kâfirdir. İbni Teymiyye'nin savunması ilginç: Bazıları, Fatma dışında Muhammed'in kızları da onun değildir, Ebubekir ve Ömer halifeliği zorla ele geçirmişlerdir, Ömer Hz. Ali'nin kızını gasp etmiştir diyorlar. Bunları söyleyenler hep dine iftira edenlerdir, bu yalandır, bunlara inanılmaz şeklinde bir savunma yapıyor. (316) Yani, Ömer neden bu küçük yaştaki çocuğu aldı şeklinde bir tartışma değil de; eğer Ömer kâfirse niye Ali kızını bir dinsize verdi şeklindedir. Burada yine kızcağızı düşünen yok: Niye bu yaşta, suçu neydi, kimse bunu sormuyor. Savunma da yapmıyorlar diğer konular kadar. Çünkü söz konusu bir kadın. Dolayısıyla Kur'an mantalitesine göre zaten kadın kısmı emtiadır, erkek için vardır ve normaldir. O yüzden bu konuya fazla takılmıyorlar... Ömer'in kızı zorla aldığı bir gerçektir. Zaten kimi kaynaklarda, İslam'da ilk gasp edilen kız çocuk budur şeklinde net ifadeler de vardır. İbni Teymiyye'nin de farklı bir niyetle değindiği gibi, Ömer'in bu kızla evliliğini bir gasp olayı olarak değerlendirenler de var. Özellikle Şia kesimi buna veryansın ediyor, tabii ki bunun tasvip edilecek bir tarafı yok. Demek ki o zaman ya kız çocuklarına böyle bakıldığı, değer verilmediği için Hz. Ali de direnmemiş, ya da direnmiş ancak Ömer'le baş edemeyince/vermek zorunda kalmıştır; çünkü belirtiler ortada. (317) Şu da birçok tarihçi tarafından ortak olarak anlatılıyor; hem de zevkle: Hem kız ergenlik çağına gelmemişti, çocuktu diye yazıyorlar, hem de hemen düğün yapıldı şeklinde açıklama yapıyorlar. Zaten Ömer'in fazla da zamanı yoktu; kızla 6 yıl yaşıyor ve öldürülüyor. Bu süre zarfında bir de bu çocuğun kucağına iki çocuk bırakıyor ve bu evliliğin adı da Muhammed'i çok sevmek oluyor. (318) Hz. Ali her ne kadar mecburi olarak onay vermişse de, aynı zamanda bu konuda kendisinin de sicili pek temiz değildir. Çünkü bakıyoruz aynı şeyleri o da yapmıştır. Bilindiği gibi Hz. Fatma hayatta olduğu sürece Ali tek evliydi. Başka kadınla evlenmek için girişimde bulunduysa da Muhammed buna engel olmuştu. Ama Muhammed ve Fatma'nın ölümlerinden sonra o da rekor düzeyde çok evlilikten geri kalmamıştır. Küçük bir örnek vereyim. İsmail Ebü'l Kasım, el-Envar adlı kitabında Hz. Ali'nin 32 çocuğunun isimlerini ve annelerini yazıyor. Yine Ya'meri 29 çocuk diyor. Muhibbüddin Taberi gerek Riyad'ü Nadre ve gerekse Zahair'ül Ukba adlı eserlerinde 32 çocuğun isimlerini veriyor. Yine İbni'l Cevzi Sıfat-i Safve adlı yapıtında (c. 1/309) 33 çocuğun isimlerini, annelerinin isimleriyle birlikte yazıyor ve daha nicelleri. Anlaşılan, o dönem için çok eşlilik ve hele aşırı derecede ufak olan kızları almak yaygın ve hatta kültürün bir parçası. Demek ki kız çocukları üzerlerinde insan organları tam belli oldu mu hemen evlendirilirdi. (319) Konuyu, Bağdadi'nin tarihine yazdığı kızın bir cümlesiyle bitirmek istiyorum. Hz. Ali, Ümmü Gülsüm'ü Ömer'e gönderirken, Ömer çok memnun kalır ve kız ondan ayrılınca da, "Babana söyle Allah razı olsun, çok memnun oldum, çok memnun oldum, çok memnun oldum" şeklinde üç sefer bu cümlesini tekrarlar. (320) İşte halk nezdinde bilinen Ömer'le bilinmeyen Ömer arasındaki fark budur. Ben bu trajik, insanın asabını bozan konularla ilgilene ilgilene iyi bir feminist oldum desem mübalağa olmaz! BÖLÜM 7 - HZ. MUHAMMED'İN ÇOCUKLARI VAR MIYDI? Söz Fatma-Ali ve kızları Ümmü Gülsüm'den açılmışken, en az bunlar kadar zorluk çeken ve güya Muhammed'in çocukları sayılan diğerleri hakkında da bazı bilgiler vermek isterim. Bunlarda da bir o kadar bilinmeyenler vardır. Bu başlığa bakılınca ilk etapta basit görülebilir; ancak o kadar da değil. Nedense bu konu bile İslam tarihçileri tarafından çarpıtılmış ve gerçek dışı bir şekilde bilgi verilmiştir. Yediden yetmişe hangi Müslüman bu konuda konuşsa Hz. Muhammed'in erkek ve kızlarının isimlerini bülbül gibi anlatır; ama ne yazık ki bu isimler Muhammed'in çocukları değildir. Nasıl mı? Bu başlık altında anlatacağım. Hz. Muhammed ve diğer suikastlarla bu olayın ne ilgisi var, niye bu kitapta bu konu işleniyor, denilebilir. Sebebi şu: İslami kesim bu basit konuda bile işi ne kadar farklı boyutlara çekmiş, bunu okurla paylaşmak istedim. Yani bu basit örnekten ibret almak için bunu da buraya aldım. Ayrıca önemli bilgiler de var; faydalı olacağı kanısındayım. Bilinsin ki İslam tarihinde bu çok önemsiz konuda yapılan çarpıtmalar, aslında önemli konularda ne kadar gerçek dışı şeylerin yazıldığının bir göstergesi ve kanıtıdır. Burada Muhammed'in kız çocukları hakkında her yönüyle bilgi vermeye çalışmıyorum; ancak önemli gördüğüm ve gözlerden hep uzak tutulan bir konuya açıklık getirmeye çalışıyorum. Her nedense bugüne kadar bir İslam düşünürü konuya ilişkin var olan bu çok açık çelişkiler hakkında bir yorum yapmamıştır. Bu anlattıklarımdan şimdilik bir şey anlaşılmayabilir. O yüzden fazla uzatmadan konu nedir, ne değildir hemen anlatmaya geçeyim. Bilindiği gibi, İslam kültüründe meşhur olan şu: İslam lideri Muhammed'in ilk eşi Hatice'den Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatma adlarında dört kız, Kasım ve Abdullah adlarında da iki erkek çocuk dünyaya gelir. Bu kızların üçü ile iki oğlan Muhammed'den önce vefat eder; ancak Fatma babasından sonra birkaç ay daha yaşar. İlk önce konuya ilişkin bir durum tespiti yapmam lazım. İslami kaynaklarda yaygın olan görüş şu.- Muhammed 25 yaşında iken, daha önce de iki erkekle (1- Ebu Hale Temimi (Hind), 2- Atik b. Abid/ya da Atik b. Aiz Mahzumi ile) evlenip sonra dul kalan 40 yaşlarındaki Hatice ile evlenir. Muhammed-Hatice çiftinden de yukarıda isimleri sunulan çocuklar dünyaya gelir; bir de Muhammed'in, Marya adındaki cariyesinden İbrahim isminde bir erkek çocuğu olur ve yaklaşık 16 aylık iken o da vefat eder. Zaten tüm çocukları da ondan önce ölmüş; ancak az önce de belirttiğim gibi Fatma ondan sonra birkaç ay daha yaşamıştır. İslami kaynaklarda yaygın olan bilgi bu; ancak kimi İslam tarihçilerine göre Hatice ile Muhammed'den sekiz çocuk dünyaya gelmiş, kimilerine göre dokuz çocuk, hatta 11 diyenler de var ve şöyle sıralarlar: Kasım, Abdullah, Abdülmenaf, Tayyip, Mütayyip, Tahir, Mütahhir adlarında 7 erkek çocuk, Zeyrep, Rukiye, Fatma ve Ümmü Gülsüm adlarında da dört kıt çocuk (hepsi Muhammed-Hatice'den). Bunlardan Tayyip ile Mütayyip ikiz, ayrıca Tahir ile Mütahhir'in de ikiz olarak dünyaya geldiklerini, yani daha önce genç iken evlendiği o iki eşten pek çocuk sahibi olamayan bir Hatice, kırkından sonra Muhammed'le evlenince maşallah iki kez çift doğurur. (321) Bu çocukların doğumlarıyla ilgili İslami eserlerde farklı bilgiler var; bunu kısaca belirteyim. Kaynaklarda genel kanı, Muhammed'in kızlarının peygamberlikten önce doğmuş olmalarıdır, ancak bazı ünlü İslam düşünürleri farklı yönde bilgi vermişler. Onlardan bir özet vermek istiyorum. Heysemi bir rivayetinde, Kasım, Zeynep dışında diğerleri Muhammed, peygamber olduktan sonra dünyaya gelmişler diyor. D. Bekiri bu konuda çok net konuşuyor, Rukiye-Osman evliliği İslam'dan önce olmuştur diyor. Yine Kastalani, kimi rivayetlere göre Muhammed-Hatice'den 12 çocuk doğduğunu bunlardan A. Menaf dışında hepsinin de Muhammed peygamber olduktan sonra dünyaya geldiklerini aktarıyor. Yine A. Menaf dışında hepsinin peygamberlikten sonra doğduğuna ilişkin Makdisi'nin de rivayetleri var: Kasım, Abdullah, Zeynep, Rukiye, Fatma, Ümmü Gülsüm bunların hepsi İslamiyet'ten sonra doğmuşlardır diye yazıyor... İbni Kesir Bidaye-Nihaye'de Zübeyir b. Bekâr'dan alıntı yaparak, Abdullah, Ümmü Gülsüm, Fatma ve Rukiye'nin peygamberlikten sonra doğduklarını ifade ediyor. Yine meşhur tarihçi İbni Asakir, İbni Abbas'tan aktararak şunu diyor. Muhammed'in çocuğu ölünce kimileri kendisine, 'Kısır adam' lakabını takıyorlar. Bu yüzden Kevser suresinin son ayeti iniyor ki, "Seni kıskanan ancak kendisi kısırdır" diyor ve bundan sonra artık diğer çocuklar doğmaya başlıyorlar diye bir hadis aktarıyor, tabii ki bu yazarlar farklı rivayetler de yazmışlar, ancak bunlar arasında bu kızların İslamiyet'ten sonra doğdukları görüşü de var. İşte bu görüşe göre şu demek oluyor ki, Muhammed kırk yaşını, Hatice de elli beş yaşını geçtikten sonra ancak bu çocuklar doğmaya başlamışlar. Hatice 55'te başlamışsa, menopoz bir yana; bir kere kalan ömür (7 yıl) bu çocukları doğurmaya nasıl yetmiş; merak konusu! Çünkü bu görüşe göre hepsi Hatice'nin 55'inden sonra doğmuşlar. Hele tümünü de bir seferde doğurmadığına göre, gerçekten büyük yalan. (322) Bu farklı görüşü belirttikten sonra şimdi de bu kızlar hakkındaki bilginin detaylarına geçeyim. a) Zeynep Muhammed'in kızlarından Zeynep, teyzesinin oğlu Ebü-l As/Lakit ile evlenir. Bu evlilik, Muhammed henüz peygamber olmadan gerçekleşir. Prof. Dr. Rıza Savaş bunu kaynağında anlatırken şöyle der: İslam'dan önce bazı ailelerde, anneler kız çocuklarını evlendirirdi. Mesela; henüz Muhammed peygamber olmadan, Hatice'nin kendi kızı Zeynep'i kız kardeşinin oğlu Ebu'l As ile evlendirmesi ve Muhammed'in buna ses çıkarmaması örnek gösterilebilir diyor. Ama aynı Rıza Savaş gibi ilahiyat akademisyenleri şunu görmüyorlar: Madem Muhammed 25 yaşında evlendi ve ondan sonra bu kız dünyaya geldi; kırk yaşında da peygamber olduğuna göre, peki bu kızcağız peygamberlikten önce evlenirken kaç yaşlarındaydı diye hiç sorgulamıyorlar! Maalesef hiçbir İslam mütefekkiri bu çelişkilere değinmemiştir. Bunun da nedeni, ya evlenen bir kadında yaşın küçük olmasına bakmayıp bunu normal karşılamak, ya da yorum yapmaktan kaçınmak. Yine konuya ilişkin Diyanet işleri başkanlığınca terceme edilen Tecrid-i Sarih'te şu var: Henüz Muhammed'e peygamberlik gelmeden Hatice bir gün Zeynep'i kendi kız kardeşinin oğluna teklif eder. Muhammed de buna ses çıkarmaz/onay verir ve bunlar evlenir şeklinde bir bilgi veriliyor. Burada da diğer kaynaklarda olduğu gibi kızın evlendiği tarih, peygamberlikten önce; yalnız yaşı konusunda bir açıklık yok. (323) Daha önemlisi, birçok İslami kaynakta, bunların doğum tarihleri bile yazılmış. Mesela; Muhammed 30 yaşında iken Zeynep, 33 yaşında iken Rukiye, bundan sonra Ümmü Gülsüm ve yine Muhammed 35 yaşında iken Fatma dünyaya gelmiştir şeklinde çok net açıklamalar var. Hatta İbni Hacer Askalani, "Zeynep peygamberlikten çok az bir süre önce doğmuş; ancak bu sürenin 10 yıl önce olduğunu söyleyenler de vardır." diyor. Zehebi, Zeynep'in hicri sekizinci yılında vefat ederken 30 yaşında olduğunu yazmış, tabii ki bu durumda, Muhammed 13 yıl Mekke'de peygamberlik yapmış, 8 yıl da Medine'de yapınca bu kadın ölüyor. Demek ki Muhammed peygamber olduğu sırada kadın 9 yaşlarında ve sayısız kitaplarda geçiyor ki, İslam'dan önce de evlenmiş. (324) Muhammed peygamber olup Medine'ye geçtiği zaman, Zeynep-Ebü'l As ikilisinin evliliği Mekke'de yine devam ediyordu. Zeynep'in eşi, Mekke'nin ileri gelenlerinden, güvenilir bir kişi, maddi bakımdan zengin ve tüccardı. O yüzden etrafındaki insanlar ona, "Zeynep'i boşa, sana istediğin kızı getiririz. Çünkü hem maddi, hem de manevi olarak önemli birisin. Dolayısıyla birçok kız seni ister" diyorlar. Buna rağmen adam onlara olumsuz yanıt veriyor ve evlilikleri devam ediyor. Hatta tarihçi-müfessir Taberi ve İbni Hacer Askalani, "Peygambere rağmen bunlar birbirlerinden ayrılmadılar, seviyorlardı birbirlerini" diyorlar. (325) Burada aşırı sevgilerine somut bir örnek vereyim: Hicri ikinci yılında meydana gelen Bedir savaşında, Zeynep'in eşi müşrikler safında yer alır ve sonuçta Müslümanlara esir düşer. Zeynep onun esaret haberini alınca Hatice'nin, evlilik esnasında kendisine hediye olarak verdiği gerdanlığını çıkarıp Muhammed'e ve Müslümanlara fidye olarak gönderir ki, eşini serbest bıraksınlar. Muhammed bunu duyunca kocasını karşılıksız olarak bırakır ve güya ona, "Sen de git kızımı gönder." der ve adam da buna söz verir, gerekeni yaparım der. (326) Muhammed böyle bir torpili başka bir savaşta sütkardeşi için de yapmış. Esir alınanlar arasında onun sütkardeşi bir kadın da bulununca, onları affetmiş! İşte bu olaydan sonra Hz. Muhammed'in kızı Zeynep'le eşi birbirlerinden ayrılmak zorunda kalırlar. Çünkü az önce de belirttiğim gibi, adam esaretten kurtulunca Zeynep'i Medine'ye göndermeye söz vermişti. Mekke'ye gelince Zeynep'i birilerine teslim edip gönderir. Böylece Zeynep babasının yanına Medine'ye gitmek için yola koyulur. Ancak Zeynep'in bu şekilde, eşinin Muhammed'e esir düşmesi sonucu yapılan pazarlıklar yüzünden gitmesi ve giderken de gündüz, herkesin gözünün önünde yola çıkması, tabii ki Mekke müşriklerinin zoruna gitmiştir: Hani hem savaşta bizi mağlup etti, esirlerimizden fidye aldı, hem de namusumuzu bizden alacak diye düşünerek Zeynep'in gitmesini istememişlerdir. Normalde Ebü-l As'a, "Eşini boşa" diyorlardı; ancak burada ayrılık nedeni farklı olunca zorlarına gitti. O yüzden Zeynep yola çıkınca, Hebbar b. Esved adında bir kişi ona baskın düzenledi ve yere düşen kadının kaburgası kırıldı. Eski eşinden hamileydi ve çocuğunu da düşürmüştü. Zeynep aldığı darbeler ve kan kaybı sonucu gitgide ağırlaştı. Bu olay onun vefatına neden olmuştur. (327) Kadın henüz hayatta iken yaklaşık 170 kişilik bir Müslüman grubu onun eski eşinin de içinde bulunduğu bir Mekkeli ticaret kafilesinin yolunu kesti. Eşi kurtulmayı başardı ve kaçıp Medine'ye gitti, bir gece gizlice eşine sığındı; Zeynep, Muhammed'e bile danışmadan yüksek sesle, eski eşinin geldiğini, kendisine sığındığını ve onu affettiğini halka ilan etti. Haberiniz olsun, ona kimse dokunmasın dedi. Muhammed buru duyunca sevindi, güya Zeynep'in eşi de artık o andan itibaren Müslüman olmuştu ve Medine'de yaşamlarını sürdürdüler. Bu ikiliden Ümame adında bir kız, Ali adında da bir erkek çocuk dünyaya geldi. Oğlan küçük yaşta vefat etti; ancak kız büyüdü ve teyzesi Hz. Fatma'nın vefatından sonra Hz. Ali ile evlendi. (328) Bu kızcağız da Hz. Ali ile evlenirken kaç yaşlarındaydı, yaşı evlilik için uygun muydu diye kimse düşünmemiş, bunun üzerinde durmamıştır. Ben de detaylı olarak üzerinde durmayacağım. Ancak şu var ki, Ümame ile Hz. Ali arasında yaş farkı çoktu. Küçük bir ipucu verip geçeyim. En başta Diyanet'in terceme ettiği Tecrid-i Sarih no: 313'te şu var: Muhammed namaz kılarken bu kız öylesine küçüktü ki, bazen namaz kılarken Muhammed'in sırtına tırmanırdı. Ayrıca bu açıklama en başta Buhari ve Müslim olmak üzere diğer hadis kaynaklarında geçmektedir. (329) Şu hatırlatmayı yapmakta yarar var: Namaz, henüz Muhammed Medine'ye hicret etmeden yaklaşık bir buçuk yıl önce, onun Mirac'a çıkmasıyla farz kılındı. Fatma da hicri 11. yılı vefat ettiğine göre, kızcağızın hangi yaşta evlendiği tahmin edilebilir. Ali ile evlendikten sonra zaman içinde bir gün Ali ona, "Korkarım ki ben ölünce Ebu Süfyan oğlu Muaviye sana talip çıksın! Bu durumda beni dinlersen Nevfel oğlu Mugire ile evlen" dedi. Daha sonra Hz. Ali öldürülünce kadın Mugire ile evlendi. Evet; bu açıklama Diyanet'in tercemesinden ve tabii ki aynı zamanda diğer birçok İslami kaynaktan. Demek ki kocanın kendi ölümünden sonra hanımına eş bulması onlara göre normal bir öneriymiş! (330) Muhammed ise hanımlarına, ben ölsem bile artık size evlilik yok demiştir! (331) b) Rukiye ve Ümmü Gülsüm Muhammed'in kızlarından Rukiye, babası henüz peygamber olmadan (yani 40 yaşın altında iken), Ebu Leheb'in oğlu 'Utbe' ile evlendirilir. Kızlarından Ümmü Gülsüm de peygamberlikten önce Ebu Leheb'in bir diğer oğlu Uteybe ile evlendirilir. Yani iki kardeş bacanak olur. Yaygın olan kanaat, Muhammed peygamber olunca yine bu evlilik devam eder; ta ki Ebu Leheb hakkında Kur'an'daki Tebbet suresi oluşuncaya kadar. İşte bu sure inince, Ebu Leheb ve hanımı Ümmü Cemil kendi oğullarına, "Muhammed'in kızlarını boşayın" derler. Bu surenin anlamı şu: "Ebû Leheb'in elleri kurusun. Zaten kurudu (1). Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı (2). O, bir alevli ateşe girecektir (3), Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sırtında odun taşıyarak karısı da o ateşe girecektir. (4-5) Bu Tebbet suresi, iniş sıralamasında Kur'an'ın 114 sure içinde 6. sırada. Yani peygamberliğin hemen ilk yıllarında oluşan bir sure. Tekrar ediyorum, bu sure ininceye kadar, Muhammed'in kızlarıyla Ebu Leheb'in oğulları arasındaki evlilik devam etmiştir; tıpkı Zeynep'le eşininki gibi. Ancak bu sure inince; artık Ebu Leheb ve eşi Ümmü Cemil'in canına tak eder/dayanmazlar oğullarına, "Bu adamın kızlarını boşayın" derler. Ayrıca Mekkeliler de Ebu Leheb'in bir oğluna, "Muhammed'in kızını boşa" diye teklifte bulununca o, "Eban bin Sait bir As'm kızını bana getirirseniz ben kabul ederim." yanıtını verir. Sonuçta onlar da şartını kabul ederler ve zaten anne-babanın da bu konuda teklifleri vardı; bu yüzden Rukiye ile Ümmü Gülsüm'ü boşarlar. Burada İbni Hacer, "Rukiye peygamberlikten önce Ebu Leheb'in oğluyla evlendirilir, İslamiyet gelince ayrılırlar ve bu kez de Osman’la evlendirilir." diyor. Hatta farklı rivayetler de var Rukiyenin Ebu Leheb'in oğluyla evliliği konusunda. O da şu: Rukiye Utbe ile evlendirildikten sonra bu evlilik devam eder, ta ki kocası ölene kadar. Daha sonra da Osman'la evlendirilir. Kimi rivayetlere göre Osman bu kadını döver ve burdan dolayı o genç yaşta vefat eder. (332) Burada ilginç bir durum daha var. Dulabi gibi bazı siyer/tarih yazarları Osman, Rukiye ile evlenince Muhammed henüz peygamber değildi, diyorlar. Bu durumda bu kızların Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlenmeleri ancak hayal olur veya bunlar Osman'dan önce Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlenmişse, o zaman bunların ayrılma nedeni din değil; başka bir şey olmalı. Ancak bu kızların Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlilikleri konusunda İslami kaynaklarda hemen hemen fikir birliği var ve Tebbet suresinin onların boşanmalarına neden olduğu görüşü yaygın. Ki bu durumda artık peygamberlik vardı. O yüzden Osman'ın da peygamberlikten önce bununla evlendiği fikri, dengeleri altüst eder. D. Bekiri, Dulabi gibileri ya bu kızların Ebu Leheb'in çocuklarıyla evliliklerini inkâr etmeli -ki bu inkâr edilemez- veya başka neden göstermeleri gerek. Çünkü bunlara göre eğer Ebu Leheb'in çocuklarıyla olan evliliklerini de kabul edip İslam'dan önce gerçekleştiği görüşü benimseniyorsa, o zaman bu kızların İslam'dan önce iki kez evlendikleri söz konusu ve doğum tarihleri de belli: Rukiye, peygamberlikten 7 yıl önce dünyaya gelmiş, Ümmü Gülsüm de ondan sonra doğmuş. İşte bu 5-6 yıllık ömürle nasıl iki kez evlenmişlerdir; bu imkânsız bir şey. İşte görüldüğü gibi öyle kötü-beceriksiz bir tarih hazırlamışlar ki, insan ne yapacağına, nasıl doğruyu bulacağına şaşıyor. (333) Görüldüğü gibi konu çelişkilerle dolu; zaten ben de bu anormal durumları tespit etmeseydim, böyle bir kitap yazmam söz konusu olmazdı. Muhammed daha Mekke'de iken Müslümanlar bir-iki kez Habeşistan'a hicret eder. Birincisi Muhammed 45 yaşında iken gerçekleşir, diğeri de 46 yaşlarında iken. Her iki seferde de halife Osman'la eşi ve aynı zamanda Muhammed'in kızı diye iddia edilen Rukiye de vardı. Bu kadın hamileydi ve yolda gemiyle giderken çocuk düşürmüştür veya çocuğu doğurduktan sonra bir horoz çocuğun gözüne vurmuş, gözünü çıkarmış ve çocuk ölmüştür. Rukiye, daha sonra Medine'ye geçti ve hicretin ikinci yılında orada vefat etti. Kimi kaynaklarda Osman'ın onu dövmesi sonucu vefat ettiği iddia ediliyor. Bunu az önce de belirttim. (334) Rukiye'nin ölümü üzerine Osman dul kaldı, bu kez halife Ömer kendi kızı Hafsa'yı ona teklif etti; ancak Osman cesaret edemedi. Çünkü Muhammed'in de Hafsa'ya talip olduğunu öğrenmişti. Muhammed haberi duyunca çözümü buldu: Hafsa benim olsun, Osman'a da ikinci bir kızımı (Ümmü Gülsüm'ü) vereceğim dedi ve bu şekilde anlaştılar: Hafsa Muhammed'e, Ümmü Gülsüm de Osman'a... Bu evlilik Medine'de, Bedir harbinden sonra gerçekleşti. Çünkü o tarihe kadar Rukiye yaşıyordu, onun ölümünden sonra bu ikinci evlilik gerçekleşti. Yalnız burada bilinmeyen bir şey var: Fatma, Rukiye ve Zeynep'in ne zaman, nasıl Mekke'den Medine'ye hicret ettikleri İslami kaynaklarda anlatılıyor; ama Ümmü Gülsüm'le ilgili bu konuda herhangi bir bilgiye rastlamadım: Acaba ne zaman ve kimle Medine'ye gitmiş? Yalnız şöyle bir bilgi var; ancak bu da muğlâk: Hz. Ali, Muhammed'den mektup alınca -Siz de Medine'ye gelin diye- o, yanına Fatma'ları ve Ümmü Eymen adındaki kadınla Ebu Vakıd Leysi adında bir erkeği alıp yola çıkar. Fatma'lar da Hz. Fatma, Esed b. Hişam kızı Fatma, Zübeyir b. Abdülmuttalib kızı Fatma ve Muhammed'in amcası Hamza'nın kızı Fatma'dır. Ayrıca Müslümanlardan fakir-fukara, zayıf olanlar Ali ile beraber yolculuk yaparlar. Demek istediğim, burada Ümmü Gülsüm için biraz şüphe var: Acaba o da bunlarla mı gitmiş diye. Fakat burada da hiçbir işaret yok. Yabancı olan Fatma'lar bile sayılıyor; ama bu kızcağız yok. Neyse bu o kadar önemli değil; yalnız konuyu karıştırınca herkesin nasıl hicret ettiğini gördüm; sadece bundan söz edilmemiş, o yüzden açıklama yapmak zorunda kaldım. Bu kadın hicretin dokuzuncu yılında Medine'de vefat etmiştir. (335) Muhammed bu kızları Osman'la evlendirirken de çok enteresan açıklamalar yapmıştır. Bunlardan birkaçını sunayım. İlkin Rukiye'yi Osman'a verirken şunu söylüyor: Cebrail bana Allah'tan vahiy getirdi ki Allah demiş kızını Osman'a ver, ben de buna dayanarak veriyorum. Daha sonra Rukiye ölünce bu kez aynı vahiy olayını ikinci kızı Ümmü Gülsüm için kullanır, burada da ben Allah'tan aldığım vahiyle kızımı Osman'a veriyorum der. Zamanla bu da vefat edince, bu sefer şuna benzer açıklamalar yapar: Üçüncü bir kızım olsaydı onu da Allah'ın vahyiyle Osman'a verirdim. Diğer bir sözünde, on kızım olsaydı hepsini Osman'a verirdim: Biri öldü mü diğerine başlardım, ta ki hepsi bitene kadar. Başka bir sözünde, kırk kızım olsaydı hepsini Osman'a verirdim. Diğer bir hadisinde, 100 kızım olsaydı yine Allah'ın emriyle Osman'a verirdim demiştir. (336) Demek ki Muhammed'in yaşındaki Osman'da çok maharetler, kerametler varmış ki, onun Allah'ı bu kadar sıklıkta Cebrail'i göndermiş olmalı! Konuyla ilgili şöyle bir olay aklıma geldi, onu da buraya alayım. Muhammed'in çocuğu olmayınca, inanmayanlardan As b. Vail onun hakında, "Kısır adam" diye bir cümle kullanıyor. Muhammed'in canı sıkılıyor. Hemen Kevser suresinde şöyle bir ayet indiriyor (oluşturuyor): "Ey Muhammed! Kuşkun olmasın ki, soyu kesik/kısır olan, seni kötüleyenin ta kendisidir." Bu konuda tüm tefsirlere, sebeb-i nüzul kaynaklarına bakılabilir. Bu konuda İslam'ı kaynaklarda çok ilginç bilgiler var. Mesela Taberani, D. Bekiri, Kastalani, Dulabi, Heysemi, İbni Abdi'l Ber, Makdisi gibi tarihçiler şu farklı rivayetleri de aktarmışlardır: Muhammed'in tüm kızları peygamber olduktan sonra (yani 40 yaşından sonra) doğmuşlardır... Bunu daha önce de belirttim. (337) Ama daha önce de açıkladım, birçok kaynakta, çocukların bırakın peygamberlikten sonra doğmasını; peygamberlikten önce bu çocukların evlendiklerine dair açıklamalar bile var. Evet; birbirlerinden 180 derece farklı aktarımlar. (338) Çocukların hepsi kırk yaşından sonra doğmuşsa, Hatice 55 yaşını geçtikten sonra doğuma başlamış demektir. Her ne kadar adı geçen tarihçiler, bu kızlar peygamberlikten sonra doğmuşlar demişlerse de, bu görüş zayıftır; güçlü olanı, bunların peygamberlikten önce doğmaları ve aynı zamanda peygamberlikten önce evlenmiş olmalarıdır. Çünkü çoğunluğun ibresi bu yöndedir ve Hatice'nin ilerlemiş yaşında doğum yapması da olası değildir. Çünkü Muhammed ilk peygamberlik iddiasında bulunduğunda, kendisi 40, Hatice de 55 yaşlarındaydı. Hatice 63 yaşında vefat etti. 55'ten sonra bu çocukları doğurmuşsa, bünyesi müsait miydi sorusuna yanıt vermek gerekiyor ama ondan önce bu kadar çocuğu doğuracak zamanı var mıydı diye de sormak gerekiyor. Şimdi de verdiğim bilgileri somutlaştırmaya çalışayım. Gerçi bazı şeyler belli oluyor artık ama yine de kolay anlaşılabilir bir özet haline getireyim. 1- Farz edelim ki Zeynep, babası 30 yaşında iken doğdu ve peygamberlik yaşı olan 40'tan önce de teyzesinin oğluyla evlendi. Arada 10 senelik bir ömür var ve hemen onuncu yılda evlenmiş diye bir bilgi de yok. Kim bilir belki daha erken evlenmiştir. Peki, bu yaşta kocaya verilmesi nasıl açıklanabilir? Üstelik Zeynep'in, babası 30 yaşında iken doğduğu açıklaması, başta Diyanet'in terceme ettiği Tecrid-i Sarih olmak üzere birçok İslami kaynakta geçmektedir. (339) 2- Peki nasıl olur da Muhammed 33 yaşında iken Rukiye dünyaya gelir ve henüz peygamberlik gelmeden (40'tan önce) onu Ebu Leheb'in oğluyla evlendirir? Tam kırkıncı yılda evlendirildiğini düşünsek bile kız o zaman ancak 7 yaşında oluyor. Ve nasıl oluyor da din nedeniyle eski eşinden ayrılan bu Rukiye'yi yine peygamber olmadan (40'tan önce) Osman'a veriyor ve peygamberliğin beşinci yılında (yani kız 12 yaşında iken) Osman'la birlikte Habeşistan'a hicret ediyor ve bu sırada Osman'dan hamile iken de yolda çocuk düşürüyor? Halife Osman ile Muhammed hemen hemen yaşıttılar, aralarında 1-5 yaş fark vardı. Kızcağız hicri ikinci yılında vefat ederken, İslam tarihindeki verilere göre 21 yaşındaydı. Kabul edelim ki bu kızla Osman'ın evliliği peygamberlikten sonra olsun; peki bu kadar yaş farkına ne diyeceğiz! Şunu hep vurguluyorum: Osman, Muhammed'in yaşıtıydı ve bu kızla kardeşi Ümmü Gülsüm de Osman'ın kadınlarıydı ve doğum tarihleri de bellidir! İşte İslam'a gönül veren müçtehitler, akademisyenler bu yaşı doğal karşılıyorlar. Niye? Çünkü İslam'da bunun somut örnekleri var: Muhammed'in 9 yaşındaki Ayşe'yi alması ve 55-60 yaşlarında iken aldığı gencecik Safiye, Cüveyriyye, Marya, Hafsa gibi. O yüzden İslami kesim bunu sorun olarak görmüyor. 3- Rukiye ölünce, Muhammed, bu defa onun bir küçüğü olan Ümmü Gülsüm'ü Osman'la (dede Osman'la) evlendiriyor ve bunu yaparken de Tanrı bana bu konuda vahiy gönderdi diyor. Kaldı ki, o da ablası Rukiye gibi daha önce Ebu Leheb'in bir diğer oğlu Uteybe ile evlendirilmişti ve din engeli yüzünden boşanmıştı. Bu kızlar Muhammed'indir desek (zaten İslami kaynaklarda böyle yazılıyor), o zaman bu işin içinden nasıl çıkılır? Dikkat edilirse ben bunların yaşlarıyla ilgili en yüksek olanı temel alıp değerlendirme yapıyorum. Daha önce de belirtildiği gibi bunların peygamberlikten sonra doğduklarını yazan önemli İslam tarihçileri de var. Yineliyorum: Bu yoruma göre tüm bu çocukları, Hatice 55 yaşından sonra doğurmuştur, hem de iki sefer ikiz doğurmak suretiyle diyen birçok İslam tarihçisi var. (340) Bu menopoz (Menopause) döneminde Hatice'nin bunları nasıl doğurduğunu, bunu aktaran ve safça inanan tarihçilerden sormak lazım. Daha önce de belirtildi: Hatice Muhammed'den evvel iki sefer evlenmişti diye. Peki, genç yaşta neden o kadar çocuğu evlendiği kişiler için de yapmadı; 55 yaşına gelince mi harekete geçti! Biliyorum; yanıt hemen hazırdır: O Allah'ın peygamberidir, bu yaşta Hatice'ye değil ikiz; üçüz de, dördüz de ve daha fazlasını da Allah doğurtabilir demeleri gayet mümkün ve nitekim de bunu rahatlıkla söylüyorlar. Bu son görüşü (peygamberlikten sonra doğdular diye) dikkate alsaydım zaten işin içinden çıkılmazdı; o bakımdan en yüksek yaşı seçtim. Buna rağmen ortada inanılmaz bir manzara var. 4- Hz. Fatma henüz Hz. Ali ile evlenmemiş iken hem Ebubekir, hem de Ömer onu kendileri için Muhammed'den isterler; ama o vermez. Gerekçe de şu: Kızım küçük, aranızda yaş farkı var der ve sonuçta Hz. Ali'ye verir. Peki, aynı Muhammed neden bu yaş farkını diğer kızları için de göz önüne almadı, onlara da yazık değil miydi? Göz önüne almadı... Çünkü çocuklar onun değildi... 5- Yukarıda belirttim, bir görüşe göre bu kızlar İslamiyet geldikten sonra doğmuşlardır. Bu durumda kızların halife Osman ve Ebu Leheb'in oğullarıyla evlenmeleri mümkün değildir. Hâlbuki yüzlerce kaynak gösteriyor ki, bu evlilikler gerçekleşmiştir. Demek ki bu görüşün ciddiye alınacak bir tarafı yoktur. 6- Eğer bu kızlar da Muhammed'in ise, neden onlarla ilgili İslam literatüründe önemli bir kayıt yok! Kaldı ki, erken de ölmemişler. Rukiye hicri ikinci yılında, Zeynep sekizinci, Ümmü Gülsüm de dokuzuncu yılında vefat etmiş. Muhammed de hicri on birinci yılında öldürülmüş. Ama Hz. Fatma hakkında sayılmayacak kadar hadis var; bunlar hakkında ise hiçbir şey yok: Yetim oldukları belli. Nasıl mı? Anlatacağım. Aslında İslami kaynaklarda var olan bilgilere bakılınca, Hz. Fatma dışında Muhammed'in çocuğunun olmadığı fikri ağır basıyor. Çünkü Muhammed vefat edince ondan birçok genç kadın dul kaldı. Örneğin Ayşe 18 yaşında dul kaldı, Cüveyriyye, Safiye, Hafsa, Ümmü Habibe, Ümmü Seleme, Zeynep b. Cahş... Hep 20-35 yaşlarında kadınlardı. Peki, neden bunlardan hiçbiri Muhammed'den hamile kalmadı da (görüldüğü gibi yaşları uygun ve henüz menopoz devresi de onlar için söz konusu değildi) Hatice o yaşta bu kadar çocuk doğurdu hem de iki kez ikiz doğurmak suretiyle! Burada şu söylenebilir: Marya da Muhammed'den hamile kalarak İbrahim adında bir erkek çocuk doğurmuş. Hayır; Marya'nın doğurduğu çocuk (İbrahim) Muhammed'den değildi. Nitekim Muhammed Hz. Ali'yi görevlendirmiş, git hem Maryayı, hem de onunla cinsel ilişkide bulunan kişiyi öldür demişti. Daha sonra farklı bir formül bulunmuş, ikisi de infaz edilmekten kurtulmuştu. Ben bu olayı kanıtlarıyla birlikte başka bir kaynağımda anlattığım için burada detayına girmiyorum. (341) Bunu gündeme getirmekle, bu çocuğun Muhammed'den olmadığını belirtmek istedim. Fatma, Muhammed'in kızıdır diyorum. Çünkü İslami kaynaklarda ona çok yer verilmiştir, Fatma hakkında Muhammed'in hadisleri de çok fazladır. Mesela; "Fatma benden bir parçadır. Kim ona eziyet ediyorsa bana etmiş olur" gibi onu öven çok farklı hadisler var; (342) ancak benzer açıklamalar, diğer kızları hakkında yok. Hâlbuki onlar da uzun yaşadılar, ikisi Muhammed'den bir-iki yıl önce vefat etti. Okuyucu haklı olarak merak edip şunu sorabilir: Peki bu hengâmenin, olup bitenlerin sonucu ne oldu? Ben de soruyorum acaba sonuç ne oldu? Aslında konumuz şu bulmacaya benziyor: Ortada üç deve var. Biri insanları, diğeri develeri, üçüncüsü de semereleri yiyor. Gel de bunları sıraya diz! Zor bir iş değil mi! Ama ben yine konumuzu bir sonuca bağlamaya çalışayım. Biraz önce de belirttim, Hz. Fatma dışında kalan bu kızlar (Zeynep, Rukiye ve Ümmü Gülsüm) Muhammed'le Hatice'nin çocukları değildi. Hatice'nin Hale adında bir kız kardeşi vardı. Bu kadın daha önce biriyle evlenmişti; evlendiği kişinin de bir başka hanımından kız çocukları vardı. Babaları ölünce bunlar üvey annede (Hatice'nin kız kardeşinde) kaldılar. O da vefat edince kızlar ortada sahipsiz kaldı. Hatice'nin maddi durumu müsaitti ve bu çocukları yanına aldı. Hatice zengindi ve kızlar ona yardım da ediyorlardı. Hatice, Muhammed'le evlenince, Muhammed bir bakıma bu kızlara üvey baba olmuştu. (343) Araplarda o zamanlar üvey baba önemliydi. Nitekim Muhammed de bunu Kur'an'ına ekleyerek meşru hale getirdi, Tanrı buyruğu saydı. Nisa suresi 23. ayete göre, bir erkek bir kadınla evlenmiş ve cinsel ilişki yaşamışsa, artık o kadının başka kocadan kızlarıyla (varsa eğer) evlenemezdi. Bunlar üvey evlat sayılırdı ve İslam terminolojisine göre bu durumda olan bir kıza 'Rebibe' adı verilirdi, işte Hatice'nin kız kardeşi Hale'den olan kızları Hatice'nin evinde oldukları için böyle değerlendirilmiştir. Dolayısıyla halk arasında o zaman bunlara Muhammed çocukları denirdi ve o günkü kültüre, inanca göre de bu gayet normaldi, bu durumda olan başka insanlar için de durum aynıydı. Bunu anlatan kaynaklar çok; ancak kızları Muhammed'den alan İslam tarihçileri yok: Hep onun kızlarıdır diye yazmışlar. İslam aktörleri bu yabancı çocukları neden zorla Muhammed'e yazmışlar; doğrusu bunu anlamak zor. Evet; İslam'ın en eski tarihçileri bile Muhammed'den en az bir asır sonra ortaya çıkmıştır. Mesela; Vakıdi, İbni İshak, ibni Hişam, İbni Sad, Taberi vs. Bunlar toparladıkları bilgilerde, Muhammed'in üvey kızları durumundaki kızlar "Muhammed'in çocukları" diye tanımlandığı için; bunları gerçek kızları sanıp bu şekilde kayıtlara geçirmişlerdir. Bu iş yanlışlıkla oldu diye düşünelim; ama kızlara yükledikleri anormal doğum tarihleri neden, bunları nerden çıkardılar? Sonuç şu: a) Ya çoğunluğun iddia ettiği gibi bu kızlar Muhammed-Hatice'nindir ve Muhammed henüz peygamber olmadan bunlar doğmuş ve yine daha peygamber olmadan bunlar 5-7 yaşlarında iken evlendirilmişlerdir. Ben şahsen buna ihtimal vermiyorum. b) Ya da bunlar peygamberlikten önce doğmuş, ancak İslamiyet'ten sonra evlenmişlerdir. Buna da ihtimal vermiyorum. Çünkü daha önce de iki kez evlenen Hatice'nin yaşı geçmiştir, bu kadar çocuk (kimilerine göre 12 çocuk) doğurması tıbben mümkün değildir. Şunu da belirtmek lazım ki Muhammed, Hatice zengin olduğu için onunla evlenmeyi kabul etmiştir; normalde o yaşta ve o günkü koşullarda kimse bunu yapmazdı. c) Bir diğer sonuç da, kızlar Muhammed'in peygamberliğinden sonra doğmuştur ve adı geçen şahıslarla evlendirilmişlerdir. Bilgiler arasında bu davar. Malum damatlardan biri de halife Osman'dır ve hicri beşinci yılında bu kızlardan Rukiye ile evliyken ve Rukiye hamileyken Habeşistan'a hicret ediyor. Bu durumda da Muhammed'in 40 yaşından sonra bu kızların doğduğu ve bunlardan birinin Muhammed 45 yaşında iken hamile olduğu iddia edilmektedir. Evet; bir görüş de bu. d) Ya da az önce belirttiğim gibi bunlar başkalarının çocuklarıydı ve yetim kalmışlardı, Muhammed-Hatice onları evlendirmişlerdir. Burada olaylardan şu sonucu çıkarmak lazım: Bu kadar insan, bu kızların peygamberlikten önce mi, sonra mı doğduklarını veya onların Muhammed-Hatice'nin çocukları olup olmadığını bilmiyorsa, İslami kaynaklar da tartışmalıysa, Muhammed'in hadisleridir diye ortalıkta dolaşan bu kadar yazı ne kadar sağlıklıdır? Bu kadar önemli insanın ne zaman yaşadığını, kimden doğduğunu iyi tespit etmeyen bir sistem, hiç şüphesiz ki Muhammed'in cümlelerini, sözlerini kontrol edememiştir. Bu önemli bir göstergedir. Kızların Muhammed'in olmadığına ilişkin İslam tarihinde bir kaynağa rastlamadım. Burada söz ettiklerim eski tarihçilerdir tabii ki. Hep söylüyorum; İslam tarihi resmi tarihtir, sansürlü tarihtir ama profesyonelce yazmamışlar. İşte, durum ortada. Yalnız yaklaşık bin yıl önce yaşayan bir yazarın bu konuda bir şeyler yazdığı kaynaklarda geçiyor. Adı İbni Şehraşub (h.588.ö) Onun verdiği bilgiler, İslam'da var olanlarla ters düştüğü için, İslam otoriterlerince pek dikkate alınmamış/nerdeyse unutulmuş. Yine Ebü'l Kasım Ali b. Ahmet Kufi (h.352.ö) ‘el-İstigase’ adlı yapıtında benzer şeylerden söz ediyor. Ki çocuklar Muhammed-Hatice'nin değildir diye. Aynı zamanda Mamekani (1351-h), 'Tenkih'ül Makal...' adlı yapıtında, bu kızlar Muhammed'in olmayabilir şeklinde kanaat belirtmiş. (344) Diyelim ki bunlar Müslüman ama Hz. Ali taraftarı veya Mutezile veya İslam'ın başka bir ekolün sempatizanları; ama bu konunun taraftarlıkla alakası yok ki. Olay, direkt Muhammed ve çocuklarıyla ilgili. Burada Muhammed'e bir eleştiri gelirse, Şia da, Sünni de, tüm İslami cemaatler de rahatsız olur. Yine Sünni kesimin tarihçilerinden Moğultay'ın siyerinde: Hatice, Muhammed'den önce ikinci eşi olan Ebu Hale Nebbaş b. Zerare'den Hind, Hars ve Zeynep adında üç çocuk doğurmuş şeklinde bir açıklama var. Bu durumda muhtemeldir ki Zeynep, Hatice'nin bir önceki eşinden olan kızıdır. Yine önemli olmamakla birlikte bu konuda şöyle bir hadis var: Zeynep'in eşi Ebü'l As bir gün Muhammed'e hediye olarak bir şey getirir. Bunu anlatan ravi, Hatice'nin damadı Muhammed'e bir şey getirdi şeklinde aktarır. Burada denilebilir ki, madem Muhammed'in de damadıydı niye Hatice'nin damadı şeklinde söylenmiş? Ama aynı metin içinde Zeynep'in Muhammed'in kızı olduğu da söyleniyor, tabii ki burada Muhammed'in kızıdır diye yazılmışsa da bundan kasıt üvey kızıdır demek mümkündür. Dolayısıyla bu şekilde söylenmesi normaldir demek de mümkündür. Aslında bu kızların Muhammed'den olma ihtimali bu kadar zayıfken, benzer hadislere ihtiyaç olmamalıdır. Yalnız hadis denkleminde böyle bir açıklama var. (345) Buhari'de, konuya uyan şöyle bir hadis de var: İki kişi, meşhur sahabi İbni Ömer'den bir şeyler sormuşlar. Bunlar arasında, "Sen Hz. Ali ve Osman hakkında ne dersin?" şeklinde bir soru da var. İbni Ömer, "Osman, umarım Allah onu bağışlamış; ama siz bundan hoşlanmazsınız biliyorum. Ali'ye gelince, o hem Muhammed'in amcaoğlu, hem de damadıdır." (346) diye yanıt vermiş. Burada açık bir şey var: Eğer Osman da gerçekten damat olsaydı, İbni Ömer, Hz. Ali hakkında, onun Osman'dan farkı, Muhammed'in damadıdır demezdi. Çünkü o kızlar Muhammed'in olsaydı, Osman damatlık konusunda Ali'yi geçmiş olmalıydı. Çünkü bu durumda o iki kızını almış oluyordu. Şu halde bunlar Muhammed'in kızları değildi sonucuna varmak söz konusudur, tabii ki yine de böylesine ikincil gerekçelere ihtiyaç yok. Çünkü kızların onların olmadıkları yönünde var olan kanıtlar güçlüdür. Yine Muhammed bir ara Hz. Ali'ye, "Üç şey sende var, onlar kimseye nasip olmadı. Benim gibi biri senin kayınpederindir, kızım Fatma gibi bir hanımın var ve sizden de Hasan-Hüseyin gibi iki torunum var" diyor. İşte bu söz anlamlı aslında. Çünkü eğer halife Osman ve Ebü-l As da onun gerçek damatları olsaydı o zaman bu ifadelerin bir anlamı kalmazdı. Rukiye'nin çok güzel bir kız olduğunu İslam tarihçileri de yazmışlar, ancak burada İbni Şehraşub farklı bir şey ekliyor: Bir gün halife Osman Ebubekir'e (ki bu ikilinin araları çok iyiydi), "Muhammed'e söyle eğer Rukiye'yi bana verirse ben de ona iman ederim/inanırım." diye teklif sunar. Ebubekir bunu aktarır ve Muhammed de kabul eder. Bu rivayete göre kızın veriliş nedeni ve halife Osman'ın niçin Müslüman olduğu konusu farklı bir boyut kazanır. (347) İslami kesim akıldan ziyade rivayete önem verdiği için Hz. Fatma dışında da Muhammed'in kız çocukları bulunduğuna dair şu ayeti de kanıt olarak gösterebilirler: Ahzab suresi 59. ayette özetle, ey Muhammed; kadınlarına, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle başlarını örtsünler. İşte burada denilebilir ki, eğer Fatma dışında kızları olmasaydı ayet çoğul olarak (kızlarına) oluşmazdı. Hâlbuki buna yanıt vermek çok kolay. Çünkü baştan beri anlattığım gibi, o günkü örf-âdete göre bu üvey kızlar da artık hürmeten üvey babanın kızları sayılırdı. Kaldı ki, cümle cümle açıklama getirme yerine, baştan beri anlatılan bu trajedilere yanıt bulmak daha önemlidir; ama bunu yapamıyorlar. Enteresandır ki, İbni Hacer Askalani gibi bir İslam düşünürü bile bunları anlatırken yaş hesabına hiç değinmemiştir. Şunu diyor: Rukiye, Ebu Leheb'in oğluyla evliydi; peygamberlik gelince din yüzünden boşandı. Yani bu evlilik İslam'dan önce gerçekleşmişti diyor. Peki, madem Muhammed 25 yaşında, Hatice de 40 yaşında iken evlendiklerini, Muhammed'in 40 yaşında iken peygamber olduğunu biliyorsun, o zaman insan, bu kız kaç yaşlarında iken evlendirildi diye merak etmez mi? (348) Burada konuyu şöyle bağlamak isterim: Eğer bu kızlar Muhammed'inse, kendisinin kalkıp bunları kendi yaşıtı olan Osman'a vermesi nasıl izah edilebilir? Ayrıca Hatice'nin ileri yaşta bu kadar doğum yapması nasıl açıklanabilir? Evet, istisnalar var; ama daha önce iki kez evlenip bu kadar doğum yapmayan Hatice, nasıl oluyor da kırkından sonra bu kadar doğum yapıyor? Şu önemli nokta hep gözden kaçmıştır: Peki, ne oldu da bu kızlar küçük yaşlarda vefat etti? Diyelim Fatma, Ömer tarafından katledildi, bu farklı; peki ya Rukiye ve Ümmü Gülsüm'e ne oldu? Evet, insan her yaşta ölebilir; ancak benim olaylardan çıkardığım, şu ihtimal de göz önünde tutulmalı: O küçük çocukları o küçük yaşta cinselliğe zorlayınca ve düşük de olsa bunlar doğum da yapınca, bünyeleri bunu kaldıramamış, bunun sonucu olarak vefat etmiş olabilirler. Bu, büyük bir ihtimaldir. Çünkü ifade edildiği gibi yaşları aşırı derecede küçüktü. Burada, "Bu çocuklar Muhammed'in olsun veya başkasından olsun bize ne, bu gibi konuları işlemenin ne yararı var?" gibi bir soru sorulabilir. Aslında böyle bakmamak lazım. Çünkü nerdeyse bir düzine kadar insan var ortada ve onlarla ilgili sorulacak bazı sorulara verilecek cevaplar kolay olmalıydı: Doğdukları gün, ay ve yıl; peygamberlikten önce mi yoksa sonra mı doğmuşlardır, Hatice 55 yaşına geldikten sonra mı yoksa daha erken mi doğmuşlardır, ne zaman evlenmişlerdir gibi... Ama bir cemaat kadar olan bu insanların peygamberlikten önce mi, yoksa sonra mı doğdukları bilinmiyorsa, bugün kitaplara geçmiş bir sözün/hadisin ne kadar sağlıklı bir şekilde yazılıp yazılmadığını tahmin etmek zor değildir. Veya Muhammed'den sonra yazılan Kur'an cümlelerinin ne kadar sağlıklı olup olmadığını.. BÖLÜM 8 - HALİFE OSMAN a) Halife Osman'ın Yönetimine Karşı Gösterilen İlk Tepkiler Halife Osman'ın kötü yönetimine karşı ilk sert tepkiyi gösteren "Cebele el-Ansari"dir. Bu adam Bedir harbine katılmış önemli ashabdandır. Bir gün evin yanında iken Osman oradan geçiyormuş. Osman o zaman halifeymiş ve millet ondan şikâyetçiymiş. Cebele de Osman'ın yönetiminden memnun olmayanlardan biriymiş. Bu yüzden Osman'a, "Ey N'asel! Seni öldürür cesedini bir deveye bindirip sıcak bir yere götürür atarım." demiş. Adam önemli biri olduğundan Osman ona bir şey diyemeden doğruca camiye gitmiş. Cebele de arkasından gitmiş, o da camiye girmiş. İçeri girdiğinde Osman'ın minbere çıktığını görmüş. Osman'ın kolundan tutup aşağı indirmiş ve şerefini rencide edecek şekilde davranmış. Burada olay kapanıyor. Başka bir gün elinde bir iple geliyor ve Osman'a, "Ya senin boğazına getiririm, ya da yanlışlarından vazgeçersin" diyor ve şöyle devam ediyor: "Sen Haris b. Hakim'e şehrin piyasasını teslim etmişsin, alış-veriş yapanlardan usulsüz bir şekilde haraç alıyor." Osman icraatına devam ediyor, adamı kale almıyor. Bu arada birileri Cebele'ye, "Vazgeç, nasıl olsa halifedir, sen baş edemezsin" deyince o, "Yarın Allah huzuruna çıksam, biz amirlerimize saygı gösterdik; ancak onlar bizi dalalete götürdüler." diyeceğim, onu şikâyet edeceğim diyor. Yine henüz Osman'a karşı kitlesel isyanlar başlamadan, Ceh'cah' adında bir başka sahabiden Osman'a uyarı ve hatta tehdit geliyor. Öyle ki, daha sonra Osman'ın evine yapılan baskında, bu adam bastonla Osman'ı dövmeye başlıyor. (349) Osman'a karşı çıkmak sadece halkın bireysel ve amatörce tepkisinden ibaret değildi. Görevden aldığı önemli insanlar da halkla birlikte onun aleyhinde çalışıyorlardı. Mesela halife Osman tarafından Sad b. Ebi Vakkas Kufe valiliğinden alınıyor, yerine Velit b. Ukbe atanıyor. Velit, halife Osman'ın kardeşiydi, anneleri aynıydı. Yine daha sonra atadığı Sait b. As onun akrabasıydı. Ebu Musa'el Eş'ari'yi Basra valiliğinden alıyor, yerine de dayısının oğlu Abdullah b. Amır'ı tayin ediyor. Amr b. As'ı Mısır eyalet valiliğinden alıp yerine kendi sütkardeşi Abdullah b. Sad b. Ebi Serh'i görevlendiriyor. Halife Ömer zamanında Şam valiliğine atanan Muaviye'ye daha fazla imtiyazlar tanıyor, Şam'ın gelirini ona bırakıyor. Bunlar, Osman'ın icraatından birer örnek ve tabii ki görevden uzaklaştırılanlar da halkla birlikte onun aleyhinde çalışıyorlar... Hatta Muaviye Şam'dan gemilerle içki ticareti yapıyor ve Osman'ın izniyle buradan sağlanan parayı kendine alıkoyuyordu. Şam'da askeri komutan olarak görev yapan Ubade b. Samıt, gemi içinde bu içkileri görünce hepsini yere döküyor. Saf adam, bilmiyor ki Osman bundan haberdardır, bunu yaparsa aleyhine olur. Elbette ki Muaviye bundan rahatsız oluyor. İçki olduğu için korkudan konuyu da irdeleyemiyor. Ancak bu olay Ubade için artık bardağı taşıran son damla oluyor ve Şam'da Osman ve Muaviye'yi eleştirmeye başlıyor. Bu yüzden Osman, Ubade'yi merkeze alıyor. Ebu Musa Osman'a karşı muhalefete geçiyor ve onun kötü yönetimini anlatmaya başlıyor. Halife Osman, Hz. Muhammed zamanında bile hazineye ait olan Medine'ye bağlı Mehnz bölgesini, yine amcası Hakem'in oğlu Haris'e veriyor Fedek köyünü Hz. Muhammed kendine almıştı ve zaten Kur'an'a göre veraset yoluyla kızı Fatma'ya verilmeliydi Ama Ebubekir'le Ömer el koymuşlardı; bunu daha önce Anlattım. Halife Osman bunu da Hakem'in oğlu Mervan'a veriyor. Afrika'yı alınca, oradan sağlanan 1/5’lik geliri de Mervan'a hibe ediyor. Osman'ın bu ayrıcalığı o dönemde yaşayan şairlere bile konu olmuş. Osman tarafından sürgün edilen Abdurrahman b. Hanbel bir şiirinde özetle şunu anlatmaktadır: "Kâinatın rabbi bize öyle bir fitne bırakmış ki (Osman'ı kastediyor), ya o bize bela olur ya da biz ona. Nasıl olur da millet aç iken sen kalkıp Afrika'nın beşte birini tek insana veriyorsun" diyor. Bilindiği gibi şu an var olan Kur'an, Osman zamanında Yahudi asıllı Zeyd b. Sabit başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanmıştır. İşte zaman içinde Osman bu Zeyd'e yüz bin dirhem hibede bulunur. Zeyd ölünce, ondan kalan mal-altın-külçe o kadar çoktur ki, varisleri bu külçeleri balta ile kırıp bölüşmüşlerdir. Hepsi Afrika'dan surdan burdan sağlanan talan malıydı ve haddi hesabı yoktu. (350) İşte Osman'ın yönetimine karşı gelmenin ilk işaretleri bireysel başlamıştır, daha sonra kitleselliğe dönüşmüş ve zamanla kontrolden sıkmıştır. b) Halife Osman Müslümanlarca Katledilir, Cesedi de Bir Çöplüğe Atılır Hüzeyfe b. Yeman bir ara halife Osman'a, "Öküz gibi ortaya çıkacaksınız, deve gibi kesileceksiniz ve kolay da can vermeyeceksiniz." şeklinde çok ağır bir cümle kullanmıştır. Bunlara daha önce kısmen değindim. Gerçekten Osman'ın ölümü çok fecidir ve işkenceyle gerçekleşmiştir. Hz. Muhammed ve Ebubekir'in cinayetleri Müslümanlardan gizlenmeye çalışıldığı gibi, halife Osman cinayetinin gerçek yanı da hep gizlenmek istenmiştir. Sanki çok basit bir suikastla, bir kazayla ölmüş gibi gösterilmiş. Ama gerçek hiç de böyle değildir. Cinayetiyle ilgili güvenilir İslami kaynaklardan derlediğim çarpıcı bir bölümü buraya alıyorum. Hakkında sunacağım bilgiler okunduğunda görülecektir ki, halife Osman'ın halk nezdinde bilinen ölümüyle gerçek ölümü arasında çok fark vardır. Önce Osman'a karşı yapılan baskını özetlemek istiyorum. Daha sonra da cenazesinin nereye atıldığını, nasıl ve nerede gömüldüğünü ve baskının nedenlerini özet şeklinde anlatmaya çalışacağım. Osman değişik heyetler tarafından: "Yapma, millet senin yönetiminden memnun değil, sonun kötü olur." diye defalarca uyarılır. Ancak, "Size mi düştü, siz mi bana akıl veriyorsunuz?" diyerek onları dinlemediği gibi, üstelik gelen elçileri cezalandırır. Müslümanlar en son, Amir b. Abdullah Temimi adında yaşlı birini temsilci olarak Osman'la konuşmaya gönderirler. Adamcağız Osman'a, "Ben temsilciyim, arkadaşlar senin için toplanıp icraatını konuştular. Senin büyük yanlışlar içinde olduğunu, dolayısıyla Allah'a tövbe etmeni, ondan korkmanı ve yaptığın yanlışlardan dönmeni istiyorlar." der; Osman, "Hele buna balon! İnsanlar da sanır ki bu da bir şey biliyormuş; sonra gelip benimle icraatımı konuşuyor. Hâlbuki Allah'ın nerde olduğunu bilmeyen bir cahildir." diyerek onunla alay eder. Adam hem akılı, hem de çok önemli kişiler tarafından görevlendirilmişti. O arada Osman'a, "Ben Allah'ın nerde olduğunu çok iyi biliyorum, merak etme o seni gözetleyecektir." der. Benzer heyetler sık sık Osman'a gelir, yanlış yapıyorsun, böyle olmaz diyerek onu uyarıyorlardı. Ama giderek durum daha da kötüye gidince, Osman değişik eyaletlerdeki önemli valilerinden Muaviye b. Ebi Süfyan, Abdullah b. Sad b. Ebi Sarf, Sait b. As, Amr b. As, Abdullah b. Amir gibilerini merkeze/yanına çağırıyor, onlarla durum değerlendirmesi yapıyor. Bunlardan Abdullah b. Amır'ın önerisi şu: Birilerine karşı kazanılması zor olan bir savaş başlat, bunları savaşa gönder, savaşla meşgul olsunlar, sen de rahat edersin; sonunda onlar gelip sana yalvarırlar. Sait b. As'ın önerisi de şu: Sana bağlı olan her kabilenin, aşiretin, bölgenin bir lideri vardır. Sen onu ortadan kaldırırsan onlar sahipsiz kalır dağılırlar diyor. Muaviye'nin önerisi de şu: Eyaletlere vergi memurlarını daha fazla gönder, biz de yardımcı oluruz, tu sorun ancak bu yöntemle biter: Yani hem baskı, hem de ağır vergi yükü asayişi sağlar diyor. Abdullah b. Sad da, 'Ey Osman; insanlar menfaatle yola gelir, sen en iyisi buralara maddi bir şeyler ver kurtul" diyor... Amr b. As'a gelince, "Ey Osman, sen insanların istemedikleri şeyleri yapıyorsun. Karar ver! Bunlardan vazgeç ve adaletli davran" şeklinde karşı bir öneri getiriyor. Osman bu öneriye sert tepki gösteriyor ve bundan dolayı araları açılıyor. Amr Mısır valisi iken görevden alınıyor ve onun yerine de Hz. Muhammed'in hiç sevmediği, münafık ilan ettiği Abdullah b. Ebi Serh tayin ediliyor. Amr'ın Osman'a kafa tutmasının başka bir nedeni de vardı. Toplum içinde Amr'ın kabilesi, Osman'ınkinden daha itibar ve şöhret sahibiydi. Hatta zaman zaman Amr bunu Osman'a karşı dillendiriyordu. (351) İşte bu toplantıda da bir bakıma bu büyüklüğünü, farkını ortaya koyuyor; ancak fayda vermiyor. Osman giderek daha da sertleşiyor, radikal tedbirler almaya başlıyor. Bazı yerlere yeni atamalar yapıyor. Bu arada Sait b. As'ı Kufe valiliğine tayin edince, oranın halkı hem kabul etmiyor, hem de yönetime karşı silahlanıyor. Öyle ki, Sait geri dönmek zorunda kalıyor ve yerine de Ebu Musa el-Eş'ari atanıyor. Ama olaylar durmak bilmiyor ve adım adım Osman'ın sonu gelmeye başlıyor. Peki, neymiş Osman'ın suçu, neler yapmış ki insanlar beğenmiyor? Bunu birazdan detaylıca anlatacağım. Müslümanlar Osman'ın icraatından o kadar huzursuz olmuştu ki, bu konu caddede, sokakta, her yerde konuşuluyordu. Ahnef bin Kays, "Camide toplanmıştık, kalabalık hayli fazlaydı. İçimizde Hz. Ali, Talha, Zübeyir, Sad gibi ünlü isimler de vardı. O arada halife Osman da geldi ve hemen konuşmaya geçti. Kendi iyiliklerini anlatıyordu. Ben de bu arada Talha ve Zübeyir'e dedim ki, bu adam gidicidir, sonunda katledilecek" şeklinde anlatıyor. Bunu aktaran, Buhari'nin sarihi Askalani ve tabii ki değişik kaynaklarda da geçiyor. (352) Bu arada Medine'deki sahabiler, değişik coğrafyalara yayılmış Müslümanlara mektuplar göndererek "Geri gelin, siz Allah için İslamiyet’i yaymaya çıkmışsınız; ama maalesef din elden gitmiş, uzaklara gitmenize gerek yok, geri gelin asıl cihat burada, içerde" diyorlardı. Öyle olmuştu ki, bir ara Osman camide hutbe okurken-konuşurken, Hz. Ali, Talha ve Zübeyir gibi cennetle müjdelenen önemli kişilerin de bulunduğu o ortamda bazıları, "Adama bakın, eninde sonunda öldürülecek, ölümü hak etmiş." gibi ağır sözler söylerdi. Yani iş bu noktaya gelmişti. (353) Ve sonuçta Halife Osman'a bağlı tüm coğrafi bölgelerden isyan sesleri yükselmeye başlıyor. Sadece altı yüz süvari, kimi rivayetlere göre bin süvari Mısırlılardan ve dört kafile halinde başlarında da Abdurrahman b. Udeys, Kenane b. Bişr, Amr b. Hamık ve Sudan b. Hamran olmak üzere Osman'ı ablukaya almak, onu katletmek için yola çıkıyorlar. Kimse bilmesin diye, Umre niyetiyle yola çıktıklarını söylüyorlar. Ancak niyetleri Osman'ı ortadan kaldırmak. Yine iki yüz kişilik bir başka baskın grubu, Irak'ın Küfe kentinden harekete geçiyor. Tüm grupların birbirlerinden haberi var. Bunların da başlarında Malik b. Ester var. Yüz kişilik bir isyan grubu da Irak'ın Basra kentinden yola çıkıyor. Onların başlarında da Hükeym b. Cebele var. Osman'ın da istihbaratı vardı, onların niyeti hakkında bilgi almıştı ve kendince de tedbirliydi ama baskın o kadar güçlüydü ve kontrol edilmesi o kadar zordu ki, Osman'ın taraftarları bunları önleyecek durumda değildi. Şehre varınca Hz. Ali devreye giriyor ve sonuçta onlar Ali'yi dinleyerek davalarından vazgeçip memleketlerinin yollarını tutuyorlar. Ancak yolda, halife Osman'ın yazdığı, mührüyle mühürlediği bir mektup ele geçiriliyor. Üzerinde mektup bulunan kişi de halife Osman'ın bir görevli memurudur; hatta onun bindiği hayvan bile Osman'a/devlete ait bir hayvandır. Mektupta, ilgili valilerine, “Bu isyancıları yakalayın, bir kısmını infaz edin, önemli elebaşlarını da çarmıha germek suretiyle-işkenceyle öldürün, bazılarının da kol ve bacaklarını kesin." gibi talimatlar vardı. Zaten onlar, daha önce Hz. Ali'nin araya girmesiyle isteksizce eylemlerinden vazgeçmişlerdi. Ama bu mektup olayından sonra artık onları durdurmak mümkün değildi: Tekrardan geri dönüyorlar ve sonunda Osman'ı feci bir şekilde katlediyorlar. Osman korkudan imza ve mührün sahte olduğunu, kendisine ait olmadığını iddia ediyor; ancak inandırıcı gelmiyor, güven sarsılıyor ve gereken yapılıyor. Değişik yörelerden gelen bu insanların hepsi ittifak halinde halife Osman'ı ablukaya alıyorlar. Onu yakalayınca saçını, sakalını yoluyor, çenesini çekiyorlar, ağzı açık kalıyor. Bu arada isyancılar Osman'a 'Na'sel' diye bağırıyorlar. Değişik İslami kaynaklarda Na'sel şöyle tanımlanıyor: O sırada Medine'de Mısır asıllı budala biri varmış, adı da Na'sel. Osman'a bu amaçla bu lakabı takmışlar. Veya Na'sel demek, beyinsiz kişi/ahmak-bunak demek. Her ne ise alaylı bir söz olarak Osman'a karşı kullanıyorlardı. (354) Veya Na'sel, Medine'de ihtiyar, aptal bir Yahudi varmış, o yüzden hakaret anlamında Osman'a bu isimle hitap ediyorlar. Mısırlı grubun başındaki şahıslardan Kinane b. Bişr, Osman'ın alnından ve kafasının ön kısmından demir parçasıyla vurunca, Osman yere yığılıyor. Aynı gruptan Sudan b. Hamran adındaki şahıs da Osman'ı döve döve komalık ediyor. Yine Mısır grubundan Amr b. Hamık, Osman'ın göğsüne çıkıyor, ona dokuz darbe vuruyor; bunlardan üçü Allah için olsun, kalanı da ben rahat edeyim, kendim için vurdum diyor, tabii ki bu arada Osman onlara çok yalvarıyor: 'Ben ilk Müslümanlardanım, peygamberin iki kızıyla evlendim, insan ancak dinden çıkarsa, zina yaparsa, cinayet işlerse öldürülür. Ben bunlardan hiçbirini yapmadım.' gibi yalvarmaları artık fayda etmiyor. Millet ona karşı öylesine kızgın ki, öldürdükten sonra da kafasını gövdesinden koparmak, onu ustura-makas gibi aletlerle parçalamak istiyorlar, hatta şeytan taşlaması gibi naaşını taşlamak istiyorlar. Bu arada Osman'ın hanımları Naile ile Ümmü'l Benin ve kızları kafasını gövdesinden koparmalarına izin vermiyorlar, araya giriyorlar, onların ellerinden çıplak kılıçları almak istiyorlar. Onlar kılıçlarını güçlü bir şekilde çekince, Osman'ın eşlerinden Naile binti Ferafise'nin parmakları kesiliyor. Bu manzara karşısında tüm aile ağlaşmaya başlıyor, Hz. Muhammed'in eşlerinden de araya girenler oluyor ve Hz. Ali de baskın liderlerinden Abdurrahman b. Udeys ile konuşunca (yapmayın diye) bu eylemlerinden vazgeçiyorlar, tabii ki daha sonra bu kadının parmakları Şam'da hutbelerde çok dile getiriliyor, Muaviye tarafından propaganda aracı olarak kullanılıyor. Bu ayrı bu konu. (355) Şu da var ki, isyancılar yaklaşık 40 gün Osman'ı evinde mahsur bırakıyorlar, sudan, yemekten mahrum bırakıyorlar. Birilerin ona su vermelerine bile izin vermiyorlar. Bu arada Osman'ı savunanlardan çok sayıda insan öldürülüyor. Mesela Abdullah b. Veheb, Abdulah b. Ebi Meysere ve Muğire b. Ahnes gibileri. Hatta Osman'la birlikte öldürdükleri bazı kişilerin gömülmelerine izin bile vermiyorlar: Kurda-kuşa, köpeklere yem olsunlar diyorlar. Osman'a, istifa edersen sana karışmayız dedikleri halde Osman, ben ölümü tercih ederim; ama istifa etmem karşılığını veriyordu. (356) Aslında detaya gerek yok. İnsan biraz düşünürse zaten işin vahametini anlar. Şöyle ki, madem bu kadar isyancı Müslüman Kufe'den, Basra'dan, Mısır'dan değişik coğrafyalardan geldiler, peki ya Mekke, Medine, çevre Müslümanları ve hele hele Hz. Ali nerdeydi diye insan merak ediyor? Demek ki çevresi dışında kimse onun yönetiminden memnun kalmamış ki sonuç böyle olmuş. En başta Ebubekir'in oğlu Muhammed, ta Mısır'dan gelen heyetin içinde ve aktif bir şekilde Osman'a karşı cephe alanlar arasında. Osman'a ulaştığında da, çok hakaretvari bir şekilde sakalından tutup çekiyor, böylece Osman'ın ağzı açık kalıyor ve daha önemlisi onu yerde süründürüyor. Burada şu hatırlatmayı yapayım: Hani Ebubekir'in cinayetinde Osman'ın da parmağı vardı diye yazmıştım. Sanırım İslam tarihinde bu konuda bazı açıklanmayan noktalar var. Mesela neden tüm sahabeler arasında Ebubekir'in oğlu Osman'a böyle davranmıştır? En azından Osman babasının çocukluk arkadaşıydı! Kanımca Ebubekir'in oğlu babasıyla ilgili planları bildiği için, burada adeta onun rövanşını alıyordu. Bu uzak bir ihtimal değildir. (357) Başta da belirttim; Müslümanlar Osman'ı defalarca uyardılar, temsilci gönderdiler; ama o hep ceza veriyordu. Hatta bir ara Hz. Ali'yi temsilci olarak gönderiyorlar. Gidip halife Osman'a önemli uyarılarda bulunuyor. Osman ise onu da dinlemediği gibi, minbere çıkıp şunları söylüyor; Bu ümmetin fitnesi, ayıplayanlar ve eleştirmenlerdir (tabii ki isim vermeden Hz. Ali'yi kastediyor) diye başlıyor ve eleştirel bir konuşma yapıyor. Bu arada Osman'ın sağ kolu Mervan sert çıkıyor, gerekirse seni eleştirenlerle savaşırız diyor. Mervan, Osman'ın veziriydi. Osman, işin vahametini bildiği için olayın fazla büyümesini istemiyor/Mervan'a izin vermiyor. (358) Şunu da bilmekte yarar var, tüm halifelerin devrilmesinde Yahudilerin rolü çok büyüktür. Her ne kadar bu sebep pek öne çıkmamışsa da, aslında bu önemli bir faktördür. Yahudiler artık o coğrafyada onlara iktidar verilmeyeceğini biliyorlardı. O yüzden hep bozmaya ve karışıklıklar çıkarmaya çalışıyorlardı. Savaşla kazanamıyorsak, bari planlarla, farklı komplolarla işi götürmeye çalışalım diyorlardı ve nitekim de bunu çok mükemmel başardılar... İsyancılar Osman'ı öldürdükten sonra cenazesini bir mezbeleye, tuvalet olarak kullanılan bir yere atıyorlar ve onların korkusundan en yakın akrabası bile yanaşamıyor. Cenaze, atılan yerde üç gün kalıyor. İslam tarihçileri, Kur'an yorumcuları, “Osman'ı katlettikten sonra cenazesini ‘Haşşı Kevkeb’ denilen yere attılar. Burası öyle bir yer ki, o zaman Yahudiler tarafından tuvalet olarak kullanılıyordu.” şeklinde açıklama yapıyorlar. Konu garip gelebilir. O bakımdan Osman'ın bu tuvalet yerine atıldığına ve cenazesi üç gün orada kaldığına, baskıncıların korkusundan kimsenin gidip onu alamayacağına ilişkin bir yığın güvenilir İslami kaynak veriyorum şu dipnotta. (359) c) Halife Osman'ın Cenazesi, Bir Tuvalete Gömülüyor Osman'ın cenazesinin Yahudilerin tuvalet olarak kullandıkları bir mezbeleye atıldığını ve orada üç gün kaldığını, korkudan kimsenin gidip onu defnedemediğini yukarıda yazdım. Bu arada onu öldürenler şeytan taşlar gibi cesedini taşlamaya başlıyorlar ve gömülmesin, herhangi bir yere atılıp kalsın ve bu şekilde çürüyüp gitsin istiyorlardı. Sonunda yine Hz. Ali'nin devreye girmesiyle isyancılar defnine izin verdiler. Tarihçi İbni Şebbe bu konuda, "Ebu Süfyan'ın kızı ve aynı zamanda Hz. Muhammed'in de eşi olan Ümmü Habibe ortaya çıkıp ya bu adamın defnine izin vereceksiniz, ya da ben Hz. Muhammed'in perdesini (başörtüsünü kastediyor) başımdan alır atarım." diyor. (360) İşte Hz. Ali ile Ümmü Habibe'nin araya girmesi, hem eşlerinin ağlamaları nedeniyle isyancılar eylemlerinden vazgeçiyorlar, bundan sonra birkaç kişi gidip cenazesini alıyor, onu gece karanlığında gömüyorlar (tabii ki cenaze işinde, kabir başında Hz. Ali yoktur, kendisi katılmıyor). Osman'ın cenaze namazının kılınıp kılınmadığı konusunda farklı rivayetler var. Kimileri, "Katledenler namazına izin vermeyince, üzerinde namaz kılınmadan gömülüyor" diyorlar. Mesela Ebu Cehm adındaki kişi onun namazını kılmak isteyince isyancılar izin vermiyor; bu arada adam, "Siz üzerinde namaz kılınmasına engel olursanız sorun değil. Çünkü Allah ve melekler cenaze namazını kılmışlardır." diyor. Maşallah o dönem herkes Tanrı ile Cebrail ile irtibat halindeymiş, normal vatandaş da yukarılardan ilham alıyormuş. Kimileri de, birkaç kişi onun cenaze namazını kılıp Baki kabristanında defnetmek isteyince, isyancılar bunu duyuyorlar ve kesinlikle normal bir mezarlıkta defnetmeyeceksiniz, diyerek engel oluyorlar. Bu nedenle, daha önce atıldığı yere, o tuvalet olarak kullanılan yere götürülüp orada gömülüyor ve belki tekrar isyancılar cenazesini çıkarırlar korkusuyla, mezarını yerle tesviye ediyorlar. Bu arada isyancılar defne izin verdiklerinde şu koşulu da öne sürüyorlar, Osman'ın yakınları onu mezara götürürken biz de yolun sağından ve solundan yürüyerek hacda şeytan taşlar gibi ona taş atacağız diyorlar. Yine her zamanki gibi Hz. Ali'nin araya girmesiyle bu koşuldan vazgeçiyorlar. Gece gizlice, alelacele o tuvalet olarak kullanılan bataklığa götürüp bir çukur kazarak içine atıyorlar; böyle normal bir kabir hazırlayamıyorlar. Üzerine mezar taşı bile koyamıyorlar. Hatta Osman'ın kızı ağlayınca, mezarı kazanlardan biri ona kızıyor: "Biz o kadar titiz davranıyoruz ki kimse duymasın. Peki, bağırıyorsun, ya muhalifler senin sesini duyup gelir, babanın cenazesini tahrip ederlerse iyi mi olacak?" diyerek, onu susturmaya çalışıyorlar. Gömenler arasında bir de Osman'ın eşlerinden Naile var. Karanlık olduğu için, o da eline bir mum alarak kabirde rahat çalışılabilmesi için mezarın başında duruyor. İslami eserlerde anlatıldığına göre, çalışanlar, isyancılar görmesin diye insanların olduğu tarafla mezar arasına perde gibi veya kerpiçten bir duvar yapıyorlar. (361) Cenaze namazı kılınmıştır diyenlere göre de ihtilaf vardır. Genel kanı, cenaze namazının bir veya dört kişi tarafından kılındığı yönündedir. Hatta bazı kaynaklarda, korkudan kimse onu gömmek istemeyince; ancak Mervan'la, Osman'ın eşlerinden Naile onu geceleyin gömmüşler şeklinde bilgi var. Osman'ın eşlerinden dedim; çünkü Osman öldürüldüğünde yanında dört hanımı vardı: Remle, Naile, Ümmü Benin ve Fahite. (362) Yani öyle ki, Osman'ın cenazesi ortada kalıyor, korkudan kimse onu defnedemiyor. Hatta önemli İslami kaynaklarda çok farklı bilgiler de var. Mesela onu öldürdükleri zaman, eşi Naile araya girmek istiyor. Bu arada onun da elini, kimilerine göre de parmaklarını kesiyorlar. Hele halife Ebubekir'in oğlu Muhammed, Osman'ın kolundan tutup kapıya kadar sürükleyince Osman, "Senin baban dostumdu, neden bana böyle yapıyorsun' diyor. Ebubekir'in oğlu, "Sen gerçek Kur'an'ı yaktın, kendince yeni bir Kur'an ortaya çıkardın" diyor. Kimi rivayetlere göre de Ebubekir'in oğlu onun kulağına şiş sokup boğazından çıkarıyor. Şurası çok önemli, baskını düzenleyenler Müslümanlar ve Ebubekir gibi birinin oğlu da aşırı derecede ona işkence ediyorsa ve Hz. Ali de savunma niyetiyle hiç ortalıkta bulunmuyorsa, artık Osman'ın o günkü Müslüman halk nezdindeki değerinin nerelere kadar düştüğü anlaşılıyor. Bazı İslami kaynaklarda Osman katledildikten sonra, baskını gerçekleştirenlerden Umeyr b. Dabi-i adındaki kişi gidip onun canından parçalar kopararak, "Sen ki babamı zulmen/suçsuz yere hapse attın ve orada öldü. İşte senin de sonun böyle olacak." diyor. Yukarıda da belirttim, onu katledenler, bedenini tahrip etmek, parçalamak istiyorlar; ancak bazılarının aracı olmasıyla eylemciler bundan vazgeçiyorlar. (363) Bir de şu var, Osman'ın cenazesini, bir kapı tahtası üzerine bağlayıp o şekilde kabre götürürken, belki birileri duyar, gelir engel olur kaygısıyla koşarak götürüyorlar. Cenazeyi götüren şahıslardan biri, "Biz korkudan öylesine koşuyorduk ki Osman'ın kafası, üzerinde taşıdığımız tahtaya çarpıp tak-tuk diye ses veriyordu." diyor. Bu olay, az sonra bölüm sonunda ekleyeceğim kaynakların hemen tümünde vardır. İşte halife Osman'ın halk arasında bilinen ölümüyle gerçek ölümü arasındaki fark bu kadar büyüktür. Osman'ın Müslümanlar tarafından katledildiği, cenazesinin Yahudilere ait bir çöplüğe atılıp orada üç gün kaldığı, daha sonra Hz. Ali'nin, Hz. Muhammed'in bazı eşlerinin ve Osman'ın eşlerinin hatırı için gömülmesine izin verildiği ve bunun da ancak aynı çöplükte gerçekleştiği, mezara da yangından mal kaçırırcasına, sür'atle götürüldüğü ve bu arada başının hep tahta üzerinde sağa sola çarparak ses çıkardığı, cenazesinin korkudan birkaç kişi tarafından gizlice defnedildiği, katledilirken işkence yapıldığı ve hatta canından parçalar koparıldığı, baskın anında haftalarca evde aç ve susuz mahsur kaldığı, yardım etmek isteyenlere izin verilmediği, o dönemde var olan Kur'an'ları yakıp yeni bir Kur'an ortaya koyduğu, kötü yönetimi yüzünden vurulduğu gibi konular, birçok İslam düşünürü tarafından kaleme alınmıştır. Ne yazık ki, geniş halk kitlesi bunları bilmemektedir. Bu olup bitenleri içeren İslami kaynaklar gerçekten çok fazladır. (364) d) Halife Osman Neden Müslümanlarca Katledildi? Az önce de anlatıldığı gibi, Halife Osman'ı feci bir şekilde katledenler Müslümanlardır. Peki, Osman bunu hak etmiş miydi, neydi bunun en önemli nedenleri ki, insanlar ta Mısır'dan, Basra'dan, Küfe'den... değişik yörelerden gelip eylem birliği yaparcasına toplanarak Osman'ı katlettiler? Demek ki ortada çok ciddi bir sorun vardı ki Osman'ın çevresi, hele Hz. Ali bile bu baskınları artık durduramamıştır. Bu nedenlerden önemli gördüklerimi İslami kaynaklardan özetlemek istiyorum. (Etrafındakilere ayrıcalık tanımak-iltimas) 1) Hakem b. Ebi-I As olayı Hz. Muhammed'e karşı olduğu, onunla anlaşmadığı, hatta Muhammed konuşunca, kendisi kaş-göz işaretleriyle onunla alay ettiği için, Muhammed hem Hakem'i lanetler, hem Medine'den çıkartıp Taif taraflarına sürgüne gönderir. Bu konuda birçok İslami kaynakta hadisler var. Mesela İmam Ahmet b. Hanbel, Bezar, Heysemi, Fakihi, İbni Asakir ve daha birçok İslamolog, Hakem'in sürgün edilmesi ve lanetlenmesi konusunda hadisler aktarmışlardır. (365) Taberani şöyle bir olay da aktarıyor: Bir ara Hz. Muhammed kendi arkasına dönünce görüyor ki, Hakem el işaretleriyle kendisiyle alay ediyor; bazen de oğlu Mervan'la birlikte Muhammed'in minberine çıkıp iniyor (taciz niyetiyle). Yani hem Muhammed'in davasına inanmıyordu, hem de değişik davranışlarla onu psikolojik olarak rahatsız ediyordu. Daha sonra Ebubekir ve Ömer halife olunca, yine Taif'ta kalmaya devam ediyor/bunlar Medine'ye dönmesine izin vermiyorlar. Hatta geri dönsün diye bu konuda Ebubekir'e teklifte de bulunuyorlar. Ama o kabul etmiyor. Ancak Osman halife olunca, onun ve oğlunun geri gelmesine izin veriyor, adam gelip Medine'ye yerleşiyor ve ölene kadar orada kalıyor, ayrıca o günkü parayla kendisine devlet malından (ki devlet malı zaten haraçtan, ganimetten, talandan, çapulculuktan sağlanıyordu) yüz bin dirhem para veriyor. Şu not da önemli, Hakem b. Ebi-l As, aynı zamanda halife Osman'ın amcasıydı. Şu da önemli: Tarihte şöhret sahibi olan Muaviye de Osman'ın amcaoğullarındandır. Osman, Hakem'in oğluna da, maliye müdürü gibi Medine'de bir görev veriyor: Yapılan alış-verişlerden sağlanan verginin 1/10'unu, karşılıksız ona tahsis ediyor. Daha sonra Mervan, Osman'ın damadı olunca, ona aşırı derecede ayrıcalıklar tanıyor. Mesela Hz. Muhammed'e ait olan ve vefat edince, kızı Fatma'm hakkı olduğu halde Ebubekir'le Ömer'in vermediği Fedek arazisini de Mervan'a veriyor. Osman, yine Afrika halkından alınan 1/5 vergi, talan her ne ise damadı Mervan'a veriyor. Bunları zaten birazdan Mervan konusunda anlatacağım. Muhammed'e rağmen, Osman'ın bu insanlara tanıdığı imkânlar, o zamanki şairlerin şiirlerinde de sıkça işlenmiştir. Osman katledilince, Müslümanların mezarlığı olan Baki'de gömülmesine engel olan Eşlem bin Evs, bir şiirinde şöyle diyor: "Allah'a yemin olsun ki, hiç kimsenin yaptığı kötülük yanında kâr kalmayacak, cezasını çekecektir. Sen ey Osman, Muhammed'in lanetlediği o insanı (Hakem’i) getirdin ve ona imkânlar tanıdın. Devlet malının 1/5'ini alıp Mervan'a verdin, ayrıca devletin malını kendine ve çevrene tahsis ettin. Ebu Musa el-Eş'ari'nin getirdiği ganimetleri sen istediklerine dağıttın." (366) Yine halife Osman'ın sürgün ettiği bir başka şair Abdurrahman b. Hanbel el-Cemhi bir şiirinde, "Allah'a yemin ederim ki hiçbir suç karşılıksız kalmaz." diye başlıyor ve Osman'ın kötü yönetimini işledikten sonra şiirin bir yerinde, "Bize öyle bir fitne (Osman için diyor) yaratıldı ki, hem biz onunla ceza çekiyoruz, hem de o kendisi için baş belası oldu" diyor... Şair burada, Osman'ın feci bir şekilde katledildiğini ve kendilerine de bela olduğunu belirtmek istiyor. (367) İşte sonunu getiren sebeplerden biri, hem Hz. Muhammed'in lanetleyip sürgüne gönderdiği bu insanı geri getirmek, hem de ona ve oğluna aşırı derecede ayrıcalıklar tanımak, tabii ki bu, halkta olumsuz etki yapıyor. 2) Mervan b. Hakem Az önce de belirttim, Mervan da babasıyla birlikte Hz. Muhammed tarafından Taif şehrine sürgüne gönderilmişti; Osman babasıyla birlikte onu da geri getiriyor ve üstelik de kendi kızı Ümmü Eban'la evlendiriyor ve kendine vezir-başdanışman yapıyor. Afrika'dan sağlanan ganimet-talan ne varsa hepsinin 1/5'ini damadına tahsis ediyor. Bir örnek vereyim. Afrika alındığında oranın yöneticisi Cürcir'le bir anlaşma yapıyorlar ve 2 buçuk milyon dinar (altın para) onlardan haraç olarak alınıyor. Ayrıca her katılımcı askere bin dinar, kimisine göre de üç bin dinar (altın para) düşüyor. Yani Mervan'a verilen bu gelir büyük bir rakam oluşturuyordu. Yine Osman zamanında Kıbrıs adası alınınca, halkından her yıl yedi bin dinar (altın para) cizye/haraç alıyordu. Yine halife Osman, Mervan'ın kardeşi Haris b. Hakem'e, devlet malından üç yüz bin dirhem yardım yapıyor; ayrıca Medine merkezinde ona çok önemli bir alış-veriş merkezini hibe ediyor. (368) Az önce de vurgu yapıldığı gibi bu aile Hz. Muhammed nezdinde cezalıydı; özellikle babaları. Zaman içinde öyle oluyor ki, Mervan, Osman'ı tamamen kontrol altına alıyor. Damattır diye ona öylesine geniş yetkiler veriyor ki, artık o Osman'ı yönlendirir hale geliyor. Zaten İslami kaynaklarda, Osman'ın Mısır valisine gönderdiği ve isyancıların katlini istediği mektubun Mervan tarafından yazıldığı iddia ediliyor. Bu mümkün olabilir. Çünkü Osman'ın veziriydi ve zaten tüm yetkiler ondaydı. Yalnız tek bu olaya bakarak Osman'ı temize çıkaranlar olsa da, her taraftan Medine'ye Osman'ı linç etmeye gelen o insanların öfkesini bununla atlatmak mümkün değildir. Kaldı ki Osman'a, yeter ki istifa et kurtul denildiği halde görevinden ayrılmıyordu. Demek ki sorun Osman'daydı. Hatta Osman'ın eşlerinden Naile ve son zamanlarda Hz. Ali de Osman'ı Mervan konusunda uyardıkları halde Osman onları dinlemedi, yoluna devam etti. İşte Hz. Muhammed'in, babasıyla birlikte sürgüne gönderdiği böylesine bir adamın, Osman sayesinde geldiği aşama budur. Bu, Osman'ın sonunu getiren çok önemli bir nedendir. Ömer kısmında belirttiğim gibi, Ebü Lü'lü hem marangoz, hem ressam, hem de demircilikte uzman biridir ve hatta onun o zaman rüzgârla çalışabilen değirmen yapabilecek kapasitede bir insan olduğunu yazmıştım. Ama patronuna günde 2 dirhem vergi bile ödeyemiyordu. Osman ise bir çırpıda kendi adamlarına ve üstelik de Muhammed'in lanetlediği ve sürgüne gönderdiği insanlara ve daha nicelerine müthiş imkân tanıyordu. Osman'ı katletmek için bu insanlar ta Mısır'dan, Kufe'den, Basra'dan boşuna geliniyorlardı. Onlar çalışsın, para kazansın, Osman da vergi adı altında onlardan alıp yakınlarına dağıtsın, tabii ki güçleri varsa kabullenemezlerdi. Nitekim de onu en ağır bir şekilde cezalandırdılar. (369) İşte Osman'ın sonunu getiren sebeplerden biri de Mervan'dır: Hem Muhammed'e rağmen onu babasıyla birlikte geri getiriyor, hem maddi ve siyasi olarak ona ayrıcalıklar tanıyor, tabii ki bunlar halk nezdinde olumsuz etki yapıyor. 3) Sütkardeşi Abdullah b. Ebi Serh Daha önce Mısır valisi Amr b. As idi. Osman bunu Medine'ye geri alıyor ve yerine/Afrika'ya, sütkardeşi olan Ebu Serh'i tayin ediyor, böylece onu ödüllendiriyor, ona büyük imkânlar sağlıyor, tabii ki bu olaydan sonra Osman'la Amr b. As'ın arası açılıyor, o da Osman aleyhinde çalışıyor. (370) Osman'ın atadığı Ebu Serh öyle bir insandı ki, Hz. Muhammed kendi zamanında onun hakkında ölüm fetvası vermişti. Olayın Özeti şu: Bu adam daha önce Hz. Muhammed için kâtiplik yapıyor ve Kur'an ayetlerini yazıyordu. Zamanla Muhammed'i tanıyınca anlıyor ki, onun davasında tanrısal boyut yok. Adam şunu diyor: Muhammed bana başka şeyler yazmamı öneriyordu, ben ise, "Acaba farklı şeyler yazarsam anlar mı?" diye onun isteklerine ters olan şeyler yazıyordum ve tekrardan ona okuyordum. Oda bana, "iyi iyi, güzel" diyordu. Kur'an, benim bu tür sahte yazılarımla doludur" diyor ve "Durum bu ise, ben Kur'an'dan daha mükemmel bir kitap ortaya çıkarabilirim." ifadesini kullanıyor. Bu açıklamayı yaptıktan sonra artık Muhammed'le kalmıyor. Hem bu açıklama, hem de İslamiyet'ten çıktığı için, Muhammed'in korkusundan (Belki öldürür diye) Medine'yi terk edip Mekke'ye kaçmak zorunda kalıyor. Adam, ben de Kur'an gibi bir kitap yazabilirim dediği için, Muhammed burada yine işi Cebrail-Allah'a havale ediyor ve şöyle bir ayet indiriyor. Ayetin anlamını Diyanet'in çevirisinden vereyim: "Allah'a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu' diyen, ya da 'Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim' diye laf eden kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancılan içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, 'Haydi canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı doğru olmayanı söylediğiniz ve onun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız' diyecekleri zaman hallerini bir görsen!" deniliyor Kur'an'da. Adam onu deşifre ettikten, iş işten geçtikten sonra o kalkıp ayet oluşturma yöntemiyle insanlara tehdit savuruyor, gözdağı veriyor. Bu ayetin, en çok adı geçen kişi için indiği/oluştuğu anlatılıyor tefsirlerde ve diğer İslami kaynaklarda; ancak Muhammed'in peygamberlik konusunda önemli bir rakibi olduğu için, bu ayetten Müseyleme de kastedilmiştir diyenler de var. Hatta Yemenli olan ve peygamberlik iddiasında bulunan Secah adındaki kadın ve yine ben de peygamberim diyen Rahman Yemami ve Esvet Ansi'nin de bu ayetin sebep-sonuç ilişkileri arasında isimleri geçiyor. Bunlar sonucu değiştirmiyor. Çünkü onlar da bu peygamberlik formülünü kullanmak istiyorlardı, bu yöntemle iktidar sahibi olmayı arzuluyorlardı. Dolayısıyla Muhammed, oluşturduğu bu ayetle tüm muhaliflerini hedeflemiştir demek isabetlidir. (371) Zamanla Muhammed Mekke'yi alınca, "Bu adam 'Ka'be'nin içinde de olsa onu yakaladığınız an öldürün" talimatını veriyor. Adam gizlice halife Osman'a sığınıyor. Çünkü Osman'ın sütkardeşiydi. Osman onu belli bir süre saklıyor, uygun ortam yakalamaya çalışıyor ve bir gün adamı da yanına alarak birlikte Muhammed'in yanına gidiyorlar, "Bu adamı bağışla" teklifinde bulunuyor. Muhammed uzun süre bekliyor, sessiz kalıyor ve daha sonra onu bağışlıyor. Bunu yaparken de şunu söylüyor: Aslında Osman onu yanıma getirince ben onun bağışlanmasını istemedim, bir süre beklememin nedeni şu: Ona karşı yaklaşımımı biliyorsunuz. Onun için belki bana görev düşmeden içinizden biri kalkıp onu öldürür dedim. Yani ben bu beklememle bu fırsatı vermek istedim; ancak içinizden biri çıkmayınca ben de bağışladım diyor. Tabii ki bunu söylemekle, severek bağışlamadığını, hâlâ ona karşı kininin devam ettiğini belirtiyor ve aynı zamanda arkadaşlarını da eleştiriyor: Neden biriniz onu katletmediniz diye! İşte Osman kendi halifeliği zamanında Muhammed'in sevmediği, hatta Kur'an sahtedir, sağdan soldan toplanan bilgilerdir, içinde birçok yalanım var, ben de Kur'an gibi bir kitap rahatlıkla yazabilirim diyen birini ve üstelik Muhammed'in hakkında ölüm fermanı verdiği bu adamı, Mısır'a vali olarak tayin ediyor. Hâlbuki Osman'ın görevden aldığı eski vali Amr b. As, bu adamdan daha deneyimliydi: Hem Muhammed, hem de Mısırlılar Amr'ı severdi. Bu da Osman'ın sonunu getiren önemli nedenlerden biridir. Hem halkın hoşuna gitmiyordu bu görev değişikliği, hem de Osman'ın yönetimine karşı Amr anti propaganda yapıyordu. Hatta görevden alınan Amr b. As'a Osman'ın öldürüldüğü haberi verilince o, "Ben bir insana bir darbe vurdum mu, kanatırım'' karşılığını vermiştir. (372) 4) Halife Ömer'in oğlu Ubeydullah'ı korumak Halife Ömer, Medine'de bir Müslüman'ın yanında köle olarak çalışan Ebu Lü'lü tarafından katledilince, oğlu Ubeydullah da gidip buna karşı Hürmüzan, Ebu Lü'lü'nün küçük kızı ve bir de Hıristiyan asıllı Cüfeyne adında başka birini katlediyor. Hürmüzan Müslüman olmuştu; ancak Cüfeyne Hıristiyandı ve Medine'ye okumaya gelmişti. Bu haksız cinayetler Müslümanlar arasında çok tartışılır, bu konuda Osman'la birlikte toplantılar yapılır; ancak sonunda Osman Ubeydullah'ı serbest bırakır, ona ceza uygulamaz. Hâlbuki Ubeydullah masum insanları katletmişti. Hz. Ali, Ubeydullah cezasız kalmasın, öldürülsün diyordu. Hatta bir ara: Peki senin babanı katleden başka, ya sen onun suçsuz kızını niye öldürdün, diye suçluyordu onu. Nitekim sıra Hz. Ali'ye gelip kendisi halife olunca, Ubeydullah'ın katline karar veriyor. Bu yüzden Ubeydullah kaçıp Muaviye'ye sığınıyor ve daha sonra Sıffin savaşında öldürülüyor. Kimi rivayetlere göre Hz. Ali onu katlediyor. İşte Osman'ın bunu koruması da halkta olumsuz etki yapıyor: Osman, fakir-fukaraya ceza veriyor, ancak sıra dostlarına, yandaşlarına gelince torpil yapıyor, şeklinde konuşuluyordu. (373) 5) Velit b. Ukbe olayı Bu adam, Halife Osman'ın kardeşiydi: Anneleri Erva binti Küreyz'di, babaları ise farklıydı. Velit'in babası Ukbe, Bedir harbinde sağ olarak ele geçirilmiş ve Muhammed'in talimatıyla öldürülmüştü. Daha sonra Beni Mustalık kabilesi Müslüman olunca (tabii ki Muhammed onlara karşı savaşmıştı ve bunlar kılıç zoruyla Müslüman olmuşlardı), Hz. Muhammed onlara diyor ki, ben falan tarihte adamımı gönderirim, zekâtınızı/verginizi ona teslim edersiniz. Günü gelince Hz. Muhammed Velit b. Ukbe'yi bu işle görevlendiriyor. Ancak adam yarı yoldan geri dönüyor. Dönmesinin nedeni de korkudur: Çünkü daha önce bu kabile ile Velit b. Ukbe arasında husumet olduğu için, korkudan gitmeye cesaret edemiyor: Ya gittiğimde başıma bir şey gelirse diye evhama kapılıyor ve geri dönüyor. Bu arada Muhammed, "Ne yaptın?" diye sorunca o, "Ben gittim, meğerki onlar tekrardan İslamiyet'ten dönmüşlerdi, ben zor kurtuldum; yoksa beni de öldüreceklerdi. Üstelik zekât da vermeyeceklerini söylediler." diyor. Bunun üzerine Muhammed onlara karşı savaş hazırlığına başlıyor. Aslında böyle bir şey de olmamıştı. Adam oraya hiç uğramamıştı. Diğer taraftan Muhammed'in elçisi belirlenen zamanda gitmeyince, Beni Mustalık tarafında da bir evham başlıyor ve hemen liderleri olan ve aynı zamanda Muhammed'in eşlerinden Cüveyriyye'nin de babası olan kişi Medine'ye gelip durumu öğreniyor ve "Yalandır, biz zekâtımızı topladık, hazır; ancak memur bekliyorduk. Fakat bize herhangi biri uğramadı" diyor. Bunun üzerine Muhammed tahkikat yapıyor ve sonuçta elçisi Velit b. Utbe'nin onlara uğramadığı ve üstelik de onlara karşı büyük bir iftirada bulunduğu ortaya çıkıyor. Bu olay üzerine Muhammed, Hucurat suresinin altıncı ayetini indiriyor. Anlamı şu: "Ey inananlar! Bir fasık/kötü insan size bir haber getirirse onu tahkik edin/araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz/onlara karşı yanlış yaparsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." Hemen hemen tüm önemli tefsirlerde ve ayetlerin sebep-sonuç ilişkisini irdeleyen kaynaklarda, bu ayette sözü edilen fasık/kötü insandan kasıt, bu olaydan dolayı Velit b. Ukbe'dir. Askalani, el-İsabe adlı yapıtında, İbni Abdi-I Berr, bu ayetin Ukbe için indiğine ilişkin İslam âlimleri arasında ihtilaf yoktur diyor. Burada bir not düşüp konuya devam edeceğim: Hani Hz. Muhammed geçmişten geleceğe her şey biliyordu? Peki, bu olayda adam gelmeseydi ve böylece bu yalan ortaya çıkmasaydı ne olurdu? Çünkü Muhammed, onun yalanları üzerine savaş hazırlığına başlamıştı ve tabii ki büyük bir katliam olacaktı. İşte Osman böylesine bir insanı vali olarak tayin ediyor. Hz. Muhammed'in sevmediği, hakkında fasıktır/kötü insandır diye ayet indirdiği bir insana, önemli bir konuda (halkı yönetmede) görev veriyor. Kaldı ki, bu adam öylesine içki içerdi ki, bir gün kendisi cemaate sabah namazını kıldırırken, 4 rekât kıldırır (ki sabah namazı iki rekâttır) ve namaz içinde cemaate dönüp, "Daha fazla kıldırayım mı?" diyecek kadar ayyaş biriydi. Öyle ki halk onu içki konusunda Hz. Osman'a şikâyet etmiştir. Osman sonuçta, Hz. Ali'nin de baskısıyla mecbur kalıp, onu hem görevden alıyor, hem de içki içtiği için kırk kırbaç içki cezası uyguluyor. Bu ceza uygulamasını Sahih-i Müslim'den aktarayım. Şahitler toplum içinde halife Osman'a ifade verirler ki, bu adam içki içti ve kustu diye. Sonuçta Osman Hz. Ali'ye, "Kalk sen cezayı uygula." diyor. Ali bunu yapmıyor ve oğlu Hasan'a sen kalk kırk kırbaç vur diyor. Hasan da, buna karşı çıkıyor, bana ne bu işlerden diyor. En son Abdullah b. Cafer cezayı uyguluyor. Evet, bu açıklama Müslim'dendi. (374) Hatta öylesine içerdi ki, zaman zaman kusardı diye İslami kaynaklarda bilgiler var. Cezanın uygulanması için Hz. Ali'nin oğlu Hasan'a görev verilince o, "Halifeliğin iyi tarafından yararlanan o, kötü tarafını da o uygulasın." diyor. Böylece Osman'a sen yap, ben niye bu işe bulaşayım gibi sözlerle karşı koyuyor. Sonuçta Velit 40 kırbaçla cezalandırılıyor ve artık bu olup bitenlerden sonra görevden de uzaklaştırılıyor. Osman, daha önce Küfe'de valilik yapan Sad b. Ebi-l Vakkas'ı görevden alıp yerine bu Velit'i atamıştı. Velit'i görevden alınca, bu kez de yerine Sait b. As'ı tayin ediyor. Hatta Rumlara karşı bir savaşta bile Velit içki içerken, arkadaşları ceza verelim diyorlar; ama Hüzeyfe b. Yeman engel oluyor, savaş var karşımızda biz içki ile mi uğraşacağız diyor. Bu arada Velit, "Haram da olsa, size rağmen ben içki içerim" diyor. Osman'ın sonunu getiren yanlışlardan biri de böylesine bir adama yaptığı iltimas-ayrıcalıklardır. (375) Bütün bu olup bitenlere karşı yine İslam düşünürleri Osman'ı savunmuş, onun cinayetinde parmağı olan sahabeler hakkında ağır konuşmuşlardır. Mesela İbni Teymiye, Osman'ın ölümüne çalışanlar, bunu gerçekleştirenler suçludur, isyancıdır, haddi aşanlardır diyor. Zehebi de bu doğrultuda açıklamalarda bulunmuştur; ama olaylar öylesine açıktır ki, Osman'ı savunabilecek hiçbir haklı neden yoktur. İbni Teymiye gibilerine kalırsa, Osman'ın bu zulmüne karşı çıkanların hepsi cehennemliktir. Hâlbuki Osman'ın ölümünü isteyenler arasında, Hz. Muhammed'den cennet müjdesini alanlar da vardı. Mesela Talha ve Zübeyir gibi. (376) 6) Damadı Abdullah b. Halit b. Üseyd olayı Osman kızını bu adama verince, hazine yetkilisine, bunlara altı yüz bin/kimi rivayetlerde de dört yüz bin dirhem yardım ver, diye talimat verir ve bu kadar para devlet malından kızına ve damadına verilir. Ayrıca bu çifte, devlete ait mallardan çeşitli hediyeler verir. Hatta Osman ölünce o günkü para birimiyle elli bin civarı dinar (altın para) onun muhasebecisinde bulunur. Yine 30 milyon üzeri gümüş para (dirhem) ve 1000 deve ile birlikte Vadi'l kura, Hayber, Rebeze gibi yerlerde 10 milyon dinar (altın para) değerinde servet bırakır. Şunu hep hatırlatırım: Bunların tümü talandan, ganimetten, haraçtan... sağlanan gelirlerdir. (377) Bu iltimas kısmını özetleyecek olursam: - Amcası Hakem'i Muhammed'e rağmen sürgünden geri getirmek ve yüz bin dirhem devlet malından ona bağışta bulunmak. - Hakem'in oğlu Mervan'ı da sürgünden getirmek, kendine vezir yapmak, kendi kızı Ümmü Eban'ı ona vermek, Afrika'da ele geçirdiği yerlerin 1/5 vergilerini ona bağışlamak vs. - Yine Hakem'in bir diğer oğlu olan Haris'e, üç yüz bin dirhem para bağışında bulunmak ve 'Mehruz' denilen Medine'deki önemli bir alış-veriş merkezinin gelirini ona hibe etmek. - Kardeşi olan Abdullah b. Ebi Sarh'a aşırı derece imkân tanımak, Afrika'ya vali atamak, oranın gelirini kendisine tahsis etmek. - Yine akrabası olan meşhur Ebu Süfyan'a, hazineden iki yüz bin dirhem para hibe etmek. - Ebu Musa el-Eş'ari'nin Irak'ta topladığı vergileri, kendi yakın akrabasına ve Emevi soyuna bağlı kişilere dağıtmak. - Abdullah b. Halit b. Üseyd'e kızını vermesi ve bu damadına hazineden altı yüz bin dirhem bağışta bulunması, başka hediyeler vermesi. - Yine kardeşi olan Velit b. Ukbe'yi Kufe valiliğine ataması ve Sad b. Ebi Vakkas'ı görevden uzaklaştırması. - Şam'ın tüm vergilerini Muaviye'ye hibe etmesi. - Ebu Musa ve Osman b. Ebil As'ı görevden alıp yerlerine dayısının oğlu Abdullah b. Amr'ı ataması ve daha niceleri. İşte bütün bunlar, halkı galeyana getiren son derece kötü örneklerdir. (Muhalif olanlara şiddet uygulaması ve sindirme politikası) 1) Ammar b. Yaser olayı Hatırlanacağı gibi Ammar b. Yaser, Tebük suikastında Hz. Muhammed'in devesini önden çeken kişi ve o olaya karışan insanları da bilen ikinci tanık. Halife Ömer tarafından Kufe'ye görevli olarak atanıyor, yanı sıra Abdullah b. Mesut da bir nevi talim-terbiye ve hazineden sorumlu bir görevli olarak oraya gidiyor. (378) Halife Osman iş başı yapınca onu Medine'ye alıyor. Her taraftan Osman'ın yönetimine karşı başkaldırılar çoğalınca, Medine'de de ciddi bir muhalefet oluşuyor Osman'a karşı. Bir gün, her kabileden önemli kişiler toplanıp Osman'ı uyarmak için bir ültimatom/metin hazırlıyorlar. Bunlar arasında Mikdad b. Amr, cennetle müjdelenen Talha ve Zübeyir gibi toplamları elli civarında olan önemli bir seçme heyet kendi aralarında Ammar'ı temsilci olarak seçip o ültimatom yazısıyla birlikte Osman'a gönderiyorlar. Ammar, Osman'a konuyu açınca, Osman çok kızıyor ve o kâğıdı alıp yere atıyor. Ammar ona, "Bu iş çok ciddi, sen Hz. Muhammed'in arkadaşlarının sana karşı haklı olarak yazdıkları mektubu yere atamazsın, saygısızlık yapamazsın." deyince, Osman adamlarına talimat veriyor, Ammar'ı yere yıkıp kol ve bacaklarını bağlıyorlar. Bu arada Osman onu tekmelemeye başlıyor. Sonuçta Ammar baygınlık geçirip fıtık oluyor. Osman hem onu dövüyor, hem de "Allah seni rezil etsin" gibi sözleriyle de hakaret ediyor. Ammar daha sonra baygın haldeyken Hz. Muhammed'in eşlerinden Ümmü Seleme'nin evine alınıyor. Kimi rivayetlere göre Ümmü Seleme gelip Osman'a kızıyor, neden bu adamı komalık yaptın diye; kimilerine göre de Ammar'a, "Sen madem biliyordun ki bu adam halife, yetki var elinde, seni bu hale getirecek, o zaman niye karşı çıktın?" denildiği gibi farklı bilgiler de var. Bu arada Hz. Ayşe de olayı duyuyor ve Osman'a kızıyor, bu olaydan dolayı Ayşe ile Osman'ın arası açılıyor. Osman'ın Yaser'i komaya sokması hakkında farklı rivayetleri de var. Değişik baskınlarda ele geçen talan malları arasında altın mücevheratı da varmış. Osman bunları kendi ailesi ve yakınlarına dağıtmaktadır, tabii ki bunları başka insanlar ele geçirmişti; ama o kendi yakınlarına dağıtıyordu. Halk bunu duyunca karşı çıkıyor ve onu protesto ediyor. Osman buna karşı, "Bu talan malından kimilerin hoşuna gitmese de biz ihtiyacımızda kullanırız." diyor. Böyle deyince Hz. Ali onu uyarıyor, sen asla böyle yapamazsın diyor. Bu arada Ammar da Osman'a sert çıkıyor. İşte burada Osman ona, "Sen ha, içinde idrarı durmayan falancanın oğlu, kim olursun da bana karşı bunları söylersin" diyor ve adamlarına da, "Tutun bunu" emrini veriyor. İşte burada onu tekmeleyince komalık oluyor ve üç namaz kılamaz hale geliyor. Yani yukarıda anlatılan o komalık halinin hikâyesi böyle. Sonuçta Ammar hem sevilen biri, hem de onun bağlı bulunduğu aşiret güçlü. Onlardan Hişam b. Velit gelip Osman'ı tehdit ediyor: "Aynı sözleri Hz, Ali de sana söyledi; ancak sen ona bir şey diyemedin. Bu sahipsiz olduğu için bak sen ne hale getirdin. Şayet başına bir şey gelirse, şunu bil ki, sizden en önemli kim ise o da öldürülecektir (Osman'ı kastediyor)" diyor, tabii ki Osman ona da kızıyor; ancak birini komalık yaptığı için artık onu dövdürmekten vazgeçiyor. Bu arada adamlarına "Bunu burdan çıkarın" diye talimat veriyor ve oradan uzaklaştırılıyor. Bu arada Hz. Ayşe ona, "Bak Hz. Muhammed'in daha ayakkabısı, elbisesi duruyor, siz ne çabuk değiştiniz, işi laçkalaştırdınız" diyor. Ayşe'nin bu sözlerinden sonra Osman çok bozuluyor ve camiye gidiyor, orada ters konuşmaya başlıyor. Cemaat ona şaşkın şaşkın bakıyor, bu ne diyor diye. İşte Muhammed'e karşı suikastta bulunanları bilen Hüzeyfe ve Ammar'ın başına gelenler bunlardır. Bir tarafta halife Osman bu adama bu şekil haksızlık yaparken, diğer taraftan da kendisine yapılan baskın sırasında, yardımcı olması için Ammar b. Yaser'e haber yolluyor. Ammar'ın verdiği yanıt olumsuzdur; üstelik de haklı olarak sert tepki gösteriyor. Bu konuda anlatılanlar arasında az fark görünüyorsa da, Osman'ın onu tekmelediği ve adamı sakat bıraktığı gibi bir gerçek var ortada. Bu, birçok İslam tarihçisinin ortak olarak işlediği bir konudur. (379) 2) Abdullah b. Mesut'a yapılanlar Osman, Abdulah b. Mesut'u döve döve kaburga kemiklerini kırar; ayrıca onu görevden de alır. Olayın özeti şu: Abdullah b. Mesut Kufe'de hem talim-terbiyeden sorumlu/eğitimci, hem de maliyeden sorumludur. Osman tarafından eski vali Sad b. Ebi Vakkas görevden alınıp yerine Velit b. Ukbe atanınca, Velit ondan, devlete ait/hazine malından bir miktar yardım ister, İbni Mesut da verir. Başkalarına da bu şekilde borç vermiştir; daha sonra müsait olduklarında onlardan geri almıştır. Onun Velit'e, "Bu borçtur, ödemen lazım" demesi Velit'in hoşuna gitmez. Çünkü Velit'in amacı geri vermemek üzere almaktır. Velit, bu davranıştan dolayı İbni Mesut'u halife Osman'a şikâyet eder. Osman kendisine bir mektup göndererek "Sen bir memursun, Velit'ten hesap soramazsın" der. Bunun üzerine İbni Mesut anahtarları teslim edip sivil bir vatandaş olarak Kufe'de yaşamaya devam eder. İslami kaynaklardaki bilgilerden anlaşılıyor ki İbni Mesut yumuşak başlı ve zararsız bir insandı. Hz. Muhammed'in çok samimi arkadaşı olduğunu bilen halk ona saygı gösterirdi. Bu arada İbni Mesut, halife Osman'ın icraatını ve oraya vali olarak atanan Velit'i her fırsatta eleştirmeye devam ediyordu: "Zannediyordum ki ben Müslümanların hazinesinden sorumluyum; bilmiyordum ki Osman ve ona bağlı kişilerin hazinesine bakan bir memurum" diyerek tepkisini gösteriyordu, tabii ki bu da ne Velit'in, ne de Osman'ın işine geliyordu. Bu yüzden Velit onu Osman'a bir daha şikâyet etti, "İbni Mesut'un kendisi aleyhinde propaganda yaptığını, halkı kışkırttığını" anlattı, Osman onu Medine'ye çağırdı. Osman'ın hutbe okuduğu bir sırada camiye girdi. Osman, "İşte bakın şu an kötü bir hayvan içeri giriyor" diyerek ağır hakaretlerde bulundu. O da, "Ben Hz. Muhammed'in arkadaşıyım ve Bedir, Rıdvan Biatına katılan biriyim." (Osman Bedir ve Rıdvan'a katılmadığı için turada aynı zamanda dolaylı bir şekilde onu eleştiriyor da) dedi. Bu arada Hz. Muhammed'in eşlerinden Ebubekir'in kızı Ayşe bunu duyunca, o da Osman'a kızdı ve tıpkı Ammar olayında olduğu gibi burada da Osman'a karşı tavır aldı. Bazı İslami kaynaklarda İbni Mesut'un en son Osman'la anlaştığı ve onunla helalleştiği iddia ediliyor. Hatta bunu ispatlamak için İbni Mesut'un Osman hakkında, "Yanlışlıkla bir ok atsam, Osman'a isabet edip de öldürülse, buna karşı Uhud dağı kadar altın da bana verilse yine mutlu olamam." dediği söyleniyor. Bununla Osman'dan çok memnun olduğunu öne sürmek isteniyor. Hatta Osman onu sürgüne göndermek isterken birçok insan kendisine, "Sakın sürgüne gitmeyi kabul etme. Biz seni destekleriz, bırakmayacağız" deyince İbni Mesut, "Hayır; emrini dinleyeceğim. Çünkü bazı olaylar ve fitneler ocaktır. Bu yüzden ben istemiyorum ki bunun ilk kıvılcımın kendim yakayım" diyor. Daha önce de ifade edildiği gibi, Osman'ın, "Başka yere göndersem orayı da karıştırır." endişesinin yanı sıra Hz. Ali ve bazı insanların araya girmesiyle beni Mesut'un sürgüne gönderilmesinden vazgeçiliyor. Açıkçası, Osman'ın hazırladığı Kur'an dışındaki nüshaları yakması, halk üzerinde çok olumsuz etki bırakırken; en başta bu Kur'an konusu ve onun genel ifşaatı Osman'ın sonunu da getiriyor. İşte burada uyduruyorlar, İbni Mesut demiş ki, eğer Osman'ı katlederlerse artık bir daha onun gibi bir halife bulamayacaklar. Hatta İbni Mesut daha fiyatta iken Osman hakkında her yerden muhalefet oluşuna kendisi, ben Osman'a ok atmak istemiyorum demiş. Bellidir ki bazı uyduruk uzlaşma cümleleri kurmuşlar; ancak becerememişler. Çünkü mademki memnun kalmış, o zaman daha örnek mi kalmadı ki, kendisi kalkıp Osman'ın ölümüyle ilgili örnekler versin. Görüldüğü gibi savunmuşlar; ancak ilkel bir savunma, inandırıcılığı yok. (380) Osman, İbni Mesut'a toplum içinde hakaret ediyor, haysiyetini kırıyor ve onu camiden kovuyor; bu yetmiyormuş gibi, onu dövdürmek için ayrıca adamlarına talimat veriyor. Onlar adamı komaya sokuyorlar ve kaburga kemiklerini kırıyorlar. Hz. Ali bu arada Osman'ı uyarıyor: "Sen Velit b. Ukbe yüzünden adama nasıl bu cezayı veriyorsun?" diyor. Ama Ali'nin bu çıkışı fayda etmiyor; Osman bildiğini yapıyor. Bunca olup bitenlerden sonra da onu sürgüne, tenha bir yere göndermek istiyor; ancak Mervan, Osman'a, "Sen Küfe 'ye gönderdin, oradakileri senin hakkında örgütledi/alarma geçirdi. Durum bu iken sen Şam'a göndersen oradaki insanları da örgütler. En iyisi burada kalsın bari kontrol altında olur." deyince, Osman bunu uygun buluyor ve ücretsiz bir şekilde Medine'de yaşamaya mahkûm ediyor. İbni Mesut, arkadaşlarından Ammar b. Yaser'e vasiyet ediyor, "Eğer Osman'dan önce vefat edersem sakın cenazeme katılmasın." diyor. Abdullah b. Mesut, Osman'dan önce vefat ediyor ve arkadaşı Ammar b. Yaser onun vasiyeti gereği Osman'a haber vermeden gömüyor. Daha sonra Osman bunu duyunca Ammar'a, "Allah rahmet eylesin" diyor. Amr da, Osman'a alay edercesine, "Evet hepimiz tarafından Allah rahmet eylesin" karşılığını veriyor. Osman bunun alay olduğunu anlıyor ve orada onunla tartışıyor. Hatta sürgüne göndermek istiyor. Hz. Ali burada da Osman'a karşı çıkıyor ve aralarında sert tartışmalar da meydana geliyor. Sonuçta olay orada kapanıyor. İbni Mesut, ta Mekke'den beri Muhammed'le beraberdir ve ilk Müslümanlardan olup Kur'an hafızıdır. Osman kendi keyfine göre Kur'an adı altında ve Yahudi asıllı Zeyd bin Sabit başkanlığında bugünkü dünya piyasasında bulunan kitabı hazırlarken, İbni Mesut karşı çıkıyor ve bildiği farklı bir Kur'an nüshasına göre hareket ediyordu. Kufe'de iken de halka kendi Kur'an'ını anlatıyordu. İşte Osman onu geri çağırmış, diğer Kur'an nüshalarını yaktığı gibi onun da Kur'an nüshasını alıp yakmıştır. Bu konudaki detaylı bilgiyi, farklı bir çalışmamda işleyeceğim. O yüzden burada bunun üzerinde fazla durmuyorum. Sadece bir hatırlatmada bulundum. Ancak şu da muhtemel ki, İbni Mesut, Osman'ın hazırlattığı Kur'an'a karşı çıkmıştır. Osman'ın ona karşı asıl kini buradan kaynaklanmaktadır. Yukarıda özetlemeye çalıştığım nedenler de oluşunca, artık olay patlak veriyor. (381) 3) Ebu Zer-i Gıfari'yi sürgün etmek Halife Osman döneminde çok kişi sürgün edildi, karşı çıkanların aldığı en hafif cezaydı sürgün. Halife Osman'ın talimatıyla Kufe'den, Sait b. As yönetiminden Suriye'nin Şam tarafına, yine Basra'dan Şam tarafına Muaviye emrine kitlesel bir şekilde sürgüne gönderilen pek çok insan vardı. (382) Sonuçta Muaviye onlarla anlaşamamıştır. Bunlar hakkında Osman'a mektup gönderiyor, bunlarla uyum sağlayamıyoruz diyor. Bu defa da başka bölgeye sürgüne gönderiliyorlar. Evliya Çelebi gibi oradan oraya sürgün hayatı yaşayan insan çoktu o zamanlar. Yine halife Osman Basra'dan, Abdullah b. Amir himayesinde yaşayan insanlardan başka bir grubu Şam tarafına sürgüne gönderiyor. Şunu da belirteyim; İslami kesim Osman'ı kurtarmak, onun eksiğini kabul etmemek için çeşitli uyduruk savunmalar yapmıştır. Örneğin; bunlar hırsızmış, zinakârmış gibi yakıştırmalar vardır. Olay bu kadar basit olsaydı Osman'ın en yakın çevresi ona düşman kesilmezdi ve onu feci bir biçimde katletmezdi. Güya Ebuzer sürgün edildiği köye gönüllü olarak gitmiş. (383) Mesela İbni Sad gibi. Ama bu savunma yetersiz ve inandırıcı değildir. Çünkü adam Hz. Muhammed'e bağlı biriydi ve Muhammed'in gömülü olduğu Medine şehri varken herhalde kalkıp da ölene kadar ıssız bir köye gönüllü olarak yerleşmezdi. Aslında olay şudur: Şam valisi Muaviye şöyle söylüyor: Şam diyarı Allah'ındır, yani ganimettir, devlet malıdır, dolayısıyla benimdir demek istiyor. Ebuzer de o sırada oradaydı ve bu sözlere karşı çıkıyor: Muaviye'nin ve bu arada halife Osman'ın yanlışlarını, zulümlerini kabul etmeyip halka anlatıyor. Bu olup bitenlere karşı Muaviye onun hakkında Osman'a rapor veriyor, bu bizi eleştiriyor, icraatımız hakkında propaganda yapıyor diye. Osman da Muaviye'ye, onu bana alelacele Medine'ye gönder diye talimat veriyor. Ebuzer Medine'ye gelince Osman'ın kötü yönetimini orada da anlatıyor. Osman ona, sen burdan gideceksin. Bir yer iste seni sürgüne göndereceğim diyor. Adam, beni Mekke'ye gönder diyor; Osman bunu kabul etmiyor. Adam Kudüs olsun diyor. Osman onu da kabul etmiyor. Basra ile Kufe'den biri olsun diyor. Osman bunları da kabul etmiyor. Çünkü bunlar önemli merkezler, o gün için metropol durumunda olan bölgeler. Osman, onun halkla temas kurup, aleyhine çalışmasından korkuyor. Onun için bunları kabul etmiyor ve ona, "Seni Rebeze köyüne göndereceğim" diyor (Medine-Kufe arasında ıssız bir köy). Ebuzer buraya zorla gönderiliyor ve ölene kadar burada sürgün hayatı yaşıyor. Daha sonra Osman onun ölüm haberini alınca, "Allah rahmet eylesin" diyor. Osman'ın bu ifadesi Ammar b. Yaser'in zoruna gidiyor; Ammar buna karşı Osman'a şunu söylüyor: "Evet biz de diyoruz Allah rahmet eylesin." Tıpkı İbni Mesut'un ölümündeki gibi bir durum yaşanıyor burada. Tabi ki bu sözlerle Osman'ı zımnen eleştiriyor: Yani 'hem adamı sürgüne gönder, ona ceza ver, hem de alay edercesine Allah rahmet eylesin de' mesajını iletmek istiyor ve tabii ki Osman bunu anlıyor. Bu yüzden Ammar'a sert çıkışıyor, görevlilerine "Bunun haddini bildirin" diye talimat veriyor. Adamları Ammar'ı döve döve komalık yapıyorlar. Sonuçta Osman bunu da sürgüne göndermek istiyor; ancak kabilesinin araya girmesiyle Hz. Ali, Osman'a gidip şunları anlatıyor: Temiz bir insanı (Ebuzer'i kastederek) sen sürgüne gönderdin ve orada vefat etti. Sen buna benzer başka bir örnek daha mı uygulamak istiyorsun deyince, bu kez Osman'la Hz. Ali arasında sert tartışmalar oluyor, hatta Osman Ali'ye, "Asıl sen sürgüne gitmelisin" diyor. Hz. Ali de, elinden ne geliyorsa yap, bakalım başarabilir misin karşılığını veriyor. Bu arada bu olup bitenleri duyanlar toplanıp halife Osman'a, "Kim sana karşı çıkarsa, seni eleştirirse sen de ona ceza verip sürgünlere yollarsan bu iş yürümez" deyince, Osman hem Ammar'ın sürgün olayını orada kapatıyor, hem de Ali ile tartışmalara son veriyor. Daha sonra Müslümanlar arasında meydana gelen Sıffin harbinde Ammar öldürülüyor. (384) c) Halife Osman'ın bazı savaşlardan kaçması Hz. Muhammed zamanında meydana gelen Bey'at-i Rıdvan'a ve Bedir'le Uhud gibi önemli savaşlara, halife Osman'ın sudan bahanelerle katılmaması, Müslümanlar üzerinde olumsuz etki bırakmıştı. Zamanla onun hakkında olumsuz düşünceler çoğalınca, halk nezdinde bu katılmama da artık mazeretten çıkıp önemli bir eksiklik olarak değerlendirilmeye başlandı. Her fırsatta yüzüne karşı şu şu savaşlardan kaçtığı açıkça söyleniyordu. İki savaşa katılmaması ve üstelik Bedir'de ele geçen ganimetlerden onun da pay alması, bir nevi açıkgözlük olarak değerlendiriliyordu ve Müslümanlar nezdinde itibarına gölge düşürmüştü. Kısacası, bu da Osman için bir eksiklik olarak değerlendiriliyordu, onun bu davranışı Müslümanların zoruna gidiyordu. Aşağıda A. Rahman b. Avf konusunda bu konuda somut örnekler vereceğim. d) Osman'ın, tüm Kur'an nüshalarını yakması Bu konuda elimde yeni bir çalışmam var, orada detaylıca anlatacağım. Olayın özeti şu: O zaman, şu an var olan Kur'an ortalıkta yoktu. Herkes Muhammed'den ayet adı altında bir şeyler almıştı. Bugün nasıl basın mensupları başbakanın peşine takılıp bilgi alıyorlarsa, o zaman da böyleydi; ancak imkânlar farklıydı tabii ki. Bu bilgileri herkes aynı derecede Muhammed'den almıyordu. Bir gün bir kişi o günkü bilgileri alıyordu, bazen birlikte birkaç kişi oluyorlardı, bazen uzun süre bazıları hiç bulunmuyordu. Yani Muhammed'in konuşmalarının bugünkü Kur'an gibi bir araya gelebileceği hiç kimsenin aklından geçmiyordu. Bu, Muhammed'den sonra bir ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkan yeni bir durumdur. İşte Osman, birçok kişide güya parça parça bulunan bu ayetleri bir araya getiriyordu. Pek çok insanın hazırladığı bazı ayetler varmış. Adeta herkesin cebinde farklı bir Kur'an vardı. Ömer, Yahudi asıllı Zeyd b. Sabit'e görev verip yeni bir Kur'an (bugünkü) hazırlatınca, o dönem var olan tüm Kur'an nüshalarını yakıyor. Hatta Hz. Ali'nin Kur'an'ı vardı ayrıca, İbni Mesut'un, Übey b. Ka'b'ın ve daha birçok sahabenin ayrı ayrı Kur'an'ları vardı. İşte bu yeni Kur'an'ı ortaya koymak ve var olanları yakmak milletin zoruna gidiyor, Osman'ınki adeta bir darbe yasası gibi algılanıyor ve bu konu da Osman'a karşı ciddi tavır alınmasına neden oluyor. Dediğim gibi bu konuda yeni bir çalışmam olduğu için fazla detaya girmiyorum; bu aşamada bu kısa bilgi yeterli. İşte bu konu da Osman'ın sonunu getiren önemli sebeplerden biridir. e) Halîfe Osman'ın Katledilmesine Katkı Sunan Önemli Kişiler 1- Muaviye b. Ebu Süfyan Osman'ın en önemli adamı ve o dönemde Şam valisi olan Muaviye bile ona yardım etmek istemedi. Bu konuda İmam Suyuti ve İbni Asakir gibi meşhur İslam tarihçileri şunu aktarıyorlar. Ebu Tufeyl (385) ile Muaviye arasında bir diyalog geçiyor: Muaviye soruyor, sen de Osman'ı katledenler arasında var mıydın diye? Ebu Tufeyl hayır yoktum; ancak ben de hazırdım ve ona yardımcı olmadım. Çünkü ne Mekkeli, ne de Medineli Müslümanlar ona yardımcı olmadılar, kimse ona yardım etmedi diyor. Ebu Tufeyl, Muaviye'ye, "Sen de yardım etmedin" diyor. "Hâlbuki sen Şam valisiydin, yetkin daha fazlaydı; ama yardıma gelmedin?" Muaviye burada alay edercesine, "Benim onun kan bedelini almam daha iyiydi/bir bakıma gitmesi kalmasından daha iyiydi" karşılığını veriyor. Bu arada adam ona bir şiir de hatırlatıyor: Fırsatçısınız diye. (386) Zehebi tarihinde, halifelere ayırdığı özel kısımda şöyle farklı bir olay da aktarıyor. İbni Abbas bir gün Amr b. As'a, sen öyle Osman'ın aleyhinde çalıştın ki, Medine'yi alarma geçirdin, milleti ayaklandırdın. Muaviye'ye de, sen de Şam valisiydin, adama yağcılık yaptın; ama sonuçta senden yardım isteyince yapmak istemedin ve hatta öldürülmesini istedin diyor. (387) Herkesin bir hesabı vardı. Muaviye daha yüksek bir yer hedeflemiş olabilir veya Osman'ın kurtuluşu yok; bari ben geleceğimi riske atmayayım diye düşünmüş olabilir. Yani mutlaka bir hesap yapmıştır. Çünkü Muaviye çok kurnaz bir insandı. Önemli bir ailenin çocuğuydu, babası Ebu Süfyan hem Bedir, hem de Uhud savaşında karşı tarafın lideri, başkomutanıydı. 2- Hz. Ayşe Osman'ın aleyhinde çalışıyordu Birçok İslami kaynakta Ayşe'nin Osman için, "öldürün, onun katli vaciptir" gibi ölüm fetvaları verdiği anlatılıyor. Hatta Osman'ın yaptıklarına karşı Ayşe, "Muhammed'in henüz ayakkabısı, gömleği, saçı bile duruyor; ama ne yazık ki onun getirmiş olduğu din gitti kayboldu (Osman'ın icraatını kastediyor)." diyor. (388) Kimi rivayetlere göre de, hacca giden Ayşe henüz Medine'ye varmadan yolda Osman'ın ölüm haberini alınca, "Gök yere düşse bile hiç umurumda değildir.” karşılığını veriyor. Mervan, Zeyd b. Sabit ve A. Rahman b. Utab gibileri Ayşe'ye soruyorlar: "Bu insanlar senin sözünü dinliyorlar. Dolayısıyla Osman'a karşı bu tehlike var iken sen niye hacca gidiyorsun?" Ayşe şöyle diyor, Korkarım ki halk Osman hakkında benimle danışıp ona göre hareket eder; bunun sonucu olarak da, Ümmü Habibe'ye yapıldığı gibi bana da yapılır. O yüzden gidiyorum." diyor. Bunun üzerine onunla Mervan arasında tartışmalar oluyor; ama tabii ki Ayşe yoluna devam ediyor. Hatırlanacağı üzere daha önce Ümmü Habibe hakkında bazı bilgiler vermiştim. O da Muhammed'e Tebük'te suikast yapmak isteyen Ömer, Osman gibilerin listesini bildiği için hep rahatsız ediliyordu. İşte Osman'a baskın yapanlar, onu uzun süre evde mahsur bırakınca, su, yemek izni vermeyince, Hz. Muhammed'in eşlerinden Ümmü Habibe müdahale ediyor. Çünkü o aynı zamanda Ebu Süfyan'ın kızı ve Osman'ın akrabasıydı. Ama neredeyse onu da öldüreceklerdi, güçlükle onu olay yerinden uzaklaştırıyorlar. Ayşe az önce aktardığım konuşmasında bu olayı kastediyor, böyle bir şey benim de başıma geleceğinden korktuğum için çareyi hacca gitmekte buluyorum diyor. (389) Aslında Ayşe, Osman'ın saf dışı bırakılmasını çok istiyordu; ama korkuyordu. Daha önce de anlatıldığı gibi Ayşe'nin öz kardeşi Muhammed b. Ebubekir, Mısır'dan gelen ekip içindeydi ve Osman'ı yakalayınca yerde süründüren, sakalından tutup çeken, yüzüne vuran bir muhalifti, tabii ki Ayşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

vefk-örnekleri-111

  vefk-örnekleri-111 vefk-örnekleri-111 by Charion Charion