En Yaygın Batıl İnançlar ve Batıl İnançların Kökeni
Napolyon kara kedilerden korkardı; Sokrates ise nazardan. Jül Sezar rüyalardan çekinirdi. Büyük Petro köprülerden geçerken hastalık derecesinde bir korkuya kapılırdı. Kötü şans hurafeleri hala birçok insanı merdiven altından geçmekten, içeride şemsiye açmaktan ya da on üçüncü cuma uçağa binmekten alıkoyar.
Batıl inançların, eğitim ve bilimin yaygınlaştığı bir dünyada ortadan kalkmaları gerekirdi. Ama günümüzde bile çok az insan batıl inancı olmadığını söyleyebilir.
At Nalı
Batı kültürüne at nalını 4. yüzyılda sokan ve onu iyi talihin sembolü sayanlar Yunanlılar olmakla beraber, efsanelerde at nalını alıp kötülüğe karşı bir güç olarak kapının üstüne asan kişi olarak Aziz Dunstan bilinir. Rivayete göre 959’da Canterbury’nin başpiskoposu olacak demirci Dunstan’ın yanına bir adam gelir ve şüphe uyandıracak şekildeki ayrık ayaklarına at nallarını takmasını ister. Dunstan onun şeytan olduğunu anlar. Adama, bu isteğini yerine getirebilmek için kendisini duvara zincirlemesinin gerektiğini izah eder. Dunstan kasıtlı olarak işini acı verecek şekilde yapar ki, zincirle bağlı olan şeytan ondan merhamet diler. Dunstan ise bundan böyle kapısının üstünde at nalı asılı olan hiçbir eve girmeyeceğine dair yemin edene kadar onu serbest bırakmayı reddeder. Bu tarihten sonra at nalı kapının üstüne asılmaya başlanır.
Yunanlılarda ise at nalı demirden, yani kötülüğü uzak tuttuğuna inanılan elementten yapılırdı, bereket ve iyi talih sembolü olduğuna inanılan hilal şeklindeydi. Romalılar da bu nesneyi hem bir tılsım olarak hem de atlar için kullandılar.
Cadılardan korkulan Ortaçağ’da at nalına bir güç daha eklenir. Cadıların atlardan korktukları için süpürgeler üzerinde seyahat ettiklerine inanılırdı. Ve nasıl ki haçlar vampirleri korkutuyorsa, atı anımsatan nallar da cadıları korkutuyordu. Cadı olmakla suçlanan bir kadın, bir daha canlanmasın diye tabutunun üzerine at nalı çakılıp öyle gömülürdü. Rusya’da at nalı döven bir demircinin cadılara karşı beyaz büyü kabiliyetine sahip olduğuna inanılırdı. Ayrıca evlilik, iş ve mülkiyet anlaşmalarına ilişkin yeminler de İncil üzerine değil, at nallarının dövüldüğü örsler üzerinde ediliyordu. At nalı, şans bitip tükenmesin diye nalın uçları yukarıda olacak şekilde asılırdı.
Vur Tahtaya
M.Ö 2000 civarında Kuzey Amerika yerlileri ve daha sonra da Yunanlılar, birbirlerinden habersizce meşe ağacına sıklıkla yıldırım düştüğünü gözlemlediklerinden, bunun gökyüzü (Kızılderililer) ve yıldırım (eski Yunanlılar) tanrısının evi olduğuna inanırdı. Kuzey Amerika Yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdü. Gelecekteki bir başarı, savaş zaferi veya bereketli bir hasat hakkında önceden övünmenin kötü şans olduğuna ve bu olayların hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini inanırlardı. Kasıtlı veya kazara yapılan bir övünme yüzünden başa gelecek bu uğursuz ceza, meşe ağacının zeminine vurularak etkisiz kılınabilirdi. Böylelikle, kişi gökyüzü tanrısıyla iletişim kurar ve ondan af dilemiş olurdu.
Ortaçağ boyunca Avrupa’da Hristiyan alimleri, tahtaya vurma inancının aslında M.S 1. yüzyılda doğduğunu ve İsa’nın tahta bir haç üzerinde çarmıha gerilmesi olayına dayandığını iddia etti. Tahtaya vurmak da Tanrım lütfen dileğim kabul olsun gibi bir duaya eşdeğerdi. Fakat günümüz alimleri, Avrupa’daki bütün katedrallerde gerçek çarmıhtan bir parça bulunduğu safsatasının gerçekdışı olduğunu söyler. Dolayısıyla tahta kutsal emanetlere gösterilen Katolik hürmeti, tahta karşısında huşu içinde kalma geleneğinden doğmadı. Daha ziyade çok eski pagan inancını taklit etti, değiştirdi ve pekiştirdi.
Amerikalı Yerlilerin ve eski Yunanlıların favorisi meşe ağacıyken Mısırlılar için çınar ağacı kutsaldı. Eski Germen kabilelerinde ise tercih dişbudak ağacı yönündeydi. Sadelik yanlısı Hollandalılar da tahtaya vurma inancına itibar ederlerdi, ama onlar için önemli olan tahtanın cilasız, boyanmamış ve oyulmamış, kısacası herhangi bir şekilde süslenmemiş olması önemliydi. Talihin dönmemesi için tahtaya vurma geleneği, Amerika’ya sanılanın aksine Amerikalı yerlilerin inancından değil de, Romalılara ve sonradan Britanyalılara geçen Yunan inancından gelmiştir. Zamanla, civarda meşe olmadığında herhangi bir tahtaya vurmak yeterli hale geldi.
Kırık Ayna
Eski Mısırlılar, İbraniler ve Yunanlılarca kullanılan ilk aynalar pirinç, bronz, gümüş ve altın gibi cilalı metallerden yapılır ve tabii ki kırılmazlardı. M.Ö 6. yüzyıl gelmeden Yunanlılar kehanetlerde bulunmak için catoptromancy denilen ayna falına bakmaya başlar. Bunun için suyla doldurulmuş sığ, cam veya toprak kaplar kullanırlar. Aynı çingenelerin kristal küresi gibi cam su kabının görüntüsünü yansıttığı kişinin geleceğini gösterdiğine inanılırdı. İşaretler ayna kahini tarafından okunurdu. Eğer aynalardan biri kayıp kırılırsa kahinin yorumu ya kabı tutan kişinin geleceğinin olmadığı, yani yakında öleceği ya da onu gelecekte çok kötü olayların beklediği yönündeydi.
Romalılar M.S 1. yüzyılda bu kötü şans inancını benimser ve kendi yorumlarını da eklerler. Yani bugün bizim de kanıksamış olduğumuz anlamı. Aynalar kişinin görüntüsünü, diğer bir deyişle sağlığını yansıttığından kırık bir ayna yedi yıl hastalığa ve talihsizliğe alametti. Bu batıl inanç, 15. yüzyıl İtalya’sında pratik, ekonomik bir uygulamaya dönüşür. Gümüş arkalıklı ilk düz, cam aynalar bu sıralarda Venedik’te üretilir ve pahalı oldukları için özenle kullanılır. Aynalarını temizleyen hizmetçilere ise ayna kırmanın ölümden de beter olduğu, yedi yıl uğursuzluğa davetiye çıkardığı ve buna göre ayaklarını denk almaları gerektiği söylenirdi. 1600’lerin ortasında İngiltere ve Fransa’da ucuz aynalar üretilene kadar kırık ayna inancı çoktan yayılmış ve batıl inançlar içerisindeki sağlam yerini almıştı.
On Üç Sayısı
Kötü şans inançlarının içerisinde on üç sayısı, bugün insanları sayısız biçimde etkilemektedir. Örneğin, Fransızlar ev adreslerinde 13’ü kullanmaz. İtalya’da Milli piyango 13’ü dahil etmez. Ulusal ve uluslararası havayolları ise uçaklarda on üçüncü sıra koltukları yoktur. Amerika’da gökdelenlerde, katlarda, kooperatiflerde ve apartmanlarda katlar, on ikiyi on dört takip edecek şekilde numaralandırılır.
Bu kavram Hıristiyanlık öncesi İskandinav mitolojisine kadar uzanır. Valhalla’da on iki tanrının davetli olduğu bir ziyafet vardır. Kötülük ve kavga tanrısı olan Loki buraya davetsiz geldiğinden sayıyı on üçe çıkarmış olur. Loki’yi ziyafetten defetmek adına başlayan mücadelede ise en sevilen tanrı olan Balder öldürülür. Bu, on üç sayısını kuşatan uğursuzluğa göndermede bulunan en eski yazılı kaynaklardan biridir. Söz konusu batıl inanç İskandinavya’dan güneye ve bütün Avrupa’ya yayılır.
Bu inanç, Hıristiyanlığa kadar da Akdeniz civarındaki ülkelerde yaygınlaşır. Fakat bu inancın pekişmesi İsa’nın son yemeğine dayanır. İsa ve havarileri toplam on üç kişidir ve de yirmi dört saatten bile az bir süre içerisinde İsa çarmıha gerilir. Mitoloji uzmanları, İskandinav efsanesini Hıristiyan yemeğinin öncüsü olarak görür; hain Yahuda ile kötülük, kavga tanrısı Loki, öldürülen Tanrı Balder ile çarmıha gerilen İsa arasında paralelliklerin altını çizer. Tartışma götürmez olan ise Hıristiyanlıkla beraber akşam yemeğine on üç kişi çağırmanın felaket alameti haline gelmesidir.
Leonardo da Vinci, The Last Supper, 1495-98
1798’de bir İngiliz dergisi olan Gentleman’s Magazine günün sigorta istatistik tablolarından alıntıda bulunup bir bölümde ortalama her on üç kişiden birinin yıl içerisinde öleceğini açığa çıkarır ve böylece on üç inancının fitilini ateşler. Şüphesiz önceki ve sonraki sigorta tabloları başka veriler sunacaktı. İronik olarak Amerika’da ise on üç şanslı sayı olarak görülür. Örneğin, Amerikan dolarının arkasında tamamlanmamış piramit on üç basamaklıdır, kel kartal bir pençesiyle on üç yapraklı ve on üç meyveli bir zeytin dalını ve diğer pençesiyle de on üç tane oku tutar, kartalın başının üstünde de on üç tane yıldız vardır. Tabii bütün bunlar batıl inançla ilişkili olmayıp sadece ülkenin on üç kolonisi anısına uğurlu birer semboldür.
13. Cuma
Günlerin en uğursuzunu açıklamak uğrunda gösterilen çaba, o gün olacağı iddia edilen korkunç olaylar üzerinde yoğunlaşır. Geleneğe göre on üçüncü Cuma’da, Havva, Adem’in aklını elmayla çeldi; Nuh’un gemisi büyük tufanda seferine başladı; Babil Kulesi’ni dillerin karmaşıklığı vurdu; Süleyman’ın tapınağı yıkıldı ve de İsa çarmıha gerildi.
Bu batıl inancın asıl kökeni ise yine bir İskandinav miti gibi gözükmektedir. Cuma, yani İngilizce Friday, ismini özgür ruhlu aşk ve bereket tanrıçası Frigga’dan almaktadır. İskandinav ve Germen kabileleri Hıristiyanlığı kabul ettiklerinde Frigga cadı olarak suçlanıp bir dağın tepesine sürgüne gönderilir. Her cuma günü bu intikam dolu tanrıçanın on bir tane cadı ve şeytanla beraber, toplam 13 kişi bir toplantı düzenlediğine ve gelecek haftaki kaderin kötü oyunlarını hazırladığına inanılırdı. Bu nedenle, yüzyıllar boyunca İskandinavya’da Cuma günü Cadıların Tatil Günü olarak bilindi.
Merdiven Altından Yürümeme
Duvara dayalı bir merdiven üçgen şeklini meydana getirir, bilindiği üzere üçgen birçok toplumun sıkça kulanmış olduğu kutsal üçlünün bir ifadesidir. Mesela firavunların piramit mezarları üç kenarlı düzlemlere dayanırdı ve halktan birinin üçgen kemerlerin arasından geçmesi kutsal alana meydan okuma anlamına gelmekteydi. Mısırlılar için merdiven iyi şans sembolüydü. Zira güneş tanrısı Osiris’in, karanlıklar tanrısı tarafından hapsedilmesini bir merdiven önlemişti. Ayrıca merdiven tanrıların gökyüzüne çıkmasını tasvir etmek için çokça tercih edilen bir resimsel öğeydi. Mısır krallarının mezarlarına da gökyüzüne rahatlıkla çıkabilsinler diye merdivenler yerleştirilirdi.
Yüzyıllar sonra ise bu batıl inanç, İsa’nın ölümü ışığında yeniden yorumladı. Artık merdiven altından yürümek uğursuzluktu, çünkü İsa’nın çarmıhına bir merdiven dayanmıştı, bu da merdiveni alçaklık, ihanet ve de ölüm sembolü haline getirdi. 1600’lerin İngiltere ve Fransa’sında, suçlular darağacına giderken groom of the ladder denilen, cellatlar merdivenin etrafından dolaşırken, onlar altından geçmeye zorlanırlardı.
Eski kültürlerin en korkulan batıl inançlarına karşı hep bir panzehir mevcuttu. Kazara merdiven altından geçen bir kişi için tavsiye edilen Roma döneminden kalan fico işaretiydi. Bu uğursuzluğu etkisiz kılan hareket, eli yumruk yapıp başparmağı işaret ve orta parmak arasından dışarı çıkarmaktı. O esnada yumruk merdivene doğru savrulurdu. Bunu bugün uygulamak isteyen kişinin bilmesi gereken ise Roma’da, harekete eşlik eden sözün fico’dan pek farklı olmadığı, dahası orta parmak işaretinin öncüsü olduğuna inanılan bir fallik sembolü olmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder